[ { "context": "Apse (apse; abscess; abscessus), irinli yangı bölgesinde doku erimesi vardır, oluşan boşluğu irin doldurur. Genellikle piyojen bakterilerin neden olduğu fokal bir yangı türüdür. Vücudun herhangi bir yerinde bir doku ya da organda oluşan apse, kendini ağrı, kızarıklık ve şişikler yaparak belli eder. Bazı apseler kendiliğinden dışarı açılır ve akar. Apse'nin açılmadığı durumlarda bu işi ameliyatla yapmak gerekir. Absenin mutlak tedavisi drenaj, yani boşaltılmasıdır. Cerrahi girişimden önce antibiyotik uygulanması sepsisi önler.", "question": "Apse nedir ve nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "irinli yangı bölgesinde doku erimesi vardır, oluşan boşluğu irin doldurur" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Apse (apse; abscess; abscessus), irinli yangı bölgesinde doku erimesi vardır, oluşan boşluğu irin doldurur. Genellikle piyojen bakterilerin neden olduğu fokal bir yangı türüdür. Vücudun herhangi bir yerinde bir doku ya da organda oluşan apse, kendini ağrı, kızarıklık ve şişikler yaparak belli eder. Bazı apseler kendiliğinden dışarı açılır ve akar. Apse'nin açılmadığı durumlarda bu işi ameliyatla yapmak gerekir. Absenin mutlak tedavisi drenaj, yani boşaltılmasıdır. Cerrahi girişimden önce antibiyotik uygulanması sepsisi önler.", "question": "Apse genellikle neyin neden olduğu bir yangı türüdür?", "answers": { "text": [ "piyojen bakterilerin" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Apse (apse; abscess; abscessus), irinli yangı bölgesinde doku erimesi vardır, oluşan boşluğu irin doldurur. Genellikle piyojen bakterilerin neden olduğu fokal bir yangı türüdür. Vücudun herhangi bir yerinde bir doku ya da organda oluşan apse, kendini ağrı, kızarıklık ve şişikler yaparak belli eder. Bazı apseler kendiliğinden dışarı açılır ve akar. Apse'nin açılmadığı durumlarda bu işi ameliyatla yapmak gerekir. Absenin mutlak tedavisi drenaj, yani boşaltılmasıdır. Cerrahi girişimden önce antibiyotik uygulanması sepsisi önler.", "question": "Apse'nin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ağrı, kızarıklık ve şişikler" ], "answer_start": [ 251 ] } }, { "context": "Apse (apse; abscess; abscessus), irinli yangı bölgesinde doku erimesi vardır, oluşan boşluğu irin doldurur. Genellikle piyojen bakterilerin neden olduğu fokal bir yangı türüdür. Vücudun herhangi bir yerinde bir doku ya da organda oluşan apse, kendini ağrı, kızarıklık ve şişikler yaparak belli eder. Bazı apseler kendiliğinden dışarı açılır ve akar. Apse'nin açılmadığı durumlarda bu işi ameliyatla yapmak gerekir. Absenin mutlak tedavisi drenaj, yani boşaltılmasıdır. Cerrahi girişimden önce antibiyotik uygulanması sepsisi önler.", "question": "Apse'nin tedavisi nedir?", "answers": { "text": [ "drenaj, yani boşaltılması" ], "answer_start": [ 439 ] } }, { "context": "Apse (apse; abscess; abscessus), irinli yangı bölgesinde doku erimesi vardır, oluşan boşluğu irin doldurur. Genellikle piyojen bakterilerin neden olduğu fokal bir yangı türüdür. Vücudun herhangi bir yerinde bir doku ya da organda oluşan apse, kendini ağrı, kızarıklık ve şişikler yaparak belli eder. Bazı apseler kendiliğinden dışarı açılır ve akar. Apse'nin açılmadığı durumlarda bu işi ameliyatla yapmak gerekir. Absenin mutlak tedavisi drenaj, yani boşaltılmasıdır. Cerrahi girişimden önce antibiyotik uygulanması sepsisi önler.", "question": "Cerrahi girişimden önce apse tedavisinde ne uygulanmalıdır?", "answers": { "text": [ "antibiyotik" ], "answer_start": [ 493 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, akciğer dokularındaki hücrelerin kontrolsüz çoğaldığı bir hastalıktır. Bu kontrolsüz çoğalma, hücrelerin çevredeki dokuları sararak veya akciğer dışındaki organlara yayılmaları ile (metastaz) sonuçlanabilir. Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) raporuna göre akciğer kanseri tüm dünyada kanser türleri arasında en sık ölüme neden olan kanser türüdür. Akciğer kanserinin tanısı ve aşamasının saptanması amacıyla, akciğer röntgeni, toraks ve batın BT, Manyetik rezonans görüntüleme, kemik sintigrafisi, beyin BT uygulamalarının yanı sıra bronkoskopi ve mediastinoskopi denilen, lenf bezlerinden biyopsi materyali alınması yöntemleri uygulanır. Kanser tedavisinde radyoterapi, kemoterapi ve cerrahi yöntemler uygulanabilmektedir.", "question": "Akciğer kanseri nedir?", "answers": { "text": [ "akciğer dokularındaki hücrelerin kontrolsüz çoğaldığı bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, akciğer dokularındaki hücrelerin kontrolsüz çoğaldığı bir hastalıktır. Bu kontrolsüz çoğalma, hücrelerin çevredeki dokuları sararak veya akciğer dışındaki organlara yayılmaları ile (metastaz) sonuçlanabilir. Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) raporuna göre akciğer kanseri tüm dünyada kanser türleri arasında en sık ölüme neden olan kanser türüdür. Akciğer kanserinin tanısı ve aşamasının saptanması amacıyla, akciğer röntgeni, toraks ve batın BT, Manyetik rezonans görüntüleme, kemik sintigrafisi, beyin BT uygulamalarının yanı sıra bronkoskopi ve mediastinoskopi denilen, lenf bezlerinden biyopsi materyali alınması yöntemleri uygulanır. Kanser tedavisinde radyoterapi, kemoterapi ve cerrahi yöntemler uygulanabilmektedir.", "question": "Akciğer kanserinin kontrolsüz çoğalması hangi sonucu doğurabilir?", "answers": { "text": [ "metastaz" ], "answer_start": [ 199 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, akciğer dokularındaki hücrelerin kontrolsüz çoğaldığı bir hastalıktır. Bu kontrolsüz çoğalma, hücrelerin çevredeki dokuları sararak veya akciğer dışındaki organlara yayılmaları ile (metastaz) sonuçlanabilir. Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) raporuna göre akciğer kanseri tüm dünyada kanser türleri arasında en sık ölüme neden olan kanser türüdür. Akciğer kanserinin tanısı ve aşamasının saptanması amacıyla, akciğer röntgeni, toraks ve batın BT, Manyetik rezonans görüntüleme, kemik sintigrafisi, beyin BT uygulamalarının yanı sıra bronkoskopi ve mediastinoskopi denilen, lenf bezlerinden biyopsi materyali alınması yöntemleri uygulanır. Kanser tedavisinde radyoterapi, kemoterapi ve cerrahi yöntemler uygulanabilmektedir.", "question": "Akciğer kanseri Dünya Sağlık Örgütüne göre nasıl bir kanser türüdür?", "answers": { "text": [ "en sık ölüme neden olan" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, akciğer dokularındaki hücrelerin kontrolsüz çoğaldığı bir hastalıktır. Bu kontrolsüz çoğalma, hücrelerin çevredeki dokuları sararak veya akciğer dışındaki organlara yayılmaları ile (metastaz) sonuçlanabilir. Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) raporuna göre akciğer kanseri tüm dünyada kanser türleri arasında en sık ölüme neden olan kanser türüdür. Akciğer kanserinin tanısı ve aşamasının saptanması amacıyla, akciğer röntgeni, toraks ve batın BT, Manyetik rezonans görüntüleme, kemik sintigrafisi, beyin BT uygulamalarının yanı sıra bronkoskopi ve mediastinoskopi denilen, lenf bezlerinden biyopsi materyali alınması yöntemleri uygulanır. Kanser tedavisinde radyoterapi, kemoterapi ve cerrahi yöntemler uygulanabilmektedir.", "question": "Akciğer kanserinin tanısı ve aşamasının saptanmasında hangi yöntemler uygulanır?", "answers": { "text": [ "akciğer röntgeni, toraks ve batın BT, Manyetik rezonans görüntüleme, kemik sintigrafisi, beyin BT uygulamalarının yanı sıra bronkoskopi ve mediastinoskopi denilen, lenf bezlerinden biyopsi materyali alınması" ], "answer_start": [ 421 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, akciğer dokularındaki hücrelerin kontrolsüz çoğaldığı bir hastalıktır. Bu kontrolsüz çoğalma, hücrelerin çevredeki dokuları sararak veya akciğer dışındaki organlara yayılmaları ile (metastaz) sonuçlanabilir. Dünya Sağlık Örgütünün (WHO) raporuna göre akciğer kanseri tüm dünyada kanser türleri arasında en sık ölüme neden olan kanser türüdür. Akciğer kanserinin tanısı ve aşamasının saptanması amacıyla, akciğer röntgeni, toraks ve batın BT, Manyetik rezonans görüntüleme, kemik sintigrafisi, beyin BT uygulamalarının yanı sıra bronkoskopi ve mediastinoskopi denilen, lenf bezlerinden biyopsi materyali alınması yöntemleri uygulanır. Kanser tedavisinde radyoterapi, kemoterapi ve cerrahi yöntemler uygulanabilmektedir.", "question": "Akciğer kanseri tedavisinde hangi yöntemler kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "radyoterapi, kemoterapi ve cerrahi" ], "answer_start": [ 670 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Akut bronşit grip gibi hastalıklarla beraber görülebilirken, kronik bronşit daha ciddi bir iltihaplanmadır. Hastalığın başlangıcında kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir.", "question": "Bronşit nedir?", "answers": { "text": [ "Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanması" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Akut bronşit grip gibi hastalıklarla beraber görülebilirken, kronik bronşit daha ciddi bir iltihaplanmadır. Hastalığın başlangıcında kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir.", "question": "Bronşitin çeşitleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Akut bronşit ve kronik bronşit" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Akut bronşit grip gibi hastalıklarla beraber görülebilirken, kronik bronşit daha ciddi bir iltihaplanmadır. Hastalığın başlangıcında kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir.", "question": "Akut bronşit ve kronik bronşit arasındaki fark nedir?", "answers": { "text": [ "Akut bronşit grip gibi hastalıklarla beraber görülebilirken, kronik bronşit daha ciddi bir iltihaplanmadır" ], "answer_start": [ 135 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Akut bronşit grip gibi hastalıklarla beraber görülebilirken, kronik bronşit daha ciddi bir iltihaplanmadır. Hastalığın başlangıcında kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir.", "question": "Bronşitin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Akut bronşit grip gibi hastalıklarla beraber görülebilirken, kronik bronşit daha ciddi bir iltihaplanmadır. Hastalığın başlangıcında kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir.", "question": "Akut bronşit ne zaman kronik bronşite dönüşebilir?", "answers": { "text": [ "zamanında tedavi edilemezse" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "Alerji, vücudun aslında zararlı olmayan bazı maddelerden veya hava şartlarından etkilenmesi ya da psikolojik etkenler sonucu bazı maddelere aşırı reaksiyon göstermesidir. Alerjik reaksiyonlara neden olan maddelere \"alerjen\" denir. Bu maddeler solunum yolu ile alınabildiği gibi, ciltten temas ya da yiyecek şeklinde ağızdan da alınabilir. Alerji belirtileri kaşıntı, kurdeşen ya da astım, alerjik rinit (saman nezlesi) belirtileri, hapşırma, burun akıntısı, burun ve genizde kaşıntı, burun tıkanıklığı ve geniz akıntısı olarak görülebilir. Kişi, eğer bazı maddelerle temasından dolayı alerji oluyorsa, o maddenin uzaklaştırılması ile sorun çözümlenmiş olur.", "question": "Alerji nedir?", "answers": { "text": [ "bazı maddelere aşırı reaksiyon göstermesidir" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Alerji, vücudun aslında zararlı olmayan bazı maddelerden veya hava şartlarından etkilenmesi ya da psikolojik etkenler sonucu bazı maddelere aşırı reaksiyon göstermesidir. Alerjik reaksiyonlara neden olan maddelere \"alerjen\" denir. Bu maddeler solunum yolu ile alınabildiği gibi, ciltten temas ya da yiyecek şeklinde ağızdan da alınabilir. Alerji belirtileri kaşıntı, kurdeşen ya da astım, alerjik rinit (saman nezlesi) belirtileri, hapşırma, burun akıntısı, burun ve genizde kaşıntı, burun tıkanıklığı ve geniz akıntısı olarak görülebilir. Kişi, eğer bazı maddelerle temasından dolayı alerji oluyorsa, o maddenin uzaklaştırılması ile sorun çözümlenmiş olur.", "question": "Alerjik reaksiyonlara neden olan maddelere ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "alerjen" ], "answer_start": [ 215 ] } }, { "context": "Alerji, vücudun aslında zararlı olmayan bazı maddelerden veya hava şartlarından etkilenmesi ya da psikolojik etkenler sonucu bazı maddelere aşırı reaksiyon göstermesidir. Alerjik reaksiyonlara neden olan maddelere \"alerjen\" denir. Bu maddeler solunum yolu ile alınabildiği gibi, ciltten temas ya da yiyecek şeklinde ağızdan da alınabilir. Alerji belirtileri kaşıntı, kurdeşen ya da astım, alerjik rinit (saman nezlesi) belirtileri, hapşırma, burun akıntısı, burun ve genizde kaşıntı, burun tıkanıklığı ve geniz akıntısı olarak görülebilir. Kişi, eğer bazı maddelerle temasından dolayı alerji oluyorsa, o maddenin uzaklaştırılması ile sorun çözümlenmiş olur.", "question": "Alerjenler vücuda nasıl alınabilir?", "answers": { "text": [ "solunum yolu ile alınabildiği gibi, ciltten temas ya da yiyecek şeklinde ağızdan da alınabilir" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Alerji, vücudun aslında zararlı olmayan bazı maddelerden veya hava şartlarından etkilenmesi ya da psikolojik etkenler sonucu bazı maddelere aşırı reaksiyon göstermesidir. Alerjik reaksiyonlara neden olan maddelere \"alerjen\" denir. Bu maddeler solunum yolu ile alınabildiği gibi, ciltten temas ya da yiyecek şeklinde ağızdan da alınabilir. Alerji belirtileri kaşıntı, kurdeşen ya da astım, alerjik rinit (saman nezlesi) belirtileri, hapşırma, burun akıntısı, burun ve genizde kaşıntı, burun tıkanıklığı ve geniz akıntısı olarak görülebilir. Kişi, eğer bazı maddelerle temasından dolayı alerji oluyorsa, o maddenin uzaklaştırılması ile sorun çözümlenmiş olur.", "question": "Alerji belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kaşıntı, kurdeşen ya da astım, alerjik rinit (saman nezlesi) belirtileri, hapşırma, burun akıntısı, burun ve genizde kaşıntı, burun tıkanıklığı ve geniz akıntısı" ], "answer_start": [ 358 ] } }, { "context": "Alerji, vücudun aslında zararlı olmayan bazı maddelerden veya hava şartlarından etkilenmesi ya da psikolojik etkenler sonucu bazı maddelere aşırı reaksiyon göstermesidir. Alerjik reaksiyonlara neden olan maddelere \"alerjen\" denir. Bu maddeler solunum yolu ile alınabildiği gibi, ciltten temas ya da yiyecek şeklinde ağızdan da alınabilir. Alerji belirtileri kaşıntı, kurdeşen ya da astım, alerjik rinit (saman nezlesi) belirtileri, hapşırma, burun akıntısı, burun ve genizde kaşıntı, burun tıkanıklığı ve geniz akıntısı olarak görülebilir. Kişi, eğer bazı maddelerle temasından dolayı alerji oluyorsa, o maddenin uzaklaştırılması ile sorun çözümlenmiş olur.", "question": "Alerjinin çözümü nedir?", "answers": { "text": [ "o maddenin uzaklaştırılması" ], "answer_start": [ 602 ] } }, { "context": "Apandisit, körbağırsak üzerinde apandisin iltihaplanmasıdır. İltihaplı apandisin kesilip çıkarılmasıyla tedavi edilir. Apandisitin belirtileri, lokalize edilemeyen yaygın karın ağrısı, iştahsızlık ve dışkılama dürtüsüdür. Ağrı 6-8 saat sonra karnın sağ alt kadranına geçer ve lokalize edilebilir. Yapılan araştırmalara göre ABD'de ve diğer batı ülkelerindeki insanların yaklaşık %10'unun hayatının bir döneminde apandisite yakalandığını göstermiştir.", "question": "Apandisit nedir?", "answers": { "text": [ "apandisin iltihaplanması" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Apandisit, körbağırsak üzerinde apandisin iltihaplanmasıdır. İltihaplı apandisin kesilip çıkarılmasıyla tedavi edilir. Apandisitin belirtileri, lokalize edilemeyen yaygın karın ağrısı, iştahsızlık ve dışkılama dürtüsüdür. Ağrı 6-8 saat sonra karnın sağ alt kadranına geçer ve lokalize edilebilir. Yapılan araştırmalara göre ABD'de ve diğer batı ülkelerindeki insanların yaklaşık %10'unun hayatının bir döneminde apandisite yakalandığını göstermiştir.", "question": "Apandisitin tedavisi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "İltihaplı apandisin kesilip çıkarılmasıyla" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Apandisit, körbağırsak üzerinde apandisin iltihaplanmasıdır. İltihaplı apandisin kesilip çıkarılmasıyla tedavi edilir. Apandisitin belirtileri, lokalize edilemeyen yaygın karın ağrısı, iştahsızlık ve dışkılama dürtüsüdür. Ağrı 6-8 saat sonra karnın sağ alt kadranına geçer ve lokalize edilebilir. Yapılan araştırmalara göre ABD'de ve diğer batı ülkelerindeki insanların yaklaşık %10'unun hayatının bir döneminde apandisite yakalandığını göstermiştir.", "question": "Apandisitin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "yaygın karın ağrısı, iştahsızlık ve dışkılama dürtüsü" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Apandisit, körbağırsak üzerinde apandisin iltihaplanmasıdır. İltihaplı apandisin kesilip çıkarılmasıyla tedavi edilir. Apandisitin belirtileri, lokalize edilemeyen yaygın karın ağrısı, iştahsızlık ve dışkılama dürtüsüdür. Ağrı 6-8 saat sonra karnın sağ alt kadranına geçer ve lokalize edilebilir. Yapılan araştırmalara göre ABD'de ve diğer batı ülkelerindeki insanların yaklaşık %10'unun hayatının bir döneminde apandisite yakalandığını göstermiştir.", "question": "Apandisit ağrısı zamanla nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "6-8 saat sonra karnın sağ alt kadranına geçer ve lokalize edilebilir" ], "answer_start": [ 227 ] } }, { "context": "Apandisit, körbağırsak üzerinde apandisin iltihaplanmasıdır. İltihaplı apandisin kesilip çıkarılmasıyla tedavi edilir. Apandisitin belirtileri, lokalize edilemeyen yaygın karın ağrısı, iştahsızlık ve dışkılama dürtüsüdür. Ağrı 6-8 saat sonra karnın sağ alt kadranına geçer ve lokalize edilebilir. Yapılan araştırmalara göre ABD'de ve diğer batı ülkelerindeki insanların yaklaşık %10'unun hayatının bir döneminde apandisite yakalandığını göstermiştir.", "question": "İnsanların yaklaşık yüzde kaçı hayatının bir döneminde apandisite yakalanır?", "answers": { "text": [ "%10" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Arpacık, göz silleri enfeksiyonlarından biridir. Belirtileri üstte veya altta bir yumru göz kapağı, göz kapağında yerel şişlik, yerel acı, göz kapağında kızarılıklık, hassasiyet, göz kapağı kenarlarında kabuklanma, gözde yanma ve göz kapağı düşüklüğüdür. Arpacık çıkmasının önlenmesi uygun hijyen ile ilgilidir. Erken teşhiste damlalar, antibiyotikler ve merhemler arpacık oluşumunun önüne geçebilirken, tanıların genelde 1-2 günü aşması nedeniyle, hastalık daha geç düzelmektedir.", "question": "Arpacık nedir?", "answers": { "text": [ "göz silleri enfeksiyonlarından biri" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Arpacık, göz silleri enfeksiyonlarından biridir. Belirtileri üstte veya altta bir yumru göz kapağı, göz kapağında yerel şişlik, yerel acı, göz kapağında kızarılıklık, hassasiyet, göz kapağı kenarlarında kabuklanma, gözde yanma ve göz kapağı düşüklüğüdür. Arpacık çıkmasının önlenmesi uygun hijyen ile ilgilidir. Erken teşhiste damlalar, antibiyotikler ve merhemler arpacık oluşumunun önüne geçebilirken, tanıların genelde 1-2 günü aşması nedeniyle, hastalık daha geç düzelmektedir.", "question": "Arpacığın belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "üstte veya altta bir yumru göz kapağı, göz kapağında yerel şişlik, yerel acı, göz kapağında kızarılıklık, hassasiyet, göz kapağı kenarlarında kabuklanma, gözde yanma ve göz kapağı düşüklüğü" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Arpacık, göz silleri enfeksiyonlarından biridir. Belirtileri üstte veya altta bir yumru göz kapağı, göz kapağında yerel şişlik, yerel acı, göz kapağında kızarılıklık, hassasiyet, göz kapağı kenarlarında kabuklanma, gözde yanma ve göz kapağı düşüklüğüdür. Arpacık çıkmasının önlenmesi uygun hijyen ile ilgilidir. Erken teşhiste damlalar, antibiyotikler ve merhemler arpacık oluşumunun önüne geçebilirken, tanıların genelde 1-2 günü aşması nedeniyle, hastalık daha geç düzelmektedir.", "question": "Erken teşhiste hangi tedaviler arpacığın oluşumunu önleyebilir?", "answers": { "text": [ "damlalar, antibiyotikler ve merhemler" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Arpacık, göz silleri enfeksiyonlarından biridir. Belirtileri üstte veya altta bir yumru göz kapağı, göz kapağında yerel şişlik, yerel acı, göz kapağında kızarılıklık, hassasiyet, göz kapağı kenarlarında kabuklanma, gözde yanma ve göz kapağı düşüklüğüdür. Arpacık çıkmasının önlenmesi uygun hijyen ile ilgilidir. Erken teşhiste damlalar, antibiyotikler ve merhemler arpacık oluşumunun önüne geçebilirken, tanıların genelde 1-2 günü aşması nedeniyle, hastalık daha geç düzelmektedir.", "question": "Arpacık çıkmasının önlenmesi ne ile ilgilidir", "answers": { "text": [ "uygun hijyen" ], "answer_start": [ 284 ] } }, { "context": "Arpacık, göz silleri enfeksiyonlarından biridir. Belirtileri üstte veya altta bir yumru göz kapağı, göz kapağında yerel şişlik, yerel acı, göz kapağında kızarılıklık, hassasiyet, göz kapağı kenarlarında kabuklanma, gözde yanma ve göz kapağı düşüklüğüdür. Arpacık çıkmasının önlenmesi uygun hijyen ile ilgilidir. Erken teşhiste damlalar, antibiyotikler ve merhemler arpacık oluşumunun önüne geçebilirken, tanıların genelde 1-2 günü aşması nedeniyle, hastalık daha geç düzelmektedir.", "question": "Neden hastalık daha geç düzelmektedir?", "answers": { "text": [ "tanıların genelde 1-2 günü aşması" ], "answer_start": [ 404 ] } }, { "context": "Astım (bronşial astma), küçük bronşların ve bronşiollerin, çeşitli uyaranlara aşırı tepki vermesinin sonucu ortaya çıkan, solunum yolu daralmasına sebep olan kronik bir rahatsızlıktır. Astımın tipik karakteristiği bronşların mukoza ödemiyle daralmasından ötürü olan episodik dispnedir. Astımda belirtilerin aniden ortaya çıkmasına astım atağı veya astım krizi adı verilir. Astım atağının şiddet derecesine göre tedavisi değişir hafif astım atağında bronş genişleticiler nefes yolundan verilerek sonuç elde edilebilir. Astım tedavisinde çoğunlukla inhaler adı verilen medikal cihazlar kullanılır.", "question": "Astım nedir?", "answers": { "text": [ "küçük bronşların ve bronşiollerin, çeşitli uyaranlara aşırı tepki vermesinin sonucu ortaya çıkan, solunum yolu daralmasına sebep olan kronik bir rahatsızlık" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Astım (bronşial astma), küçük bronşların ve bronşiollerin, çeşitli uyaranlara aşırı tepki vermesinin sonucu ortaya çıkan, solunum yolu daralmasına sebep olan kronik bir rahatsızlıktır. Astımın tipik karakteristiği bronşların mukoza ödemiyle daralmasından ötürü olan episodik dispnedir. Astımda belirtilerin aniden ortaya çıkmasına astım atağı veya astım krizi adı verilir. Astım atağının şiddet derecesine göre tedavisi değişir hafif astım atağında bronş genişleticiler nefes yolundan verilerek sonuç elde edilebilir. Astım tedavisinde çoğunlukla inhaler adı verilen medikal cihazlar kullanılır.", "question": "Astımın tipik karakteristiği nedir?", "answers": { "text": [ "episodik dispne" ], "answer_start": [ 266 ] } }, { "context": "Astım (bronşial astma), küçük bronşların ve bronşiollerin, çeşitli uyaranlara aşırı tepki vermesinin sonucu ortaya çıkan, solunum yolu daralmasına sebep olan kronik bir rahatsızlıktır. Astımın tipik karakteristiği bronşların mukoza ödemiyle daralmasından ötürü olan episodik dispnedir. Astımda belirtilerin aniden ortaya çıkmasına astım atağı veya astım krizi adı verilir. Astım atağının şiddet derecesine göre tedavisi değişir hafif astım atağında bronş genişleticiler nefes yolundan verilerek sonuç elde edilebilir. Astım tedavisinde çoğunlukla inhaler adı verilen medikal cihazlar kullanılır.", "question": "Astımda belirtilerin aniden ortaya çıkmasına ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "astım atağı veya astım krizi" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Astım (bronşial astma), küçük bronşların ve bronşiollerin, çeşitli uyaranlara aşırı tepki vermesinin sonucu ortaya çıkan, solunum yolu daralmasına sebep olan kronik bir rahatsızlıktır. Astımın tipik karakteristiği bronşların mukoza ödemiyle daralmasından ötürü olan episodik dispnedir. Astımda belirtilerin aniden ortaya çıkmasına astım atağı veya astım krizi adı verilir. Astım atağının şiddet derecesine göre tedavisi değişir hafif astım atağında bronş genişleticiler nefes yolundan verilerek sonuç elde edilebilir. Astım tedavisinde çoğunlukla inhaler adı verilen medikal cihazlar kullanılır.", "question": "Astım atağının tedavisi nedir?", "answers": { "text": [ "bronş genişleticiler" ], "answer_start": [ 449 ] } }, { "context": "Astım (bronşial astma), küçük bronşların ve bronşiollerin, çeşitli uyaranlara aşırı tepki vermesinin sonucu ortaya çıkan, solunum yolu daralmasına sebep olan kronik bir rahatsızlıktır. Astımın tipik karakteristiği bronşların mukoza ödemiyle daralmasından ötürü olan episodik dispnedir. Astımda belirtilerin aniden ortaya çıkmasına astım atağı veya astım krizi adı verilir. Astım atağının şiddet derecesine göre tedavisi değişir hafif astım atağında bronş genişleticiler nefes yolundan verilerek sonuç elde edilebilir. Astım tedavisinde çoğunlukla inhaler adı verilen medikal cihazlar kullanılır.", "question": "Astım tedavisinde hangi cihazlar çoğunlukla kullanılır?", "answers": { "text": [ "inhaler" ], "answer_start": [ 547 ] } }, { "context": "Basur veya hemoroid ayrıca halk arasında bilinen adıyla mayasıl, anal kanalda dışkı kontrolüne yardımcı olan vasküler yapılardır. Bunlar şiştiği veya iltihaplandığı zaman patolojik hale veya hemoroid memesi hâline gelir. İnternal hemoroid genelde ağrısız rektal kanama ile görülürken, eksternal hemoroid bazı semptomlar ya da tromboze durumdaysa anüs bölgesinde şiddetli ağrı ve şişlik oluşturabilir. Dışkılamaya çalışırken ıkınmaktan kaçınma, yüksek lifli gıdalarla beslenerek ve bol sıvı ya da lif takviyesi alarak ve yeterince egzersiz yaparak kabızlık ve ishali önleme gibi çok sayıda önleyici tedbir önerilmektedir. Hemoroidin direkt olarak neden olduğu şikâyetler ise oturak bölgesinde ağrı ve şişlik, makattan kanama, makat bölgesinde meme tarzında şişlikler, oturakta kaşıntı ve akıntı,kabızlık ve karında şişlik.", "question": "Hemoroid nedir?", "answers": { "text": [ "anal kanalda dışkı kontrolüne yardımcı olan vasküler yapılardır" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "Basur veya hemoroid ayrıca halk arasında bilinen adıyla mayasıl, anal kanalda dışkı kontrolüne yardımcı olan vasküler yapılardır. Bunlar şiştiği veya iltihaplandığı zaman patolojik hale veya hemoroid memesi hâline gelir. İnternal hemoroid genelde ağrısız rektal kanama ile görülürken, eksternal hemoroid bazı semptomlar ya da tromboze durumdaysa anüs bölgesinde şiddetli ağrı ve şişlik oluşturabilir. Dışkılamaya çalışırken ıkınmaktan kaçınma, yüksek lifli gıdalarla beslenerek ve bol sıvı ya da lif takviyesi alarak ve yeterince egzersiz yaparak kabızlık ve ishali önleme gibi çok sayıda önleyici tedbir önerilmektedir. Hemoroidin direkt olarak neden olduğu şikâyetler ise oturak bölgesinde ağrı ve şişlik, makattan kanama, makat bölgesinde meme tarzında şişlikler, oturakta kaşıntı ve akıntı,kabızlık ve karında şişlik.", "question": "Hemoroid ne zaman patolojik hale gelir?", "answers": { "text": [ "şiştiği veya iltihaplandığı zaman" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Basur veya hemoroid ayrıca halk arasında bilinen adıyla mayasıl, anal kanalda dışkı kontrolüne yardımcı olan vasküler yapılardır. Bunlar şiştiği veya iltihaplandığı zaman patolojik hale veya hemoroid memesi hâline gelir. İnternal hemoroid genelde ağrısız rektal kanama ile görülürken, eksternal hemoroid bazı semptomlar ya da tromboze durumdaysa anüs bölgesinde şiddetli ağrı ve şişlik oluşturabilir. Dışkılamaya çalışırken ıkınmaktan kaçınma, yüksek lifli gıdalarla beslenerek ve bol sıvı ya da lif takviyesi alarak ve yeterince egzersiz yaparak kabızlık ve ishali önleme gibi çok sayıda önleyici tedbir önerilmektedir. Hemoroidin direkt olarak neden olduğu şikâyetler ise oturak bölgesinde ağrı ve şişlik, makattan kanama, makat bölgesinde meme tarzında şişlikler, oturakta kaşıntı ve akıntı,kabızlık ve karında şişlik.", "question": "İnternal ve eksternal hemoroid arasındaki temel fark nedir?", "answers": { "text": [ "İnternal hemoroid genelde ağrısız rektal kanama ile görülürken, eksternal hemoroid bazı semptomlar ya da tromboze durumdaysa anüs bölgesinde şiddetli ağrı ve şişlik oluşturabilir" ], "answer_start": [ 222 ] } }, { "context": "Basur veya hemoroid ayrıca halk arasında bilinen adıyla mayasıl, anal kanalda dışkı kontrolüne yardımcı olan vasküler yapılardır. Bunlar şiştiği veya iltihaplandığı zaman patolojik hale veya hemoroid memesi hâline gelir. İnternal hemoroid genelde ağrısız rektal kanama ile görülürken, eksternal hemoroid bazı semptomlar ya da tromboze durumdaysa anüs bölgesinde şiddetli ağrı ve şişlik oluşturabilir. Dışkılamaya çalışırken ıkınmaktan kaçınma, yüksek lifli gıdalarla beslenerek ve bol sıvı ya da lif takviyesi alarak ve yeterince egzersiz yaparak kabızlık ve ishali önleme gibi çok sayıda önleyici tedbir önerilmektedir. Hemoroidin direkt olarak neden olduğu şikâyetler ise oturak bölgesinde ağrı ve şişlik, makattan kanama, makat bölgesinde meme tarzında şişlikler, oturakta kaşıntı ve akıntı,kabızlık ve karında şişlik.", "question": "Hemoroidin önlenmesi için hangi tedbirler önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "Dışkılamaya çalışırken ıkınmaktan kaçınma, yüksek lifli gıdalarla beslenerek ve bol sıvı ya da lif takviyesi alarak ve yeterince egzersiz yaparak kabızlık ve ishali önleme" ], "answer_start": [ 402 ] } }, { "context": "Basur veya hemoroid ayrıca halk arasında bilinen adıyla mayasıl, anal kanalda dışkı kontrolüne yardımcı olan vasküler yapılardır. Bunlar şiştiği veya iltihaplandığı zaman patolojik hale veya hemoroid memesi hâline gelir. İnternal hemoroid genelde ağrısız rektal kanama ile görülürken, eksternal hemoroid bazı semptomlar ya da tromboze durumdaysa anüs bölgesinde şiddetli ağrı ve şişlik oluşturabilir. Dışkılamaya çalışırken ıkınmaktan kaçınma, yüksek lifli gıdalarla beslenerek ve bol sıvı ya da lif takviyesi alarak ve yeterince egzersiz yaparak kabızlık ve ishali önleme gibi çok sayıda önleyici tedbir önerilmektedir. Hemoroidin direkt olarak neden olduğu şikâyetler ise oturak bölgesinde ağrı ve şişlik, makattan kanama, makat bölgesinde meme tarzında şişlikler, oturakta kaşıntı ve akıntı,kabızlık ve karında şişlik.", "question": "Hemoroidin neden olduğu şikâyetler nelerdir?", "answers": { "text": [ "oturak bölgesinde ağrı ve şişlik, makattan kanama, makat bölgesinde meme tarzında şişlikler, oturakta kaşıntı ve akıntı,kabızlık ve karında şişlik" ], "answer_start": [ 675 ] } }, { "context": "Boğaz ağrısı veya boğaz yanması, boğaz bölgesinde oluşan ağrı, hassasiyet, yanma veya kaşınma hissine verilen isimdir. Genel olarak boğaz iltihabından (farenjit) veya bademcik iltihabından (tonsilit) kaynaklanır. En yaygın nedeni akut viral farenjittir. Buna yol açan virüsler arasında adenovirüsler, soğuk algınlığına yol açan rinovirüsler, koronavirüsler, respiratuvar sinsityal virüs, veya gribal enfeksiyona yol açan influenza virüsleri veya Epstein-Barr virüsü vardır. Ağrı tedavisinde parasetamol veya non steroidal antienflamatuar ilaçlar kullanılabilir.", "question": "Boğaz ağrısı nedir?", "answers": { "text": [ "boğaz bölgesinde oluşan ağrı, hassasiyet, yanma veya kaşınma hissine verilen isim" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Boğaz ağrısı veya boğaz yanması, boğaz bölgesinde oluşan ağrı, hassasiyet, yanma veya kaşınma hissine verilen isimdir. Genel olarak boğaz iltihabından (farenjit) veya bademcik iltihabından (tonsilit) kaynaklanır. En yaygın nedeni akut viral farenjittir. Buna yol açan virüsler arasında adenovirüsler, soğuk algınlığına yol açan rinovirüsler, koronavirüsler, respiratuvar sinsityal virüs, veya gribal enfeksiyona yol açan influenza virüsleri veya Epstein-Barr virüsü vardır. Ağrı tedavisinde parasetamol veya non steroidal antienflamatuar ilaçlar kullanılabilir.", "question": "Boğaz ağrısının en yaygın nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "akut viral farenjit" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "Boğaz ağrısı veya boğaz yanması, boğaz bölgesinde oluşan ağrı, hassasiyet, yanma veya kaşınma hissine verilen isimdir. Genel olarak boğaz iltihabından (farenjit) veya bademcik iltihabından (tonsilit) kaynaklanır. En yaygın nedeni akut viral farenjittir. Buna yol açan virüsler arasında adenovirüsler, soğuk algınlığına yol açan rinovirüsler, koronavirüsler, respiratuvar sinsityal virüs, veya gribal enfeksiyona yol açan influenza virüsleri veya Epstein-Barr virüsü vardır. Ağrı tedavisinde parasetamol veya non steroidal antienflamatuar ilaçlar kullanılabilir.", "question": "Boğaz ağrısına ne tür virüsler yol açabilir?", "answers": { "text": [ "adenovirüsler, soğuk algınlığına yol açan rinovirüsler, koronavirüsler, respiratuvar sinsityal virüs, veya gribal enfeksiyona yol açan influenza virüsleri veya Epstein-Barr virüsü" ], "answer_start": [ 286 ] } }, { "context": "Boğaz ağrısı veya boğaz yanması, boğaz bölgesinde oluşan ağrı, hassasiyet, yanma veya kaşınma hissine verilen isimdir. Genel olarak boğaz iltihabından (farenjit) veya bademcik iltihabından (tonsilit) kaynaklanır. En yaygın nedeni akut viral farenjittir. Buna yol açan virüsler arasında adenovirüsler, soğuk algınlığına yol açan rinovirüsler, koronavirüsler, respiratuvar sinsityal virüs, veya gribal enfeksiyona yol açan influenza virüsleri veya Epstein-Barr virüsü vardır. Ağrı tedavisinde parasetamol veya non steroidal antienflamatuar ilaçlar kullanılabilir.", "question": "Boğaz ağrısı neden kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "boğaz iltihabından (farenjit) veya bademcik iltihabından (tonsilit)" ], "answer_start": [ 132 ] } }, { "context": "Boğaz ağrısı veya boğaz yanması, boğaz bölgesinde oluşan ağrı, hassasiyet, yanma veya kaşınma hissine verilen isimdir. Genel olarak boğaz iltihabından (farenjit) veya bademcik iltihabından (tonsilit) kaynaklanır. En yaygın nedeni akut viral farenjittir. Buna yol açan virüsler arasında adenovirüsler, soğuk algınlığına yol açan rinovirüsler, koronavirüsler, respiratuvar sinsityal virüs, veya gribal enfeksiyona yol açan influenza virüsleri veya Epstein-Barr virüsü vardır. Ağrı tedavisinde parasetamol veya non steroidal antienflamatuar ilaçlar kullanılabilir.", "question": "Boğaz ağrısının tedavisinde hangi ilaçlar kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "parasetamol veya non steroidal antienflamatuar ilaçlar" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "Botulizm, Clostridium botulinum bakterisinin ürettiği toksinden kaynaklanan bir zehirlenme türü. Çoğunlukla, evde hazırlanmış ve uygun şekilde sterilize edilmemiş konservelerden kaynaklanır. Clostridium botulinum adlı bakterinin organizmaya girmesi sonucunda ortaya çıkar. Bakterinin ürettiği güçlü toksin, gözlerde uyum felci, çift görme, ağız kuruluğu, hâlsizlik, baş ağrısı gibi ilk belirtilerden sonra, ishal ve kusmaya neden olur. Tedavide özel botülizm serumuna başvurulur. Hastalıktan korunma, konservelerin sağlık kurallarına uygun hazırlanmasına, kutusunun bir yanı bombe yapmış konservelerin satın alınmamasına dayanır.", "question": "Botulizm nedir?", "answers": { "text": [ "Clostridium botulinum bakterisinin ürettiği toksinden kaynaklanan bir zehirlenme türü" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Botulizm, Clostridium botulinum bakterisinin ürettiği toksinden kaynaklanan bir zehirlenme türü. Çoğunlukla, evde hazırlanmış ve uygun şekilde sterilize edilmemiş konservelerden kaynaklanır. Clostridium botulinum adlı bakterinin organizmaya girmesi sonucunda ortaya çıkar. Bakterinin ürettiği güçlü toksin, gözlerde uyum felci, çift görme, ağız kuruluğu, hâlsizlik, baş ağrısı gibi ilk belirtilerden sonra, ishal ve kusmaya neden olur. Tedavide özel botülizm serumuna başvurulur. Hastalıktan korunma, konservelerin sağlık kurallarına uygun hazırlanmasına, kutusunun bir yanı bombe yapmış konservelerin satın alınmamasına dayanır.", "question": "Botulizmin en yaygın kaynağı nedir?", "answers": { "text": [ "evde hazırlanmış ve uygun şekilde sterilize edilmemiş konservelerden" ], "answer_start": [ 109 ] } }, { "context": "Botulizm, Clostridium botulinum bakterisinin ürettiği toksinden kaynaklanan bir zehirlenme türü. Çoğunlukla, evde hazırlanmış ve uygun şekilde sterilize edilmemiş konservelerden kaynaklanır. Clostridium botulinum adlı bakterinin organizmaya girmesi sonucunda ortaya çıkar. Bakterinin ürettiği güçlü toksin, gözlerde uyum felci, çift görme, ağız kuruluğu, hâlsizlik, baş ağrısı gibi ilk belirtilerden sonra, ishal ve kusmaya neden olur. Tedavide özel botülizm serumuna başvurulur. Hastalıktan korunma, konservelerin sağlık kurallarına uygun hazırlanmasına, kutusunun bir yanı bombe yapmış konservelerin satın alınmamasına dayanır.", "question": "Botulizm nasıl ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "Clostridium botulinum adlı bakterinin organizmaya girmesi sonucunda" ], "answer_start": [ 191 ] } }, { "context": "Botulizm, Clostridium botulinum bakterisinin ürettiği toksinden kaynaklanan bir zehirlenme türü. Çoğunlukla, evde hazırlanmış ve uygun şekilde sterilize edilmemiş konservelerden kaynaklanır. Clostridium botulinum adlı bakterinin organizmaya girmesi sonucunda ortaya çıkar. Bakterinin ürettiği güçlü toksin, gözlerde uyum felci, çift görme, ağız kuruluğu, hâlsizlik, baş ağrısı gibi ilk belirtilerden sonra, ishal ve kusmaya neden olur. Tedavide özel botülizm serumuna başvurulur. Hastalıktan korunma, konservelerin sağlık kurallarına uygun hazırlanmasına, kutusunun bir yanı bombe yapmış konservelerin satın alınmamasına dayanır.", "question": "Botulizmin ilk belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "gözlerde uyum felci, çift görme, ağız kuruluğu, hâlsizlik, baş ağrısı" ], "answer_start": [ 307 ] } }, { "context": "Botulizm, Clostridium botulinum bakterisinin ürettiği toksinden kaynaklanan bir zehirlenme türü. Çoğunlukla, evde hazırlanmış ve uygun şekilde sterilize edilmemiş konservelerden kaynaklanır. Clostridium botulinum adlı bakterinin organizmaya girmesi sonucunda ortaya çıkar. Bakterinin ürettiği güçlü toksin, gözlerde uyum felci, çift görme, ağız kuruluğu, hâlsizlik, baş ağrısı gibi ilk belirtilerden sonra, ishal ve kusmaya neden olur. Tedavide özel botülizm serumuna başvurulur. Hastalıktan korunma, konservelerin sağlık kurallarına uygun hazırlanmasına, kutusunun bir yanı bombe yapmış konservelerin satın alınmamasına dayanır.", "question": "Tedavisinde neye başvurulur?", "answers": { "text": [ "özel botülizm serumu" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Böbrek taşı hastalığı, idrar yolunda katı madde parçası oluşması durumudur. Böbrek taşı genellikle böbrek içinde oluşur ve vücudu idrar akışıyla terkeder. Korunma, günde iki litreden fazla idrar üretecek şekilde sıvılar içmektir. Üreter veya renal pelvisi tıkayan bir taşın belirtisi, böğürden kasık veya iç uyluğa yayılan dayanılmaz, aralıklı ağrıdır. Tedavi yöntemleri arasında ESWL (Vücut dışından şok dalgalarıyla taş kırma), Perkütan nefrolitotomi ve Ureterolitotripsi bulunur.", "question": "Böbrek taşı hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "idrar yolunda katı madde parçası oluşması durumu" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Böbrek taşı hastalığı, idrar yolunda katı madde parçası oluşması durumudur. Böbrek taşı genellikle böbrek içinde oluşur ve vücudu idrar akışıyla terkeder. Korunma, günde iki litreden fazla idrar üretecek şekilde sıvılar içmektir. Üreter veya renal pelvisi tıkayan bir taşın belirtisi, böğürden kasık veya iç uyluğa yayılan dayanılmaz, aralıklı ağrıdır. Tedavi yöntemleri arasında ESWL (Vücut dışından şok dalgalarıyla taş kırma), Perkütan nefrolitotomi ve Ureterolitotripsi bulunur.", "question": "Böbrek taşı genellikle nerede oluşur?", "answers": { "text": [ "böbrek içinde" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Böbrek taşı hastalığı, idrar yolunda katı madde parçası oluşması durumudur. Böbrek taşı genellikle böbrek içinde oluşur ve vücudu idrar akışıyla terkeder. Korunma, günde iki litreden fazla idrar üretecek şekilde sıvılar içmektir. Üreter veya renal pelvisi tıkayan bir taşın belirtisi, böğürden kasık veya iç uyluğa yayılan dayanılmaz, aralıklı ağrıdır. Tedavi yöntemleri arasında ESWL (Vücut dışından şok dalgalarıyla taş kırma), Perkütan nefrolitotomi ve Ureterolitotripsi bulunur.", "question": "Böbrek taşı hastalığından korunma yöntemi nedir?", "answers": { "text": [ "günde iki litreden fazla idrar üretecek şekilde sıvılar içmek" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Böbrek taşı hastalığı, idrar yolunda katı madde parçası oluşması durumudur. Böbrek taşı genellikle böbrek içinde oluşur ve vücudu idrar akışıyla terkeder. Korunma, günde iki litreden fazla idrar üretecek şekilde sıvılar içmektir. Üreter veya renal pelvisi tıkayan bir taşın belirtisi, böğürden kasık veya iç uyluğa yayılan dayanılmaz, aralıklı ağrıdır. Tedavi yöntemleri arasında ESWL (Vücut dışından şok dalgalarıyla taş kırma), Perkütan nefrolitotomi ve Ureterolitotripsi bulunur.", "question": "Üreter veya renal pelvisi tıkayan taşın belirtisi nedir?", "answers": { "text": [ "dayanılmaz, aralıklı ağrı" ], "answer_start": [ 323 ] } }, { "context": "Böbrek taşı hastalığı, idrar yolunda katı madde parçası oluşması durumudur. Böbrek taşı genellikle böbrek içinde oluşur ve vücudu idrar akışıyla terkeder. Korunma, günde iki litreden fazla idrar üretecek şekilde sıvılar içmektir. Üreter veya renal pelvisi tıkayan bir taşın belirtisi, böğürden kasık veya iç uyluğa yayılan dayanılmaz, aralıklı ağrıdır. Tedavi yöntemleri arasında ESWL (Vücut dışından şok dalgalarıyla taş kırma), Perkütan nefrolitotomi ve Ureterolitotripsi bulunur.", "question": "Böbrek taşı hastalığının tedavi yöntemleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ESWL (Vücut dışından şok dalgalarıyla taş kırma), Perkütan nefrolitotomi ve Ureterolitotripsi" ], "answer_start": [ 380 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Belirti olarak kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir. Her iki bronşitte de yapılacak ilk iş eğer içiliyorsa sigarayı bırakıp istirahat etmektir.", "question": "Bronşit nedir?", "answers": { "text": [ "Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanması" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Belirti olarak kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir. Her iki bronşitte de yapılacak ilk iş eğer içiliyorsa sigarayı bırakıp istirahat etmektir.", "question": "Bronşitin çeşitleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Akut bronşit ve kronik bronşit" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Belirti olarak kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir. Her iki bronşitte de yapılacak ilk iş eğer içiliyorsa sigarayı bırakıp istirahat etmektir.", "question": "Bronşitin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Belirti olarak kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir. Her iki bronşitte de yapılacak ilk iş eğer içiliyorsa sigarayı bırakıp istirahat etmektir.", "question": "Akut bronşit ne zaman kronik bronşite dönüşebilir?", "answers": { "text": [ "zamanında tedavi edilemezse" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Bronşit, Akciğerlere giden havayollarının iç yüzündeki yolların tıkanmasıdır. Akut bronşit ve kronik bronşit olarak iki çeşidi vardır. Belirti olarak kuru ve ağrılı öksürük, az yapışkan balgam, sonraları sümüksü cerahatli (mukopurulent) balgam ile hafif ateş ve halsizlik görülür. Akut bronşit zamanında tedavi edilemezse bu zamanla kronik bronşite dönüşebilir. Her iki bronşitte de yapılacak ilk iş eğer içiliyorsa sigarayı bırakıp istirahat etmektir.", "question": "Bronşit tedavisinde ilk yapılması gereken nedir?", "answers": { "text": [ "sigarayı bırakıp istirahat etmektir" ], "answer_start": [ 416 ] } }, { "context": "Addison hastalığı, böbrek üstü bezlerinin kabuk (korteks) bölümünün, otoimmün, verem ya da mantar enfeksiyonu nedeniyle zarar görmesine bağlı hastalıktır. Thomas Addison tarafından tanımlanmıştır. Belirtileri arasında güçsüzlük, kansızlık, kilo yitimi, mide-bağırsak rahatsızlıkları, kan basıncı düşüklüğü, deride kararma, aşırı sinirlilik ve aşırı duyarlılıkla görülür. Eskiden ölümle sonuçlanabilirken, günümüzde sentetik hormonlarla tedavi edilmektedir.", "question": "Addison hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "böbrek üstü bezlerinin kabuk (korteks) bölümünün, otoimmün, verem ya da mantar enfeksiyonu nedeniyle zarar görmesine bağlı hastalık" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Addison hastalığı, böbrek üstü bezlerinin kabuk (korteks) bölümünün, otoimmün, verem ya da mantar enfeksiyonu nedeniyle zarar görmesine bağlı hastalıktır. Thomas Addison tarafından tanımlanmıştır. Belirtileri arasında güçsüzlük, kansızlık, kilo yitimi, mide-bağırsak rahatsızlıkları, kan basıncı düşüklüğü, deride kararma, aşırı sinirlilik ve aşırı duyarlılıkla görülür. Eskiden ölümle sonuçlanabilirken, günümüzde sentetik hormonlarla tedavi edilmektedir.", "question": "Addison hastalığı kim tarafından tanımlamıştır?", "answers": { "text": [ "Thomas Addison" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "Addison hastalığı, böbrek üstü bezlerinin kabuk (korteks) bölümünün, otoimmün, verem ya da mantar enfeksiyonu nedeniyle zarar görmesine bağlı hastalıktır. Thomas Addison tarafından tanımlanmıştır. Belirtileri arasında güçsüzlük, kansızlık, kilo yitimi, mide-bağırsak rahatsızlıkları, kan basıncı düşüklüğü, deride kararma, aşırı sinirlilik ve aşırı duyarlılıkla görülür. Eskiden ölümle sonuçlanabilirken, günümüzde sentetik hormonlarla tedavi edilmektedir.", "question": "Addison hastalığının belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "güçsüzlük, kansızlık, kilo yitimi, mide-bağırsak rahatsızlıkları, kan basıncı düşüklüğü, deride kararma, aşırı sinirlilik ve aşırı duyarlılık" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Addison hastalığı, böbrek üstü bezlerinin kabuk (korteks) bölümünün, otoimmün, verem ya da mantar enfeksiyonu nedeniyle zarar görmesine bağlı hastalıktır. Thomas Addison tarafından tanımlanmıştır. Belirtileri arasında güçsüzlük, kansızlık, kilo yitimi, mide-bağırsak rahatsızlıkları, kan basıncı düşüklüğü, deride kararma, aşırı sinirlilik ve aşırı duyarlılıkla görülür. Eskiden ölümle sonuçlanabilirken, günümüzde sentetik hormonlarla tedavi edilmektedir.", "question": "Addison hastalığı neyle tedavi edilmektedir?", "answers": { "text": [ "sentetik hormonlarla" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Addison hastalığı, böbrek üstü bezlerinin kabuk (korteks) bölümünün, otoimmün, verem ya da mantar enfeksiyonu nedeniyle zarar görmesine bağlı hastalıktır. Thomas Addison tarafından tanımlanmıştır. Belirtileri arasında güçsüzlük, kansızlık, kilo yitimi, mide-bağırsak rahatsızlıkları, kan basıncı düşüklüğü, deride kararma, aşırı sinirlilik ve aşırı duyarlılıkla görülür. Eskiden ölümle sonuçlanabilirken, günümüzde sentetik hormonlarla tedavi edilmektedir.", "question": "Addison hastalığı eskiden nasıl sonuçlanırdı?", "answers": { "text": [ "ölümle" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Epistaksis, oldukça sık rastlanan ve burundan kan gelmesi şeklinde görülen bir kanama çeşididir. Genellikle kan burun deliklerinden dışarı drene olduğunda fark edilir. Taze kanın veya pıhtılaşmış kanın mideye doğru aşağı akışı bulantı ve kusmaya yol açabilir. Epistaksis nedenleri yerel ve sistemik nedenler olarak 2 kategoriye ayrılır. Nedenleri arasında Künt travma, Yabancı cisimler, inflamatuar reaksiyonlar, Alerjiler, Bulaşıcı hastalıklar (örneğin soğuk algınlığı), Hipertansiyon kan ve damar hasatlıkları yer alır.", "question": "Epistaksis nedir?", "answers": { "text": [ "oldukça sık rastlanan ve burundan kan gelmesi şeklinde görülen bir kanama çeşidi" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Epistaksis, oldukça sık rastlanan ve burundan kan gelmesi şeklinde görülen bir kanama çeşididir. Genellikle kan burun deliklerinden dışarı drene olduğunda fark edilir. Taze kanın veya pıhtılaşmış kanın mideye doğru aşağı akışı bulantı ve kusmaya yol açabilir. Epistaksis nedenleri yerel ve sistemik nedenler olarak 2 kategoriye ayrılır. Nedenleri arasında Künt travma, Yabancı cisimler, inflamatuar reaksiyonlar, Alerjiler, Bulaşıcı hastalıklar (örneğin soğuk algınlığı), Hipertansiyon kan ve damar hasatlıkları yer alır.", "question": "Epistaksis nasıl fark edilir?", "answers": { "text": [ "burun deliklerinden dışarı drene olduğunda" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Epistaksis, oldukça sık rastlanan ve burundan kan gelmesi şeklinde görülen bir kanama çeşididir. Genellikle kan burun deliklerinden dışarı drene olduğunda fark edilir. Taze kanın veya pıhtılaşmış kanın mideye doğru aşağı akışı bulantı ve kusmaya yol açabilir. Epistaksis nedenleri yerel ve sistemik nedenler olarak 2 kategoriye ayrılır. Nedenleri arasında Künt travma, Yabancı cisimler, inflamatuar reaksiyonlar, Alerjiler, Bulaşıcı hastalıklar (örneğin soğuk algınlığı), Hipertansiyon kan ve damar hasatlıkları yer alır.", "question": "Epistaksiste taze veya pıhtılaşmış kanın mideye doğru akması neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "bulantı ve kusmaya" ], "answer_start": [ 227 ] } }, { "context": "Epistaksis, oldukça sık rastlanan ve burundan kan gelmesi şeklinde görülen bir kanama çeşididir. Genellikle kan burun deliklerinden dışarı drene olduğunda fark edilir. Taze kanın veya pıhtılaşmış kanın mideye doğru aşağı akışı bulantı ve kusmaya yol açabilir. Epistaksis nedenleri yerel ve sistemik nedenler olarak 2 kategoriye ayrılır. Nedenleri arasında Künt travma, Yabancı cisimler, inflamatuar reaksiyonlar, Alerjiler, Bulaşıcı hastalıklar (örneğin soğuk algınlığı), Hipertansiyon kan ve damar hasatlıkları yer alır.", "question": "Epistaksis nedenleri hangi kategorilere ayrılır?", "answers": { "text": [ "yerel ve sistemik nedenler" ], "answer_start": [ 281 ] } }, { "context": "Epistaksis, oldukça sık rastlanan ve burundan kan gelmesi şeklinde görülen bir kanama çeşididir. Genellikle kan burun deliklerinden dışarı drene olduğunda fark edilir. Taze kanın veya pıhtılaşmış kanın mideye doğru aşağı akışı bulantı ve kusmaya yol açabilir. Epistaksis nedenleri yerel ve sistemik nedenler olarak 2 kategoriye ayrılır. Nedenleri arasında Künt travma, Yabancı cisimler, inflamatuar reaksiyonlar, Alerjiler, Bulaşıcı hastalıklar (örneğin soğuk algınlığı), Hipertansiyon kan ve damar hasatlıkları yer alır.", "question": "Burun kanamasının nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Künt travma, Yabancı cisimler, inflamatuar reaksiyonlar, Alerjiler, Bulaşıcı hastalıklar (örneğin soğuk algınlığı), Hipertansiyon kan ve damar hasatlıkları" ], "answer_start": [ 356 ] } }, { "context": "Çiçek hastalığı, Orthopoxvirus cinsine ait olan variola virüsünün neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü 1980 yılında hastalığın küresel olarak yok edildiğini bildirmiştir. Hastalığın belirtileri arasında ateş, kusma, ağızda ülser oluşumu ve deri döküntüsü yer almaktadır. Çiçek hastalığını önlemek için kullanılan en eski yöntem variola minör virüsü ile inokülasyondur. Çiçek hastalığının tedavisi yara bakımı ve enfeksiyon kontrolü, sıvı tedavisi ve olası ventilatör yardımı gibi destekleyici tedavilerdir.", "question": "Çiçek hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "Orthopoxvirus cinsine ait olan variola virüsünün neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Çiçek hastalığı, Orthopoxvirus cinsine ait olan variola virüsünün neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü 1980 yılında hastalığın küresel olarak yok edildiğini bildirmiştir. Hastalığın belirtileri arasında ateş, kusma, ağızda ülser oluşumu ve deri döküntüsü yer almaktadır. Çiçek hastalığını önlemek için kullanılan en eski yöntem variola minör virüsü ile inokülasyondur. Çiçek hastalığının tedavisi yara bakımı ve enfeksiyon kontrolü, sıvı tedavisi ve olası ventilatör yardımı gibi destekleyici tedavilerdir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü hastalığın kaç yılında küresel olarak yok edildiğini bildirmiştir?", "answers": { "text": [ "1980" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Çiçek hastalığı, Orthopoxvirus cinsine ait olan variola virüsünün neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü 1980 yılında hastalığın küresel olarak yok edildiğini bildirmiştir. Hastalığın belirtileri arasında ateş, kusma, ağızda ülser oluşumu ve deri döküntüsü yer almaktadır. Çiçek hastalığını önlemek için kullanılan en eski yöntem variola minör virüsü ile inokülasyondur. Çiçek hastalığının tedavisi yara bakımı ve enfeksiyon kontrolü, sıvı tedavisi ve olası ventilatör yardımı gibi destekleyici tedavilerdir.", "question": "Çiçek hastalığının belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ateş, kusma, ağızda ülser oluşumu ve deri döküntüsü" ], "answer_start": [ 225 ] } }, { "context": "Çiçek hastalığı, Orthopoxvirus cinsine ait olan variola virüsünün neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü 1980 yılında hastalığın küresel olarak yok edildiğini bildirmiştir. Hastalığın belirtileri arasında ateş, kusma, ağızda ülser oluşumu ve deri döküntüsü yer almaktadır. Çiçek hastalığını önlemek için kullanılan en eski yöntem variola minör virüsü ile inokülasyondur. Çiçek hastalığının tedavisi yara bakımı ve enfeksiyon kontrolü, sıvı tedavisi ve olası ventilatör yardımı gibi destekleyici tedavilerdir.", "question": "Çiçek hastalığını önlemek için kullanılan en eski yöntem nedir?", "answers": { "text": [ "variola minör virüsü ile inokülasyon" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Çiçek hastalığı, Orthopoxvirus cinsine ait olan variola virüsünün neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü 1980 yılında hastalığın küresel olarak yok edildiğini bildirmiştir. Hastalığın belirtileri arasında ateş, kusma, ağızda ülser oluşumu ve deri döküntüsü yer almaktadır. Çiçek hastalığını önlemek için kullanılan en eski yöntem variola minör virüsü ile inokülasyondur. Çiçek hastalığının tedavisi yara bakımı ve enfeksiyon kontrolü, sıvı tedavisi ve olası ventilatör yardımı gibi destekleyici tedavilerdir.", "question": "Çiçek hastalığının tedavi yöntemleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "yara bakımı ve enfeksiyon kontrolü, sıvı tedavisi ve olası ventilatör yardımı gibi destekleyici tedaviler" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "Cüzzam, Hansen basili (Mycobacterium leprae) adı verilen bir mikroorganizmanın yol açtığı, çevresel sinir sistemi ve deri başta olmak üzere birçok sistem ve organı etkileyebilen, bulaşıcı bir hastalıktır. Hastalığın bulaşmasına basil neden olur. Basil hasta vücudundan dışarıya çeşitli yara salgıları ve özellikle burun salgısı ile çıkar. Cüzzam türleri Lepramatöz Lepra (LL), Tüberküloid Lepra (TL), Borderline Lepra (TB), İndetermine Lepra olarak sıralanabilir. Erken tanı yapıldığı durumlarda hiçbir kalıcı sakatlık oluşmadan tedavi mümkündür. Tedavi bakterinin duyarlı olduğu antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Cüzzam hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "Hansen basili (Mycobacterium leprae) adı verilen bir mikroorganizmanın yol açtığı, çevresel sinir sistemi ve deri başta olmak üzere birçok sistem ve organı etkileyebilen, bulaşıcı bir hastalık" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Cüzzam, Hansen basili (Mycobacterium leprae) adı verilen bir mikroorganizmanın yol açtığı, çevresel sinir sistemi ve deri başta olmak üzere birçok sistem ve organı etkileyebilen, bulaşıcı bir hastalıktır. Hastalığın bulaşmasına basil neden olur. Basil hasta vücudundan dışarıya çeşitli yara salgıları ve özellikle burun salgısı ile çıkar. Cüzzam türleri Lepramatöz Lepra (LL), Tüberküloid Lepra (TL), Borderline Lepra (TB), İndetermine Lepra olarak sıralanabilir. Erken tanı yapıldığı durumlarda hiçbir kalıcı sakatlık oluşmadan tedavi mümkündür. Tedavi bakterinin duyarlı olduğu antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Cüzzamın bulaşmasına ne neden olur?", "answers": { "text": [ "basil" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Cüzzam, Hansen basili (Mycobacterium leprae) adı verilen bir mikroorganizmanın yol açtığı, çevresel sinir sistemi ve deri başta olmak üzere birçok sistem ve organı etkileyebilen, bulaşıcı bir hastalıktır. Hastalığın bulaşmasına basil neden olur. Basil hasta vücudundan dışarıya çeşitli yara salgıları ve özellikle burun salgısı ile çıkar. Cüzzam türleri Lepramatöz Lepra (LL), Tüberküloid Lepra (TL), Borderline Lepra (TB), İndetermine Lepra olarak sıralanabilir. Erken tanı yapıldığı durumlarda hiçbir kalıcı sakatlık oluşmadan tedavi mümkündür. Tedavi bakterinin duyarlı olduğu antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Basil hasta vücudundan dışarıya neyle çıkar?", "answers": { "text": [ "çeşitli yara salgıları ve özellikle burun salgısı ile" ], "answer_start": [ 278 ] } }, { "context": "Cüzzam, Hansen basili (Mycobacterium leprae) adı verilen bir mikroorganizmanın yol açtığı, çevresel sinir sistemi ve deri başta olmak üzere birçok sistem ve organı etkileyebilen, bulaşıcı bir hastalıktır. Hastalığın bulaşmasına basil neden olur. Basil hasta vücudundan dışarıya çeşitli yara salgıları ve özellikle burun salgısı ile çıkar. Cüzzam türleri Lepramatöz Lepra (LL), Tüberküloid Lepra (TL), Borderline Lepra (TB), İndetermine Lepra olarak sıralanabilir. Erken tanı yapıldığı durumlarda hiçbir kalıcı sakatlık oluşmadan tedavi mümkündür. Tedavi bakterinin duyarlı olduğu antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Cüzzam türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Lepramatöz Lepra (LL), Tüberküloid Lepra (TL), Borderline Lepra (TB), İndetermine Lepra" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Cüzzam, Hansen basili (Mycobacterium leprae) adı verilen bir mikroorganizmanın yol açtığı, çevresel sinir sistemi ve deri başta olmak üzere birçok sistem ve organı etkileyebilen, bulaşıcı bir hastalıktır. Hastalığın bulaşmasına basil neden olur. Basil hasta vücudundan dışarıya çeşitli yara salgıları ve özellikle burun salgısı ile çıkar. Cüzzam türleri Lepramatöz Lepra (LL), Tüberküloid Lepra (TL), Borderline Lepra (TB), İndetermine Lepra olarak sıralanabilir. Erken tanı yapıldığı durumlarda hiçbir kalıcı sakatlık oluşmadan tedavi mümkündür. Tedavi bakterinin duyarlı olduğu antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Cüzzamın tedavisi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "antibiyotikler ile" ], "answer_start": [ 580 ] } }, { "context": "Cilt kanseri, deriden kaynaklanan kanserdir. Vücudun diğer kısımlarını istila etme veya yayılma yeteneğine sahip anormal hücrelerin türemesinden kaynaklanırlar. Güneşe maruz kalmaktan kaynaklanan ultraviyole radyasyon, cilt kanserinin çevresel nedenidir. Tanı biyopsi ve histopatolojik inceleme ile konur. Melanom ve skuamöz hücreli karsinomu önlemek için güneş kremi önerilir. Belirtileri ciltte iyileşmeyen değişiklikler, ciltte ülserleşme, cildin renginin değişmesi ve mevcut benlerde pürüzlü kenarlar, benin büyümesi, renginin değişmesi, hissetme şekli veya kanaması gibi değişikliklerdir.", "question": "Cilt kanseri nedir?", "answers": { "text": [ "deriden kaynaklanan kanser" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Cilt kanseri, deriden kaynaklanan kanserdir. Vücudun diğer kısımlarını istila etme veya yayılma yeteneğine sahip anormal hücrelerin türemesinden kaynaklanırlar. Güneşe maruz kalmaktan kaynaklanan ultraviyole radyasyon, cilt kanserinin çevresel nedenidir. Tanı biyopsi ve histopatolojik inceleme ile konur. Melanom ve skuamöz hücreli karsinomu önlemek için güneş kremi önerilir. Belirtileri ciltte iyileşmeyen değişiklikler, ciltte ülserleşme, cildin renginin değişmesi ve mevcut benlerde pürüzlü kenarlar, benin büyümesi, renginin değişmesi, hissetme şekli veya kanaması gibi değişikliklerdir.", "question": "Cilt kanserinin çevresel nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "Güneşe maruz kalmaktan kaynaklanan ultraviyole radyasyon" ], "answer_start": [ 161 ] } }, { "context": "Cilt kanseri, deriden kaynaklanan kanserdir. Vücudun diğer kısımlarını istila etme veya yayılma yeteneğine sahip anormal hücrelerin türemesinden kaynaklanırlar. Güneşe maruz kalmaktan kaynaklanan ultraviyole radyasyon, cilt kanserinin çevresel nedenidir. Tanı biyopsi ve histopatolojik inceleme ile konur. Melanom ve skuamöz hücreli karsinomu önlemek için güneş kremi önerilir. Belirtileri ciltte iyileşmeyen değişiklikler, ciltte ülserleşme, cildin renginin değişmesi ve mevcut benlerde pürüzlü kenarlar, benin büyümesi, renginin değişmesi, hissetme şekli veya kanaması gibi değişikliklerdir.", "question": "Cilt kanseri tanısı nasıl konur?", "answers": { "text": [ "biyopsi ve histopatolojik inceleme ile" ], "answer_start": [ 260 ] } }, { "context": "Cilt kanseri, deriden kaynaklanan kanserdir. Vücudun diğer kısımlarını istila etme veya yayılma yeteneğine sahip anormal hücrelerin türemesinden kaynaklanırlar. Güneşe maruz kalmaktan kaynaklanan ultraviyole radyasyon, cilt kanserinin çevresel nedenidir. Tanı biyopsi ve histopatolojik inceleme ile konur. Melanom ve skuamöz hücreli karsinomu önlemek için güneş kremi önerilir. Belirtileri ciltte iyileşmeyen değişiklikler, ciltte ülserleşme, cildin renginin değişmesi ve mevcut benlerde pürüzlü kenarlar, benin büyümesi, renginin değişmesi, hissetme şekli veya kanaması gibi değişikliklerdir.", "question": "Melanom ve skuamöz hücreli karsinomun önlenmesi için ne önerilir?", "answers": { "text": [ "güneş kremi" ], "answer_start": [ 356 ] } }, { "context": "Cilt kanseri, deriden kaynaklanan kanserdir. Vücudun diğer kısımlarını istila etme veya yayılma yeteneğine sahip anormal hücrelerin türemesinden kaynaklanırlar. Güneşe maruz kalmaktan kaynaklanan ultraviyole radyasyon, cilt kanserinin çevresel nedenidir. Tanı biyopsi ve histopatolojik inceleme ile konur. Melanom ve skuamöz hücreli karsinomu önlemek için güneş kremi önerilir. Belirtileri ciltte iyileşmeyen değişiklikler, ciltte ülserleşme, cildin renginin değişmesi ve mevcut benlerde pürüzlü kenarlar, benin büyümesi, renginin değişmesi, hissetme şekli veya kanaması gibi değişikliklerdir.", "question": "Cilt kanserinin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ciltte iyileşmeyen değişiklikler, ciltte ülserleşme, cildin renginin değişmesi ve mevcut benlerde pürüzlü kenarlar, benin büyümesi, renginin değişmesi, hissetme şekli veya kanaması gibi değişiklikler" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Difteri, halk arasında kuşpalazı olarak da bilinen, corynebacterium diphteriae isimli mikroorganizmanın boğaz, burun, göz ve derideki yaralarda yerleşmesiyle ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalık. Difteri oldukça yaygın bir hastalıktır. Soğuk mevsimlerde daha fazla görülür. İki yaşından önce sadece burun ve yara difterisi şeklinde görülür. Hastalıktan korunmak için hastalar, tecrit edilmelidir ve difteri mikrobunu taşıyan şahıslar testlerle tespit edilip tedaviye alınmalıdır. Tedavi için hasta yatak istirahatine alınır ve antitoksik serum kullanılır.", "question": "Difteri nedir?", "answers": { "text": [ "halk arasında kuşpalazı olarak da bilinen, corynebacterium diphteriae isimli mikroorganizmanın boğaz, burun, göz ve derideki yaralarda yerleşmesiyle ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalık" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Difteri, halk arasında kuşpalazı olarak da bilinen, corynebacterium diphteriae isimli mikroorganizmanın boğaz, burun, göz ve derideki yaralarda yerleşmesiyle ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalık. Difteri oldukça yaygın bir hastalıktır. Soğuk mevsimlerde daha fazla görülür. İki yaşından önce sadece burun ve yara difterisi şeklinde görülür. Hastalıktan korunmak için hastalar, tecrit edilmelidir ve difteri mikrobunu taşıyan şahıslar testlerle tespit edilip tedaviye alınmalıdır. Tedavi için hasta yatak istirahatine alınır ve antitoksik serum kullanılır.", "question": "Difteri ne zaman daha fazla görülür?", "answers": { "text": [ "Soğuk mevsimlerde" ], "answer_start": [ 234 ] } }, { "context": "Difteri, halk arasında kuşpalazı olarak da bilinen, corynebacterium diphteriae isimli mikroorganizmanın boğaz, burun, göz ve derideki yaralarda yerleşmesiyle ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalık. Difteri oldukça yaygın bir hastalıktır. Soğuk mevsimlerde daha fazla görülür. İki yaşından önce sadece burun ve yara difterisi şeklinde görülür. Hastalıktan korunmak için hastalar, tecrit edilmelidir ve difteri mikrobunu taşıyan şahıslar testlerle tespit edilip tedaviye alınmalıdır. Tedavi için hasta yatak istirahatine alınır ve antitoksik serum kullanılır.", "question": "İki yaşından önce difteri nasıl görülür?", "answers": { "text": [ "burun ve yara difterisi şeklinde" ], "answer_start": [ 297 ] } }, { "context": "Difteri, halk arasında kuşpalazı olarak da bilinen, corynebacterium diphteriae isimli mikroorganizmanın boğaz, burun, göz ve derideki yaralarda yerleşmesiyle ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalık. Difteri oldukça yaygın bir hastalıktır. Soğuk mevsimlerde daha fazla görülür. İki yaşından önce sadece burun ve yara difterisi şeklinde görülür. Hastalıktan korunmak için hastalar, tecrit edilmelidir ve difteri mikrobunu taşıyan şahıslar testlerle tespit edilip tedaviye alınmalıdır. Tedavi için hasta yatak istirahatine alınır ve antitoksik serum kullanılır.", "question": "Difteriden korunmak için hangi önlemler alınmalıdır?", "answers": { "text": [ "hastalar, tecrit edilmelidir ve difteri mikrobunu taşıyan şahıslar testlerle tespit edilip tedaviye alınmalıdır" ], "answer_start": [ 365 ] } }, { "context": "Difteri, halk arasında kuşpalazı olarak da bilinen, corynebacterium diphteriae isimli mikroorganizmanın boğaz, burun, göz ve derideki yaralarda yerleşmesiyle ortaya çıkan bulaşıcı bir hastalık. Difteri oldukça yaygın bir hastalıktır. Soğuk mevsimlerde daha fazla görülür. İki yaşından önce sadece burun ve yara difterisi şeklinde görülür. Hastalıktan korunmak için hastalar, tecrit edilmelidir ve difteri mikrobunu taşıyan şahıslar testlerle tespit edilip tedaviye alınmalıdır. Tedavi için hasta yatak istirahatine alınır ve antitoksik serum kullanılır.", "question": "Difteri tedavisi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "antitoksik serum kullanılır" ], "answer_start": [ 525 ] } }, { "context": "Diş ağrısı, hayvan veya insan dişinde bulunan ağrıdır. Diş patolojisi, diş eti, damak veya diş dışı hastalıklar sebep olabilir. Şiddetli olduğunda uyku, yemek yeme ve diğer günlük aktiviteleri etkileyebilir. Yaygın nedenler pulpit, diş çürümesi, diş travması, ağrılı dentin sendromu, apikal periodontitis, diş apsesi, alveolar osteitis, fusospiroket stomatiti ve temporomandibular eklem disfonksiyonu'dur. Diş ağrısının tedavisi için şifalı bitkiler, diş çekimi, kök kanal tedavisi, diş temizliği, diş cerrahisi uygulanabilir.", "question": "Diş ağrısı nedir?", "answers": { "text": [ "hayvan veya insan dişinde bulunan ağrıdır" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Diş ağrısı, hayvan veya insan dişinde bulunan ağrıdır. Diş patolojisi, diş eti, damak veya diş dışı hastalıklar sebep olabilir. Şiddetli olduğunda uyku, yemek yeme ve diğer günlük aktiviteleri etkileyebilir. Yaygın nedenler pulpit, diş çürümesi, diş travması, ağrılı dentin sendromu, apikal periodontitis, diş apsesi, alveolar osteitis, fusospiroket stomatiti ve temporomandibular eklem disfonksiyonu'dur. Diş ağrısının tedavisi için şifalı bitkiler, diş çekimi, kök kanal tedavisi, diş temizliği, diş cerrahisi uygulanabilir.", "question": "Diş ağrısına neler sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "Diş patolojisi, diş eti, damak veya diş dışı hastalıklar" ], "answer_start": [ 55 ] } }, { "context": "Diş ağrısı, hayvan veya insan dişinde bulunan ağrıdır. Diş patolojisi, diş eti, damak veya diş dışı hastalıklar sebep olabilir. Şiddetli olduğunda uyku, yemek yeme ve diğer günlük aktiviteleri etkileyebilir. Yaygın nedenler pulpit, diş çürümesi, diş travması, ağrılı dentin sendromu, apikal periodontitis, diş apsesi, alveolar osteitis, fusospiroket stomatiti ve temporomandibular eklem disfonksiyonu'dur. Diş ağrısının tedavisi için şifalı bitkiler, diş çekimi, kök kanal tedavisi, diş temizliği, diş cerrahisi uygulanabilir.", "question": "Diş ağrısının şiddetli olması neleri etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "uyku, yemek yeme ve diğer günlük aktiviteleri" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Diş ağrısı, hayvan veya insan dişinde bulunan ağrıdır. Diş patolojisi, diş eti, damak veya diş dışı hastalıklar sebep olabilir. Şiddetli olduğunda uyku, yemek yeme ve diğer günlük aktiviteleri etkileyebilir. Yaygın nedenler pulpit, diş çürümesi, diş travması, ağrılı dentin sendromu, apikal periodontitis, diş apsesi, alveolar osteitis, fusospiroket stomatiti ve temporomandibular eklem disfonksiyonu'dur. Diş ağrısının tedavisi için şifalı bitkiler, diş çekimi, kök kanal tedavisi, diş temizliği, diş cerrahisi uygulanabilir.", "question": "Diş ağrısının yaygın nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "pulpit, diş çürümesi, diş travması, ağrılı dentin sendromu, apikal periodontitis, diş apsesi, alveolar osteitis, fusospiroket stomatiti ve temporomandibular eklem disfonksiyonu" ], "answer_start": [ 224 ] } }, { "context": "Diş ağrısı, hayvan veya insan dişinde bulunan ağrıdır. Diş patolojisi, diş eti, damak veya diş dışı hastalıklar sebep olabilir. Şiddetli olduğunda uyku, yemek yeme ve diğer günlük aktiviteleri etkileyebilir. Yaygın nedenler pulpit, diş çürümesi, diş travması, ağrılı dentin sendromu, apikal periodontitis, diş apsesi, alveolar osteitis, fusospiroket stomatiti ve temporomandibular eklem disfonksiyonu'dur. Diş ağrısının tedavisi için şifalı bitkiler, diş çekimi, kök kanal tedavisi, diş temizliği, diş cerrahisi uygulanabilir.", "question": "Diş ağrısının tedavisinde hangi yöntemler kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "şifalı bitkiler, diş çekimi, kök kanal tedavisi, diş temizliği, diş cerrahisi" ], "answer_start": [ 434 ] } }, { "context": "Diyabet genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, 2000 yılında tüm dünyada en az 171 milyon diyabet hastası vardır. Vücutta kan şekerinin düzenlenmesi pek çok sayıda kimyasal madde ve hormonun karmaşık etkileşimi sonucunda sağlanır. Tip 1 diyabet ve Tip 2 diyabet olarak sınıflandırılır. Diyabetin teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur. Diyabet kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur.", "question": "Diyabet nedir?", "answers": { "text": [ "genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluk" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Diyabet genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, 2000 yılında tüm dünyada en az 171 milyon diyabet hastası vardır. Vücutta kan şekerinin düzenlenmesi pek çok sayıda kimyasal madde ve hormonun karmaşık etkileşimi sonucunda sağlanır. Tip 1 diyabet ve Tip 2 diyabet olarak sınıflandırılır. Diyabetin teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur. Diyabet kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, 2000 yılında tüm dünyada en az kaç diyabet hastası vardır?", "answers": { "text": [ "171 milyon" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Diyabet genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, 2000 yılında tüm dünyada en az 171 milyon diyabet hastası vardır. Vücutta kan şekerinin düzenlenmesi pek çok sayıda kimyasal madde ve hormonun karmaşık etkileşimi sonucunda sağlanır. Tip 1 diyabet ve Tip 2 diyabet olarak sınıflandırılır. Diyabetin teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur. Diyabet kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur.", "question": "Diyabetin sınıflandırılması nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "Tip 1 diyabet ve Tip 2 diyabet" ], "answer_start": [ 406 ] } }, { "context": "Diyabet genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, 2000 yılında tüm dünyada en az 171 milyon diyabet hastası vardır. Vücutta kan şekerinin düzenlenmesi pek çok sayıda kimyasal madde ve hormonun karmaşık etkileşimi sonucunda sağlanır. Tip 1 diyabet ve Tip 2 diyabet olarak sınıflandırılır. Diyabetin teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur. Diyabet kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur.", "question": "Diyabetin teşhisi nasıl konur?", "answers": { "text": [ "hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Diyabet genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, 2000 yılında tüm dünyada en az 171 milyon diyabet hastası vardır. Vücutta kan şekerinin düzenlenmesi pek çok sayıda kimyasal madde ve hormonun karmaşık etkileşimi sonucunda sağlanır. Tip 1 diyabet ve Tip 2 diyabet olarak sınıflandırılır. Diyabetin teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur. Diyabet kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur.", "question": "Diyabetin tedavisi nedir?", "answers": { "text": [ "kesin bir tedavisi yoktur" ], "answer_start": [ 653 ] } }, { "context": "Dizanteri, insanda sık ve kanlı ishal, genellikle şiddetli karın ağrısı, gerekmediği halde dışkılama isteği duyma, bağırsak yaraları, hayvanda makattan kan ya da kanlı dışkı gelmesi gibi belirtiler gösteren hastalıktır. Teşhis taze dışkının incelenmesiyle konur. Shigella cinsinden olan Shigella dysenteriae bakterisinin nedeniyle oluşur. Patolojik dizanteri belirtileri amipli dizenteride, basili dizanteride ve kanamalı rektokolitte görülür. Dizanteriye yol açabilen bulaşıcı hastalıklar Sığır ve domuz vebası, şarbon, leptospiroz, salmonelloz, geviş getirenlerde bağırsak zehirlenmeleridir.", "question": "Dizanterinin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "sık ve kanlı ishal, genellikle şiddetli karın ağrısı, gerekmediği halde dışkılama isteği duyma, bağırsak yaraları, hayvanda makattan kan ya da kanlı dışkı gelmesi" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Dizanteri, insanda sık ve kanlı ishal, genellikle şiddetli karın ağrısı, gerekmediği halde dışkılama isteği duyma, bağırsak yaraları, hayvanda makattan kan ya da kanlı dışkı gelmesi gibi belirtiler gösteren hastalıktır. Teşhis taze dışkının incelenmesiyle konur. Shigella cinsinden olan Shigella dysenteriae bakterisinin nedeniyle oluşur. Patolojik dizanteri belirtileri amipli dizenteride, basili dizanteride ve kanamalı rektokolitte görülür. Dizanteriye yol açabilen bulaşıcı hastalıklar Sığır ve domuz vebası, şarbon, leptospiroz, salmonelloz, geviş getirenlerde bağırsak zehirlenmeleridir.", "question": "Dizanterinin teşhisi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "taze dışkının incelenmesi" ], "answer_start": [ 227 ] } }, { "context": "Dizanteri, insanda sık ve kanlı ishal, genellikle şiddetli karın ağrısı, gerekmediği halde dışkılama isteği duyma, bağırsak yaraları, hayvanda makattan kan ya da kanlı dışkı gelmesi gibi belirtiler gösteren hastalıktır. Teşhis taze dışkının incelenmesiyle konur. Shigella cinsinden olan Shigella dysenteriae bakterisinin nedeniyle oluşur. Patolojik dizanteri belirtileri amipli dizenteride, basili dizanteride ve kanamalı rektokolitte görülür. Dizanteriye yol açabilen bulaşıcı hastalıklar Sığır ve domuz vebası, şarbon, leptospiroz, salmonelloz, geviş getirenlerde bağırsak zehirlenmeleridir.", "question": "Dizanteriye neden olan bakteri nedir?", "answers": { "text": [ "Shigella dysenteriae" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Dizanteri, insanda sık ve kanlı ishal, genellikle şiddetli karın ağrısı, gerekmediği halde dışkılama isteği duyma, bağırsak yaraları, hayvanda makattan kan ya da kanlı dışkı gelmesi gibi belirtiler gösteren hastalıktır. Teşhis taze dışkının incelenmesiyle konur. Shigella cinsinden olan Shigella dysenteriae bakterisinin nedeniyle oluşur. Patolojik dizanteri belirtileri amipli dizenteride, basili dizanteride ve kanamalı rektokolitte görülür. Dizanteriye yol açabilen bulaşıcı hastalıklar Sığır ve domuz vebası, şarbon, leptospiroz, salmonelloz, geviş getirenlerde bağırsak zehirlenmeleridir.", "question": "Dizanteri belirtileri hangi tür dizanterilerde görülür?", "answers": { "text": [ "amipli dizenteride, basili dizanteride ve kanamalı rektokolitte" ], "answer_start": [ 371 ] } }, { "context": "Dizanteri, insanda sık ve kanlı ishal, genellikle şiddetli karın ağrısı, gerekmediği halde dışkılama isteği duyma, bağırsak yaraları, hayvanda makattan kan ya da kanlı dışkı gelmesi gibi belirtiler gösteren hastalıktır. Teşhis taze dışkının incelenmesiyle konur. Shigella cinsinden olan Shigella dysenteriae bakterisinin nedeniyle oluşur. Patolojik dizanteri belirtileri amipli dizenteride, basili dizanteride ve kanamalı rektokolitte görülür. Dizanteriye yol açabilen bulaşıcı hastalıklar Sığır ve domuz vebası, şarbon, leptospiroz, salmonelloz, geviş getirenlerde bağırsak zehirlenmeleridir.", "question": "Dizanteriye yol açabilen diğer bulaşıcı hastalıklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Sığır ve domuz vebası, şarbon, leptospiroz, salmonelloz, geviş getirenlerde bağırsak zehirlenmeleridir" ], "answer_start": [ 490 ] } }, { "context": "Dolama veya paronişi, el ya da ayak tırnağının tabanında veya yanında tırnak ve deride görülen el veya ayağın sıklıkla duyarlı olduğu bakteri veya mantar enfeksiyonu olan bir tırnak enfeksiyonudur. Dolama genellikle bakterilerden kaynaklanır. Dolama genellikle topikal, oral veya her ikisinin de birleşimi olacak biçimde antibiyotiklerle tedavi edilir. Belirtisi deri tipik olarak yoğun ağrı ile birlikte kırmızı, kaşıntılı ve sıcak olarak kendini gösterir. Akut paronişi; bir parmağın tırnağını veya daha az yaygın olarak da ayak parmağını çevreleyen doku kıvrımlarının altı haftadan az süren bir enfeksiyonudur. Enfeksiyon genellikle yerel kızarıklık, şişme ve ağrı ile tırnağın kenarındaki paronişyumun içinde başlar. Akut paronişi ve Kronik paronişi olarak ayrılır.", "question": "Dolama nedir?", "answers": { "text": [ "tırnak enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 175 ] } }, { "context": "Dolama veya paronişi, el ya da ayak tırnağının tabanında veya yanında tırnak ve deride görülen el veya ayağın sıklıkla duyarlı olduğu bakteri veya mantar enfeksiyonu olan bir tırnak enfeksiyonudur. Dolama genellikle bakterilerden kaynaklanır. Dolama genellikle topikal, oral veya her ikisinin de birleşimi olacak biçimde antibiyotiklerle tedavi edilir. Belirtisi deri tipik olarak yoğun ağrı ile birlikte kırmızı, kaşıntılı ve sıcak olarak kendini gösterir. Akut paronişi; bir parmağın tırnağını veya daha az yaygın olarak da ayak parmağını çevreleyen doku kıvrımlarının altı haftadan az süren bir enfeksiyonudur. Enfeksiyon genellikle yerel kızarıklık, şişme ve ağrı ile tırnağın kenarındaki paronişyumun içinde başlar. Akut paronişi ve Kronik paronişi olarak ayrılır.", "question": "Dolamanın tedavisi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "antibiyotiklerle" ], "answer_start": [ 321 ] } }, { "context": "Dolama veya paronişi, el ya da ayak tırnağının tabanında veya yanında tırnak ve deride görülen el veya ayağın sıklıkla duyarlı olduğu bakteri veya mantar enfeksiyonu olan bir tırnak enfeksiyonudur. Dolama genellikle bakterilerden kaynaklanır. Dolama genellikle topikal, oral veya her ikisinin de birleşimi olacak biçimde antibiyotiklerle tedavi edilir. Belirtisi deri tipik olarak yoğun ağrı ile birlikte kırmızı, kaşıntılı ve sıcak olarak kendini gösterir. Akut paronişi; bir parmağın tırnağını veya daha az yaygın olarak da ayak parmağını çevreleyen doku kıvrımlarının altı haftadan az süren bir enfeksiyonudur. Enfeksiyon genellikle yerel kızarıklık, şişme ve ağrı ile tırnağın kenarındaki paronişyumun içinde başlar. Akut paronişi ve Kronik paronişi olarak ayrılır.", "question": "Dolamanın belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "deri tipik olarak yoğun ağrı ile birlikte kırmızı, kaşıntılı ve sıcak olarak kendini gösterir" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "Dolama veya paronişi, el ya da ayak tırnağının tabanında veya yanında tırnak ve deride görülen el veya ayağın sıklıkla duyarlı olduğu bakteri veya mantar enfeksiyonu olan bir tırnak enfeksiyonudur. Dolama genellikle bakterilerden kaynaklanır. Dolama genellikle topikal, oral veya her ikisinin de birleşimi olacak biçimde antibiyotiklerle tedavi edilir. Belirtisi deri tipik olarak yoğun ağrı ile birlikte kırmızı, kaşıntılı ve sıcak olarak kendini gösterir. Akut paronişi; bir parmağın tırnağını veya daha az yaygın olarak da ayak parmağını çevreleyen doku kıvrımlarının altı haftadan az süren bir enfeksiyonudur. Enfeksiyon genellikle yerel kızarıklık, şişme ve ağrı ile tırnağın kenarındaki paronişyumun içinde başlar. Akut paronişi ve Kronik paronişi olarak ayrılır.", "question": "Akut paronişi ne kadar süre içinde gelişen bir enfeksiyondur?", "answers": { "text": [ "altı haftadan az" ], "answer_start": [ 571 ] } }, { "context": "Dolama veya paronişi, el ya da ayak tırnağının tabanında veya yanında tırnak ve deride görülen el veya ayağın sıklıkla duyarlı olduğu bakteri veya mantar enfeksiyonu olan bir tırnak enfeksiyonudur. Dolama genellikle bakterilerden kaynaklanır. Dolama genellikle topikal, oral veya her ikisinin de birleşimi olacak biçimde antibiyotiklerle tedavi edilir. Belirtisi deri tipik olarak yoğun ağrı ile birlikte kırmızı, kaşıntılı ve sıcak olarak kendini gösterir. Akut paronişi; bir parmağın tırnağını veya daha az yaygın olarak da ayak parmağını çevreleyen doku kıvrımlarının altı haftadan az süren bir enfeksiyonudur. Enfeksiyon genellikle yerel kızarıklık, şişme ve ağrı ile tırnağın kenarındaki paronişyumun içinde başlar. Akut paronişi ve Kronik paronişi olarak ayrılır.", "question": "Türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Akut paronişi ve Kronik paronişi" ], "answer_start": [ 721 ] } }, { "context": "Egzama, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan ve deride kızarıklık, veziküller, kaşıntı gibi belirtilerle görülen daha çok alerjilerin neden olduğu deri hastalığı. Başlıca özelliği, kızarık deri üzerinde beliren kabarcıklardır. Akut, kronik, yaş ve kuru egzama gibi türleri vardır. Egzama, zamansız uygulanan bir ilaç yüzünden de ortaya çıkabilir. Egzamalıların rahat etmek için almaları gereken önlemler: yarayı kaşımamak, Stresten uzak durmak, uykusuz kalmamak, yüzü temiz tutmak", "question": "Egzama nedir?", "answers": { "text": [ "deri hastalığı" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Egzama, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan ve deride kızarıklık, veziküller, kaşıntı gibi belirtilerle görülen daha çok alerjilerin neden olduğu deri hastalığı. Başlıca özelliği, kızarık deri üzerinde beliren kabarcıklardır. Akut, kronik, yaş ve kuru egzama gibi türleri vardır. Egzama, zamansız uygulanan bir ilaç yüzünden de ortaya çıkabilir. Egzamalıların rahat etmek için almaları gereken önlemler: yarayı kaşımamak, Stresten uzak durmak, uykusuz kalmamak, yüzü temiz tutmak", "question": "Egzamanın belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "deride kızarıklık, veziküller, kaşıntı" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Egzama, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan ve deride kızarıklık, veziküller, kaşıntı gibi belirtilerle görülen daha çok alerjilerin neden olduğu deri hastalığı. Başlıca özelliği, kızarık deri üzerinde beliren kabarcıklardır. Akut, kronik, yaş ve kuru egzama gibi türleri vardır. Egzama, zamansız uygulanan bir ilaç yüzünden de ortaya çıkabilir. Egzamalıların rahat etmek için almaları gereken önlemler: yarayı kaşımamak, Stresten uzak durmak, uykusuz kalmamak, yüzü temiz tutmak", "question": "Egzamanın türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Akut, kronik, yaş ve kuru egzama" ], "answer_start": [ 222 ] } }, { "context": "Egzama, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan ve deride kızarıklık, veziküller, kaşıntı gibi belirtilerle görülen daha çok alerjilerin neden olduğu deri hastalığı. Başlıca özelliği, kızarık deri üzerinde beliren kabarcıklardır. Akut, kronik, yaş ve kuru egzama gibi türleri vardır. Egzama, zamansız uygulanan bir ilaç yüzünden de ortaya çıkabilir. Egzamalıların rahat etmek için almaları gereken önlemler: yarayı kaşımamak, Stresten uzak durmak, uykusuz kalmamak, yüzü temiz tutmak", "question": "Egzama bazen hangi durumda ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "zamansız uygulanan bir ilaç yüzünden" ], "answer_start": [ 284 ] } }, { "context": "Egzama, çeşitli nedenlerle ortaya çıkan ve deride kızarıklık, veziküller, kaşıntı gibi belirtilerle görülen daha çok alerjilerin neden olduğu deri hastalığı. Başlıca özelliği, kızarık deri üzerinde beliren kabarcıklardır. Akut, kronik, yaş ve kuru egzama gibi türleri vardır. Egzama, zamansız uygulanan bir ilaç yüzünden de ortaya çıkabilir. Egzamalıların rahat etmek için almaları gereken önlemler: yarayı kaşımamak, Stresten uzak durmak, uykusuz kalmamak, yüzü temiz tutmak", "question": "Egzamalılar için önemli olan önlemler nelerdir?", "answers": { "text": [ "yarayı kaşımamak, Stresten uzak durmak, uykusuz kalmamak, yüzü temiz tutmak" ], "answer_start": [ 400 ] } }, { "context": "İnfarkt, dolaşım yetmezliğine bağlı yerel iskemik doku nekrozudur. Kısa sürede oluşan güçlü iskemilerin büyük bölümü infarktla sonuçlanır. Çoğu infarktlar arterlerin bir embolus ya da trombusla tıkanmasına bağlı olarak ortaya çıkar. İnfarktlar genellikle koagülasyon nekrozu ve kollikuasyon nekrozu biçimindedir. İnfarktların nedenleri arasında damar hastalıkları, çevre lezyonlar ve arteriyel spazm yer alır.", "question": "İnfarkt nedir?", "answers": { "text": [ "dolaşım yetmezliğine bağlı yerel iskemik doku nekrozudur" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "İnfarkt, dolaşım yetmezliğine bağlı yerel iskemik doku nekrozudur. Kısa sürede oluşan güçlü iskemilerin büyük bölümü infarktla sonuçlanır. Çoğu infarktlar arterlerin bir embolus ya da trombusla tıkanmasına bağlı olarak ortaya çıkar. İnfarktlar genellikle koagülasyon nekrozu ve kollikuasyon nekrozu biçimindedir. İnfarktların nedenleri arasında damar hastalıkları, çevre lezyonlar ve arteriyel spazm yer alır.", "question": "Güçlü iskemilerin büyük bölümü ne ile sonuçlanır", "answers": { "text": [ "infarktla" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "İnfarkt, dolaşım yetmezliğine bağlı yerel iskemik doku nekrozudur. Kısa sürede oluşan güçlü iskemilerin büyük bölümü infarktla sonuçlanır. Çoğu infarktlar arterlerin bir embolus ya da trombusla tıkanmasına bağlı olarak ortaya çıkar. İnfarktlar genellikle koagülasyon nekrozu ve kollikuasyon nekrozu biçimindedir. İnfarktların nedenleri arasında damar hastalıkları, çevre lezyonlar ve arteriyel spazm yer alır.", "question": "Infarktlar nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "arterlerin bir embolus ya da trombusla tıkanmasına bağlı olarak" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "İnfarkt, dolaşım yetmezliğine bağlı yerel iskemik doku nekrozudur. Kısa sürede oluşan güçlü iskemilerin büyük bölümü infarktla sonuçlanır. Çoğu infarktlar arterlerin bir embolus ya da trombusla tıkanmasına bağlı olarak ortaya çıkar. İnfarktlar genellikle koagülasyon nekrozu ve kollikuasyon nekrozu biçimindedir. İnfarktların nedenleri arasında damar hastalıkları, çevre lezyonlar ve arteriyel spazm yer alır.", "question": "İnfarktlar hangi tür nekrozlar biçiminde görülür?", "answers": { "text": [ "koagülasyon nekrozu ve kollikuasyon nekrozu" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "İnfarkt, dolaşım yetmezliğine bağlı yerel iskemik doku nekrozudur. Kısa sürede oluşan güçlü iskemilerin büyük bölümü infarktla sonuçlanır. Çoğu infarktlar arterlerin bir embolus ya da trombusla tıkanmasına bağlı olarak ortaya çıkar. İnfarktlar genellikle koagülasyon nekrozu ve kollikuasyon nekrozu biçimindedir. İnfarktların nedenleri arasında damar hastalıkları, çevre lezyonlar ve arteriyel spazm yer alır.", "question": "İnfarktın nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "damar hastalıkları, çevre lezyonlar ve arteriyel spazm" ], "answer_start": [ 345 ] } }, { "context": "Ensefalopati, beyin dokusunda genelde dejeneratif değişikliklerin görüldüğü hastalıklara verilen isimdir. Modern kullanımda, ensefalopati tek bir hastalığa değil, genel beyin işlev bozukluğu sendromuna atıfta bulunur. Bu sendromun birçok olası organik ve inorganik nedeni vardır. Tipleri: Lyme ensefalopatisi, Creutzfeldt–Jakob hastalığı, HIV ensefalopatisi, Sepsis ilişkili ensefalopati, Kronik travma ensefalopatisi. Kan testleri, lomber ponksiyon ile beyin omurilik sıvısı muayenesi (spinal tap olarak da bilinir), beyin görüntüleme çalışmaları, elektroensefalografi (EEG), nöropsikolojik testler ve benzer tanısal çalışmalar, ensefalopatinin çeşitli nedenlerini ayırt etmek için kullanılabilir.", "question": "Ensefalopati nedir?", "answers": { "text": [ "beyin dokusunda genelde dejeneratif değişikliklerin görüldüğü hastalıklara verilen isim" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Ensefalopati, beyin dokusunda genelde dejeneratif değişikliklerin görüldüğü hastalıklara verilen isimdir. Modern kullanımda, ensefalopati tek bir hastalığa değil, genel beyin işlev bozukluğu sendromuna atıfta bulunur. Bu sendromun birçok olası organik ve inorganik nedeni vardır. Tipleri: Lyme ensefalopatisi, Creutzfeldt–Jakob hastalığı, HIV ensefalopatisi, Sepsis ilişkili ensefalopati, Kronik travma ensefalopatisi. Kan testleri, lomber ponksiyon ile beyin omurilik sıvısı muayenesi (spinal tap olarak da bilinir), beyin görüntüleme çalışmaları, elektroensefalografi (EEG), nöropsikolojik testler ve benzer tanısal çalışmalar, ensefalopatinin çeşitli nedenlerini ayırt etmek için kullanılabilir.", "question": "Ensefalopatinin modern kullanımdaki tanımı nedir?", "answers": { "text": [ "genel beyin işlev bozukluğu sendromu" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Ensefalopati, beyin dokusunda genelde dejeneratif değişikliklerin görüldüğü hastalıklara verilen isimdir. Modern kullanımda, ensefalopati tek bir hastalığa değil, genel beyin işlev bozukluğu sendromuna atıfta bulunur. Bu sendromun birçok olası organik ve inorganik nedeni vardır. Tipleri: Lyme ensefalopatisi, Creutzfeldt–Jakob hastalığı, HIV ensefalopatisi, Sepsis ilişkili ensefalopati, Kronik travma ensefalopatisi. Kan testleri, lomber ponksiyon ile beyin omurilik sıvısı muayenesi (spinal tap olarak da bilinir), beyin görüntüleme çalışmaları, elektroensefalografi (EEG), nöropsikolojik testler ve benzer tanısal çalışmalar, ensefalopatinin çeşitli nedenlerini ayırt etmek için kullanılabilir.", "question": "Ensefalopatinin olası nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "organik ve inorganik" ], "answer_start": [ 244 ] } }, { "context": "Ensefalopati, beyin dokusunda genelde dejeneratif değişikliklerin görüldüğü hastalıklara verilen isimdir. Modern kullanımda, ensefalopati tek bir hastalığa değil, genel beyin işlev bozukluğu sendromuna atıfta bulunur. Bu sendromun birçok olası organik ve inorganik nedeni vardır. Tipleri: Lyme ensefalopatisi, Creutzfeldt–Jakob hastalığı, HIV ensefalopatisi, Sepsis ilişkili ensefalopati, Kronik travma ensefalopatisi. Kan testleri, lomber ponksiyon ile beyin omurilik sıvısı muayenesi (spinal tap olarak da bilinir), beyin görüntüleme çalışmaları, elektroensefalografi (EEG), nöropsikolojik testler ve benzer tanısal çalışmalar, ensefalopatinin çeşitli nedenlerini ayırt etmek için kullanılabilir.", "question": "Ensefalopati türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Lyme ensefalopatisi, Creutzfeldt–Jakob hastalığı, HIV ensefalopatisi, Sepsis ilişkili ensefalopati, Kronik travma ensefalopatisi" ], "answer_start": [ 289 ] } }, { "context": "Ensefalopati, beyin dokusunda genelde dejeneratif değişikliklerin görüldüğü hastalıklara verilen isimdir. Modern kullanımda, ensefalopati tek bir hastalığa değil, genel beyin işlev bozukluğu sendromuna atıfta bulunur. Bu sendromun birçok olası organik ve inorganik nedeni vardır. Tipleri: Lyme ensefalopatisi, Creutzfeldt–Jakob hastalığı, HIV ensefalopatisi, Sepsis ilişkili ensefalopati, Kronik travma ensefalopatisi. Kan testleri, lomber ponksiyon ile beyin omurilik sıvısı muayenesi (spinal tap olarak da bilinir), beyin görüntüleme çalışmaları, elektroensefalografi (EEG), nöropsikolojik testler ve benzer tanısal çalışmalar, ensefalopatinin çeşitli nedenlerini ayırt etmek için kullanılabilir.", "question": "Ensefalopati teşhisinde hangi test ve çalışmalar kullanılır?", "answers": { "text": [ "Kan testleri, lomber ponksiyon ile beyin omurilik sıvısı muayenesi (spinal tap olarak da bilinir), beyin görüntüleme çalışmaları, elektroensefalografi (EEG), nöropsikolojik testler" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "Fabry hastalığı, nadir görülen X'e bağlı resesif kalıtılan lizozomal depo hastalığıdır. Geniş bir yelpazede sistemik semptomlara neden olabilir. Hastalık ismini kaşiflerinden biri olan Johannes Fabry'den almaktadır. Belirtileri genellikle erken çocukluk döneminde anlamak zordur. Ağrı tüm gövdede veya ekstremiteler de lokalize, mide ve bağırsaklarda da sık görülür. Hâlsizlik, nöropati (özellikle yanma tarzı ekstremite ağrısı), tinnitus (kulak çınlaması), vertigo, mide bulantısı ve ishal sık görülen belirtilerdir.", "question": "Fabry hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "lizozomal depo hastalığıdır" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Fabry hastalığı, nadir görülen X'e bağlı resesif kalıtılan lizozomal depo hastalığıdır. Geniş bir yelpazede sistemik semptomlara neden olabilir. Hastalık ismini kaşiflerinden biri olan Johannes Fabry'den almaktadır. Belirtileri genellikle erken çocukluk döneminde anlamak zordur. Ağrı tüm gövdede veya ekstremiteler de lokalize, mide ve bağırsaklarda da sık görülür. Hâlsizlik, nöropati (özellikle yanma tarzı ekstremite ağrısı), tinnitus (kulak çınlaması), vertigo, mide bulantısı ve ishal sık görülen belirtilerdir.", "question": "Hastalık ismini kimden almaktadır?", "answers": { "text": [ "Johannes Fabry" ], "answer_start": [ 185 ] } }, { "context": "Fabry hastalığı, nadir görülen X'e bağlı resesif kalıtılan lizozomal depo hastalığıdır. Geniş bir yelpazede sistemik semptomlara neden olabilir. Hastalık ismini kaşiflerinden biri olan Johannes Fabry'den almaktadır. Belirtileri genellikle erken çocukluk döneminde anlamak zordur. Ağrı tüm gövdede veya ekstremiteler de lokalize, mide ve bağırsaklarda da sık görülür. Hâlsizlik, nöropati (özellikle yanma tarzı ekstremite ağrısı), tinnitus (kulak çınlaması), vertigo, mide bulantısı ve ishal sık görülen belirtilerdir.", "question": "Fabry hastalığının belirtileri ne zaman anlaşılmaktadır?", "answers": { "text": [ "erken çocukluk döneminde" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Fabry hastalığı, nadir görülen X'e bağlı resesif kalıtılan lizozomal depo hastalığıdır. Geniş bir yelpazede sistemik semptomlara neden olabilir. Hastalık ismini kaşiflerinden biri olan Johannes Fabry'den almaktadır. Belirtileri genellikle erken çocukluk döneminde anlamak zordur. Ağrı tüm gövdede veya ekstremiteler de lokalize, mide ve bağırsaklarda da sık görülür. Hâlsizlik, nöropati (özellikle yanma tarzı ekstremite ağrısı), tinnitus (kulak çınlaması), vertigo, mide bulantısı ve ishal sık görülen belirtilerdir.", "question": "Fabry hastalığındaki ağrılar nerelerde görülür?", "answers": { "text": [ "tüm gövdede veya ekstremiteler de lokalize, mide ve bağırsaklarda" ], "answer_start": [ 285 ] } }, { "context": "Fabry hastalığı, nadir görülen X'e bağlı resesif kalıtılan lizozomal depo hastalığıdır. Geniş bir yelpazede sistemik semptomlara neden olabilir. Hastalık ismini kaşiflerinden biri olan Johannes Fabry'den almaktadır. Belirtileri genellikle erken çocukluk döneminde anlamak zordur. Ağrı tüm gövdede veya ekstremiteler de lokalize, mide ve bağırsaklarda da sık görülür. Hâlsizlik, nöropati (özellikle yanma tarzı ekstremite ağrısı), tinnitus (kulak çınlaması), vertigo, mide bulantısı ve ishal sık görülen belirtilerdir.", "question": "Fabry hastalığında sık görülen diğer belirtiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Hâlsizlik, nöropati (özellikle yanma tarzı ekstremite ağrısı), tinnitus (kulak çınlaması), vertigo, mide bulantısı ve ishal" ], "answer_start": [ 367 ] } }, { "context": "Felç, sinirlerin ya da kasların bozukluğundan ileri gelen hareketsizlik ya da hareket azalmasıdır. Hastada belirtiler, vücudunun bir yarısını ya da tamamını oynatamama gibi, tam bir bilinçsizlik ve duyu eksikliği görülür. Ağır olgularda hasta en çok 48 saat yaşar. Bir süre bilinçsiz ve hareketsiz kaldıktan sonra yavaş yavaş iyileşen olgular da vardır. Hareketi sağlayan sinirlerin merkez nöronları ve çevre nöronları diye ikiye ayrılması nedeniyle felçler de merkezsel felçler ve çevresel felçler diye ikiye ayrılır. Merkezsel felçlerde, kas gücünün azalması ya da yok olmasıyla birlikte kaslarda aşırı gerginlik, kemik kiriş reflekslerinde artma görülür. Bunun gibi felçlere kasınmalı felçler denir. Çevresel felçler, omuriliğin ön boynuzlarında, omurilik köklerinde, sinir ağlarında ya da sinirlerde ortaya çıkan bir bozukluktan ileri gelir.", "question": "Felç nedir?", "answers": { "text": [ "hareketsizlik ya da hareket azalması" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Felç, sinirlerin ya da kasların bozukluğundan ileri gelen hareketsizlik ya da hareket azalmasıdır. Hastada belirtiler, vücudunun bir yarısını ya da tamamını oynatamama gibi, tam bir bilinçsizlik ve duyu eksikliği görülür. Ağır olgularda hasta en çok 48 saat yaşar. Bir süre bilinçsiz ve hareketsiz kaldıktan sonra yavaş yavaş iyileşen olgular da vardır. Hareketi sağlayan sinirlerin merkez nöronları ve çevre nöronları diye ikiye ayrılması nedeniyle felçler de merkezsel felçler ve çevresel felçler diye ikiye ayrılır. Merkezsel felçlerde, kas gücünün azalması ya da yok olmasıyla birlikte kaslarda aşırı gerginlik, kemik kiriş reflekslerinde artma görülür. Bunun gibi felçlere kasınmalı felçler denir. Çevresel felçler, omuriliğin ön boynuzlarında, omurilik köklerinde, sinir ağlarında ya da sinirlerde ortaya çıkan bir bozukluktan ileri gelir.", "question": "Hastada belirtiler nasıl görülür?", "answers": { "text": [ "tam bir bilinçsizlik ve duyu eksikliği" ], "answer_start": [ 174 ] } }, { "context": "Felç, sinirlerin ya da kasların bozukluğundan ileri gelen hareketsizlik ya da hareket azalmasıdır. Hastada belirtiler, vücudunun bir yarısını ya da tamamını oynatamama gibi, tam bir bilinçsizlik ve duyu eksikliği görülür. Ağır olgularda hasta en çok 48 saat yaşar. Bir süre bilinçsiz ve hareketsiz kaldıktan sonra yavaş yavaş iyileşen olgular da vardır. Hareketi sağlayan sinirlerin merkez nöronları ve çevre nöronları diye ikiye ayrılması nedeniyle felçler de merkezsel felçler ve çevresel felçler diye ikiye ayrılır. Merkezsel felçlerde, kas gücünün azalması ya da yok olmasıyla birlikte kaslarda aşırı gerginlik, kemik kiriş reflekslerinde artma görülür. Bunun gibi felçlere kasınmalı felçler denir. Çevresel felçler, omuriliğin ön boynuzlarında, omurilik köklerinde, sinir ağlarında ya da sinirlerde ortaya çıkan bir bozukluktan ileri gelir.", "question": "Felç durumlarında hastalar en çok kaç saat yaşayabilir?", "answers": { "text": [ "48" ], "answer_start": [ 250 ] } }, { "context": "Felç, sinirlerin ya da kasların bozukluğundan ileri gelen hareketsizlik ya da hareket azalmasıdır. Hastada belirtiler, vücudunun bir yarısını ya da tamamını oynatamama gibi, tam bir bilinçsizlik ve duyu eksikliği görülür. Ağır olgularda hasta en çok 48 saat yaşar. Bir süre bilinçsiz ve hareketsiz kaldıktan sonra yavaş yavaş iyileşen olgular da vardır. Hareketi sağlayan sinirlerin merkez nöronları ve çevre nöronları diye ikiye ayrılması nedeniyle felçler de merkezsel felçler ve çevresel felçler diye ikiye ayrılır. Merkezsel felçlerde, kas gücünün azalması ya da yok olmasıyla birlikte kaslarda aşırı gerginlik, kemik kiriş reflekslerinde artma görülür. Bunun gibi felçlere kasınmalı felçler denir. Çevresel felçler, omuriliğin ön boynuzlarında, omurilik köklerinde, sinir ağlarında ya da sinirlerde ortaya çıkan bir bozukluktan ileri gelir.", "question": "Felç türleri nelerdir ve nasıl ayrılır?", "answers": { "text": [ "merkezsel felçler ve çevresel felçler" ], "answer_start": [ 461 ] } }, { "context": "Felç, sinirlerin ya da kasların bozukluğundan ileri gelen hareketsizlik ya da hareket azalmasıdır. Hastada belirtiler, vücudunun bir yarısını ya da tamamını oynatamama gibi, tam bir bilinçsizlik ve duyu eksikliği görülür. Ağır olgularda hasta en çok 48 saat yaşar. Bir süre bilinçsiz ve hareketsiz kaldıktan sonra yavaş yavaş iyileşen olgular da vardır. Hareketi sağlayan sinirlerin merkez nöronları ve çevre nöronları diye ikiye ayrılması nedeniyle felçler de merkezsel felçler ve çevresel felçler diye ikiye ayrılır. Merkezsel felçlerde, kas gücünün azalması ya da yok olmasıyla birlikte kaslarda aşırı gerginlik, kemik kiriş reflekslerinde artma görülür. Bunun gibi felçlere kasınmalı felçler denir. Çevresel felçler, omuriliğin ön boynuzlarında, omurilik köklerinde, sinir ağlarında ya da sinirlerde ortaya çıkan bir bozukluktan ileri gelir.", "question": "Çevresel felçlerin sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "omuriliğin ön boynuzlarında, omurilik köklerinde, sinir ağlarında ya da sinirlerde ortaya çıkan bir bozukluktan ileri gelir" ], "answer_start": [ 721 ] } }, { "context": "Fıtık, anatomik yapının bozulması ile doku veya organların normal yerinden başka bir alana yer değiştirmesidir. Nedenleri pasif işler ve ağır işler olarak ayrılır. Fıtığın nedenleri arasında zayıf insanlarda başı fazla öne eğme, bu davranışı alışkanlık haline getirme ve aşırı kilolu insanlarda genelde doğru ve dengeli oturmama gösterilebilir. Kültürfizik gibi fazla zorlayıcı olmayan yavaş hareketler ve yüzme gibi spor faaliyetleri fıtığı önler. Türleri arasında boyun fıtığı, bel fıtığı, mide fıtığı, göbek fıtığı, kasık fıtıkları, ameliyat yeri fıtıkları vardır. Bel fıtığı omurların arasındaki disk denen kıkırdak yapının yerinden çıkarak sinirlere doğru baskı oluşturması ile oluşur.", "question": "Fıtık nedir?", "answers": { "text": [ "anatomik yapının bozulması ile doku veya organların normal yerinden başka bir alana yer değiştirmesi" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Fıtık, anatomik yapının bozulması ile doku veya organların normal yerinden başka bir alana yer değiştirmesidir. Nedenleri pasif işler ve ağır işler olarak ayrılır. Fıtığın nedenleri arasında zayıf insanlarda başı fazla öne eğme, bu davranışı alışkanlık haline getirme ve aşırı kilolu insanlarda genelde doğru ve dengeli oturmama gösterilebilir. Kültürfizik gibi fazla zorlayıcı olmayan yavaş hareketler ve yüzme gibi spor faaliyetleri fıtığı önler. Türleri arasında boyun fıtığı, bel fıtığı, mide fıtığı, göbek fıtığı, kasık fıtıkları, ameliyat yeri fıtıkları vardır. Bel fıtığı omurların arasındaki disk denen kıkırdak yapının yerinden çıkarak sinirlere doğru baskı oluşturması ile oluşur.", "question": "Fıtığın nedenleri arasında neler gösterilebilir?", "answers": { "text": [ "zayıf insanlarda başı fazla öne eğme, bu davranışı alışkanlık haline getirme ve aşırı kilolu insanlarda genelde doğru ve dengeli oturmama" ], "answer_start": [ 191 ] } }, { "context": "Fıtık, anatomik yapının bozulması ile doku veya organların normal yerinden başka bir alana yer değiştirmesidir. Nedenleri pasif işler ve ağır işler olarak ayrılır. Fıtığın nedenleri arasında zayıf insanlarda başı fazla öne eğme, bu davranışı alışkanlık haline getirme ve aşırı kilolu insanlarda genelde doğru ve dengeli oturmama gösterilebilir. Kültürfizik gibi fazla zorlayıcı olmayan yavaş hareketler ve yüzme gibi spor faaliyetleri fıtığı önler. Türleri arasında boyun fıtığı, bel fıtığı, mide fıtığı, göbek fıtığı, kasık fıtıkları, ameliyat yeri fıtıkları vardır. Bel fıtığı omurların arasındaki disk denen kıkırdak yapının yerinden çıkarak sinirlere doğru baskı oluşturması ile oluşur.", "question": "Neler fıtığı önler?", "answers": { "text": [ "yavaş hareketler ve yüzme gibi spor faaliyetleri" ], "answer_start": [ 386 ] } }, { "context": "Fıtık, anatomik yapının bozulması ile doku veya organların normal yerinden başka bir alana yer değiştirmesidir. Nedenleri pasif işler ve ağır işler olarak ayrılır. Fıtığın nedenleri arasında zayıf insanlarda başı fazla öne eğme, bu davranışı alışkanlık haline getirme ve aşırı kilolu insanlarda genelde doğru ve dengeli oturmama gösterilebilir. Kültürfizik gibi fazla zorlayıcı olmayan yavaş hareketler ve yüzme gibi spor faaliyetleri fıtığı önler. Türleri arasında boyun fıtığı, bel fıtığı, mide fıtığı, göbek fıtığı, kasık fıtıkları, ameliyat yeri fıtıkları vardır. Bel fıtığı omurların arasındaki disk denen kıkırdak yapının yerinden çıkarak sinirlere doğru baskı oluşturması ile oluşur.", "question": "Türleri arasında neler vardır?", "answers": { "text": [ "boyun fıtığı, bel fıtığı, mide fıtığı, göbek fıtığı, kasık fıtıkları, ameliyat yeri fıtıkları" ], "answer_start": [ 466 ] } }, { "context": "Fıtık, anatomik yapının bozulması ile doku veya organların normal yerinden başka bir alana yer değiştirmesidir. Nedenleri pasif işler ve ağır işler olarak ayrılır. Fıtığın nedenleri arasında zayıf insanlarda başı fazla öne eğme, bu davranışı alışkanlık haline getirme ve aşırı kilolu insanlarda genelde doğru ve dengeli oturmama gösterilebilir. Kültürfizik gibi fazla zorlayıcı olmayan yavaş hareketler ve yüzme gibi spor faaliyetleri fıtığı önler. Türleri arasında boyun fıtığı, bel fıtığı, mide fıtığı, göbek fıtığı, kasık fıtıkları, ameliyat yeri fıtıkları vardır. Bel fıtığı omurların arasındaki disk denen kıkırdak yapının yerinden çıkarak sinirlere doğru baskı oluşturması ile oluşur.", "question": "Bel fıtığı nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "omurların arasındaki disk denen kıkırdak yapının yerinden çıkarak sinirlere doğru baskı oluşturması ile" ], "answer_start": [ 579 ] } }, { "context": "Frengi, spiroket bakterisi Treponema pallidum alttürünün sebep olduğu cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyondur. Anneden fetüse, hamilelik ya da doğum sırasında bulaşabilir. Frenginin 1999 yılında dünya çapında 12 milyon insana bulaştığına inanılmaktadır. Frengi, Edinsel sifilis ve Konjenital sifilis olarak ayrılır. Hastalığı önlemeye yönelik etkili bir aşı bulunmamaktadır. Basit frenginin tedavisi kas içine uygulanan tek doz penisilin G veya tek doz oral azitromisindir.", "question": "Frengi nedir?", "answers": { "text": [ "cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyon" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Frengi, spiroket bakterisi Treponema pallidum alttürünün sebep olduğu cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyondur. Anneden fetüse, hamilelik ya da doğum sırasında bulaşabilir. Frenginin 1999 yılında dünya çapında 12 milyon insana bulaştığına inanılmaktadır. Frengi, Edinsel sifilis ve Konjenital sifilis olarak ayrılır. Hastalığı önlemeye yönelik etkili bir aşı bulunmamaktadır. Basit frenginin tedavisi kas içine uygulanan tek doz penisilin G veya tek doz oral azitromisindir.", "question": "Frengi nasıl bulaşır?", "answers": { "text": [ "cinsel yolla" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Frengi, spiroket bakterisi Treponema pallidum alttürünün sebep olduğu cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyondur. Anneden fetüse, hamilelik ya da doğum sırasında bulaşabilir. Frenginin 1999 yılında dünya çapında 12 milyon insana bulaştığına inanılmaktadır. Frengi, Edinsel sifilis ve Konjenital sifilis olarak ayrılır. Hastalığı önlemeye yönelik etkili bir aşı bulunmamaktadır. Basit frenginin tedavisi kas içine uygulanan tek doz penisilin G veya tek doz oral azitromisindir.", "question": "Frengi kaç insana bulaşmıştır?", "answers": { "text": [ "12 milyon" ], "answer_start": [ 208 ] } }, { "context": "Frengi, spiroket bakterisi Treponema pallidum alttürünün sebep olduğu cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyondur. Anneden fetüse, hamilelik ya da doğum sırasında bulaşabilir. Frenginin 1999 yılında dünya çapında 12 milyon insana bulaştığına inanılmaktadır. Frengi, Edinsel sifilis ve Konjenital sifilis olarak ayrılır. Hastalığı önlemeye yönelik etkili bir aşı bulunmamaktadır. Basit frenginin tedavisi kas içine uygulanan tek doz penisilin G veya tek doz oral azitromisindir.", "question": "Frenginin türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Edinsel sifilis ve Konjenital sifilis" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Frengi, spiroket bakterisi Treponema pallidum alttürünün sebep olduğu cinsel yolla bulaşan bir enfeksiyondur. Anneden fetüse, hamilelik ya da doğum sırasında bulaşabilir. Frenginin 1999 yılında dünya çapında 12 milyon insana bulaştığına inanılmaktadır. Frengi, Edinsel sifilis ve Konjenital sifilis olarak ayrılır. Hastalığı önlemeye yönelik etkili bir aşı bulunmamaktadır. Basit frenginin tedavisi kas içine uygulanan tek doz penisilin G veya tek doz oral azitromisindir.", "question": "Basit frenginin tedavisi nedir?", "answers": { "text": [ "kas içine uygulanan tek doz penisilin G veya tek doz oral azitromisindir" ], "answer_start": [ 399 ] } }, { "context": "Gastrit, mide zarının iltihaplanmasıdır. İltihaplanma kısa ya da uzun süreli olarak ortaya çıkabilir. Belirtleri mide bulantısı ve kusma ile şişkinlik, çok şiddetli karın ağrısı, sindirim zorluğu, iştahsızlık ile mide ekşimesidir. Komplikasyonlarında mide kanaması, mide ülserleri ve mide tümörleri yer alır. Ayrıca otoimmün sorunlar nedeniyle, kötü niyetli anemi olarak bilinen bir durum olan yeterli B12 vitamini olmaması nedeniyle düşük kırmızı kan hücreleri oluşabilir.", "question": "Gastrit nedir?", "answers": { "text": [ "mide zarının iltihaplanması" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Gastrit, mide zarının iltihaplanmasıdır. İltihaplanma kısa ya da uzun süreli olarak ortaya çıkabilir. Belirtleri mide bulantısı ve kusma ile şişkinlik, çok şiddetli karın ağrısı, sindirim zorluğu, iştahsızlık ile mide ekşimesidir. Komplikasyonlarında mide kanaması, mide ülserleri ve mide tümörleri yer alır. Ayrıca otoimmün sorunlar nedeniyle, kötü niyetli anemi olarak bilinen bir durum olan yeterli B12 vitamini olmaması nedeniyle düşük kırmızı kan hücreleri oluşabilir.", "question": "Gastritin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "mide bulantısı ve kusma ile şişkinlik, çok şiddetli karın ağrısı, sindirim zorluğu, iştahsızlık ile mide ekşimesidir" ], "answer_start": [ 113 ] } }, { "context": "Gastrit, mide zarının iltihaplanmasıdır. İltihaplanma kısa ya da uzun süreli olarak ortaya çıkabilir. Belirtleri mide bulantısı ve kusma ile şişkinlik, çok şiddetli karın ağrısı, sindirim zorluğu, iştahsızlık ile mide ekşimesidir. Komplikasyonlarında mide kanaması, mide ülserleri ve mide tümörleri yer alır. Ayrıca otoimmün sorunlar nedeniyle, kötü niyetli anemi olarak bilinen bir durum olan yeterli B12 vitamini olmaması nedeniyle düşük kırmızı kan hücreleri oluşabilir.", "question": "Gastrit komplikasyonlarında neler yer alır?", "answers": { "text": [ "mide kanaması, mide ülserleri ve mide tümörleri" ], "answer_start": [ 251 ] } }, { "context": "Gastrit, mide zarının iltihaplanmasıdır. İltihaplanma kısa ya da uzun süreli olarak ortaya çıkabilir. Belirtleri mide bulantısı ve kusma ile şişkinlik, çok şiddetli karın ağrısı, sindirim zorluğu, iştahsızlık ile mide ekşimesidir. Komplikasyonlarında mide kanaması, mide ülserleri ve mide tümörleri yer alır. Ayrıca otoimmün sorunlar nedeniyle, kötü niyetli anemi olarak bilinen bir durum olan yeterli B12 vitamini olmaması nedeniyle düşük kırmızı kan hücreleri oluşabilir.", "question": "B12 vitamini olmaması nedeniyle ne oluşabilir?", "answers": { "text": [ "düşük kırmızı kan hücreleri" ], "answer_start": [ 434 ] } }, { "context": "Gastrit, mide zarının iltihaplanmasıdır. İltihaplanma kısa ya da uzun süreli olarak ortaya çıkabilir. Belirtleri mide bulantısı ve kusma ile şişkinlik, çok şiddetli karın ağrısı, sindirim zorluğu, iştahsızlık ile mide ekşimesidir. Komplikasyonlarında mide kanaması, mide ülserleri ve mide tümörleri yer alır. Ayrıca otoimmün sorunlar nedeniyle, kötü niyetli anemi olarak bilinen bir durum olan yeterli B12 vitamini olmaması nedeniyle düşük kırmızı kan hücreleri oluşabilir.", "question": "İltihaplanma nasıl ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "kısa ya da uzun süreli olarak" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "Gece körlüğü, Tavuk karası ya da tıptaki adıyla niktalopi olarak da bilinen bir göz kusurudur. Genetik sebeplerle ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Otosomal resesif, otosomal dominant, X 'e bağlı resesif türleri vardır. Otosomal domaninant şekli en sık görülen tipidir. Pigmentosada en önemli belirgin özelliği görmeyi sağlayan fotoreseptör(özellikle basillerin) hücrelerinin ve retina pigment epitel hücrelerinin harabiyeti sonucu ortaya çıkar.", "question": "Gece körlüğü nedir?", "answers": { "text": [ "Tavuk karası ya da tıptaki adıyla niktalopi olarak da bilinen bir göz kusuru" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Gece körlüğü, Tavuk karası ya da tıptaki adıyla niktalopi olarak da bilinen bir göz kusurudur. Genetik sebeplerle ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Otosomal resesif, otosomal dominant, X 'e bağlı resesif türleri vardır. Otosomal domaninant şekli en sık görülen tipidir. Pigmentosada en önemli belirgin özelliği görmeyi sağlayan fotoreseptör(özellikle basillerin) hücrelerinin ve retina pigment epitel hücrelerinin harabiyeti sonucu ortaya çıkar.", "question": "Gece körlüğünün hangi türleri vardır?", "answers": { "text": [ "Otosomal resesif, otosomal dominant, X 'e bağlı resesif" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Gece körlüğü, Tavuk karası ya da tıptaki adıyla niktalopi olarak da bilinen bir göz kusurudur. Genetik sebeplerle ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Otosomal resesif, otosomal dominant, X 'e bağlı resesif türleri vardır. Otosomal domaninant şekli en sık görülen tipidir. Pigmentosada en önemli belirgin özelliği görmeyi sağlayan fotoreseptör(özellikle basillerin) hücrelerinin ve retina pigment epitel hücrelerinin harabiyeti sonucu ortaya çıkar.", "question": "Gece körlüğünde en sık görülen tip nedir?", "answers": { "text": [ "Otosomal domaninant şekli" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Gece körlüğü, Tavuk karası ya da tıptaki adıyla niktalopi olarak da bilinen bir göz kusurudur. Genetik sebeplerle ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Otosomal resesif, otosomal dominant, X 'e bağlı resesif türleri vardır. Otosomal domaninant şekli en sık görülen tipidir. Pigmentosada en önemli belirgin özelliği görmeyi sağlayan fotoreseptör(özellikle basillerin) hücrelerinin ve retina pigment epitel hücrelerinin harabiyeti sonucu ortaya çıkar.", "question": "Pigmentosada gece körlüğünün belirgin özelliği nasıl ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "fotoreseptör(özellikle basillerin) hücrelerinin ve retina pigment epitel hücrelerinin harabiyeti" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Gece körlüğü, Tavuk karası ya da tıptaki adıyla niktalopi olarak da bilinen bir göz kusurudur. Genetik sebeplerle ortaya çıkan bir rahatsızlıktır. Otosomal resesif, otosomal dominant, X 'e bağlı resesif türleri vardır. Otosomal domaninant şekli en sık görülen tipidir. Pigmentosada en önemli belirgin özelliği görmeyi sağlayan fotoreseptör(özellikle basillerin) hücrelerinin ve retina pigment epitel hücrelerinin harabiyeti sonucu ortaya çıkar.", "question": "Gece körlüğü tıpdaki adıyla nasıl bilinir?", "answers": { "text": [ "niktalopi" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Grip, viral bir hastalıktır. Grip virüsü Orthomyxoviridae familyasına mensup örtülü bir RNA virüsüdür. Virüs, öksürük ve hapşırmak ile yayılan damlacıklarla, ayrıca öpüşme ve tokalaşma gibi temaslar yoluyla bulaşır. Kronik hastalığı olan kişilerde ve yaşlılarda pnömoni (zatürre), meningoensefalit (beyin iltihabı), myokardit (kalp kası iltihabı) gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıklara yol açabilir. Enfeksiyonun komplikasyonları akut solunum sıkıntısı sendromu, menenjit, ensefalit ve astım ve kardiyovasküler hastalıklar gibi önceden var olan sağlık sorunlarının kötüleşmesidir. Virüs enfeksiyonu olduğu için tedavisi yoktur.", "question": "Grip nedir?", "answers": { "text": [ "viral bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 6 ] } }, { "context": "Grip, viral bir hastalıktır. Grip virüsü Orthomyxoviridae familyasına mensup örtülü bir RNA virüsüdür. Virüs, öksürük ve hapşırmak ile yayılan damlacıklarla, ayrıca öpüşme ve tokalaşma gibi temaslar yoluyla bulaşır. Kronik hastalığı olan kişilerde ve yaşlılarda pnömoni (zatürre), meningoensefalit (beyin iltihabı), myokardit (kalp kası iltihabı) gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıklara yol açabilir. Enfeksiyonun komplikasyonları akut solunum sıkıntısı sendromu, menenjit, ensefalit ve astım ve kardiyovasküler hastalıklar gibi önceden var olan sağlık sorunlarının kötüleşmesidir. Virüs enfeksiyonu olduğu için tedavisi yoktur.", "question": "Grip virüsü nedir?", "answers": { "text": [ "Orthomyxoviridae familyasına mensup örtülü bir RNA virüsü" ], "answer_start": [ 41 ] } }, { "context": "Grip, viral bir hastalıktır. Grip virüsü Orthomyxoviridae familyasına mensup örtülü bir RNA virüsüdür. Virüs, öksürük ve hapşırmak ile yayılan damlacıklarla, ayrıca öpüşme ve tokalaşma gibi temaslar yoluyla bulaşır. Kronik hastalığı olan kişilerde ve yaşlılarda pnömoni (zatürre), meningoensefalit (beyin iltihabı), myokardit (kalp kası iltihabı) gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıklara yol açabilir. Enfeksiyonun komplikasyonları akut solunum sıkıntısı sendromu, menenjit, ensefalit ve astım ve kardiyovasküler hastalıklar gibi önceden var olan sağlık sorunlarının kötüleşmesidir. Virüs enfeksiyonu olduğu için tedavisi yoktur.", "question": "Virüs nasıl bulaşır?", "answers": { "text": [ "öksürük ve hapşırmak ile yayılan damlacıklarla, ayrıca öpüşme ve tokalaşma gibi temaslar yoluyla" ], "answer_start": [ 110 ] } }, { "context": "Grip, viral bir hastalıktır. Grip virüsü Orthomyxoviridae familyasına mensup örtülü bir RNA virüsüdür. Virüs, öksürük ve hapşırmak ile yayılan damlacıklarla, ayrıca öpüşme ve tokalaşma gibi temaslar yoluyla bulaşır. Kronik hastalığı olan kişilerde ve yaşlılarda pnömoni (zatürre), meningoensefalit (beyin iltihabı), myokardit (kalp kası iltihabı) gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıklara yol açabilir. Enfeksiyonun komplikasyonları akut solunum sıkıntısı sendromu, menenjit, ensefalit ve astım ve kardiyovasküler hastalıklar gibi önceden var olan sağlık sorunlarının kötüleşmesidir. Virüs enfeksiyonu olduğu için tedavisi yoktur.", "question": "Kronik hastalığı olan kişilerde ve yaşlılarda nelere yol açabilir?", "answers": { "text": [ "pnömoni (zatürre), meningoensefalit (beyin iltihabı), myokardit (kalp kası iltihabı) gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıklara" ], "answer_start": [ 262 ] } }, { "context": "Grip, viral bir hastalıktır. Grip virüsü Orthomyxoviridae familyasına mensup örtülü bir RNA virüsüdür. Virüs, öksürük ve hapşırmak ile yayılan damlacıklarla, ayrıca öpüşme ve tokalaşma gibi temaslar yoluyla bulaşır. Kronik hastalığı olan kişilerde ve yaşlılarda pnömoni (zatürre), meningoensefalit (beyin iltihabı), myokardit (kalp kası iltihabı) gibi ölümle sonuçlanabilecek hastalıklara yol açabilir. Enfeksiyonun komplikasyonları akut solunum sıkıntısı sendromu, menenjit, ensefalit ve astım ve kardiyovasküler hastalıklar gibi önceden var olan sağlık sorunlarının kötüleşmesidir. Virüs enfeksiyonu olduğu için tedavisi yoktur.", "question": "Grip enfeksiyonunun komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "akut solunum sıkıntısı sendromu, menenjit, ensefalit ve astım ve kardiyovasküler hastalıklar gibi önceden var olan sağlık sorunlarının kötüleşmesidir" ], "answer_start": [ 433 ] } }, { "context": "Guatr tiroid bezinin normal dışı olarak büyümesi hastalığıdır. Türleri Basit guatr, Yaygın guatr, Zehirli guatr ve Zehirli olmayan guatrdır. İnsan vücudunda normal iyot oranı olan %48'lik bir orandan az ya da %58'den fazla olması sebep olur. Daha çok Afrika, Nikaragua, Rusya'nın Güneydoğu kısmı ve Türkiye'nin Güneydoğusu ile Küba, Kazakistan, Kırgızistan gibi ülkelerde rastlanmaktadır. Türkiye'de ilk kez Tevfik Fikret bu hastalığa yakalanmıştır.", "question": "Guatr nedir?", "answers": { "text": [ "tiroid bezinin normal dışı olarak büyümesi hastalığıdır" ], "answer_start": [ 6 ] } }, { "context": "Guatr tiroid bezinin normal dışı olarak büyümesi hastalığıdır. Türleri Basit guatr, Yaygın guatr, Zehirli guatr ve Zehirli olmayan guatrdır. İnsan vücudunda normal iyot oranı olan %48'lik bir orandan az ya da %58'den fazla olması sebep olur. Daha çok Afrika, Nikaragua, Rusya'nın Güneydoğu kısmı ve Türkiye'nin Güneydoğusu ile Küba, Kazakistan, Kırgızistan gibi ülkelerde rastlanmaktadır. Türkiye'de ilk kez Tevfik Fikret bu hastalığa yakalanmıştır.", "question": "Guatrın türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Basit guatr, Yaygın guatr, Zehirli guatr ve Zehirli olmayan guatr" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Guatr tiroid bezinin normal dışı olarak büyümesi hastalığıdır. Türleri Basit guatr, Yaygın guatr, Zehirli guatr ve Zehirli olmayan guatrdır. İnsan vücudunda normal iyot oranı olan %48'lik bir orandan az ya da %58'den fazla olması sebep olur. Daha çok Afrika, Nikaragua, Rusya'nın Güneydoğu kısmı ve Türkiye'nin Güneydoğusu ile Küba, Kazakistan, Kırgızistan gibi ülkelerde rastlanmaktadır. Türkiye'de ilk kez Tevfik Fikret bu hastalığa yakalanmıştır.", "question": "Guatra ne sebep olur?", "answers": { "text": [ "İnsan vücudunda normal iyot oranı olan %48'lik bir orandan az ya da %58'den fazla olması" ], "answer_start": [ 141 ] } }, { "context": "Guatr tiroid bezinin normal dışı olarak büyümesi hastalığıdır. Türleri Basit guatr, Yaygın guatr, Zehirli guatr ve Zehirli olmayan guatrdır. İnsan vücudunda normal iyot oranı olan %48'lik bir orandan az ya da %58'den fazla olması sebep olur. Daha çok Afrika, Nikaragua, Rusya'nın Güneydoğu kısmı ve Türkiye'nin Güneydoğusu ile Küba, Kazakistan, Kırgızistan gibi ülkelerde rastlanmaktadır. Türkiye'de ilk kez Tevfik Fikret bu hastalığa yakalanmıştır.", "question": "Hangi ülkelerde rastlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "Afrika, Nikaragua, Rusya'nın Güneydoğu kısmı ve Türkiye'nin Güneydoğusu ile Küba, Kazakistan, Kırgızistan" ], "answer_start": [ 251 ] } }, { "context": "Guatr tiroid bezinin normal dışı olarak büyümesi hastalığıdır. Türleri Basit guatr, Yaygın guatr, Zehirli guatr ve Zehirli olmayan guatrdır. İnsan vücudunda normal iyot oranı olan %48'lik bir orandan az ya da %58'den fazla olması sebep olur. Daha çok Afrika, Nikaragua, Rusya'nın Güneydoğu kısmı ve Türkiye'nin Güneydoğusu ile Küba, Kazakistan, Kırgızistan gibi ülkelerde rastlanmaktadır. Türkiye'de ilk kez Tevfik Fikret bu hastalığa yakalanmıştır.", "question": "Türkiye'de ilk kez kim bu hastalığa yakalanmıştır?", "answers": { "text": [ "Tevfik Fikret" ], "answer_start": [ 408 ] } }, { "context": "Sıcak çarpması, aynı zamanda güneş çarpması olarak da bilinen bu tıbbi durum çevresel koşullar nedeniyle ısıya maruz kalınması ve termoregülasyon eksikliği nedeniyle vücut sıcaklığının 40,6 °C'nin üzerine çıktığı hipertermi olarak tanımlanan ciddi bir ısıya bağlı hastalıktır. Önleyici tedbirler çok miktarda soğuk sıvı almak ve parketmiş araçların içi gibi kısa sürede aşırı ısınabilen ve havalandırılmayan ortamlardan yani aşırı sıcak ve nemden uzak durmaktır. Tedavisi, fiziksel olarak vücudun sıcaklığının düşürülmesidir. Belirtileri 40,6 °C'nin üzerinde bir vücut sıcaklığı ile birlikte oryantasyon bozukluğu ve terleme eksikliğidir. Özellikle küçük çocuklar nöbet geçirebilir. Sıcak çarpması bilinç kaybı, organ yetmezliği ve ölümle sonuçlanır.", "question": "Sıcak çarpması nedir?", "answers": { "text": [ "hipertermi" ], "answer_start": [ 213 ] } }, { "context": "Sıcak çarpması, aynı zamanda güneş çarpması olarak da bilinen bu tıbbi durum çevresel koşullar nedeniyle ısıya maruz kalınması ve termoregülasyon eksikliği nedeniyle vücut sıcaklığının 40,6 °C'nin üzerine çıktığı hipertermi olarak tanımlanan ciddi bir ısıya bağlı hastalıktır. Önleyici tedbirler çok miktarda soğuk sıvı almak ve parketmiş araçların içi gibi kısa sürede aşırı ısınabilen ve havalandırılmayan ortamlardan yani aşırı sıcak ve nemden uzak durmaktır. Tedavisi, fiziksel olarak vücudun sıcaklığının düşürülmesidir. Belirtileri 40,6 °C'nin üzerinde bir vücut sıcaklığı ile birlikte oryantasyon bozukluğu ve terleme eksikliğidir. Özellikle küçük çocuklar nöbet geçirebilir. Sıcak çarpması bilinç kaybı, organ yetmezliği ve ölümle sonuçlanır.", "question": "Önleyici tedbirler nelerdir?", "answers": { "text": [ "çok miktarda soğuk sıvı almak ve parketmiş araçların içi gibi kısa sürede aşırı ısınabilen ve havalandırılmayan ortamlardan yani aşırı sıcak ve nemden uzak durmak" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Sıcak çarpması, aynı zamanda güneş çarpması olarak da bilinen bu tıbbi durum çevresel koşullar nedeniyle ısıya maruz kalınması ve termoregülasyon eksikliği nedeniyle vücut sıcaklığının 40,6 °C'nin üzerine çıktığı hipertermi olarak tanımlanan ciddi bir ısıya bağlı hastalıktır. Önleyici tedbirler çok miktarda soğuk sıvı almak ve parketmiş araçların içi gibi kısa sürede aşırı ısınabilen ve havalandırılmayan ortamlardan yani aşırı sıcak ve nemden uzak durmaktır. Tedavisi, fiziksel olarak vücudun sıcaklığının düşürülmesidir. Belirtileri 40,6 °C'nin üzerinde bir vücut sıcaklığı ile birlikte oryantasyon bozukluğu ve terleme eksikliğidir. Özellikle küçük çocuklar nöbet geçirebilir. Sıcak çarpması bilinç kaybı, organ yetmezliği ve ölümle sonuçlanır.", "question": "Sıcak çarpmasının tedavisi nedir?", "answers": { "text": [ "fiziksel olarak vücudun sıcaklığının düşürülmesi" ], "answer_start": [ 473 ] } }, { "context": "Sıcak çarpması, aynı zamanda güneş çarpması olarak da bilinen bu tıbbi durum çevresel koşullar nedeniyle ısıya maruz kalınması ve termoregülasyon eksikliği nedeniyle vücut sıcaklığının 40,6 °C'nin üzerine çıktığı hipertermi olarak tanımlanan ciddi bir ısıya bağlı hastalıktır. Önleyici tedbirler çok miktarda soğuk sıvı almak ve parketmiş araçların içi gibi kısa sürede aşırı ısınabilen ve havalandırılmayan ortamlardan yani aşırı sıcak ve nemden uzak durmaktır. Tedavisi, fiziksel olarak vücudun sıcaklığının düşürülmesidir. Belirtileri 40,6 °C'nin üzerinde bir vücut sıcaklığı ile birlikte oryantasyon bozukluğu ve terleme eksikliğidir. Özellikle küçük çocuklar nöbet geçirebilir. Sıcak çarpması bilinç kaybı, organ yetmezliği ve ölümle sonuçlanır.", "question": "Sıcak çarpmasının belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "oryantasyon bozukluğu ve terleme eksikliği" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Sıcak çarpması, aynı zamanda güneş çarpması olarak da bilinen bu tıbbi durum çevresel koşullar nedeniyle ısıya maruz kalınması ve termoregülasyon eksikliği nedeniyle vücut sıcaklığının 40,6 °C'nin üzerine çıktığı hipertermi olarak tanımlanan ciddi bir ısıya bağlı hastalıktır. Önleyici tedbirler çok miktarda soğuk sıvı almak ve parketmiş araçların içi gibi kısa sürede aşırı ısınabilen ve havalandırılmayan ortamlardan yani aşırı sıcak ve nemden uzak durmaktır. Tedavisi, fiziksel olarak vücudun sıcaklığının düşürülmesidir. Belirtileri 40,6 °C'nin üzerinde bir vücut sıcaklığı ile birlikte oryantasyon bozukluğu ve terleme eksikliğidir. Özellikle küçük çocuklar nöbet geçirebilir. Sıcak çarpması bilinç kaybı, organ yetmezliği ve ölümle sonuçlanır.", "question": "Sıcak çarpması nasıl sonuçlanır?", "answers": { "text": [ "bilinç kaybı, organ yetmezliği ve ölümle" ], "answer_start": [ 698 ] } }, { "context": "Havale, çeşitli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, birdenbire başlayan ve birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar sürebilen, şuur kaybı, nefes alamama, kasılma ve çırpınmalarla seyreden durumdur. Yeterli oksijen alamama ve kanamanın tesirlerinin görüldüğü doğum sırasında çocuğun geçirdiği zor durumlar, beynin doğuştan bazı hastalıkları ve enfeksiyon hastalıkları (mikrobik hastalıklar), süt çocuklarındaki nedenlerdir. Ateşli hastalıklara bağlı havalelere en çok altı ay ile üç yaş arasında rastlanır. Havale geçirmekte olan çocuğun solunum yolları açık tutulmalıdır. İlk aylardaki bebeklerde, sıçrama, ağızdan salya akması, gözlerin kayması, hareketsizlik, ağızda irade dışı çiğneme ve emme hareketleri şeklinde nöbetler ortaya çıkabilir.", "question": "Havale nedir?", "answers": { "text": [ "çeşitli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, birdenbire başlayan ve birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar sürebilen, şuur kaybı, nefes alamama, kasılma ve çırpınmalarla seyreden durumdur" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Havale, çeşitli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, birdenbire başlayan ve birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar sürebilen, şuur kaybı, nefes alamama, kasılma ve çırpınmalarla seyreden durumdur. Yeterli oksijen alamama ve kanamanın tesirlerinin görüldüğü doğum sırasında çocuğun geçirdiği zor durumlar, beynin doğuştan bazı hastalıkları ve enfeksiyon hastalıkları (mikrobik hastalıklar), süt çocuklarındaki nedenlerdir. Ateşli hastalıklara bağlı havalelere en çok altı ay ile üç yaş arasında rastlanır. Havale geçirmekte olan çocuğun solunum yolları açık tutulmalıdır. İlk aylardaki bebeklerde, sıçrama, ağızdan salya akması, gözlerin kayması, hareketsizlik, ağızda irade dışı çiğneme ve emme hareketleri şeklinde nöbetler ortaya çıkabilir.", "question": "Süt çocuklarındaki nedenler nelerdir?", "answers": { "text": [ "doğum sırasında çocuğun geçirdiği zor durumlar, beynin doğuştan bazı hastalıkları ve enfeksiyon hastalıkları (mikrobik hastalıklar)" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Havale, çeşitli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, birdenbire başlayan ve birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar sürebilen, şuur kaybı, nefes alamama, kasılma ve çırpınmalarla seyreden durumdur. Yeterli oksijen alamama ve kanamanın tesirlerinin görüldüğü doğum sırasında çocuğun geçirdiği zor durumlar, beynin doğuştan bazı hastalıkları ve enfeksiyon hastalıkları (mikrobik hastalıklar), süt çocuklarındaki nedenlerdir. Ateşli hastalıklara bağlı havalelere en çok altı ay ile üç yaş arasında rastlanır. Havale geçirmekte olan çocuğun solunum yolları açık tutulmalıdır. İlk aylardaki bebeklerde, sıçrama, ağızdan salya akması, gözlerin kayması, hareketsizlik, ağızda irade dışı çiğneme ve emme hareketleri şeklinde nöbetler ortaya çıkabilir.", "question": "Ateşli hastalıklara bağlı havalelere en çok ne zaman rastlanır?", "answers": { "text": [ "altı ay ile üç yaş arasında" ], "answer_start": [ 463 ] } }, { "context": "Havale, çeşitli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, birdenbire başlayan ve birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar sürebilen, şuur kaybı, nefes alamama, kasılma ve çırpınmalarla seyreden durumdur. Yeterli oksijen alamama ve kanamanın tesirlerinin görüldüğü doğum sırasında çocuğun geçirdiği zor durumlar, beynin doğuştan bazı hastalıkları ve enfeksiyon hastalıkları (mikrobik hastalıklar), süt çocuklarındaki nedenlerdir. Ateşli hastalıklara bağlı havalelere en çok altı ay ile üç yaş arasında rastlanır. Havale geçirmekte olan çocuğun solunum yolları açık tutulmalıdır. İlk aylardaki bebeklerde, sıçrama, ağızdan salya akması, gözlerin kayması, hareketsizlik, ağızda irade dışı çiğneme ve emme hareketleri şeklinde nöbetler ortaya çıkabilir.", "question": "Havale geçiren bir çocukta ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "solunum yolları açık tutulmalıdır" ], "answer_start": [ 533 ] } }, { "context": "Havale, çeşitli sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan, birdenbire başlayan ve birkaç saniyeden 1-2 dakikaya kadar sürebilen, şuur kaybı, nefes alamama, kasılma ve çırpınmalarla seyreden durumdur. Yeterli oksijen alamama ve kanamanın tesirlerinin görüldüğü doğum sırasında çocuğun geçirdiği zor durumlar, beynin doğuştan bazı hastalıkları ve enfeksiyon hastalıkları (mikrobik hastalıklar), süt çocuklarındaki nedenlerdir. Ateşli hastalıklara bağlı havalelere en çok altı ay ile üç yaş arasında rastlanır. Havale geçirmekte olan çocuğun solunum yolları açık tutulmalıdır. İlk aylardaki bebeklerde, sıçrama, ağızdan salya akması, gözlerin kayması, hareketsizlik, ağızda irade dışı çiğneme ve emme hareketleri şeklinde nöbetler ortaya çıkabilir.", "question": "İlk aylardaki bebeklerde havale nasıl belirtilerle ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "sıçrama, ağızdan salya akması, gözlerin kayması, hareketsizlik, ağızda irade dışı çiğneme ve emme hareketleri şeklinde nöbetler" ], "answer_start": [ 594 ] } }, { "context": "Hemofili, çoğunlukla genetik geçiş gösteren, vücutta kanın pıhtılaşma sisteminde rol alan ve pıhtılaşma faktörleri olarak adlandırılan proteinlerin eksikliği veya yokluğu nedeniyle ortaya çıkan, pıhtılaşma bozukluğu yaratan ve X kromozomundaki çekinik bir gen ile taşınan bir tür kanın pıhtılaşamaması hastalığıdır. İç kanama damarlardan herhangi birinde hasar meydana gelmesi durumunda oluşur. Eklem içi kanamalar en sık ayak, el bileklerinde ve dizlerde görülür. Bunun nedeni, bu bölgelerin hareket anında en fazla yüklenilen, hareket eden ve darbelere maruz kalan bölümler olmalarıdır. Bu kanama türünde oluşan basınç nedeniyle hastalarda şiddetli ağrılar görülür. Zamanında tedavi edilmeyen eklem içi kanamalar kalıcı hasarlar bırakabilirler. Bu kanamaların en önemli belirtileri eklemlerde hareket sırasında ağrı ve ısı artışıdır. Orta şiddette kanamalar, Kas içi kanamalar, Doku içi kanamalar olarak ayrılır. Hafif şiddette kanamalar Burun kanamaları ve Hafif kesik ve sıyrıklar olarak ayrılır.", "question": "Hemofili nedir?", "answers": { "text": [ "bir tür kanın pıhtılaşamaması hastalığıdır" ], "answer_start": [ 272 ] } }, { "context": "Hemofili, çoğunlukla genetik geçiş gösteren, vücutta kanın pıhtılaşma sisteminde rol alan ve pıhtılaşma faktörleri olarak adlandırılan proteinlerin eksikliği veya yokluğu nedeniyle ortaya çıkan, pıhtılaşma bozukluğu yaratan ve X kromozomundaki çekinik bir gen ile taşınan bir tür kanın pıhtılaşamaması hastalığıdır. İç kanama damarlardan herhangi birinde hasar meydana gelmesi durumunda oluşur. Eklem içi kanamalar en sık ayak, el bileklerinde ve dizlerde görülür. Bunun nedeni, bu bölgelerin hareket anında en fazla yüklenilen, hareket eden ve darbelere maruz kalan bölümler olmalarıdır. Bu kanama türünde oluşan basınç nedeniyle hastalarda şiddetli ağrılar görülür. Zamanında tedavi edilmeyen eklem içi kanamalar kalıcı hasarlar bırakabilirler. Bu kanamaların en önemli belirtileri eklemlerde hareket sırasında ağrı ve ısı artışıdır. Orta şiddette kanamalar, Kas içi kanamalar, Doku içi kanamalar olarak ayrılır. Hafif şiddette kanamalar Burun kanamaları ve Hafif kesik ve sıyrıklar olarak ayrılır.", "question": "Eklem içi kanamalar en sık nerelerde görülür?", "answers": { "text": [ "ayak, el bileklerinde ve dizlerde" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "Hemofili, çoğunlukla genetik geçiş gösteren, vücutta kanın pıhtılaşma sisteminde rol alan ve pıhtılaşma faktörleri olarak adlandırılan proteinlerin eksikliği veya yokluğu nedeniyle ortaya çıkan, pıhtılaşma bozukluğu yaratan ve X kromozomundaki çekinik bir gen ile taşınan bir tür kanın pıhtılaşamaması hastalığıdır. İç kanama damarlardan herhangi birinde hasar meydana gelmesi durumunda oluşur. Eklem içi kanamalar en sık ayak, el bileklerinde ve dizlerde görülür. Bunun nedeni, bu bölgelerin hareket anında en fazla yüklenilen, hareket eden ve darbelere maruz kalan bölümler olmalarıdır. Bu kanama türünde oluşan basınç nedeniyle hastalarda şiddetli ağrılar görülür. Zamanında tedavi edilmeyen eklem içi kanamalar kalıcı hasarlar bırakabilirler. Bu kanamaların en önemli belirtileri eklemlerde hareket sırasında ağrı ve ısı artışıdır. Orta şiddette kanamalar, Kas içi kanamalar, Doku içi kanamalar olarak ayrılır. Hafif şiddette kanamalar Burun kanamaları ve Hafif kesik ve sıyrıklar olarak ayrılır.", "question": "İç kanama ne zaman oluşur?", "answers": { "text": [ "damarlardan herhangi birinde hasar meydana gelmesi durumunda" ], "answer_start": [ 326 ] } }, { "context": "Hemofili, çoğunlukla genetik geçiş gösteren, vücutta kanın pıhtılaşma sisteminde rol alan ve pıhtılaşma faktörleri olarak adlandırılan proteinlerin eksikliği veya yokluğu nedeniyle ortaya çıkan, pıhtılaşma bozukluğu yaratan ve X kromozomundaki çekinik bir gen ile taşınan bir tür kanın pıhtılaşamaması hastalığıdır. İç kanama damarlardan herhangi birinde hasar meydana gelmesi durumunda oluşur. Eklem içi kanamalar en sık ayak, el bileklerinde ve dizlerde görülür. Bunun nedeni, bu bölgelerin hareket anında en fazla yüklenilen, hareket eden ve darbelere maruz kalan bölümler olmalarıdır. Bu kanama türünde oluşan basınç nedeniyle hastalarda şiddetli ağrılar görülür. Zamanında tedavi edilmeyen eklem içi kanamalar kalıcı hasarlar bırakabilirler. Bu kanamaların en önemli belirtileri eklemlerde hareket sırasında ağrı ve ısı artışıdır. Orta şiddette kanamalar, Kas içi kanamalar, Doku içi kanamalar olarak ayrılır. Hafif şiddette kanamalar Burun kanamaları ve Hafif kesik ve sıyrıklar olarak ayrılır.", "question": "Hemofilide orta şiddette kanamalar nasıl ayrılır?", "answers": { "text": [ "Kas içi kanamalar, Doku içi kanamalar" ], "answer_start": [ 861 ] } }, { "context": "Hemofili, çoğunlukla genetik geçiş gösteren, vücutta kanın pıhtılaşma sisteminde rol alan ve pıhtılaşma faktörleri olarak adlandırılan proteinlerin eksikliği veya yokluğu nedeniyle ortaya çıkan, pıhtılaşma bozukluğu yaratan ve X kromozomundaki çekinik bir gen ile taşınan bir tür kanın pıhtılaşamaması hastalığıdır. İç kanama damarlardan herhangi birinde hasar meydana gelmesi durumunda oluşur. Eklem içi kanamalar en sık ayak, el bileklerinde ve dizlerde görülür. Bunun nedeni, bu bölgelerin hareket anında en fazla yüklenilen, hareket eden ve darbelere maruz kalan bölümler olmalarıdır. Bu kanama türünde oluşan basınç nedeniyle hastalarda şiddetli ağrılar görülür. Zamanında tedavi edilmeyen eklem içi kanamalar kalıcı hasarlar bırakabilirler. Bu kanamaların en önemli belirtileri eklemlerde hareket sırasında ağrı ve ısı artışıdır. Orta şiddette kanamalar, Kas içi kanamalar, Doku içi kanamalar olarak ayrılır. Hafif şiddette kanamalar Burun kanamaları ve Hafif kesik ve sıyrıklar olarak ayrılır.", "question": "Hemofilide hafif şiddette kanamalar hangi türlerde olur?", "answers": { "text": [ "Burun kanamaları ve Hafif kesik ve sıyrıklar" ], "answer_start": [ 940 ] } }, { "context": "Hipokrat yüzü, bazı hastalıkların ileri aşamalarında yüzün belirgin değişikliklere uğramasıdır. Latince adı Facies Hipocratica'dır. Modern tıptaki birçok başka belirti gibi, Hipokrat'ın adıyla anılır. Hastalıkta yanaklar çöker, burun sivrilerek öne çıkar, gözler çukura kaçar, göz kapakları düşer, alt dudak sarkar. Bazı hastalıkların ileri aşamalarında ve ölüme yaklaşıldığı durumlarda ortaya çıkar.", "question": "Hipokrat yüzü nedir?", "answers": { "text": [ "bazı hastalıkların ileri aşamalarında yüzün belirgin değişikliklere uğraması" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Hipokrat yüzü, bazı hastalıkların ileri aşamalarında yüzün belirgin değişikliklere uğramasıdır. Latince adı Facies Hipocratica'dır. Modern tıptaki birçok başka belirti gibi, Hipokrat'ın adıyla anılır. Hastalıkta yanaklar çöker, burun sivrilerek öne çıkar, gözler çukura kaçar, göz kapakları düşer, alt dudak sarkar. Bazı hastalıkların ileri aşamalarında ve ölüme yaklaşıldığı durumlarda ortaya çıkar.", "question": "Hipokrat yüzünün Latince adı nedir?", "answers": { "text": [ "Facies Hipocratica" ], "answer_start": [ 108 ] } }, { "context": "Hipokrat yüzü, bazı hastalıkların ileri aşamalarında yüzün belirgin değişikliklere uğramasıdır. Latince adı Facies Hipocratica'dır. Modern tıptaki birçok başka belirti gibi, Hipokrat'ın adıyla anılır. Hastalıkta yanaklar çöker, burun sivrilerek öne çıkar, gözler çukura kaçar, göz kapakları düşer, alt dudak sarkar. Bazı hastalıkların ileri aşamalarında ve ölüme yaklaşıldığı durumlarda ortaya çıkar.", "question": "Hipokrat yüzü ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "Bazı hastalıkların ileri aşamalarında ve ölüme yaklaşıldığı durumlarda" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "Hipokrat yüzü, bazı hastalıkların ileri aşamalarında yüzün belirgin değişikliklere uğramasıdır. Latince adı Facies Hipocratica'dır. Modern tıptaki birçok başka belirti gibi, Hipokrat'ın adıyla anılır. Hastalıkta yanaklar çöker, burun sivrilerek öne çıkar, gözler çukura kaçar, göz kapakları düşer, alt dudak sarkar. Bazı hastalıkların ileri aşamalarında ve ölüme yaklaşıldığı durumlarda ortaya çıkar.", "question": "Hipokrat yüzünde neler olur?", "answers": { "text": [ "yanaklar çöker, burun sivrilerek öne çıkar, gözler çukura kaçar, göz kapakları düşer, alt dudak sarkar" ], "answer_start": [ 212 ] } }, { "context": "Hipokrat yüzü, bazı hastalıkların ileri aşamalarında yüzün belirgin değişikliklere uğramasıdır. Latince adı Facies Hipocratica'dır. Modern tıptaki birçok başka belirti gibi, Hipokrat'ın adıyla anılır. Hastalıkta yanaklar çöker, burun sivrilerek öne çıkar, gözler çukura kaçar, göz kapakları düşer, alt dudak sarkar. Bazı hastalıkların ileri aşamalarında ve ölüme yaklaşıldığı durumlarda ortaya çıkar.", "question": "Hipokrat yüzü kimin adıyla anılır?", "answers": { "text": [ "Hipokrat" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "AIDS, etkeni HIV olan bir enfeksiyon hastalığıdır. İlk kez 1980’lerde Orta ve Güney Afrika’da gündeme gelmiştir. HIV, bağışıklık sistemindeki akyuvarların (özellikle CD4+ lenfositler) yapısını bozarak ve sayısını azaltarak vücudun enfeksiyonlara karşı direncini ortadan kaldırır. AIDS, cinsel yolla, orofaringeal ve gastrointestinal mukoza, kan yolu, plasenta, emzirme gibi yollarla bulaşır. AIDS belirtileri ateş, bitkinlik, gece terlemeleri, kilo kaybı, baş ağrıları, eklem ve kas ağrıları, farenjit, deri döküntüleri, lenfadenopati, diyare ve kusmadır.", "question": "AIDS nedir?", "answers": { "text": [ "bir enfeksiyon hastalığıdır" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "AIDS, etkeni HIV olan bir enfeksiyon hastalığıdır. İlk kez 1980’lerde Orta ve Güney Afrika’da gündeme gelmiştir. HIV, bağışıklık sistemindeki akyuvarların (özellikle CD4+ lenfositler) yapısını bozarak ve sayısını azaltarak vücudun enfeksiyonlara karşı direncini ortadan kaldırır. AIDS, cinsel yolla, orofaringeal ve gastrointestinal mukoza, kan yolu, plasenta, emzirme gibi yollarla bulaşır. AIDS belirtileri ateş, bitkinlik, gece terlemeleri, kilo kaybı, baş ağrıları, eklem ve kas ağrıları, farenjit, deri döküntüleri, lenfadenopati, diyare ve kusmadır.", "question": "AIDS ilk kez ne zaman gündeme gelmiştir?", "answers": { "text": [ "1980’lerde" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "AIDS, etkeni HIV olan bir enfeksiyon hastalığıdır. İlk kez 1980’lerde Orta ve Güney Afrika’da gündeme gelmiştir. HIV, bağışıklık sistemindeki akyuvarların (özellikle CD4+ lenfositler) yapısını bozarak ve sayısını azaltarak vücudun enfeksiyonlara karşı direncini ortadan kaldırır. AIDS, cinsel yolla, orofaringeal ve gastrointestinal mukoza, kan yolu, plasenta, emzirme gibi yollarla bulaşır. AIDS belirtileri ateş, bitkinlik, gece terlemeleri, kilo kaybı, baş ağrıları, eklem ve kas ağrıları, farenjit, deri döküntüleri, lenfadenopati, diyare ve kusmadır.", "question": "HIV'in bağışıklık sistemi üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "akyuvarların (özellikle CD4+ lenfositler) yapısını bozarak ve sayısını azaltarak vücudun enfeksiyonlara karşı direncini ortadan kaldırır" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "AIDS, etkeni HIV olan bir enfeksiyon hastalığıdır. İlk kez 1980’lerde Orta ve Güney Afrika’da gündeme gelmiştir. HIV, bağışıklık sistemindeki akyuvarların (özellikle CD4+ lenfositler) yapısını bozarak ve sayısını azaltarak vücudun enfeksiyonlara karşı direncini ortadan kaldırır. AIDS, cinsel yolla, orofaringeal ve gastrointestinal mukoza, kan yolu, plasenta, emzirme gibi yollarla bulaşır. AIDS belirtileri ateş, bitkinlik, gece terlemeleri, kilo kaybı, baş ağrıları, eklem ve kas ağrıları, farenjit, deri döküntüleri, lenfadenopati, diyare ve kusmadır.", "question": "AIDS nasıl bulaşır?", "answers": { "text": [ "cinsel yolla, orofaringeal ve gastrointestinal mukoza, kan yolu, plasenta, emzirme gibi yollarla" ], "answer_start": [ 286 ] } }, { "context": "AIDS, etkeni HIV olan bir enfeksiyon hastalığıdır. İlk kez 1980’lerde Orta ve Güney Afrika’da gündeme gelmiştir. HIV, bağışıklık sistemindeki akyuvarların (özellikle CD4+ lenfositler) yapısını bozarak ve sayısını azaltarak vücudun enfeksiyonlara karşı direncini ortadan kaldırır. AIDS, cinsel yolla, orofaringeal ve gastrointestinal mukoza, kan yolu, plasenta, emzirme gibi yollarla bulaşır. AIDS belirtileri ateş, bitkinlik, gece terlemeleri, kilo kaybı, baş ağrıları, eklem ve kas ağrıları, farenjit, deri döküntüleri, lenfadenopati, diyare ve kusmadır.", "question": "AIDS'in belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ateş, bitkinlik, gece terlemeleri, kilo kaybı, baş ağrıları, eklem ve kas ağrıları, farenjit, deri döküntüleri, lenfadenopati, diyare ve kusma" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "Hipotiroidi, tiroit bezinin yapısal ya da işlevsel bozuklukları nedeniyle ortaya çıkan tiroit hormonu eksikliği olgusudur. Hipotalamus-Hipofiz-Tiroit aksındaki sorunlar hipotiroidiye neden olur. Tanı için kan TSH düzeyine bakılır. Tiroit hormonunun yeterince üretilemediği hastalara sentetik hormon (levothyroxin) tedavisi uygulanır. Erken hipotiroidizm genellikle asemptomatiktir ya da belirsiz semptomlarla kendini gösterir.", "question": "Hipotiroidi nedir?", "answers": { "text": [ "tiroit hormonu eksikliği" ], "answer_start": [ 87 ] } }, { "context": "Hipotiroidi, tiroit bezinin yapısal ya da işlevsel bozuklukları nedeniyle ortaya çıkan tiroit hormonu eksikliği olgusudur. Hipotalamus-Hipofiz-Tiroit aksındaki sorunlar hipotiroidiye neden olur. Tanı için kan TSH düzeyine bakılır. Tiroit hormonunun yeterince üretilemediği hastalara sentetik hormon (levothyroxin) tedavisi uygulanır. Erken hipotiroidizm genellikle asemptomatiktir ya da belirsiz semptomlarla kendini gösterir.", "question": "Hipotiroidine ne neden olur?", "answers": { "text": [ "Hipotalamus-Hipofiz-Tiroit aksındaki sorunlar" ], "answer_start": [ 123 ] } }, { "context": "Hipotiroidi, tiroit bezinin yapısal ya da işlevsel bozuklukları nedeniyle ortaya çıkan tiroit hormonu eksikliği olgusudur. Hipotalamus-Hipofiz-Tiroit aksındaki sorunlar hipotiroidiye neden olur. Tanı için kan TSH düzeyine bakılır. Tiroit hormonunun yeterince üretilemediği hastalara sentetik hormon (levothyroxin) tedavisi uygulanır. Erken hipotiroidizm genellikle asemptomatiktir ya da belirsiz semptomlarla kendini gösterir.", "question": "Tanı için neye bakılır?", "answers": { "text": [ "kan TSH düzeyine" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "Hipotiroidi, tiroit bezinin yapısal ya da işlevsel bozuklukları nedeniyle ortaya çıkan tiroit hormonu eksikliği olgusudur. Hipotalamus-Hipofiz-Tiroit aksındaki sorunlar hipotiroidiye neden olur. Tanı için kan TSH düzeyine bakılır. Tiroit hormonunun yeterince üretilemediği hastalara sentetik hormon (levothyroxin) tedavisi uygulanır. Erken hipotiroidizm genellikle asemptomatiktir ya da belirsiz semptomlarla kendini gösterir.", "question": "Hipotiroidi tedavisinde ne kullanılır?", "answers": { "text": [ "sentetik hormon" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Hipotiroidi, tiroit bezinin yapısal ya da işlevsel bozuklukları nedeniyle ortaya çıkan tiroit hormonu eksikliği olgusudur. Hipotalamus-Hipofiz-Tiroit aksındaki sorunlar hipotiroidiye neden olur. Tanı için kan TSH düzeyine bakılır. Tiroit hormonunun yeterince üretilemediği hastalara sentetik hormon (levothyroxin) tedavisi uygulanır. Erken hipotiroidizm genellikle asemptomatiktir ya da belirsiz semptomlarla kendini gösterir.", "question": "Erken hipotiroidizm nasıl kendini gösterir?", "answers": { "text": [ "belirsiz semptomlarla" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Kabakulak, insanlarda oluşan bir viral hastalıktır. Kabakulak virüsü Paramyxoviridae familyasının zarflı bir RNA virüsüdür. Belirtileri tükürük bezlerinin (genelde parotis bezinin) ağrılı bir şekilde şişmesi ve ateştir. Aşısının geliştirilmesinden ve uygulanmaya başlanmasından önce dünya çapında yaygın bir çocukluk-dönemi hastalığıydı. Bununla birlikte bu hastalık üçüncü dünya ülkelerinde önemli bir sağlık sorunudur. Hastalığın semptomları şiddetli baş ağrısı, yüksek ateş, sürekli kusma, devamlı uyku hali ve testislerde ağrıdır.", "question": "Kabakulak nedir?", "answers": { "text": [ "viral hastalıktır" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Kabakulak, insanlarda oluşan bir viral hastalıktır. Kabakulak virüsü Paramyxoviridae familyasının zarflı bir RNA virüsüdür. Belirtileri tükürük bezlerinin (genelde parotis bezinin) ağrılı bir şekilde şişmesi ve ateştir. Aşısının geliştirilmesinden ve uygulanmaya başlanmasından önce dünya çapında yaygın bir çocukluk-dönemi hastalığıydı. Bununla birlikte bu hastalık üçüncü dünya ülkelerinde önemli bir sağlık sorunudur. Hastalığın semptomları şiddetli baş ağrısı, yüksek ateş, sürekli kusma, devamlı uyku hali ve testislerde ağrıdır.", "question": "Kabakulak virüsü nedir?", "answers": { "text": [ "Paramyxoviridae familyasının zarflı bir RNA virüsü" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Kabakulak, insanlarda oluşan bir viral hastalıktır. Kabakulak virüsü Paramyxoviridae familyasının zarflı bir RNA virüsüdür. Belirtileri tükürük bezlerinin (genelde parotis bezinin) ağrılı bir şekilde şişmesi ve ateştir. Aşısının geliştirilmesinden ve uygulanmaya başlanmasından önce dünya çapında yaygın bir çocukluk-dönemi hastalığıydı. Bununla birlikte bu hastalık üçüncü dünya ülkelerinde önemli bir sağlık sorunudur. Hastalığın semptomları şiddetli baş ağrısı, yüksek ateş, sürekli kusma, devamlı uyku hali ve testislerde ağrıdır.", "question": "Kabakulak belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "tükürük bezlerinin (genelde parotis bezinin) ağrılı bir şekilde şişmesi ve ateş" ], "answer_start": [ 136 ] } }, { "context": "Kabakulak, insanlarda oluşan bir viral hastalıktır. Kabakulak virüsü Paramyxoviridae familyasının zarflı bir RNA virüsüdür. Belirtileri tükürük bezlerinin (genelde parotis bezinin) ağrılı bir şekilde şişmesi ve ateştir. Aşısının geliştirilmesinden ve uygulanmaya başlanmasından önce dünya çapında yaygın bir çocukluk-dönemi hastalığıydı. Bununla birlikte bu hastalık üçüncü dünya ülkelerinde önemli bir sağlık sorunudur. Hastalığın semptomları şiddetli baş ağrısı, yüksek ateş, sürekli kusma, devamlı uyku hali ve testislerde ağrıdır.", "question": "Hastalık hangi ülkelerde önemli bir sağlık sorunudur?", "answers": { "text": [ "üçüncü dünya ülkelerinde" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Kabakulak, insanlarda oluşan bir viral hastalıktır. Kabakulak virüsü Paramyxoviridae familyasının zarflı bir RNA virüsüdür. Belirtileri tükürük bezlerinin (genelde parotis bezinin) ağrılı bir şekilde şişmesi ve ateştir. Aşısının geliştirilmesinden ve uygulanmaya başlanmasından önce dünya çapında yaygın bir çocukluk-dönemi hastalığıydı. Bununla birlikte bu hastalık üçüncü dünya ülkelerinde önemli bir sağlık sorunudur. Hastalığın semptomları şiddetli baş ağrısı, yüksek ateş, sürekli kusma, devamlı uyku hali ve testislerde ağrıdır.", "question": "Kabakulak hastalığının semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "şiddetli baş ağrısı, yüksek ateş, sürekli kusma, devamlı uyku hali ve testislerde ağrı" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Kabızlık, bağırsak hareketlerinin yetersiz olması (haftada üç kez ya da daha az sayıda) ya da bağırsak hareketlerinin %25’inden çoğunda dışkılama güçlüğü ile beliren bir hastalıktır. Kabızlığa dışkının tam boşalmaması, dışkıda incelme ve ağrılı dışkılamaya neden olur. Kabızlık bağırsak hareketlerinde yavaşlama ve tıkayıcı türde dışkılama nedeniyle olabilir. Kabızlık süresinin giderek uzaması ile birlikte dışkı sertleşip taşlaşmış dışkı (fekal impaksiyon) şekline dönüşüp bağırsak düğümlenmesine yol açabilir. Genelde ileri yaşlarda görülmesine karşın toplumun her kesimini etkileyebilir. Kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat daha çok rastlanır.", "question": "Kabızlık nedir?", "answers": { "text": [ "bağırsak hareketlerinin yetersiz olması (haftada üç kez ya da daha az sayıda) ya da bağırsak hareketlerinin %25’inden çoğunda dışkılama güçlüğü ile beliren bir hastalık" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Kabızlık, bağırsak hareketlerinin yetersiz olması (haftada üç kez ya da daha az sayıda) ya da bağırsak hareketlerinin %25’inden çoğunda dışkılama güçlüğü ile beliren bir hastalıktır. Kabızlığa dışkının tam boşalmaması, dışkıda incelme ve ağrılı dışkılamaya neden olur. Kabızlık bağırsak hareketlerinde yavaşlama ve tıkayıcı türde dışkılama nedeniyle olabilir. Kabızlık süresinin giderek uzaması ile birlikte dışkı sertleşip taşlaşmış dışkı (fekal impaksiyon) şekline dönüşüp bağırsak düğümlenmesine yol açabilir. Genelde ileri yaşlarda görülmesine karşın toplumun her kesimini etkileyebilir. Kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat daha çok rastlanır.", "question": "Kabızlık neye neden olur?", "answers": { "text": [ "dışkının tam boşalmaması, dışkıda incelme ve ağrılı dışkılama" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Kabızlık, bağırsak hareketlerinin yetersiz olması (haftada üç kez ya da daha az sayıda) ya da bağırsak hareketlerinin %25’inden çoğunda dışkılama güçlüğü ile beliren bir hastalıktır. Kabızlığa dışkının tam boşalmaması, dışkıda incelme ve ağrılı dışkılamaya neden olur. Kabızlık bağırsak hareketlerinde yavaşlama ve tıkayıcı türde dışkılama nedeniyle olabilir. Kabızlık süresinin giderek uzaması ile birlikte dışkı sertleşip taşlaşmış dışkı (fekal impaksiyon) şekline dönüşüp bağırsak düğümlenmesine yol açabilir. Genelde ileri yaşlarda görülmesine karşın toplumun her kesimini etkileyebilir. Kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat daha çok rastlanır.", "question": "Kabızlığın nedenleri neler olabilir?", "answers": { "text": [ "bağırsak hareketlerinde yavaşlama ve tıkayıcı türde dışkılama" ], "answer_start": [ 278 ] } }, { "context": "Kabızlık, bağırsak hareketlerinin yetersiz olması (haftada üç kez ya da daha az sayıda) ya da bağırsak hareketlerinin %25’inden çoğunda dışkılama güçlüğü ile beliren bir hastalıktır. Kabızlığa dışkının tam boşalmaması, dışkıda incelme ve ağrılı dışkılamaya neden olur. Kabızlık bağırsak hareketlerinde yavaşlama ve tıkayıcı türde dışkılama nedeniyle olabilir. Kabızlık süresinin giderek uzaması ile birlikte dışkı sertleşip taşlaşmış dışkı (fekal impaksiyon) şekline dönüşüp bağırsak düğümlenmesine yol açabilir. Genelde ileri yaşlarda görülmesine karşın toplumun her kesimini etkileyebilir. Kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat daha çok rastlanır.", "question": "Kabızlık süresinin uzaması ile hangi soruna yol açabilir?", "answers": { "text": [ "bağırsak düğümlenmesine" ], "answer_start": [ 475 ] } }, { "context": "Kabızlık, bağırsak hareketlerinin yetersiz olması (haftada üç kez ya da daha az sayıda) ya da bağırsak hareketlerinin %25’inden çoğunda dışkılama güçlüğü ile beliren bir hastalıktır. Kabızlığa dışkının tam boşalmaması, dışkıda incelme ve ağrılı dışkılamaya neden olur. Kabızlık bağırsak hareketlerinde yavaşlama ve tıkayıcı türde dışkılama nedeniyle olabilir. Kabızlık süresinin giderek uzaması ile birlikte dışkı sertleşip taşlaşmış dışkı (fekal impaksiyon) şekline dönüşüp bağırsak düğümlenmesine yol açabilir. Genelde ileri yaşlarda görülmesine karşın toplumun her kesimini etkileyebilir. Kadınlarda erkeklere göre 2-3 kat daha çok rastlanır.", "question": "Kadınlarda erkeklere göre kaç kat daha çok rastlanır?", "answers": { "text": [ "2-3" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "Kanser, genellikle sürekli ve hızlı büyüyen tümörlerdir. Metastaza neden olurlar. Tedavi edilmeyen ya da tedavisi gecikmiş kanserler ölümcüldür. Kadınlarda en çok meme, rahim ve kalın bağırsak kanseri görülmektedir. Erkeklerde en çok akciğer, prostat, mide ve kalın bağırsak kanserleri görülmektedir. Kanserlerin belirtileri Primer (ana belirtiler), Metastazlarla ilgili belirtiler ve Sistemik belirtilerdir. Kanserin tedavileri Cerrahi, Radyoterapi (ışın) tedavisi, Kemoterapi, Alternatif tıp yöntemleri, Bağışıklık sistemini güçlendirme, İmmünoterapi ve Kök hücre naklidir. Kanser tedavisi onkoloji uzmanı doktorlar tarafından yapılır. Birçok merkezde Onkoloji Hastahaneleri mevcuttur.", "question": "Kanser nedir?", "answers": { "text": [ "sürekli ve hızlı büyüyen tümörler" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Kanser, genellikle sürekli ve hızlı büyüyen tümörlerdir. Metastaza neden olurlar. Tedavi edilmeyen ya da tedavisi gecikmiş kanserler ölümcüldür. Kadınlarda en çok meme, rahim ve kalın bağırsak kanseri görülmektedir. Erkeklerde en çok akciğer, prostat, mide ve kalın bağırsak kanserleri görülmektedir. Kanserlerin belirtileri Primer (ana belirtiler), Metastazlarla ilgili belirtiler ve Sistemik belirtilerdir. Kanserin tedavileri Cerrahi, Radyoterapi (ışın) tedavisi, Kemoterapi, Alternatif tıp yöntemleri, Bağışıklık sistemini güçlendirme, İmmünoterapi ve Kök hücre naklidir. Kanser tedavisi onkoloji uzmanı doktorlar tarafından yapılır. Birçok merkezde Onkoloji Hastahaneleri mevcuttur.", "question": "Kadınlarda en çok hangi kanser türleri görülmektedir?", "answers": { "text": [ "meme, rahim ve kalın bağırsak kanseri" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Kanser, genellikle sürekli ve hızlı büyüyen tümörlerdir. Metastaza neden olurlar. Tedavi edilmeyen ya da tedavisi gecikmiş kanserler ölümcüldür. Kadınlarda en çok meme, rahim ve kalın bağırsak kanseri görülmektedir. Erkeklerde en çok akciğer, prostat, mide ve kalın bağırsak kanserleri görülmektedir. Kanserlerin belirtileri Primer (ana belirtiler), Metastazlarla ilgili belirtiler ve Sistemik belirtilerdir. Kanserin tedavileri Cerrahi, Radyoterapi (ışın) tedavisi, Kemoterapi, Alternatif tıp yöntemleri, Bağışıklık sistemini güçlendirme, İmmünoterapi ve Kök hücre naklidir. Kanser tedavisi onkoloji uzmanı doktorlar tarafından yapılır. Birçok merkezde Onkoloji Hastahaneleri mevcuttur.", "question": "Erkeklerde en çok hangi kanser türleri görülmektedir?", "answers": { "text": [ "akciğer, prostat, mide ve kalın bağırsak kanserleri" ], "answer_start": [ 234 ] } }, { "context": "Kanser, genellikle sürekli ve hızlı büyüyen tümörlerdir. Metastaza neden olurlar. Tedavi edilmeyen ya da tedavisi gecikmiş kanserler ölümcüldür. Kadınlarda en çok meme, rahim ve kalın bağırsak kanseri görülmektedir. Erkeklerde en çok akciğer, prostat, mide ve kalın bağırsak kanserleri görülmektedir. Kanserlerin belirtileri Primer (ana belirtiler), Metastazlarla ilgili belirtiler ve Sistemik belirtilerdir. Kanserin tedavileri Cerrahi, Radyoterapi (ışın) tedavisi, Kemoterapi, Alternatif tıp yöntemleri, Bağışıklık sistemini güçlendirme, İmmünoterapi ve Kök hücre naklidir. Kanser tedavisi onkoloji uzmanı doktorlar tarafından yapılır. Birçok merkezde Onkoloji Hastahaneleri mevcuttur.", "question": "Kanser tedavileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Cerrahi, Radyoterapi (ışın) tedavisi, Kemoterapi, Alternatif tıp yöntemleri, Bağışıklık sistemini güçlendirme, İmmünoterapi ve Kök hücre nakli" ], "answer_start": [ 429 ] } }, { "context": "Kanser, genellikle sürekli ve hızlı büyüyen tümörlerdir. Metastaza neden olurlar. Tedavi edilmeyen ya da tedavisi gecikmiş kanserler ölümcüldür. Kadınlarda en çok meme, rahim ve kalın bağırsak kanseri görülmektedir. Erkeklerde en çok akciğer, prostat, mide ve kalın bağırsak kanserleri görülmektedir. Kanserlerin belirtileri Primer (ana belirtiler), Metastazlarla ilgili belirtiler ve Sistemik belirtilerdir. Kanserin tedavileri Cerrahi, Radyoterapi (ışın) tedavisi, Kemoterapi, Alternatif tıp yöntemleri, Bağışıklık sistemini güçlendirme, İmmünoterapi ve Kök hücre naklidir. Kanser tedavisi onkoloji uzmanı doktorlar tarafından yapılır. Birçok merkezde Onkoloji Hastahaneleri mevcuttur.", "question": "Kanser tedavisi kimler tarafından yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "onkoloji uzmanı doktorlar" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Karın ağrısı, ciddi ve ciddi olmayan tıbbi durumlarla ilişkili olabilen bir semptomdur. Gastroenterit ve irritabl bağırsak sendromu karın ağrısının sık nedenleri arasındadır. Karın ağrısının nedenleri gastroenterit (% 13), irritabl bağırsak sendromu (% 8), idrar yolu problemleri (% 5), mide iltihabı (% 5) ve kabızlıktır (% 5). Karın ağrısı visseral ve peritoneal ağrı olarak tanımlanabilir. Karın ağrısının nedenini daha iyi anlamak için, kapsamlı bir öykü alınıp fizik muayene yapılabilir. Karın ağrısının tedavisi, ağrının etiyolojisi de dahil olmak üzere birçok faktöre bağlıdır.", "question": "Karın ağrısı nedir?", "answers": { "text": [ "ve ciddi olmayan tıbbi durumlarla ilişkili olabilen bir semptomdur" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Karın ağrısı, ciddi ve ciddi olmayan tıbbi durumlarla ilişkili olabilen bir semptomdur. Gastroenterit ve irritabl bağırsak sendromu karın ağrısının sık nedenleri arasındadır. Karın ağrısının nedenleri gastroenterit (% 13), irritabl bağırsak sendromu (% 8), idrar yolu problemleri (% 5), mide iltihabı (% 5) ve kabızlıktır (% 5). Karın ağrısı visseral ve peritoneal ağrı olarak tanımlanabilir. Karın ağrısının nedenini daha iyi anlamak için, kapsamlı bir öykü alınıp fizik muayene yapılabilir. Karın ağrısının tedavisi, ağrının etiyolojisi de dahil olmak üzere birçok faktöre bağlıdır.", "question": "Karın ağrısının sık nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Gastroenterit ve irritabl bağırsak sendromu" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "Karın ağrısı, ciddi ve ciddi olmayan tıbbi durumlarla ilişkili olabilen bir semptomdur. Gastroenterit ve irritabl bağırsak sendromu karın ağrısının sık nedenleri arasındadır. Karın ağrısının nedenleri gastroenterit (% 13), irritabl bağırsak sendromu (% 8), idrar yolu problemleri (% 5), mide iltihabı (% 5) ve kabızlıktır (% 5). Karın ağrısı visseral ve peritoneal ağrı olarak tanımlanabilir. Karın ağrısının nedenini daha iyi anlamak için, kapsamlı bir öykü alınıp fizik muayene yapılabilir. Karın ağrısının tedavisi, ağrının etiyolojisi de dahil olmak üzere birçok faktöre bağlıdır.", "question": "Karın ağrısını tanımlamak için hangi terimler kullanılır?", "answers": { "text": [ "visseral ve peritoneal ağrı" ], "answer_start": [ 342 ] } }, { "context": "Karın ağrısı, ciddi ve ciddi olmayan tıbbi durumlarla ilişkili olabilen bir semptomdur. Gastroenterit ve irritabl bağırsak sendromu karın ağrısının sık nedenleri arasındadır. Karın ağrısının nedenleri gastroenterit (% 13), irritabl bağırsak sendromu (% 8), idrar yolu problemleri (% 5), mide iltihabı (% 5) ve kabızlıktır (% 5). Karın ağrısı visseral ve peritoneal ağrı olarak tanımlanabilir. Karın ağrısının nedenini daha iyi anlamak için, kapsamlı bir öykü alınıp fizik muayene yapılabilir. Karın ağrısının tedavisi, ağrının etiyolojisi de dahil olmak üzere birçok faktöre bağlıdır.", "question": "Karın ağrısının nedenini anlamak için hangi yöntem kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "fizik muayene" ], "answer_start": [ 466 ] } }, { "context": "Karın ağrısı, ciddi ve ciddi olmayan tıbbi durumlarla ilişkili olabilen bir semptomdur. Gastroenterit ve irritabl bağırsak sendromu karın ağrısının sık nedenleri arasındadır. Karın ağrısının nedenleri gastroenterit (% 13), irritabl bağırsak sendromu (% 8), idrar yolu problemleri (% 5), mide iltihabı (% 5) ve kabızlıktır (% 5). Karın ağrısı visseral ve peritoneal ağrı olarak tanımlanabilir. Karın ağrısının nedenini daha iyi anlamak için, kapsamlı bir öykü alınıp fizik muayene yapılabilir. Karın ağrısının tedavisi, ağrının etiyolojisi de dahil olmak üzere birçok faktöre bağlıdır.", "question": "Karın ağrısının tedavisi neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "ağrının etiyolojisi de dahil olmak üzere birçok faktöre" ], "answer_start": [ 519 ] } }, { "context": "Osteoporoz, kemik metabolizmasındaki bir bozukluk sonucunda kemikteki protein örgüsünün seyrelmesiyle iskelette ortaya çıkan ve kemiklerin çok kolay kırılabilmesine sebep olan bir hastalıktır. En çok omurlarda, kalça ve bilek kemiklerinde görülse de vücuttaki bütün kemikler bu durumdan etkilenir. Menopozla beraber görünen osteoporozda daha çok omurga kemikleri kırılırken, yaşlılıkla beraber ortaya çıkan senil osteoporozda femur denilen bacak kemiği kırılmaktadır. Osteoporoz riskini artıran faktörler, Küçük kemikli kadınlar, Açık ten, Ailede osteoporoz problemi, Diyabet, Karaciğer, böbrek hastalığı ve tiroid bezi bozuklukları, Kortizon, epilepsi ilaçları, antiasitler, diüretikler, Sigara içmek ve alkol almak ve Güneş ışığından mahrum kalmaktır. Bulguları Kronik sırt ağrısı, Boy kısalması, Akşamları bacak krampları, Eklem ağrıları, Diş kaybı, Diş eti problemleridir.", "question": "Osteoporoz nedir?", "answers": { "text": [ "kemik metabolizmasındaki bir bozukluk sonucunda kemikteki protein örgüsünün seyrelmesiyle iskelette ortaya çıkan ve kemiklerin çok kolay kırılabilmesine sebep olan bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Osteoporoz, kemik metabolizmasındaki bir bozukluk sonucunda kemikteki protein örgüsünün seyrelmesiyle iskelette ortaya çıkan ve kemiklerin çok kolay kırılabilmesine sebep olan bir hastalıktır. En çok omurlarda, kalça ve bilek kemiklerinde görülse de vücuttaki bütün kemikler bu durumdan etkilenir. Menopozla beraber görünen osteoporozda daha çok omurga kemikleri kırılırken, yaşlılıkla beraber ortaya çıkan senil osteoporozda femur denilen bacak kemiği kırılmaktadır. Osteoporoz riskini artıran faktörler, Küçük kemikli kadınlar, Açık ten, Ailede osteoporoz problemi, Diyabet, Karaciğer, böbrek hastalığı ve tiroid bezi bozuklukları, Kortizon, epilepsi ilaçları, antiasitler, diüretikler, Sigara içmek ve alkol almak ve Güneş ışığından mahrum kalmaktır. Bulguları Kronik sırt ağrısı, Boy kısalması, Akşamları bacak krampları, Eklem ağrıları, Diş kaybı, Diş eti problemleridir.", "question": "En çok hangi kemiklerde görülmektedir?", "answers": { "text": [ "omurlarda, kalça ve bilek kemiklerin" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Osteoporoz, kemik metabolizmasındaki bir bozukluk sonucunda kemikteki protein örgüsünün seyrelmesiyle iskelette ortaya çıkan ve kemiklerin çok kolay kırılabilmesine sebep olan bir hastalıktır. En çok omurlarda, kalça ve bilek kemiklerinde görülse de vücuttaki bütün kemikler bu durumdan etkilenir. Menopozla beraber görünen osteoporozda daha çok omurga kemikleri kırılırken, yaşlılıkla beraber ortaya çıkan senil osteoporozda femur denilen bacak kemiği kırılmaktadır. Osteoporoz riskini artıran faktörler, Küçük kemikli kadınlar, Açık ten, Ailede osteoporoz problemi, Diyabet, Karaciğer, böbrek hastalığı ve tiroid bezi bozuklukları, Kortizon, epilepsi ilaçları, antiasitler, diüretikler, Sigara içmek ve alkol almak ve Güneş ışığından mahrum kalmaktır. Bulguları Kronik sırt ağrısı, Boy kısalması, Akşamları bacak krampları, Eklem ağrıları, Diş kaybı, Diş eti problemleridir.", "question": "Menopozla beraber görünen osteoporozda daha çok hangi kemikler kırılmaktadır?", "answers": { "text": [ "omurga kemikleri" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Osteoporoz, kemik metabolizmasındaki bir bozukluk sonucunda kemikteki protein örgüsünün seyrelmesiyle iskelette ortaya çıkan ve kemiklerin çok kolay kırılabilmesine sebep olan bir hastalıktır. En çok omurlarda, kalça ve bilek kemiklerinde görülse de vücuttaki bütün kemikler bu durumdan etkilenir. Menopozla beraber görünen osteoporozda daha çok omurga kemikleri kırılırken, yaşlılıkla beraber ortaya çıkan senil osteoporozda femur denilen bacak kemiği kırılmaktadır. Osteoporoz riskini artıran faktörler, Küçük kemikli kadınlar, Açık ten, Ailede osteoporoz problemi, Diyabet, Karaciğer, böbrek hastalığı ve tiroid bezi bozuklukları, Kortizon, epilepsi ilaçları, antiasitler, diüretikler, Sigara içmek ve alkol almak ve Güneş ışığından mahrum kalmaktır. Bulguları Kronik sırt ağrısı, Boy kısalması, Akşamları bacak krampları, Eklem ağrıları, Diş kaybı, Diş eti problemleridir.", "question": "Osteoporoz riskini artıran faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Küçük kemikli kadınlar, Açık ten, Ailede osteoporoz problemi, Diyabet, Karaciğer, böbrek hastalığı ve tiroid bezi bozuklukları, Kortizon, epilepsi ilaçları, antiasitler, diüretikler, Sigara içmek ve alkol almak ve Güneş ışığından mahrum kalmak" ], "answer_start": [ 506 ] } }, { "context": "Osteoporoz, kemik metabolizmasındaki bir bozukluk sonucunda kemikteki protein örgüsünün seyrelmesiyle iskelette ortaya çıkan ve kemiklerin çok kolay kırılabilmesine sebep olan bir hastalıktır. En çok omurlarda, kalça ve bilek kemiklerinde görülse de vücuttaki bütün kemikler bu durumdan etkilenir. Menopozla beraber görünen osteoporozda daha çok omurga kemikleri kırılırken, yaşlılıkla beraber ortaya çıkan senil osteoporozda femur denilen bacak kemiği kırılmaktadır. Osteoporoz riskini artıran faktörler, Küçük kemikli kadınlar, Açık ten, Ailede osteoporoz problemi, Diyabet, Karaciğer, böbrek hastalığı ve tiroid bezi bozuklukları, Kortizon, epilepsi ilaçları, antiasitler, diüretikler, Sigara içmek ve alkol almak ve Güneş ışığından mahrum kalmaktır. Bulguları Kronik sırt ağrısı, Boy kısalması, Akşamları bacak krampları, Eklem ağrıları, Diş kaybı, Diş eti problemleridir.", "question": "Bulguları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Kronik sırt ağrısı, Boy kısalması, Akşamları bacak krampları, Eklem ağrıları, Diş kaybı, Diş eti problemleri" ], "answer_start": [ 764 ] } }, { "context": "Kızıl, özellikle 3-7 yaş aralığındaki çocuklarda görülen bakteriyel bir enfeksiyon hastalığıdır. Adını genelde hastanın vücudunda, özellikle dil, yüz, koltuk altları ve kasık bölgesinde kırmızı lekeler oluşturmasından alır. Kızıla A grubu streptokoklar (Streptococcus pyogenes) neden olur. Kızıl, damlacık enfeksiyonu ile ya da has­talıklı kişinin salgılarıyla doğrudan temas yoluyla bulaşır. Belirtileri Ateş (38 °C ila 40 °C), Halsizlik, Boğazda ağrı, Yutkunmada zorluk, Kızarıklıklar, normalden kırmızı yüz, Karın ağrısı, Bulantı ve kusma, Dilin çilek gibi kızarması ve dilin üstünde beyazlık oluşması, Boyun tutulmasıdır. Antibiyotiklerle tedavisi çoğunlukla mümkündür.", "question": "Kızıl hastalığı kaç yaş aralığındaki çocuklarda daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "3-7" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Kızıl, özellikle 3-7 yaş aralığındaki çocuklarda görülen bakteriyel bir enfeksiyon hastalığıdır. Adını genelde hastanın vücudunda, özellikle dil, yüz, koltuk altları ve kasık bölgesinde kırmızı lekeler oluşturmasından alır. Kızıla A grubu streptokoklar (Streptococcus pyogenes) neden olur. Kızıl, damlacık enfeksiyonu ile ya da has­talıklı kişinin salgılarıyla doğrudan temas yoluyla bulaşır. Belirtileri Ateş (38 °C ila 40 °C), Halsizlik, Boğazda ağrı, Yutkunmada zorluk, Kızarıklıklar, normalden kırmızı yüz, Karın ağrısı, Bulantı ve kusma, Dilin çilek gibi kızarması ve dilin üstünde beyazlık oluşması, Boyun tutulmasıdır. Antibiyotiklerle tedavisi çoğunlukla mümkündür.", "question": "Kızıl hastalığına ne neden olur?", "answers": { "text": [ "A grubu streptokoklar" ], "answer_start": [ 231 ] } }, { "context": "Kızıl, özellikle 3-7 yaş aralığındaki çocuklarda görülen bakteriyel bir enfeksiyon hastalığıdır. Adını genelde hastanın vücudunda, özellikle dil, yüz, koltuk altları ve kasık bölgesinde kırmızı lekeler oluşturmasından alır. Kızıla A grubu streptokoklar (Streptococcus pyogenes) neden olur. Kızıl, damlacık enfeksiyonu ile ya da has­talıklı kişinin salgılarıyla doğrudan temas yoluyla bulaşır. Belirtileri Ateş (38 °C ila 40 °C), Halsizlik, Boğazda ağrı, Yutkunmada zorluk, Kızarıklıklar, normalden kırmızı yüz, Karın ağrısı, Bulantı ve kusma, Dilin çilek gibi kızarması ve dilin üstünde beyazlık oluşması, Boyun tutulmasıdır. Antibiyotiklerle tedavisi çoğunlukla mümkündür.", "question": "Kızıl neyle bulaşır?", "answers": { "text": [ "damlacık enfeksiyonu ile" ], "answer_start": [ 297 ] } }, { "context": "Kızıl, özellikle 3-7 yaş aralığındaki çocuklarda görülen bakteriyel bir enfeksiyon hastalığıdır. Adını genelde hastanın vücudunda, özellikle dil, yüz, koltuk altları ve kasık bölgesinde kırmızı lekeler oluşturmasından alır. Kızıla A grubu streptokoklar (Streptococcus pyogenes) neden olur. Kızıl, damlacık enfeksiyonu ile ya da has­talıklı kişinin salgılarıyla doğrudan temas yoluyla bulaşır. Belirtileri Ateş (38 °C ila 40 °C), Halsizlik, Boğazda ağrı, Yutkunmada zorluk, Kızarıklıklar, normalden kırmızı yüz, Karın ağrısı, Bulantı ve kusma, Dilin çilek gibi kızarması ve dilin üstünde beyazlık oluşması, Boyun tutulmasıdır. Antibiyotiklerle tedavisi çoğunlukla mümkündür.", "question": "Kızılın belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Ateş (38 °C ila 40 °C), Halsizlik, Boğazda ağrı, Yutkunmada zorluk, Kızarıklıklar, normalden kırmızı yüz, Karın ağrısı, Bulantı ve kusma, Dilin çilek gibi kızarması ve dilin üstünde beyazlık oluşması, Boyun tutulması" ], "answer_start": [ 405 ] } }, { "context": "Kızıl, özellikle 3-7 yaş aralığındaki çocuklarda görülen bakteriyel bir enfeksiyon hastalığıdır. Adını genelde hastanın vücudunda, özellikle dil, yüz, koltuk altları ve kasık bölgesinde kırmızı lekeler oluşturmasından alır. Kızıla A grubu streptokoklar (Streptococcus pyogenes) neden olur. Kızıl, damlacık enfeksiyonu ile ya da has­talıklı kişinin salgılarıyla doğrudan temas yoluyla bulaşır. Belirtileri Ateş (38 °C ila 40 °C), Halsizlik, Boğazda ağrı, Yutkunmada zorluk, Kızarıklıklar, normalden kırmızı yüz, Karın ağrısı, Bulantı ve kusma, Dilin çilek gibi kızarması ve dilin üstünde beyazlık oluşması, Boyun tutulmasıdır. Antibiyotiklerle tedavisi çoğunlukla mümkündür.", "question": "Kızıl hastalığının tedavisi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "Antibiyotiklerle" ], "answer_start": [ 626 ] } }, { "context": "Kolera, Vibrio cholerae isimli bakteri türünün bazı suşlarının neden olduğu bulaşıcı bir ince bağırsak hastalığıdır. Hiç belirti göstermeyebileceği gibi hafif ya da ağır seyredebilir. belirtisi birkaç gün süren büyük miktarlarda sulu ishaldir. Koleradan korunma yolları sanitasyon ve temiz su teminidir. Ağızdan sıvı tedavisi (oral rehidratasyon tedavisi) koleranın başlıca tedavi yöntemidir. Her ne kadar bazı ülkelerde kolera aşıları mevcut olsa ve uygulansa da (Dukoral, Mutacol vs.), bu aşıların hastalığa karşı güçlü bir bağışıklık geliştirdikleri söylenemez.", "question": "Kolera hastalığına ne neden olur?", "answers": { "text": [ "Vibrio cholerae isimli bakteri türünün bazı suşlarının" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Kolera, Vibrio cholerae isimli bakteri türünün bazı suşlarının neden olduğu bulaşıcı bir ince bağırsak hastalığıdır. Hiç belirti göstermeyebileceği gibi hafif ya da ağır seyredebilir. belirtisi birkaç gün süren büyük miktarlarda sulu ishaldir. Koleradan korunma yolları sanitasyon ve temiz su teminidir. Ağızdan sıvı tedavisi (oral rehidratasyon tedavisi) koleranın başlıca tedavi yöntemidir. Her ne kadar bazı ülkelerde kolera aşıları mevcut olsa ve uygulansa da (Dukoral, Mutacol vs.), bu aşıların hastalığa karşı güçlü bir bağışıklık geliştirdikleri söylenemez.", "question": "Kolera nedir?", "answers": { "text": [ "ince bağırsak hastalığıdır" ], "answer_start": [ 89 ] } }, { "context": "Kolera, Vibrio cholerae isimli bakteri türünün bazı suşlarının neden olduğu bulaşıcı bir ince bağırsak hastalığıdır. Hiç belirti göstermeyebileceği gibi hafif ya da ağır seyredebilir. belirtisi birkaç gün süren büyük miktarlarda sulu ishaldir. Koleradan korunma yolları sanitasyon ve temiz su teminidir. Ağızdan sıvı tedavisi (oral rehidratasyon tedavisi) koleranın başlıca tedavi yöntemidir. Her ne kadar bazı ülkelerde kolera aşıları mevcut olsa ve uygulansa da (Dukoral, Mutacol vs.), bu aşıların hastalığa karşı güçlü bir bağışıklık geliştirdikleri söylenemez.", "question": "Koleranın belirtisi nedir?", "answers": { "text": [ "birkaç gün süren büyük miktarlarda sulu ishal" ], "answer_start": [ 194 ] } }, { "context": "Kolera, Vibrio cholerae isimli bakteri türünün bazı suşlarının neden olduğu bulaşıcı bir ince bağırsak hastalığıdır. Hiç belirti göstermeyebileceği gibi hafif ya da ağır seyredebilir. belirtisi birkaç gün süren büyük miktarlarda sulu ishaldir. Koleradan korunma yolları sanitasyon ve temiz su teminidir. Ağızdan sıvı tedavisi (oral rehidratasyon tedavisi) koleranın başlıca tedavi yöntemidir. Her ne kadar bazı ülkelerde kolera aşıları mevcut olsa ve uygulansa da (Dukoral, Mutacol vs.), bu aşıların hastalığa karşı güçlü bir bağışıklık geliştirdikleri söylenemez.", "question": "Koleradan korunma yolları nelerdir?", "answers": { "text": [ "sanitasyon ve temiz su temini" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "Kolera, Vibrio cholerae isimli bakteri türünün bazı suşlarının neden olduğu bulaşıcı bir ince bağırsak hastalığıdır. Hiç belirti göstermeyebileceği gibi hafif ya da ağır seyredebilir. belirtisi birkaç gün süren büyük miktarlarda sulu ishaldir. Koleradan korunma yolları sanitasyon ve temiz su teminidir. Ağızdan sıvı tedavisi (oral rehidratasyon tedavisi) koleranın başlıca tedavi yöntemidir. Her ne kadar bazı ülkelerde kolera aşıları mevcut olsa ve uygulansa da (Dukoral, Mutacol vs.), bu aşıların hastalığa karşı güçlü bir bağışıklık geliştirdikleri söylenemez.", "question": "Koleranın tedavi yöntemi nedir?", "answers": { "text": [ "Ağızdan sıvı tedavisi" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "Koronavirüs hastalığı, şiddetli akut solunum sendromu koronavirüsü 2 (SARS-CoV-2)'nin neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. 8 Nisan 2023 tarihi itibarıyla Dünya'da 684.906.699 onaylanmış vaka, 657.635.742 iyileşen varken virüs nedeniyle 6.837.598 hasta öldü. Koronavirüs hastalığı semptomları ateş, öksürük, yorgunluk, nefes almakta zorluk, anozmi (koku alma duyusunda kayıp) ve tat alma duyusunda kayıptır. Koronavirüs hastalığı, solunum yoluyla enfekte kimsenin öksürmesi, hapşırması, konuşması veya nefes alması ile bulaşır. Tanı, gerçek zamanlı revers transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu (rRT-PCR) ile konur. Önleyici tedbirler arasında evde kalmak, halka açık yerlerde maske takmak, kalabalık yerlerden kaçınmak, insanlardan uzak durmak, kapalı alanları havalandırmak, elleri sık sık sabun ve suyla birlikte en az 20 saniye boyunca yıkamak, solunum sistemi hijyenine dikkat etmek, yıkanmamış ellerle yüz bölgesine dokunmaktan kaçınmak yer alır.", "question": "Koronavirüs hastalığını nedir?", "answers": { "text": [ "şiddetli akut solunum sendromu koronavirüsü 2 (SARS-CoV-2)'nin neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Koronavirüs hastalığı, şiddetli akut solunum sendromu koronavirüsü 2 (SARS-CoV-2)'nin neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. 8 Nisan 2023 tarihi itibarıyla Dünya'da 684.906.699 onaylanmış vaka, 657.635.742 iyileşen varken virüs nedeniyle 6.837.598 hasta öldü. Koronavirüs hastalığı semptomları ateş, öksürük, yorgunluk, nefes almakta zorluk, anozmi (koku alma duyusunda kayıp) ve tat alma duyusunda kayıptır. Koronavirüs hastalığı, solunum yoluyla enfekte kimsenin öksürmesi, hapşırması, konuşması veya nefes alması ile bulaşır. Tanı, gerçek zamanlı revers transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu (rRT-PCR) ile konur. Önleyici tedbirler arasında evde kalmak, halka açık yerlerde maske takmak, kalabalık yerlerden kaçınmak, insanlardan uzak durmak, kapalı alanları havalandırmak, elleri sık sık sabun ve suyla birlikte en az 20 saniye boyunca yıkamak, solunum sistemi hijyenine dikkat etmek, yıkanmamış ellerle yüz bölgesine dokunmaktan kaçınmak yer alır.", "question": "Koronavirüs hastalığından kaç hasta ölmüştür?", "answers": { "text": [ "6.837.598" ], "answer_start": [ 238 ] } }, { "context": "Koronavirüs hastalığı, şiddetli akut solunum sendromu koronavirüsü 2 (SARS-CoV-2)'nin neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. 8 Nisan 2023 tarihi itibarıyla Dünya'da 684.906.699 onaylanmış vaka, 657.635.742 iyileşen varken virüs nedeniyle 6.837.598 hasta öldü. Koronavirüs hastalığı semptomları ateş, öksürük, yorgunluk, nefes almakta zorluk, anozmi (koku alma duyusunda kayıp) ve tat alma duyusunda kayıptır. Koronavirüs hastalığı, solunum yoluyla enfekte kimsenin öksürmesi, hapşırması, konuşması veya nefes alması ile bulaşır. Tanı, gerçek zamanlı revers transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu (rRT-PCR) ile konur. Önleyici tedbirler arasında evde kalmak, halka açık yerlerde maske takmak, kalabalık yerlerden kaçınmak, insanlardan uzak durmak, kapalı alanları havalandırmak, elleri sık sık sabun ve suyla birlikte en az 20 saniye boyunca yıkamak, solunum sistemi hijyenine dikkat etmek, yıkanmamış ellerle yüz bölgesine dokunmaktan kaçınmak yer alır.", "question": "Koronavirüs hastalığının semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "ateş, öksürük, yorgunluk, nefes almakta zorluk, anozmi (koku alma duyusunda kayıp) ve tat alma duyusunda kayıptır" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Koronavirüs hastalığı, şiddetli akut solunum sendromu koronavirüsü 2 (SARS-CoV-2)'nin neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. 8 Nisan 2023 tarihi itibarıyla Dünya'da 684.906.699 onaylanmış vaka, 657.635.742 iyileşen varken virüs nedeniyle 6.837.598 hasta öldü. Koronavirüs hastalığı semptomları ateş, öksürük, yorgunluk, nefes almakta zorluk, anozmi (koku alma duyusunda kayıp) ve tat alma duyusunda kayıptır. Koronavirüs hastalığı, solunum yoluyla enfekte kimsenin öksürmesi, hapşırması, konuşması veya nefes alması ile bulaşır. Tanı, gerçek zamanlı revers transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu (rRT-PCR) ile konur. Önleyici tedbirler arasında evde kalmak, halka açık yerlerde maske takmak, kalabalık yerlerden kaçınmak, insanlardan uzak durmak, kapalı alanları havalandırmak, elleri sık sık sabun ve suyla birlikte en az 20 saniye boyunca yıkamak, solunum sistemi hijyenine dikkat etmek, yıkanmamış ellerle yüz bölgesine dokunmaktan kaçınmak yer alır.", "question": "Koronavirüs nasıl bulaşır?", "answers": { "text": [ "solunum yoluyla" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Koronavirüs hastalığı, şiddetli akut solunum sendromu koronavirüsü 2 (SARS-CoV-2)'nin neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. 8 Nisan 2023 tarihi itibarıyla Dünya'da 684.906.699 onaylanmış vaka, 657.635.742 iyileşen varken virüs nedeniyle 6.837.598 hasta öldü. Koronavirüs hastalığı semptomları ateş, öksürük, yorgunluk, nefes almakta zorluk, anozmi (koku alma duyusunda kayıp) ve tat alma duyusunda kayıptır. Koronavirüs hastalığı, solunum yoluyla enfekte kimsenin öksürmesi, hapşırması, konuşması veya nefes alması ile bulaşır. Tanı, gerçek zamanlı revers transkriptaz polimeraz zincir reaksiyonu (rRT-PCR) ile konur. Önleyici tedbirler arasında evde kalmak, halka açık yerlerde maske takmak, kalabalık yerlerden kaçınmak, insanlardan uzak durmak, kapalı alanları havalandırmak, elleri sık sık sabun ve suyla birlikte en az 20 saniye boyunca yıkamak, solunum sistemi hijyenine dikkat etmek, yıkanmamış ellerle yüz bölgesine dokunmaktan kaçınmak yer alır.", "question": "Koronavirüs için önerilen önleyici tedbirler nelerdir?", "answers": { "text": [ "evde kalmak, halka açık yerlerde maske takmak, kalabalık yerlerden kaçınmak, insanlardan uzak durmak, kapalı alanları havalandırmak, elleri sık sık sabun ve suyla birlikte en az 20 saniye boyunca yıkamak, solunum sistemi hijyenine dikkat etmek, yıkanmamış ellerle yüz bölgesine dokunmaktan kaçınmak" ], "answer_start": [ 647 ] } }, { "context": "Kramp, ani istemsiz bir kas kasılması veya aşırı kısalmasıdır. Kas krampları hamilelik, fiziksel egzersiz veya aşırı efor, yaş ile ilgilidir veya bir motor nöron bozukluğunun bir işareti olabilir. İskelet kası kramplarına, kas yorgunluğu veya sodyum, potasyum veya magnezyum gibi elektrolitlerin eksikliği neden olabilir. Germe, masaj ve bol sıvı içmek kramplarının tedavisinde yardımcı olabilir. Yeterli kondisyon, antrenman, zihinsel hazırlık, hidrasyon ve elektrolit dengesi kas kramplarını önlemede yardımcı olabilir.", "question": "Kramp nedir?", "answers": { "text": [ "ani istemsiz bir kas kasılması veya aşırı kısalmasıdır" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Kramp, ani istemsiz bir kas kasılması veya aşırı kısalmasıdır. Kas krampları hamilelik, fiziksel egzersiz veya aşırı efor, yaş ile ilgilidir veya bir motor nöron bozukluğunun bir işareti olabilir. İskelet kası kramplarına, kas yorgunluğu veya sodyum, potasyum veya magnezyum gibi elektrolitlerin eksikliği neden olabilir. Germe, masaj ve bol sıvı içmek kramplarının tedavisinde yardımcı olabilir. Yeterli kondisyon, antrenman, zihinsel hazırlık, hidrasyon ve elektrolit dengesi kas kramplarını önlemede yardımcı olabilir.", "question": "Kas krampları ne ile ilgilidir?", "answers": { "text": [ "hamilelik, fiziksel egzersiz veya aşırı efor, yaş" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Kramp, ani istemsiz bir kas kasılması veya aşırı kısalmasıdır. Kas krampları hamilelik, fiziksel egzersiz veya aşırı efor, yaş ile ilgilidir veya bir motor nöron bozukluğunun bir işareti olabilir. İskelet kası kramplarına, kas yorgunluğu veya sodyum, potasyum veya magnezyum gibi elektrolitlerin eksikliği neden olabilir. Germe, masaj ve bol sıvı içmek kramplarının tedavisinde yardımcı olabilir. Yeterli kondisyon, antrenman, zihinsel hazırlık, hidrasyon ve elektrolit dengesi kas kramplarını önlemede yardımcı olabilir.", "question": "İskelet kası kramplarına ne neden olabilir?", "answers": { "text": [ "kas yorgunluğu veya sodyum, potasyum veya magnezyum gibi elektrolitlerin eksikliği" ], "answer_start": [ 223 ] } }, { "context": "Kramp, ani istemsiz bir kas kasılması veya aşırı kısalmasıdır. Kas krampları hamilelik, fiziksel egzersiz veya aşırı efor, yaş ile ilgilidir veya bir motor nöron bozukluğunun bir işareti olabilir. İskelet kası kramplarına, kas yorgunluğu veya sodyum, potasyum veya magnezyum gibi elektrolitlerin eksikliği neden olabilir. Germe, masaj ve bol sıvı içmek kramplarının tedavisinde yardımcı olabilir. Yeterli kondisyon, antrenman, zihinsel hazırlık, hidrasyon ve elektrolit dengesi kas kramplarını önlemede yardımcı olabilir.", "question": "Krampların tedavisinde hangi yöntemler yardımcı olabilir?", "answers": { "text": [ "Germe, masaj ve bol sıvı içmek" ], "answer_start": [ 322 ] } }, { "context": "Kramp, ani istemsiz bir kas kasılması veya aşırı kısalmasıdır. Kas krampları hamilelik, fiziksel egzersiz veya aşırı efor, yaş ile ilgilidir veya bir motor nöron bozukluğunun bir işareti olabilir. İskelet kası kramplarına, kas yorgunluğu veya sodyum, potasyum veya magnezyum gibi elektrolitlerin eksikliği neden olabilir. Germe, masaj ve bol sıvı içmek kramplarının tedavisinde yardımcı olabilir. Yeterli kondisyon, antrenman, zihinsel hazırlık, hidrasyon ve elektrolit dengesi kas kramplarını önlemede yardımcı olabilir.", "question": "Kas kramplarını önlemede neler yardımcı olabilir?", "answers": { "text": [ "Yeterli kondisyon, antrenman, zihinsel hazırlık, hidrasyon ve elektrolit dengesi" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "Kuş gribi, Virüs kaynaklı ölümcül bir hayvan hastalığıdır. Belirtileri ateş, öksürük, boğaz ağrısı, kas ağrılarıdır. Zatürre, solunum sıkıntısı ve ölüme neden olabilir. Tedavisi yoktur. Avustralya ve Türkiye'de görülmüştür. Aşılama ile korunma sağlanır.", "question": "Kuş gribi nedir?", "answers": { "text": [ "hayvan hastalığıdır" ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Kuş gribi, Virüs kaynaklı ölümcül bir hayvan hastalığıdır. Belirtileri ateş, öksürük, boğaz ağrısı, kas ağrılarıdır. Zatürre, solunum sıkıntısı ve ölüme neden olabilir. Tedavisi yoktur. Avustralya ve Türkiye'de görülmüştür. Aşılama ile korunma sağlanır.", "question": "Kuş gribinin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ateş, öksürük, boğaz ağrısı, kas ağrıları" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Kuş gribi, Virüs kaynaklı ölümcül bir hayvan hastalığıdır. Belirtileri ateş, öksürük, boğaz ağrısı, kas ağrılarıdır. Zatürre, solunum sıkıntısı ve ölüme neden olabilir. Tedavisi yoktur. Avustralya ve Türkiye'de görülmüştür. Aşılama ile korunma sağlanır.", "question": "Kuş gribi nelere neden olabilir", "answers": { "text": [ "Zatürre, solunum sıkıntısı ve ölüme" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Kuş gribi, Virüs kaynaklı ölümcül bir hayvan hastalığıdır. Belirtileri ateş, öksürük, boğaz ağrısı, kas ağrılarıdır. Zatürre, solunum sıkıntısı ve ölüme neden olabilir. Tedavisi yoktur. Avustralya ve Türkiye'de görülmüştür. Aşılama ile korunma sağlanır.", "question": "Kuş gribinin tedavisi var mıdır?", "answers": { "text": [ "Tedavisi yoktur" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Kuş gribi, Virüs kaynaklı ölümcül bir hayvan hastalığıdır. Belirtileri ateş, öksürük, boğaz ağrısı, kas ağrılarıdır. Zatürre, solunum sıkıntısı ve ölüme neden olabilir. Tedavisi yoktur. Avustralya ve Türkiye'de görülmüştür. Aşılama ile korunma sağlanır.", "question": "Kuş gribi hangi ülkelerde görülmüştür?", "answers": { "text": [ "Avustralya ve Türkiye" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Lösemi, kan hücrelerinin özellikle de akyuvarların normalin üzerinde çoğalması ile kendini gösteren bir kanser türüdür. Yüksek sayıdaki olgunlaşmamış ve malign hücrelerin normal ilik hücrelerinin yerini alması ile iliklerde hasar meydana gelir. Belirti olarak normal alyuvarların yapımındaki azalma ile kansızlık (anemi); normal akyuvarların yapımındaki azalma neticesinde enfeksiyona yatkınlık, mikrobik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, diş eti kanamaları, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir. Tanı için kemik iliği biyopsisi, özel kan testleri ve genetik testler yapılır. Radyasyon (şua) tedavisi, çeşitli kanser ilaçlarının tatbiki, bağışıklama (veya bağışıklık sistemini güçlendirme) tedavisi (immünoterapi) ve kemik iliği nakli başlıca tedavi yöntemleridir.", "question": "Lösemi nedir?", "answers": { "text": [ "kan hücrelerinin özellikle de akyuvarların normalin üzerinde çoğalması ile kendini gösteren bir kanser" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Lösemi, kan hücrelerinin özellikle de akyuvarların normalin üzerinde çoğalması ile kendini gösteren bir kanser türüdür. Yüksek sayıdaki olgunlaşmamış ve malign hücrelerin normal ilik hücrelerinin yerini alması ile iliklerde hasar meydana gelir. Belirti olarak normal alyuvarların yapımındaki azalma ile kansızlık (anemi); normal akyuvarların yapımındaki azalma neticesinde enfeksiyona yatkınlık, mikrobik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, diş eti kanamaları, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir. Tanı için kemik iliği biyopsisi, özel kan testleri ve genetik testler yapılır. Radyasyon (şua) tedavisi, çeşitli kanser ilaçlarının tatbiki, bağışıklama (veya bağışıklık sistemini güçlendirme) tedavisi (immünoterapi) ve kemik iliği nakli başlıca tedavi yöntemleridir.", "question": "İliklerde meydana gelen hasarın sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "Yüksek sayıdaki olgunlaşmamış ve malign hücrelerin normal ilik hücrelerinin yerini alması" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Lösemi, kan hücrelerinin özellikle de akyuvarların normalin üzerinde çoğalması ile kendini gösteren bir kanser türüdür. Yüksek sayıdaki olgunlaşmamış ve malign hücrelerin normal ilik hücrelerinin yerini alması ile iliklerde hasar meydana gelir. Belirti olarak normal alyuvarların yapımındaki azalma ile kansızlık (anemi); normal akyuvarların yapımındaki azalma neticesinde enfeksiyona yatkınlık, mikrobik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, diş eti kanamaları, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir. Tanı için kemik iliği biyopsisi, özel kan testleri ve genetik testler yapılır. Radyasyon (şua) tedavisi, çeşitli kanser ilaçlarının tatbiki, bağışıklama (veya bağışıklık sistemini güçlendirme) tedavisi (immünoterapi) ve kemik iliği nakli başlıca tedavi yöntemleridir.", "question": "Löseminin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kan hücrelerinin özellikle de akyuvarların normalin üzerinde çoğalması ile kendini gösteren bir kanser türüdür. Yüksek sayıdaki olgunlaşmamış ve malign hücrelerin normal ilik hücrelerinin yerini alması ile iliklerde hasar meydana gelir. Belirti olarak normal alyuvarların yapımındaki azalma ile kansızlık (anemi)" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Lösemi, kan hücrelerinin özellikle de akyuvarların normalin üzerinde çoğalması ile kendini gösteren bir kanser türüdür. Yüksek sayıdaki olgunlaşmamış ve malign hücrelerin normal ilik hücrelerinin yerini alması ile iliklerde hasar meydana gelir. Belirti olarak normal alyuvarların yapımındaki azalma ile kansızlık (anemi); normal akyuvarların yapımındaki azalma neticesinde enfeksiyona yatkınlık, mikrobik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, diş eti kanamaları, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir. Tanı için kemik iliği biyopsisi, özel kan testleri ve genetik testler yapılır. Radyasyon (şua) tedavisi, çeşitli kanser ilaçlarının tatbiki, bağışıklama (veya bağışıklık sistemini güçlendirme) tedavisi (immünoterapi) ve kemik iliği nakli başlıca tedavi yöntemleridir.", "question": "Lösemi tanısı için ne yapılır?", "answers": { "text": [ "kemik iliği biyopsisi, özel kan testleri ve genetik testler" ], "answer_start": [ 616 ] } }, { "context": "Lösemi, kan hücrelerinin özellikle de akyuvarların normalin üzerinde çoğalması ile kendini gösteren bir kanser türüdür. Yüksek sayıdaki olgunlaşmamış ve malign hücrelerin normal ilik hücrelerinin yerini alması ile iliklerde hasar meydana gelir. Belirti olarak normal alyuvarların yapımındaki azalma ile kansızlık (anemi); normal akyuvarların yapımındaki azalma neticesinde enfeksiyona yatkınlık, mikrobik hastalıklar ve ateş; kan pıhtılaşmasında rol alan kan pulcuklarının (trombositler) yapımındaki azalma ile çeşitli kanamalar (burun kanaması, diş eti kanamaları, cilt altı kanaması gibi) meydana gelir. Tanı için kemik iliği biyopsisi, özel kan testleri ve genetik testler yapılır. Radyasyon (şua) tedavisi, çeşitli kanser ilaçlarının tatbiki, bağışıklama (veya bağışıklık sistemini güçlendirme) tedavisi (immünoterapi) ve kemik iliği nakli başlıca tedavi yöntemleridir.", "question": "Löseminin başlıca tedavi yöntemleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Radyasyon (şua) tedavisi, çeşitli kanser ilaçlarının tatbiki, bağışıklama (veya bağışıklık sistemini güçlendirme) tedavisi (immünoterapi) ve kemik iliği nakli" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "Lyme hastalığı, genelde Ixodes ricinus (sakırga) türü kenelerin ısırması ile insana geçen Borrelia burgdorferi adlı ve benzer bakterinin yol açtığı bir hastalıktır. Belirtileri deride kenenin ısırdığı bölgede kızarıklık, ateş, yorgunluk, bulantı, grip benzeri semptomlar, baş ağrısı, ense sertleşmesidir. Hedef organlar deri, merkezi sinir sistemi, göz ve kalptir. Hastalık antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Bakterinin kansere neden olduğu şeklinde bulgulara da rastlanmıştır.", "question": "Lyme hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "Borrelia burgdorferi" ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "Lyme hastalığı, genelde Ixodes ricinus (sakırga) türü kenelerin ısırması ile insana geçen Borrelia burgdorferi adlı ve benzer bakterinin yol açtığı bir hastalıktır. Belirtileri deride kenenin ısırdığı bölgede kızarıklık, ateş, yorgunluk, bulantı, grip benzeri semptomlar, baş ağrısı, ense sertleşmesidir. Hedef organlar deri, merkezi sinir sistemi, göz ve kalptir. Hastalık antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Bakterinin kansere neden olduğu şeklinde bulgulara da rastlanmıştır.", "question": "Lyme hastalığının belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "deride kenenin ısırdığı bölgede kızarıklık, ateş, yorgunluk, bulantı, grip benzeri semptomlar, baş ağrısı, ense sertleşmesidir" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Lyme hastalığı, genelde Ixodes ricinus (sakırga) türü kenelerin ısırması ile insana geçen Borrelia burgdorferi adlı ve benzer bakterinin yol açtığı bir hastalıktır. Belirtileri deride kenenin ısırdığı bölgede kızarıklık, ateş, yorgunluk, bulantı, grip benzeri semptomlar, baş ağrısı, ense sertleşmesidir. Hedef organlar deri, merkezi sinir sistemi, göz ve kalptir. Hastalık antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Bakterinin kansere neden olduğu şeklinde bulgulara da rastlanmıştır.", "question": "Lyme hastalığının hedef organları nelerdir?", "answers": { "text": [ "deri, merkezi sinir sistemi, göz ve kalp" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "Lyme hastalığı, genelde Ixodes ricinus (sakırga) türü kenelerin ısırması ile insana geçen Borrelia burgdorferi adlı ve benzer bakterinin yol açtığı bir hastalıktır. Belirtileri deride kenenin ısırdığı bölgede kızarıklık, ateş, yorgunluk, bulantı, grip benzeri semptomlar, baş ağrısı, ense sertleşmesidir. Hedef organlar deri, merkezi sinir sistemi, göz ve kalptir. Hastalık antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Bakterinin kansere neden olduğu şeklinde bulgulara da rastlanmıştır.", "question": "Lyme hastalığı nasıl tedavi edilir?", "answers": { "text": [ "antibiyotikler" ], "answer_start": [ 374 ] } }, { "context": "Lyme hastalığı, genelde Ixodes ricinus (sakırga) türü kenelerin ısırması ile insana geçen Borrelia burgdorferi adlı ve benzer bakterinin yol açtığı bir hastalıktır. Belirtileri deride kenenin ısırdığı bölgede kızarıklık, ateş, yorgunluk, bulantı, grip benzeri semptomlar, baş ağrısı, ense sertleşmesidir. Hedef organlar deri, merkezi sinir sistemi, göz ve kalptir. Hastalık antibiyotiklerle tedavi edilebilir. Bakterinin kansere neden olduğu şeklinde bulgulara da rastlanmıştır.", "question": "Hastalığa hangi bakteri yol açar?", "answers": { "text": [ "Borrelia burgdorferi" ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "Lipom, vücutta yağ dokularından köken alan, habis (kötücül) olmayan tümörlerin genel adıdır. Yağ dokusu içeren herhangi bir vücut bölgesinde oluşabilir. Lipom'da kıkırdaksı kapsül bulunur. İki omuzun arasındaki kısımda, ense bölgesinde ve kasıklarda görülür. Tedavisi cerrahi yöntemle yapılır.", "question": "Lipom nedir?", "answers": { "text": [ "habis (kötücül) olmayan tümörlerin genel adı" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Lipom, vücutta yağ dokularından köken alan, habis (kötücül) olmayan tümörlerin genel adıdır. Yağ dokusu içeren herhangi bir vücut bölgesinde oluşabilir. Lipom'da kıkırdaksı kapsül bulunur. İki omuzun arasındaki kısımda, ense bölgesinde ve kasıklarda görülür. Tedavisi cerrahi yöntemle yapılır.", "question": "Lipom nerede oluşabilir?", "answers": { "text": [ "herhangi bir vücut bölgesinde" ], "answer_start": [ 111 ] } }, { "context": "Lipom, vücutta yağ dokularından köken alan, habis (kötücül) olmayan tümörlerin genel adıdır. Yağ dokusu içeren herhangi bir vücut bölgesinde oluşabilir. Lipom'da kıkırdaksı kapsül bulunur. İki omuzun arasındaki kısımda, ense bölgesinde ve kasıklarda görülür. Tedavisi cerrahi yöntemle yapılır.", "question": "Lipom'da ne bulunur?", "answers": { "text": [ "kıkırdaksı kapsül" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Lipom, vücutta yağ dokularından köken alan, habis (kötücül) olmayan tümörlerin genel adıdır. Yağ dokusu içeren herhangi bir vücut bölgesinde oluşabilir. Lipom'da kıkırdaksı kapsül bulunur. İki omuzun arasındaki kısımda, ense bölgesinde ve kasıklarda görülür. Tedavisi cerrahi yöntemle yapılır.", "question": "Lipom nerelerde görülür?", "answers": { "text": [ "İki omuzun arasındaki kısımda, ense bölgesinde ve kasıklarda" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Lipom, vücutta yağ dokularından köken alan, habis (kötücül) olmayan tümörlerin genel adıdır. Yağ dokusu içeren herhangi bir vücut bölgesinde oluşabilir. Lipom'da kıkırdaksı kapsül bulunur. İki omuzun arasındaki kısımda, ense bölgesinde ve kasıklarda görülür. Tedavisi cerrahi yöntemle yapılır.", "question": "Lipom'un tedavisi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "cerrahi yöntemle" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Mastitis memelilerde görülen bir meme iltihabıdır. Belitileri arasında göğüs iltihaplanması, ağrı, kızarma ve göğüs ısısının artması yer alır. Emzirmeden önce göğsün masajlanması ve ısıtılması süt kanallarının açılması sağlanarak tedavi edilir. Memedeki çatlaklar ve eziklikler enfeksiyon ihtimalini artırır. Dar kıyafetler ve oturmayan sütyenlerde baskı yaparak memelerde sorunlara probleme yol açabilir.", "question": "Mastitis nedir?", "answers": { "text": [ "meme iltihabı" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Mastitis memelilerde görülen bir meme iltihabıdır. Belitileri arasında göğüs iltihaplanması, ağrı, kızarma ve göğüs ısısının artması yer alır. Emzirmeden önce göğsün masajlanması ve ısıtılması süt kanallarının açılması sağlanarak tedavi edilir. Memedeki çatlaklar ve eziklikler enfeksiyon ihtimalini artırır. Dar kıyafetler ve oturmayan sütyenlerde baskı yaparak memelerde sorunlara probleme yol açabilir.", "question": "Mastitis'in belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "göğüs iltihaplanması, ağrı, kızarma ve göğüs ısısının artması" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Mastitis memelilerde görülen bir meme iltihabıdır. Belitileri arasında göğüs iltihaplanması, ağrı, kızarma ve göğüs ısısının artması yer alır. Emzirmeden önce göğsün masajlanması ve ısıtılması süt kanallarının açılması sağlanarak tedavi edilir. Memedeki çatlaklar ve eziklikler enfeksiyon ihtimalini artırır. Dar kıyafetler ve oturmayan sütyenlerde baskı yaparak memelerde sorunlara probleme yol açabilir.", "question": "Mastitis nasıl tedavi edilir?", "answers": { "text": [ "süt kanallarının açılması sağlanarak" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Mastitis memelilerde görülen bir meme iltihabıdır. Belitileri arasında göğüs iltihaplanması, ağrı, kızarma ve göğüs ısısının artması yer alır. Emzirmeden önce göğsün masajlanması ve ısıtılması süt kanallarının açılması sağlanarak tedavi edilir. Memedeki çatlaklar ve eziklikler enfeksiyon ihtimalini artırır. Dar kıyafetler ve oturmayan sütyenlerde baskı yaparak memelerde sorunlara probleme yol açabilir.", "question": "Memedeki hangi durumlar enfeksiyon ihtimalini artırır?", "answers": { "text": [ "çatlaklar ve eziklikler" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Mastitis memelilerde görülen bir meme iltihabıdır. Belitileri arasında göğüs iltihaplanması, ağrı, kızarma ve göğüs ısısının artması yer alır. Emzirmeden önce göğsün masajlanması ve ısıtılması süt kanallarının açılması sağlanarak tedavi edilir. Memedeki çatlaklar ve eziklikler enfeksiyon ihtimalini artırır. Dar kıyafetler ve oturmayan sütyenlerde baskı yaparak memelerde sorunlara probleme yol açabilir.", "question": "Mastitis kimlerde görülür?", "answers": { "text": [ "memeliler" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Morfinizm, morfinle yavaş yavaş zehirlenmedir. Morfinizm, çok uzun zaman veya aşırı derecede morfin veya morfin tuzları kullananlarda görülür. Morfinizm, beyin bozuklukları (iradenin, ahlâkî duyguların zayıflaması), duyum bozuklukları (sanrı, ambliyopi), dolaşım ve beslenme bozuklukları, zayıflama, erken bunama rahatsızlıklarına sebep olur.", "question": "Morfinizm nedir?", "answers": { "text": [ "morfinle yavaş yavaş zehirlenme" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Morfinizm, morfinle yavaş yavaş zehirlenmedir. Morfinizm, çok uzun zaman veya aşırı derecede morfin veya morfin tuzları kullananlarda görülür. Morfinizm, beyin bozuklukları (iradenin, ahlâkî duyguların zayıflaması), duyum bozuklukları (sanrı, ambliyopi), dolaşım ve beslenme bozuklukları, zayıflama, erken bunama rahatsızlıklarına sebep olur.", "question": "Morfinizm kimlerde görülür?", "answers": { "text": [ "çok uzun zaman veya aşırı derecede morfin veya morfin tuzları kullananlarda" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Morfinizm, morfinle yavaş yavaş zehirlenmedir. Morfinizm, çok uzun zaman veya aşırı derecede morfin veya morfin tuzları kullananlarda görülür. Morfinizm, beyin bozuklukları (iradenin, ahlâkî duyguların zayıflaması), duyum bozuklukları (sanrı, ambliyopi), dolaşım ve beslenme bozuklukları, zayıflama, erken bunama rahatsızlıklarına sebep olur.", "question": "Morfinizm hangi tür rahatsızlıklara sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "beyin bozuklukları (iradenin, ahlâkî duyguların zayıflaması), duyum bozuklukları (sanrı, ambliyopi), dolaşım ve beslenme bozuklukları, zayıflama, erken bunama" ], "answer_start": [ 154 ] } }, { "context": "Morfinizm, morfinle yavaş yavaş zehirlenmedir. Morfinizm, çok uzun zaman veya aşırı derecede morfin veya morfin tuzları kullananlarda görülür. Morfinizm, beyin bozuklukları (iradenin, ahlâkî duyguların zayıflaması), duyum bozuklukları (sanrı, ambliyopi), dolaşım ve beslenme bozuklukları, zayıflama, erken bunama rahatsızlıklarına sebep olur.", "question": "Morfinizm ne kullananlarda görülür?", "answers": { "text": [ "morfin veya morfin tuzları" ], "answer_start": [ 93 ] } }, { "context": "Morfinizm, morfinle yavaş yavaş zehirlenmedir. Morfinizm, çok uzun zaman veya aşırı derecede morfin veya morfin tuzları kullananlarda görülür. Morfinizm, beyin bozuklukları (iradenin, ahlâkî duyguların zayıflaması), duyum bozuklukları (sanrı, ambliyopi), dolaşım ve beslenme bozuklukları, zayıflama, erken bunama rahatsızlıklarına sebep olur.", "question": "Morfinle zehirlenme nasıldır.", "answers": { "text": [ "yavaş yavaş" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Miyopi bir göz kusurudur. Uzaktan gelen ışınlar 6 metreden sonra göze paralel olarak geliyor olarak kabul edilebilir, bu paralel ışınlar retinada odaklanamayacağı için miyoplar uzağı net göremezler. Belirtiler: Uzaktaki nesneler bulanık görünür, yakındaki nesneler normal görünür. Nedenleri: Genetik ve çevresel faktörlerin kombinasyonu. Tedavisi gözlük, kontakt lens, cerrahi yöntemlerle gerçekleştirilir.", "question": "Miyopi nedir?", "answers": { "text": [ "göz kusuru" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Miyopi bir göz kusurudur. Uzaktan gelen ışınlar 6 metreden sonra göze paralel olarak geliyor olarak kabul edilebilir, bu paralel ışınlar retinada odaklanamayacağı için miyoplar uzağı net göremezler. Belirtiler: Uzaktaki nesneler bulanık görünür, yakındaki nesneler normal görünür. Nedenleri: Genetik ve çevresel faktörlerin kombinasyonu. Tedavisi gözlük, kontakt lens, cerrahi yöntemlerle gerçekleştirilir.", "question": "Miyoplar nereyi net göremezler?", "answers": { "text": [ "uzağı" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Miyopi bir göz kusurudur. Uzaktan gelen ışınlar 6 metreden sonra göze paralel olarak geliyor olarak kabul edilebilir, bu paralel ışınlar retinada odaklanamayacağı için miyoplar uzağı net göremezler. Belirtiler: Uzaktaki nesneler bulanık görünür, yakındaki nesneler normal görünür. Nedenleri: Genetik ve çevresel faktörlerin kombinasyonu. Tedavisi gözlük, kontakt lens, cerrahi yöntemlerle gerçekleştirilir.", "question": "Miyopinin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Uzaktaki nesneler bulanık görünür, yakındaki nesneler normal görünür" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Miyopi bir göz kusurudur. Uzaktan gelen ışınlar 6 metreden sonra göze paralel olarak geliyor olarak kabul edilebilir, bu paralel ışınlar retinada odaklanamayacağı için miyoplar uzağı net göremezler. Belirtiler: Uzaktaki nesneler bulanık görünür, yakındaki nesneler normal görünür. Nedenleri: Genetik ve çevresel faktörlerin kombinasyonu. Tedavisi gözlük, kontakt lens, cerrahi yöntemlerle gerçekleştirilir.", "question": "Miyopinin nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Genetik ve çevresel faktörlerin kombinasyonu" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "Miyopi bir göz kusurudur. Uzaktan gelen ışınlar 6 metreden sonra göze paralel olarak geliyor olarak kabul edilebilir, bu paralel ışınlar retinada odaklanamayacağı için miyoplar uzağı net göremezler. Belirtiler: Uzaktaki nesneler bulanık görünür, yakındaki nesneler normal görünür. Nedenleri: Genetik ve çevresel faktörlerin kombinasyonu. Tedavisi gözlük, kontakt lens, cerrahi yöntemlerle gerçekleştirilir.", "question": "Miyopinin tedavi yöntemleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "gözlük, kontakt lens, cerrahi yöntemlerle" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Nefrit böbreklerde oluşan, glomeruluslar ve tubulleri ya da glomerüller ve tübülleri çevreleyen interstisyel dokuyu kapsayabilen yangıdır. Nefrit, enfeksiyonlar veya zehirlenmeler sebebiyle olur.", "question": "Nefrit nedir?", "answers": { "text": [ "yangıdır" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "Nefrit böbreklerde oluşan, glomeruluslar ve tubulleri ya da glomerüller ve tübülleri çevreleyen interstisyel dokuyu kapsayabilen yangıdır. Nefrit, enfeksiyonlar veya zehirlenmeler sebebiyle olur.", "question": "Nefrit ne sebebiyle olur?", "answers": { "text": [ "enfeksiyonlar veya zehirlenmeler" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Nefrit böbreklerde oluşan, glomeruluslar ve tubulleri ya da glomerüller ve tübülleri çevreleyen interstisyel dokuyu kapsayabilen yangıdır. Nefrit, enfeksiyonlar veya zehirlenmeler sebebiyle olur.", "question": "Nefrit nerede oluşur?", "answers": { "text": [ "böbreklerde" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Nefrit böbreklerde oluşan, glomeruluslar ve tubulleri ya da glomerüller ve tübülleri çevreleyen interstisyel dokuyu kapsayabilen yangıdır. Nefrit, enfeksiyonlar veya zehirlenmeler sebebiyle olur.", "question": "Nefrit nasıl bir yangıdır?", "answers": { "text": [ "böbreklerde oluşan, glomeruluslar ve tubulleri ya da glomerüller ve tübülleri çevreleyen interstisyel dokuyu kapsayabilen" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Nefrit böbreklerde oluşan, glomeruluslar ve tubulleri ya da glomerüller ve tübülleri çevreleyen interstisyel dokuyu kapsayabilen yangıdır. Nefrit, enfeksiyonlar veya zehirlenmeler sebebiyle olur.", "question": "Nefrit hangi dokuyu kapsar?", "answers": { "text": [ "interstisyel dokuyu" ], "answer_start": [ 96 ] } }, { "context": "Nezle, üst solunum sisteminde oluşarak kolay şekilde yayılan ve en çok burnu etkileyen bir bulaşıcı hastalıktır. Belirtileri öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı (rinore) ve ateştir. Nezle burnu, farenjit boğazı ve sinüzit sinüsleri etkiler. Enfeksiyondan korunmak için başlıca yöntem elleri yıkamaktır. Tedavisi bol bol dinlenme, sıvı seviyesini korumak için sıvı almadır.", "question": "Nezle nedir?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı hastalıktır" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Nezle, üst solunum sisteminde oluşarak kolay şekilde yayılan ve en çok burnu etkileyen bir bulaşıcı hastalıktır. Belirtileri öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı (rinore) ve ateştir. Nezle burnu, farenjit boğazı ve sinüzit sinüsleri etkiler. Enfeksiyondan korunmak için başlıca yöntem elleri yıkamaktır. Tedavisi bol bol dinlenme, sıvı seviyesini korumak için sıvı almadır.", "question": "Nezlenin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı (rinore) ve ateş" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Nezle, üst solunum sisteminde oluşarak kolay şekilde yayılan ve en çok burnu etkileyen bir bulaşıcı hastalıktır. Belirtileri öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı (rinore) ve ateştir. Nezle burnu, farenjit boğazı ve sinüzit sinüsleri etkiler. Enfeksiyondan korunmak için başlıca yöntem elleri yıkamaktır. Tedavisi bol bol dinlenme, sıvı seviyesini korumak için sıvı almadır.", "question": "Nezle hangi organları kapsar?", "answers": { "text": [ "burnu, farenjit boğazı ve sinüzit sinüsleri" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Nezle, üst solunum sisteminde oluşarak kolay şekilde yayılan ve en çok burnu etkileyen bir bulaşıcı hastalıktır. Belirtileri öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı (rinore) ve ateştir. Nezle burnu, farenjit boğazı ve sinüzit sinüsleri etkiler. Enfeksiyondan korunmak için başlıca yöntem elleri yıkamaktır. Tedavisi bol bol dinlenme, sıvı seviyesini korumak için sıvı almadır.", "question": "Enfeksiyondan korunmanın başlıca yöntemi nedir?", "answers": { "text": [ "elleri yıkamak" ], "answer_start": [ 286 ] } }, { "context": "Nezle, üst solunum sisteminde oluşarak kolay şekilde yayılan ve en çok burnu etkileyen bir bulaşıcı hastalıktır. Belirtileri öksürük, boğaz ağrısı, burun akıntısı (rinore) ve ateştir. Nezle burnu, farenjit boğazı ve sinüzit sinüsleri etkiler. Enfeksiyondan korunmak için başlıca yöntem elleri yıkamaktır. Tedavisi bol bol dinlenme, sıvı seviyesini korumak için sıvı almadır.", "question": "Nezlenin tedavisi nelerdir?", "answers": { "text": [ "bol bol dinlenme, sıvı seviyesini korumak için sıvı almadı" ], "answer_start": [ 314 ] } }, { "context": "Nörofibromatoz, deri ve sinirlerde görülen doku bozuluklarının bulunduğu belirgilerin bir yelpazesidir. Nörofibromatoz Latince'de sinir lifliliği ya da sinir lifli olma durumu anlamına gelmektedir. Belirtileri Koltukaltı ya da kasıklarda çiller, Kaması kemikte gelişim bozukluğu, Görme sinirinde gliom (optik glioma), Lisch düğümcükleridir. Tedavisi ameliyat, radyoterapi gibi yöntemlerle mümkündür", "question": "Nörofibromatoz nedir?", "answers": { "text": [ "doku bozuluklarının bulunduğu belirgiler" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Nörofibromatoz, deri ve sinirlerde görülen doku bozuluklarının bulunduğu belirgilerin bir yelpazesidir. Nörofibromatoz Latince'de sinir lifliliği ya da sinir lifli olma durumu anlamına gelmektedir. Belirtileri Koltukaltı ya da kasıklarda çiller, Kaması kemikte gelişim bozukluğu, Görme sinirinde gliom (optik glioma), Lisch düğümcükleridir. Tedavisi ameliyat, radyoterapi gibi yöntemlerle mümkündür", "question": "Nörofibromatozun Latince anlamı nedir?", "answers": { "text": [ "sinir lifliliği" ], "answer_start": [ 130 ] } }, { "context": "Nörofibromatoz, deri ve sinirlerde görülen doku bozuluklarının bulunduğu belirgilerin bir yelpazesidir. Nörofibromatoz Latince'de sinir lifliliği ya da sinir lifli olma durumu anlamına gelmektedir. Belirtileri Koltukaltı ya da kasıklarda çiller, Kaması kemikte gelişim bozukluğu, Görme sinirinde gliom (optik glioma), Lisch düğümcükleridir. Tedavisi ameliyat, radyoterapi gibi yöntemlerle mümkündür", "question": "Nörofibromatozun belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Koltukaltı ya da kasıklarda çiller, Kaması kemikte gelişim bozukluğu, Görme sinirinde gliom (optik glioma), Lisch düğümcükleridir" ], "answer_start": [ 210 ] } }, { "context": "Nörofibromatoz, deri ve sinirlerde görülen doku bozuluklarının bulunduğu belirgilerin bir yelpazesidir. Nörofibromatoz Latince'de sinir lifliliği ya da sinir lifli olma durumu anlamına gelmektedir. Belirtileri Koltukaltı ya da kasıklarda çiller, Kaması kemikte gelişim bozukluğu, Görme sinirinde gliom (optik glioma), Lisch düğümcükleridir. Tedavisi ameliyat, radyoterapi gibi yöntemlerle mümkündür", "question": "Nörofibromatozun tedavisi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "ameliyat, radyoterapi gibi yöntemlerle" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Nörofibromatoz, deri ve sinirlerde görülen doku bozuluklarının bulunduğu belirgilerin bir yelpazesidir. Nörofibromatoz Latince'de sinir lifliliği ya da sinir lifli olma durumu anlamına gelmektedir. Belirtileri Koltukaltı ya da kasıklarda çiller, Kaması kemikte gelişim bozukluğu, Görme sinirinde gliom (optik glioma), Lisch düğümcükleridir. Tedavisi ameliyat, radyoterapi gibi yöntemlerle mümkündür", "question": "Doku bozuklukları nerelerde görülür?", "answers": { "text": [ "deri ve sinirler" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Ödem, kan sıvısının damar dışına çıkması ve hücreler arasındaki sıvının artışı olgusudur. Ödemin yaygın biçimine anazarka denir. Ödem türleri yerel ödem ve generalize ödemdir. Damar çeperlerine yüklenen hidrostatik basınç ve Kan sıvısındaki plazmanın kolloidal osmotik (onkotik) basıncı ile oluşur. Komplikasyonları akciğer ödemi (pulmoner ödem), beyin ödemi (serebral ödem), Larinks ödemi, Seröz boşlukların ödemi (effüzyon) ve subkutan ödemdir.", "question": "Ödem nedir?", "answers": { "text": [ "kan sıvısının damar dışına çıkması ve hücreler arasındaki sıvının artışı olgusu" ], "answer_start": [ 6 ] } }, { "context": "Ödem, kan sıvısının damar dışına çıkması ve hücreler arasındaki sıvının artışı olgusudur. Ödemin yaygın biçimine anazarka denir. Ödem türleri yerel ödem ve generalize ödemdir. Damar çeperlerine yüklenen hidrostatik basınç ve Kan sıvısındaki plazmanın kolloidal osmotik (onkotik) basıncı ile oluşur. Komplikasyonları akciğer ödemi (pulmoner ödem), beyin ödemi (serebral ödem), Larinks ödemi, Seröz boşlukların ödemi (effüzyon) ve subkutan ödemdir.", "question": "Ödemin yaygın biçimine ne denir?", "answers": { "text": [ "anazarka" ], "answer_start": [ 113 ] } }, { "context": "Ödem, kan sıvısının damar dışına çıkması ve hücreler arasındaki sıvının artışı olgusudur. Ödemin yaygın biçimine anazarka denir. Ödem türleri yerel ödem ve generalize ödemdir. Damar çeperlerine yüklenen hidrostatik basınç ve Kan sıvısındaki plazmanın kolloidal osmotik (onkotik) basıncı ile oluşur. Komplikasyonları akciğer ödemi (pulmoner ödem), beyin ödemi (serebral ödem), Larinks ödemi, Seröz boşlukların ödemi (effüzyon) ve subkutan ödemdir.", "question": "Ödem türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "yerel ödem ve generalize ödem" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Ödem, kan sıvısının damar dışına çıkması ve hücreler arasındaki sıvının artışı olgusudur. Ödemin yaygın biçimine anazarka denir. Ödem türleri yerel ödem ve generalize ödemdir. Damar çeperlerine yüklenen hidrostatik basınç ve Kan sıvısındaki plazmanın kolloidal osmotik (onkotik) basıncı ile oluşur. Komplikasyonları akciğer ödemi (pulmoner ödem), beyin ödemi (serebral ödem), Larinks ödemi, Seröz boşlukların ödemi (effüzyon) ve subkutan ödemdir.", "question": "Ödem nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "kan sıvısının damar dışına çıkması ve hücreler arasındaki sıvının artışı" ], "answer_start": [ 6 ] } }, { "context": "Ödem, kan sıvısının damar dışına çıkması ve hücreler arasındaki sıvının artışı olgusudur. Ödemin yaygın biçimine anazarka denir. Ödem türleri yerel ödem ve generalize ödemdir. Damar çeperlerine yüklenen hidrostatik basınç ve Kan sıvısındaki plazmanın kolloidal osmotik (onkotik) basıncı ile oluşur. Komplikasyonları akciğer ödemi (pulmoner ödem), beyin ödemi (serebral ödem), Larinks ödemi, Seröz boşlukların ödemi (effüzyon) ve subkutan ödemdir.", "question": "Ödemin komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "akciğer ödemi (pulmoner ödem), beyin ödemi (serebral ödem), Larinks ödemi, Seröz boşlukların ödemi (effüzyon) ve subkutan ödem" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "Panik atak, aniden gelen yoğun korku dönemidir. Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, uyuşma veya kötü bir şeyin olacağı hissiyle oluşur. Panik atak; panik bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, madde kullanım bozukluğu, depresyon nedeniyle oluşur. Panik atak, psikoterapiler ve ilaçlar da dahil olmak üzere çeşitli yöntemlerle tedavi edilebilir. Panik atak ilaçları benzodiazepinler ve antidepresanlardır.", "question": "Panik atak nedir?", "answers": { "text": [ "yoğun korku dönemidir" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Panik atak, aniden gelen yoğun korku dönemidir. Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, uyuşma veya kötü bir şeyin olacağı hissiyle oluşur. Panik atak; panik bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, madde kullanım bozukluğu, depresyon nedeniyle oluşur. Panik atak, psikoterapiler ve ilaçlar da dahil olmak üzere çeşitli yöntemlerle tedavi edilebilir. Panik atak ilaçları benzodiazepinler ve antidepresanlardır.", "question": "Panik atak nasıl oluşur??", "answers": { "text": [ "Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, uyuşma veya kötü bir şeyin olacağı hissiyle" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Panik atak, aniden gelen yoğun korku dönemidir. Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, uyuşma veya kötü bir şeyin olacağı hissiyle oluşur. Panik atak; panik bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, madde kullanım bozukluğu, depresyon nedeniyle oluşur. Panik atak, psikoterapiler ve ilaçlar da dahil olmak üzere çeşitli yöntemlerle tedavi edilebilir. Panik atak ilaçları benzodiazepinler ve antidepresanlardır.", "question": "Panik atak nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "panik bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, madde kullanım bozukluğu, depresyon" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "Panik atak, aniden gelen yoğun korku dönemidir. Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, uyuşma veya kötü bir şeyin olacağı hissiyle oluşur. Panik atak; panik bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, madde kullanım bozukluğu, depresyon nedeniyle oluşur. Panik atak, psikoterapiler ve ilaçlar da dahil olmak üzere çeşitli yöntemlerle tedavi edilebilir. Panik atak ilaçları benzodiazepinler ve antidepresanlardır.", "question": "Panik atak nasıl tedavi edilir?", "answers": { "text": [ "psikoterapiler ve ilaçlar" ], "answer_start": [ 298 ] } }, { "context": "Panik atak, aniden gelen yoğun korku dönemidir. Çarpıntı, terleme, titreme, nefes darlığı, uyuşma veya kötü bir şeyin olacağı hissiyle oluşur. Panik atak; panik bozukluğu, sosyal anksiyete bozukluğu, travma sonrası stres bozukluğu, madde kullanım bozukluğu, depresyon nedeniyle oluşur. Panik atak, psikoterapiler ve ilaçlar da dahil olmak üzere çeşitli yöntemlerle tedavi edilebilir. Panik atak ilaçları benzodiazepinler ve antidepresanlardır.", "question": "Panik atak için kullanılan ilaçlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "benzodiazepinler ve antidepresanlardır" ], "answer_start": [ 404 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı, hem motor sistemi hem de motor dışı sistemleri etkileyen, merkezi sinir sistemi'nin kronik dejeneratif bozukluğudur. Parkinson hastalığının semptomları tremor, rijidite, hareket yavaşlaması ve yürüme zorluğudur. İlaç ve ameliyat ile tedavi edilir. Komplikasyonları demans, depresyon, anksiyete, yeme problemleri ve uyku problemleridir. L-DOPA ve dopamin agonistis ilaçları kullanılır.", "question": "Parkinson hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "merkezi sinir sistemi'nin kronik dejeneratif bozukluğudur" ], "answer_start": [ 79 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı, hem motor sistemi hem de motor dışı sistemleri etkileyen, merkezi sinir sistemi'nin kronik dejeneratif bozukluğudur. Parkinson hastalığının semptomları tremor, rijidite, hareket yavaşlaması ve yürüme zorluğudur. İlaç ve ameliyat ile tedavi edilir. Komplikasyonları demans, depresyon, anksiyete, yeme problemleri ve uyku problemleridir. L-DOPA ve dopamin agonistis ilaçları kullanılır.", "question": "Parkinson hastalığının semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "tremor, rijidite, hareket yavaşlaması ve yürüme zorluğu" ], "answer_start": [ 173 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı, hem motor sistemi hem de motor dışı sistemleri etkileyen, merkezi sinir sistemi'nin kronik dejeneratif bozukluğudur. Parkinson hastalığının semptomları tremor, rijidite, hareket yavaşlaması ve yürüme zorluğudur. İlaç ve ameliyat ile tedavi edilir. Komplikasyonları demans, depresyon, anksiyete, yeme problemleri ve uyku problemleridir. L-DOPA ve dopamin agonistis ilaçları kullanılır.", "question": "Parkinson hastalığının tedavisi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "İlaç ve ameliyat" ], "answer_start": [ 233 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı, hem motor sistemi hem de motor dışı sistemleri etkileyen, merkezi sinir sistemi'nin kronik dejeneratif bozukluğudur. Parkinson hastalığının semptomları tremor, rijidite, hareket yavaşlaması ve yürüme zorluğudur. İlaç ve ameliyat ile tedavi edilir. Komplikasyonları demans, depresyon, anksiyete, yeme problemleri ve uyku problemleridir. L-DOPA ve dopamin agonistis ilaçları kullanılır.", "question": "Parkinson hastalığının komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "demans, depresyon, anksiyete, yeme problemleri ve uyku problemleri" ], "answer_start": [ 286 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı, hem motor sistemi hem de motor dışı sistemleri etkileyen, merkezi sinir sistemi'nin kronik dejeneratif bozukluğudur. Parkinson hastalığının semptomları tremor, rijidite, hareket yavaşlaması ve yürüme zorluğudur. İlaç ve ameliyat ile tedavi edilir. Komplikasyonları demans, depresyon, anksiyete, yeme problemleri ve uyku problemleridir. L-DOPA ve dopamin agonistis ilaçları kullanılır.", "question": "Parkinson hastalığında hangi ilaçlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "L-DOPA ve dopamin agonistis" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Raşitizm, çoğunlukla D vitamini eksikliğine bağlı olan, genellikle 6-18 aylık çocuklarda görülen kemik hastalığıdır. Ender rastlanan bir hastalıktır. En önemli nedeni güneş yetersizliğine bağlı D vitamini eksikliğidir. Tedavisi deniz, kum veya güneş banyoları, kış aylarında da haftada 3 kere ılık banyodur.", "question": "Raşitizm nedir?", "answers": { "text": [ "kemik hastalığıdır" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Raşitizm, çoğunlukla D vitamini eksikliğine bağlı olan, genellikle 6-18 aylık çocuklarda görülen kemik hastalığıdır. Ender rastlanan bir hastalıktır. En önemli nedeni güneş yetersizliğine bağlı D vitamini eksikliğidir. Tedavisi deniz, kum veya güneş banyoları, kış aylarında da haftada 3 kere ılık banyodur.", "question": "Raşitizmin nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "güneş yetersizliğine bağlı D vitamini eksikliği" ], "answer_start": [ 167 ] } }, { "context": "Raşitizm, çoğunlukla D vitamini eksikliğine bağlı olan, genellikle 6-18 aylık çocuklarda görülen kemik hastalığıdır. Ender rastlanan bir hastalıktır. En önemli nedeni güneş yetersizliğine bağlı D vitamini eksikliğidir. Tedavisi deniz, kum veya güneş banyoları, kış aylarında da haftada 3 kere ılık banyodur.", "question": "Raşitizm kimlerde görülür?", "answers": { "text": [ "6-18 aylık çocuklarda" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Raşitizm, çoğunlukla D vitamini eksikliğine bağlı olan, genellikle 6-18 aylık çocuklarda görülen kemik hastalığıdır. Ender rastlanan bir hastalıktır. En önemli nedeni güneş yetersizliğine bağlı D vitamini eksikliğidir. Tedavisi deniz, kum veya güneş banyoları, kış aylarında da haftada 3 kere ılık banyodur.", "question": "Raşitizmin tedavisi nedir?", "answers": { "text": [ "deniz, kum veya güneş banyoları, kış aylarında da haftada 3 kere ılık banyo" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "Raşitizm, çoğunlukla D vitamini eksikliğine bağlı olan, genellikle 6-18 aylık çocuklarda görülen kemik hastalığıdır. Ender rastlanan bir hastalıktır. En önemli nedeni güneş yetersizliğine bağlı D vitamini eksikliğidir. Tedavisi deniz, kum veya güneş banyoları, kış aylarında da haftada 3 kere ılık banyodur.", "question": "Raşitizm nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kemik hastalığı" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Romatizma, kemikleri, eklemleri, eklem çevresi dokuları, hatta sinir köklerini etkileyen hastalıklardır. Nedenleri genetik(aileden gelen) faktörler, yaş, cinsiyet, bazı ilaçlar, kaza sonucu oluşan zedelenmeler, iklim gibi faktörlerdir. Her romatizmanın görülme yaşı farklıdır ve bununla birlikte kadınlarda görülme sıklığı daha fazladır. Rutubetli ve soğuk yerlerde görülme ihtimali daha fazladır.", "question": "Romatizma nedir?", "answers": { "text": [ "kemikleri, eklemleri, eklem çevresi dokuları, hatta sinir köklerini etkileyen hastalıklar" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Romatizma, kemikleri, eklemleri, eklem çevresi dokuları, hatta sinir köklerini etkileyen hastalıklardır. Nedenleri genetik(aileden gelen) faktörler, yaş, cinsiyet, bazı ilaçlar, kaza sonucu oluşan zedelenmeler, iklim gibi faktörlerdir. Her romatizmanın görülme yaşı farklıdır ve bununla birlikte kadınlarda görülme sıklığı daha fazladır. Rutubetli ve soğuk yerlerde görülme ihtimali daha fazladır.", "question": "Romatizmanın nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "genetik(aileden gelen) faktörler, yaş, cinsiyet, bazı ilaçlar, kaza sonucu oluşan zedelenmeler, iklim gibi faktörlerdir" ], "answer_start": [ 115 ] } }, { "context": "Romatizma, kemikleri, eklemleri, eklem çevresi dokuları, hatta sinir köklerini etkileyen hastalıklardır. Nedenleri genetik(aileden gelen) faktörler, yaş, cinsiyet, bazı ilaçlar, kaza sonucu oluşan zedelenmeler, iklim gibi faktörlerdir. Her romatizmanın görülme yaşı farklıdır ve bununla birlikte kadınlarda görülme sıklığı daha fazladır. Rutubetli ve soğuk yerlerde görülme ihtimali daha fazladır.", "question": "Kimlerde görülme sıklığı daha fazladır?", "answers": { "text": [ "kadınlarda" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Romatizma, kemikleri, eklemleri, eklem çevresi dokuları, hatta sinir köklerini etkileyen hastalıklardır. Nedenleri genetik(aileden gelen) faktörler, yaş, cinsiyet, bazı ilaçlar, kaza sonucu oluşan zedelenmeler, iklim gibi faktörlerdir. Her romatizmanın görülme yaşı farklıdır ve bununla birlikte kadınlarda görülme sıklığı daha fazladır. Rutubetli ve soğuk yerlerde görülme ihtimali daha fazladır.", "question": "Romatizmanın görülme ihtimali nerelerde fazladır?", "answers": { "text": [ "Rutubetli ve soğuk yerlerde" ], "answer_start": [ 338 ] } }, { "context": "Romatizma, kemikleri, eklemleri, eklem çevresi dokuları, hatta sinir köklerini etkileyen hastalıklardır. Nedenleri genetik(aileden gelen) faktörler, yaş, cinsiyet, bazı ilaçlar, kaza sonucu oluşan zedelenmeler, iklim gibi faktörlerdir. Her romatizmanın görülme yaşı farklıdır ve bununla birlikte kadınlarda görülme sıklığı daha fazladır. Rutubetli ve soğuk yerlerde görülme ihtimali daha fazladır.", "question": "Romatizma nereleri etkiler?", "answers": { "text": [ "kemikleri, eklemleri, eklem çevresi dokuları, hatta sinir köklerini" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Alopesi areata; saçlı deri, sakal bölgesi, kaşlar, kirpikler ve diğer vücut kıllarının, belli bir belirti olmaksızın tüm vücuda yayılmış bir biçimde dökülmesiyle kendini gösteren bir hastalıktır. Hastalığın etkenleri psikolojik stresler, hücresel ve humoral bağışıklık, endokrin, bulaşıcı ve sinirsel sebeplerdir. Tedavileri, steroid kremler ve saçlı deri uygulamaları, lokal steroid enjeksiyonları, steroid tabletler, ditranol krem, kontakt duyarlandırıcı tedavisi ve ultraviyole ışık tedavisidir. Hastalık bulaşıcı değildir. Stres altında, otoimmün hastalıklarda veya androjen, testosteron benzeri hormonların baskılaması sonucunda agresifleşen bağışıklık sistemi kendi hücrelerini yabancı olarak görüp bu hücrelerle savaşması ile oluşur.", "question": "Alopesi areata nedir?", "answers": { "text": [ "saçlı deri, sakal bölgesi, kaşlar, kirpikler ve diğer vücut kıllarının, belli bir belirti olmaksızın tüm vücuda yayılmış bir biçimde dökülmesiyle kendini gösteren bir hastalık" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Alopesi areata; saçlı deri, sakal bölgesi, kaşlar, kirpikler ve diğer vücut kıllarının, belli bir belirti olmaksızın tüm vücuda yayılmış bir biçimde dökülmesiyle kendini gösteren bir hastalıktır. Hastalığın etkenleri psikolojik stresler, hücresel ve humoral bağışıklık, endokrin, bulaşıcı ve sinirsel sebeplerdir. Tedavileri, steroid kremler ve saçlı deri uygulamaları, lokal steroid enjeksiyonları, steroid tabletler, ditranol krem, kontakt duyarlandırıcı tedavisi ve ultraviyole ışık tedavisidir. Hastalık bulaşıcı değildir. Stres altında, otoimmün hastalıklarda veya androjen, testosteron benzeri hormonların baskılaması sonucunda agresifleşen bağışıklık sistemi kendi hücrelerini yabancı olarak görüp bu hücrelerle savaşması ile oluşur.", "question": "Alopesi areatanın etkenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "psikolojik stresler, hücresel ve humoral bağışıklık, endokrin, bulaşıcı ve sinirsel" ], "answer_start": [ 217 ] } }, { "context": "Alopesi areata; saçlı deri, sakal bölgesi, kaşlar, kirpikler ve diğer vücut kıllarının, belli bir belirti olmaksızın tüm vücuda yayılmış bir biçimde dökülmesiyle kendini gösteren bir hastalıktır. Hastalığın etkenleri psikolojik stresler, hücresel ve humoral bağışıklık, endokrin, bulaşıcı ve sinirsel sebeplerdir. Tedavileri, steroid kremler ve saçlı deri uygulamaları, lokal steroid enjeksiyonları, steroid tabletler, ditranol krem, kontakt duyarlandırıcı tedavisi ve ultraviyole ışık tedavisidir. Hastalık bulaşıcı değildir. Stres altında, otoimmün hastalıklarda veya androjen, testosteron benzeri hormonların baskılaması sonucunda agresifleşen bağışıklık sistemi kendi hücrelerini yabancı olarak görüp bu hücrelerle savaşması ile oluşur.", "question": "Alopesi areatanın tedavileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "steroid kremler ve saçlı deri uygulamaları, lokal steroid enjeksiyonları, steroid tabletler, ditranol krem, kontakt duyarlandırıcı tedavisi ve ultraviyole ışık tedavisi" ], "answer_start": [ 326 ] } }, { "context": "Alopesi areata; saçlı deri, sakal bölgesi, kaşlar, kirpikler ve diğer vücut kıllarının, belli bir belirti olmaksızın tüm vücuda yayılmış bir biçimde dökülmesiyle kendini gösteren bir hastalıktır. Hastalığın etkenleri psikolojik stresler, hücresel ve humoral bağışıklık, endokrin, bulaşıcı ve sinirsel sebeplerdir. Tedavileri, steroid kremler ve saçlı deri uygulamaları, lokal steroid enjeksiyonları, steroid tabletler, ditranol krem, kontakt duyarlandırıcı tedavisi ve ultraviyole ışık tedavisidir. Hastalık bulaşıcı değildir. Stres altında, otoimmün hastalıklarda veya androjen, testosteron benzeri hormonların baskılaması sonucunda agresifleşen bağışıklık sistemi kendi hücrelerini yabancı olarak görüp bu hücrelerle savaşması ile oluşur.", "question": "Alopesi areata bulaşıcı mıdır?", "answers": { "text": [ "Hastalık bulaşıcı değildir" ], "answer_start": [ 499 ] } }, { "context": "Alopesi areata; saçlı deri, sakal bölgesi, kaşlar, kirpikler ve diğer vücut kıllarının, belli bir belirti olmaksızın tüm vücuda yayılmış bir biçimde dökülmesiyle kendini gösteren bir hastalıktır. Hastalığın etkenleri psikolojik stresler, hücresel ve humoral bağışıklık, endokrin, bulaşıcı ve sinirsel sebeplerdir. Tedavileri, steroid kremler ve saçlı deri uygulamaları, lokal steroid enjeksiyonları, steroid tabletler, ditranol krem, kontakt duyarlandırıcı tedavisi ve ultraviyole ışık tedavisidir. Hastalık bulaşıcı değildir. Stres altında, otoimmün hastalıklarda veya androjen, testosteron benzeri hormonların baskılaması sonucunda agresifleşen bağışıklık sistemi kendi hücrelerini yabancı olarak görüp bu hücrelerle savaşması ile oluşur.", "question": "Alopesi areata nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "saçlı deri, sakal bölgesi, kaşlar, kirpikler ve diğer vücut kıllarının, belli bir belirti olmaksızın tüm vücuda yayılmış bir biçimde dökülmesi" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Safra taşları normal veya anormal safra bileşenlerinin büyüme veya birleşme yoluyla vücutta oluşan kristal yapılardır. Kalıtsal faktörler, vücut ağırlığı ve safra kesesi hareketi neden olur. Safra taşının belirtisi safra atağıdır. Safra atağı yarım saatle birkaç saat arası bir süre boyunca hastanın kişi üst abdominal (karın) bölgede gittikçe artan bir acı hissetmesidir. Tedavisi kolesistektomi (safra kesesinin alınması) işlemidir.", "question": "Safra taşları nedir?", "answers": { "text": [ "kristal yapılardır" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Safra taşları normal veya anormal safra bileşenlerinin büyüme veya birleşme yoluyla vücutta oluşan kristal yapılardır. Kalıtsal faktörler, vücut ağırlığı ve safra kesesi hareketi neden olur. Safra taşının belirtisi safra atağıdır. Safra atağı yarım saatle birkaç saat arası bir süre boyunca hastanın kişi üst abdominal (karın) bölgede gittikçe artan bir acı hissetmesidir. Tedavisi kolesistektomi (safra kesesinin alınması) işlemidir.", "question": "Safra taşlarının nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Kalıtsal faktörler, vücut ağırlığı ve safra kesesi hareketi" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Safra taşları normal veya anormal safra bileşenlerinin büyüme veya birleşme yoluyla vücutta oluşan kristal yapılardır. Kalıtsal faktörler, vücut ağırlığı ve safra kesesi hareketi neden olur. Safra taşının belirtisi safra atağıdır. Safra atağı yarım saatle birkaç saat arası bir süre boyunca hastanın kişi üst abdominal (karın) bölgede gittikçe artan bir acı hissetmesidir. Tedavisi kolesistektomi (safra kesesinin alınması) işlemidir.", "question": "Safra taşının belirtisi nedir?", "answers": { "text": [ "safra atağı" ], "answer_start": [ 215 ] } }, { "context": "Safra taşları normal veya anormal safra bileşenlerinin büyüme veya birleşme yoluyla vücutta oluşan kristal yapılardır. Kalıtsal faktörler, vücut ağırlığı ve safra kesesi hareketi neden olur. Safra taşının belirtisi safra atağıdır. Safra atağı yarım saatle birkaç saat arası bir süre boyunca hastanın kişi üst abdominal (karın) bölgede gittikçe artan bir acı hissetmesidir. Tedavisi kolesistektomi (safra kesesinin alınması) işlemidir.", "question": "Safra atağı nedir?", "answers": { "text": [ "yarım saatle birkaç saat arası bir süre boyunca hastanın kişi üst abdominal (karın) bölgede gittikçe artan bir acı hissetmesi" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Safra taşları normal veya anormal safra bileşenlerinin büyüme veya birleşme yoluyla vücutta oluşan kristal yapılardır. Kalıtsal faktörler, vücut ağırlığı ve safra kesesi hareketi neden olur. Safra taşının belirtisi safra atağıdır. Safra atağı yarım saatle birkaç saat arası bir süre boyunca hastanın kişi üst abdominal (karın) bölgede gittikçe artan bir acı hissetmesidir. Tedavisi kolesistektomi (safra kesesinin alınması) işlemidir.", "question": "Safra taşının tedavisi nedir?", "answers": { "text": [ "kolesistektomi" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Alerjik rinit, burun solunum yollarında meydana gelen alerjik bir iltihaptır. Polen, toz ve hayvan tüyü (dökülen cilt ve saç parçacıkları) gibi nesneler nedeniyle oluşur. Rinit burun mukozası iltihabıdır. Semptomları burun tıkanıklığı, burun kaşıntı, burun akıntısı ve hapşırmadır.", "question": "Alerjik rinit nedir?", "answers": { "text": [ "alerjik bir iltihap" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "Alerjik rinit, burun solunum yollarında meydana gelen alerjik bir iltihaptır. Polen, toz ve hayvan tüyü (dökülen cilt ve saç parçacıkları) gibi nesneler nedeniyle oluşur. Rinit burun mukozası iltihabıdır. Semptomları burun tıkanıklığı, burun kaşıntı, burun akıntısı ve hapşırmadır.", "question": "Alerjik rinitin nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Polen, toz ve hayvan tüyü (dökülen cilt ve saç parçacıkları) gibi nesneler" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Alerjik rinit, burun solunum yollarında meydana gelen alerjik bir iltihaptır. Polen, toz ve hayvan tüyü (dökülen cilt ve saç parçacıkları) gibi nesneler nedeniyle oluşur. Rinit burun mukozası iltihabıdır. Semptomları burun tıkanıklığı, burun kaşıntı, burun akıntısı ve hapşırmadır.", "question": "Rinit ne iltihabıdır?", "answers": { "text": [ "burun mukozası" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Alerjik rinit, burun solunum yollarında meydana gelen alerjik bir iltihaptır. Polen, toz ve hayvan tüyü (dökülen cilt ve saç parçacıkları) gibi nesneler nedeniyle oluşur. Rinit burun mukozası iltihabıdır. Semptomları burun tıkanıklığı, burun kaşıntı, burun akıntısı ve hapşırmadır.", "question": "Alerjik rinitin semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "burun tıkanıklığı, burun kaşıntı, burun akıntısı ve hapşırma" ], "answer_start": [ 217 ] } }, { "context": "Alerjik rinit, burun solunum yollarında meydana gelen alerjik bir iltihaptır. Polen, toz ve hayvan tüyü (dökülen cilt ve saç parçacıkları) gibi nesneler nedeniyle oluşur. Rinit burun mukozası iltihabıdır. Semptomları burun tıkanıklığı, burun kaşıntı, burun akıntısı ve hapşırmadır.", "question": "Alerjik rinit nerede meydana gelir?", "answers": { "text": [ "burun solunum yollarında" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Epilepsi, beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı bir elektro-kimyasal boşalma yapması sonucu ortaya çıkan sinirsel bozukluktur. Beynin normal faaliyetlerini sürdürmesini sağlayan elektriğin, aşırı ve kontrolsüz yayılımı sonucu oluşur. Geçici bilinç kaybına neden olur. Tedavileri, ilaç tedavisi, ameliyat, nörostimulasyon ve diyetlerdir. Belirtileri, bilinç ve %30 hafıza kaybı, Aşırı unutkanlık, Stres, Kendini yaralama ve etlerini yolma, Belli mesafede ara verme ve yeni döneme girme, Çift görme ve baş dönmesi, Bayılma, Bunalıma girme, Duygusal hareketler, Titreme, yere düşmedir.", "question": "Epilepsi nedir?", "answers": { "text": [ "sinirsel bozukluk" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Epilepsi, beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı bir elektro-kimyasal boşalma yapması sonucu ortaya çıkan sinirsel bozukluktur. Beynin normal faaliyetlerini sürdürmesini sağlayan elektriğin, aşırı ve kontrolsüz yayılımı sonucu oluşur. Geçici bilinç kaybına neden olur. Tedavileri, ilaç tedavisi, ameliyat, nörostimulasyon ve diyetlerdir. Belirtileri, bilinç ve %30 hafıza kaybı, Aşırı unutkanlık, Stres, Kendini yaralama ve etlerini yolma, Belli mesafede ara verme ve yeni döneme girme, Çift görme ve baş dönmesi, Bayılma, Bunalıma girme, Duygusal hareketler, Titreme, yere düşmedir.", "question": "Epilepsi nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı bir elektro-kimyasal boşalma yapması sonucu" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Epilepsi, beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı bir elektro-kimyasal boşalma yapması sonucu ortaya çıkan sinirsel bozukluktur. Beynin normal faaliyetlerini sürdürmesini sağlayan elektriğin, aşırı ve kontrolsüz yayılımı sonucu oluşur. Geçici bilinç kaybına neden olur. Tedavileri, ilaç tedavisi, ameliyat, nörostimulasyon ve diyetlerdir. Belirtileri, bilinç ve %30 hafıza kaybı, Aşırı unutkanlık, Stres, Kendini yaralama ve etlerini yolma, Belli mesafede ara verme ve yeni döneme girme, Çift görme ve baş dönmesi, Bayılma, Bunalıma girme, Duygusal hareketler, Titreme, yere düşmedir.", "question": "Epilepsi neye neden olur?", "answers": { "text": [ "Geçici bilinç kaybına" ], "answer_start": [ 248 ] } }, { "context": "Epilepsi, beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı bir elektro-kimyasal boşalma yapması sonucu ortaya çıkan sinirsel bozukluktur. Beynin normal faaliyetlerini sürdürmesini sağlayan elektriğin, aşırı ve kontrolsüz yayılımı sonucu oluşur. Geçici bilinç kaybına neden olur. Tedavileri, ilaç tedavisi, ameliyat, nörostimulasyon ve diyetlerdir. Belirtileri, bilinç ve %30 hafıza kaybı, Aşırı unutkanlık, Stres, Kendini yaralama ve etlerini yolma, Belli mesafede ara verme ve yeni döneme girme, Çift görme ve baş dönmesi, Bayılma, Bunalıma girme, Duygusal hareketler, Titreme, yere düşmedir.", "question": "Epilepsinin tedavileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ilaç tedavisi, ameliyat, nörostimulasyon ve diyetler" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Epilepsi, beyin içinde bulunan sinir hücrelerinin olağan dışı bir elektro-kimyasal boşalma yapması sonucu ortaya çıkan sinirsel bozukluktur. Beynin normal faaliyetlerini sürdürmesini sağlayan elektriğin, aşırı ve kontrolsüz yayılımı sonucu oluşur. Geçici bilinç kaybına neden olur. Tedavileri, ilaç tedavisi, ameliyat, nörostimulasyon ve diyetlerdir. Belirtileri, bilinç ve %30 hafıza kaybı, Aşırı unutkanlık, Stres, Kendini yaralama ve etlerini yolma, Belli mesafede ara verme ve yeni döneme girme, Çift görme ve baş dönmesi, Bayılma, Bunalıma girme, Duygusal hareketler, Titreme, yere düşmedir.", "question": "Epilepsinin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "bilinç ve %30 hafıza kaybı, Aşırı unutkanlık, Stres, Kendini yaralama ve etlerini yolma, Belli mesafede ara verme ve yeni döneme girme, Çift görme ve baş dönmesi, Bayılma, Bunalıma girme, Duygusal hareketler, Titreme, yere düşme" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Sarılık, bir hastalık değil, çoğu karaciğerle ilgili olan bazı hastalıkların belirtisidir. Hatalıkta gözakı (sklera), deri, mukozalar ve organlar sarıya boyanır. Nedeni kandaki bilirubin düzeyinin artmasıdır. Sarılıkta en sık rastlanan belirtiler, halsizlik, iştahsızlık, mide bulantısı, karnın sağ üst kadranında ağrı, derinin ve gözakının sararması ve idrarın koyulaşmasıdır. Hastalık süreci halsizlik, eklem ağrıları ve hafif ateş ile gribal enfeksiyon tarzında geçebilir. Çeşitleri Hemolitik Sarılık, Hepatoselüler Sarılık, Tıkanma Sarılığıdır.", "question": "Sarılık nedir?", "answers": { "text": [ "bir hastalık değil, çoğu karaciğerle ilgili olan bazı hastalıkların belirtisidir" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Sarılık, bir hastalık değil, çoğu karaciğerle ilgili olan bazı hastalıkların belirtisidir. Hatalıkta gözakı (sklera), deri, mukozalar ve organlar sarıya boyanır. Nedeni kandaki bilirubin düzeyinin artmasıdır. Sarılıkta en sık rastlanan belirtiler, halsizlik, iştahsızlık, mide bulantısı, karnın sağ üst kadranında ağrı, derinin ve gözakının sararması ve idrarın koyulaşmasıdır. Hastalık süreci halsizlik, eklem ağrıları ve hafif ateş ile gribal enfeksiyon tarzında geçebilir. Çeşitleri Hemolitik Sarılık, Hepatoselüler Sarılık, Tıkanma Sarılığıdır.", "question": "Sarılığın nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "kandaki bilirubin düzeyinin artması" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Sarılık, bir hastalık değil, çoğu karaciğerle ilgili olan bazı hastalıkların belirtisidir. Hatalıkta gözakı (sklera), deri, mukozalar ve organlar sarıya boyanır. Nedeni kandaki bilirubin düzeyinin artmasıdır. Sarılıkta en sık rastlanan belirtiler, halsizlik, iştahsızlık, mide bulantısı, karnın sağ üst kadranında ağrı, derinin ve gözakının sararması ve idrarın koyulaşmasıdır. Hastalık süreci halsizlik, eklem ağrıları ve hafif ateş ile gribal enfeksiyon tarzında geçebilir. Çeşitleri Hemolitik Sarılık, Hepatoselüler Sarılık, Tıkanma Sarılığıdır.", "question": "Sarılığın belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "halsizlik, iştahsızlık, mide bulantısı, karnın sağ üst kadranında ağrı, derinin ve gözakının sararması ve idrarın koyulaşması" ], "answer_start": [ 248 ] } }, { "context": "Sarılık, bir hastalık değil, çoğu karaciğerle ilgili olan bazı hastalıkların belirtisidir. Hatalıkta gözakı (sklera), deri, mukozalar ve organlar sarıya boyanır. Nedeni kandaki bilirubin düzeyinin artmasıdır. Sarılıkta en sık rastlanan belirtiler, halsizlik, iştahsızlık, mide bulantısı, karnın sağ üst kadranında ağrı, derinin ve gözakının sararması ve idrarın koyulaşmasıdır. Hastalık süreci halsizlik, eklem ağrıları ve hafif ateş ile gribal enfeksiyon tarzında geçebilir. Çeşitleri Hemolitik Sarılık, Hepatoselüler Sarılık, Tıkanma Sarılığıdır.", "question": "Sarılığın süreci nasıl geçer?", "answers": { "text": [ "gribal enfeksiyon tarzında" ], "answer_start": [ 438 ] } }, { "context": "Sarılık, bir hastalık değil, çoğu karaciğerle ilgili olan bazı hastalıkların belirtisidir. Hatalıkta gözakı (sklera), deri, mukozalar ve organlar sarıya boyanır. Nedeni kandaki bilirubin düzeyinin artmasıdır. Sarılıkta en sık rastlanan belirtiler, halsizlik, iştahsızlık, mide bulantısı, karnın sağ üst kadranında ağrı, derinin ve gözakının sararması ve idrarın koyulaşmasıdır. Hastalık süreci halsizlik, eklem ağrıları ve hafif ateş ile gribal enfeksiyon tarzında geçebilir. Çeşitleri Hemolitik Sarılık, Hepatoselüler Sarılık, Tıkanma Sarılığıdır.", "question": "Sarılığın çeşitleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Hemolitik Sarılık, Hepatoselüler Sarılık, Tıkanma Sarılığıdır" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Sedef hastalığı, deride kabartılarla karakterize, uzun süreli, bulaşıcı olmayan bir otoimmün hastalıktır. Stres, sedef hastalığını artıran faktördür. Ayrıca boğaz ve vücutta meydana gelen enfeksiyonlar, özellikle çocuklardaki damla tipi sedefi tetikleyen nedenlerdendir. Çeşitleri Plak tipi sedef (psoriazis), Ters (inverse) sedef, Eritrodermik sedef ve Damla (guttat) tipi sedeftir. Tedavileri İlaç tedavisi, Işık tedavisi (Fototerapi), Biyolojik ajanlar: Etanercept (Enbrel), İnfliximab (Remicade),Adalimumab (Humira) ve Doğal yağlardır. Belirtileri diz, dirsek, sırt ve sakrum denen kuyruk sokumunda kızarıklık, pullanma ve deride dökülmedir.", "question": "Sedef hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "uzun süreli, bulaşıcı olmayan bir otoimmün hastalıktır" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "Sedef hastalığı, deride kabartılarla karakterize, uzun süreli, bulaşıcı olmayan bir otoimmün hastalıktır. Stres, sedef hastalığını artıran faktördür. Ayrıca boğaz ve vücutta meydana gelen enfeksiyonlar, özellikle çocuklardaki damla tipi sedefi tetikleyen nedenlerdendir. Çeşitleri Plak tipi sedef (psoriazis), Ters (inverse) sedef, Eritrodermik sedef ve Damla (guttat) tipi sedeftir. Tedavileri İlaç tedavisi, Işık tedavisi (Fototerapi), Biyolojik ajanlar: Etanercept (Enbrel), İnfliximab (Remicade),Adalimumab (Humira) ve Doğal yağlardır. Belirtileri diz, dirsek, sırt ve sakrum denen kuyruk sokumunda kızarıklık, pullanma ve deride dökülmedir.", "question": "Sedef hastalığını artıran faktör nedir?", "answers": { "text": [ "Stres" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Sedef hastalığı, deride kabartılarla karakterize, uzun süreli, bulaşıcı olmayan bir otoimmün hastalıktır. Stres, sedef hastalığını artıran faktördür. Ayrıca boğaz ve vücutta meydana gelen enfeksiyonlar, özellikle çocuklardaki damla tipi sedefi tetikleyen nedenlerdendir. Çeşitleri Plak tipi sedef (psoriazis), Ters (inverse) sedef, Eritrodermik sedef ve Damla (guttat) tipi sedeftir. Tedavileri İlaç tedavisi, Işık tedavisi (Fototerapi), Biyolojik ajanlar: Etanercept (Enbrel), İnfliximab (Remicade),Adalimumab (Humira) ve Doğal yağlardır. Belirtileri diz, dirsek, sırt ve sakrum denen kuyruk sokumunda kızarıklık, pullanma ve deride dökülmedir.", "question": "Sedef hastalığının çeşitleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Plak tipi sedef (psoriazis), Ters (inverse) sedef, Eritrodermik sedef ve Damla (guttat) tipi sedef" ], "answer_start": [ 281 ] } }, { "context": "Sedef hastalığı, deride kabartılarla karakterize, uzun süreli, bulaşıcı olmayan bir otoimmün hastalıktır. Stres, sedef hastalığını artıran faktördür. Ayrıca boğaz ve vücutta meydana gelen enfeksiyonlar, özellikle çocuklardaki damla tipi sedefi tetikleyen nedenlerdendir. Çeşitleri Plak tipi sedef (psoriazis), Ters (inverse) sedef, Eritrodermik sedef ve Damla (guttat) tipi sedeftir. Tedavileri İlaç tedavisi, Işık tedavisi (Fototerapi), Biyolojik ajanlar: Etanercept (Enbrel), İnfliximab (Remicade),Adalimumab (Humira) ve Doğal yağlardır. Belirtileri diz, dirsek, sırt ve sakrum denen kuyruk sokumunda kızarıklık, pullanma ve deride dökülmedir.", "question": "Sedef hastalığının tedavileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "İlaç tedavisi, Işık tedavisi (Fototerapi), Biyolojik ajanlar: Etanercept (Enbrel), İnfliximab (Remicade),Adalimumab (Humira) ve Doğal yağlar" ], "answer_start": [ 395 ] } }, { "context": "Sedef hastalığı, deride kabartılarla karakterize, uzun süreli, bulaşıcı olmayan bir otoimmün hastalıktır. Stres, sedef hastalığını artıran faktördür. Ayrıca boğaz ve vücutta meydana gelen enfeksiyonlar, özellikle çocuklardaki damla tipi sedefi tetikleyen nedenlerdendir. Çeşitleri Plak tipi sedef (psoriazis), Ters (inverse) sedef, Eritrodermik sedef ve Damla (guttat) tipi sedeftir. Tedavileri İlaç tedavisi, Işık tedavisi (Fototerapi), Biyolojik ajanlar: Etanercept (Enbrel), İnfliximab (Remicade),Adalimumab (Humira) ve Doğal yağlardır. Belirtileri diz, dirsek, sırt ve sakrum denen kuyruk sokumunda kızarıklık, pullanma ve deride dökülmedir.", "question": "Sedef hastalığının belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "diz, dirsek, sırt ve sakrum denen kuyruk sokumunda kızarıklık, pullanma ve deride dökülme" ], "answer_start": [ 552 ] } }, { "context": "Sıtma, hastalık yapıcı bir grup parazit olan plazmodiumların, dişi anofel sivrisinekleriyle insanlara bulaşmasıyla yayılan ateşli bir hastalıktır. Sıtmanın belirtileri arasında titremeyle yükselen ateş, halsizlik, neşesizlik, iştahsızlık, başağrısı, sırt ve bacak ağrıları bulunur. Dünyada en fazla sıtma görülen ülkeler Burkina Faso, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Gana, Hindistan, Kamerun, Mali, Mozambik, Nijer, Nijerya, Tanzanya ve Uganda'dır.", "question": "Sıtma nedir?", "answers": { "text": [ "ateşli bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 123 ] } }, { "context": "Sıtma, hastalık yapıcı bir grup parazit olan plazmodiumların, dişi anofel sivrisinekleriyle insanlara bulaşmasıyla yayılan ateşli bir hastalıktır. Sıtmanın belirtileri arasında titremeyle yükselen ateş, halsizlik, neşesizlik, iştahsızlık, başağrısı, sırt ve bacak ağrıları bulunur. Dünyada en fazla sıtma görülen ülkeler Burkina Faso, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Gana, Hindistan, Kamerun, Mali, Mozambik, Nijer, Nijerya, Tanzanya ve Uganda'dır.", "question": "Sıtma insanlara neyle bulaşır?", "answers": { "text": [ "dişi anofel sivrisinekleriyle" ], "answer_start": [ 62 ] } }, { "context": "Sıtma, hastalık yapıcı bir grup parazit olan plazmodiumların, dişi anofel sivrisinekleriyle insanlara bulaşmasıyla yayılan ateşli bir hastalıktır. Sıtmanın belirtileri arasında titremeyle yükselen ateş, halsizlik, neşesizlik, iştahsızlık, başağrısı, sırt ve bacak ağrıları bulunur. Dünyada en fazla sıtma görülen ülkeler Burkina Faso, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Gana, Hindistan, Kamerun, Mali, Mozambik, Nijer, Nijerya, Tanzanya ve Uganda'dır.", "question": "Sıtmanın belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "titremeyle yükselen ateş, halsizlik, neşesizlik, iştahsızlık, başağrısı, sırt ve bacak ağrıları" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Sıtma, hastalık yapıcı bir grup parazit olan plazmodiumların, dişi anofel sivrisinekleriyle insanlara bulaşmasıyla yayılan ateşli bir hastalıktır. Sıtmanın belirtileri arasında titremeyle yükselen ateş, halsizlik, neşesizlik, iştahsızlık, başağrısı, sırt ve bacak ağrıları bulunur. Dünyada en fazla sıtma görülen ülkeler Burkina Faso, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Gana, Hindistan, Kamerun, Mali, Mozambik, Nijer, Nijerya, Tanzanya ve Uganda'dır.", "question": "Dünyada en fazla sıtma görülen ülkeler hangileridir?", "answers": { "text": [ "Burkina Faso, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Gana, Hindistan, Kamerun, Mali, Mozambik, Nijer, Nijerya, Tanzanya ve Uganda" ], "answer_start": [ 321 ] } }, { "context": "Sıtma, hastalık yapıcı bir grup parazit olan plazmodiumların, dişi anofel sivrisinekleriyle insanlara bulaşmasıyla yayılan ateşli bir hastalıktır. Sıtmanın belirtileri arasında titremeyle yükselen ateş, halsizlik, neşesizlik, iştahsızlık, başağrısı, sırt ve bacak ağrıları bulunur. Dünyada en fazla sıtma görülen ülkeler Burkina Faso, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Gana, Hindistan, Kamerun, Mali, Mozambik, Nijer, Nijerya, Tanzanya ve Uganda'dır.", "question": "Sıtma nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "ateşli" ], "answer_start": [ 123 ] } }, { "context": "Sinüzit, yüz sinüsleri yüzeyindeki mukoza zarının iltihaplanması sonucu ortaya çıkan hastalıktır. Nedenleri Enfeksiyon (bakteriyel, mantar, viral), alerjiler, hava kirliliği, burunda yapısal sorunlardır. Belirtileri Baş ağrısı, Göz ağrısı, Halsizlik, Yüksek ateş, Burun akıntısı, Burun tıkanıklığı, Ağız kokusu, Geniz akıntısı ve Göz akıntısıdır. Tedavi için doktor tarafından geniş spektrumlu antibiyotik (örn. amoksisilin) ve dekonjestan tedavisi uygulanır. Korunma yolları arasında el yıkama, sigaradan kaçınma ve aşılama bulunur.", "question": "Sinüzit nedir?", "answers": { "text": [ "yüz sinüsleri yüzeyindeki mukoza zarının iltihaplanması" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Sinüzit, yüz sinüsleri yüzeyindeki mukoza zarının iltihaplanması sonucu ortaya çıkan hastalıktır. Nedenleri Enfeksiyon (bakteriyel, mantar, viral), alerjiler, hava kirliliği, burunda yapısal sorunlardır. Belirtileri Baş ağrısı, Göz ağrısı, Halsizlik, Yüksek ateş, Burun akıntısı, Burun tıkanıklığı, Ağız kokusu, Geniz akıntısı ve Göz akıntısıdır. Tedavi için doktor tarafından geniş spektrumlu antibiyotik (örn. amoksisilin) ve dekonjestan tedavisi uygulanır. Korunma yolları arasında el yıkama, sigaradan kaçınma ve aşılama bulunur.", "question": "Sinüzitin nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Enfeksiyon (bakteriyel, mantar, viral), alerjiler, hava kirliliği, burunda yapısal sorunlardır" ], "answer_start": [ 108 ] } }, { "context": "Sinüzit, yüz sinüsleri yüzeyindeki mukoza zarının iltihaplanması sonucu ortaya çıkan hastalıktır. Nedenleri Enfeksiyon (bakteriyel, mantar, viral), alerjiler, hava kirliliği, burunda yapısal sorunlardır. Belirtileri Baş ağrısı, Göz ağrısı, Halsizlik, Yüksek ateş, Burun akıntısı, Burun tıkanıklığı, Ağız kokusu, Geniz akıntısı ve Göz akıntısıdır. Tedavi için doktor tarafından geniş spektrumlu antibiyotik (örn. amoksisilin) ve dekonjestan tedavisi uygulanır. Korunma yolları arasında el yıkama, sigaradan kaçınma ve aşılama bulunur.", "question": "Sinüzitin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Baş ağrısı, Göz ağrısı, Halsizlik, Yüksek ateş, Burun akıntısı, Burun tıkanıklığı, Ağız kokusu, Geniz akıntısı ve Göz akıntısı" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "Sinüzit, yüz sinüsleri yüzeyindeki mukoza zarının iltihaplanması sonucu ortaya çıkan hastalıktır. Nedenleri Enfeksiyon (bakteriyel, mantar, viral), alerjiler, hava kirliliği, burunda yapısal sorunlardır. Belirtileri Baş ağrısı, Göz ağrısı, Halsizlik, Yüksek ateş, Burun akıntısı, Burun tıkanıklığı, Ağız kokusu, Geniz akıntısı ve Göz akıntısıdır. Tedavi için doktor tarafından geniş spektrumlu antibiyotik (örn. amoksisilin) ve dekonjestan tedavisi uygulanır. Korunma yolları arasında el yıkama, sigaradan kaçınma ve aşılama bulunur.", "question": "Sinüzit tedavisinde hangi yöntemler kullanılır?", "answers": { "text": [ "geniş spektrumlu antibiyotik (örn. amoksisilin) ve dekonjestan tedavisi" ], "answer_start": [ 377 ] } }, { "context": "Sinüzit, yüz sinüsleri yüzeyindeki mukoza zarının iltihaplanması sonucu ortaya çıkan hastalıktır. Nedenleri Enfeksiyon (bakteriyel, mantar, viral), alerjiler, hava kirliliği, burunda yapısal sorunlardır. Belirtileri Baş ağrısı, Göz ağrısı, Halsizlik, Yüksek ateş, Burun akıntısı, Burun tıkanıklığı, Ağız kokusu, Geniz akıntısı ve Göz akıntısıdır. Tedavi için doktor tarafından geniş spektrumlu antibiyotik (örn. amoksisilin) ve dekonjestan tedavisi uygulanır. Korunma yolları arasında el yıkama, sigaradan kaçınma ve aşılama bulunur.", "question": "Sinüzitten korunma yolları nelerdir?", "answers": { "text": [ "el yıkama, sigaradan kaçınma ve aşılama" ], "answer_start": [ 485 ] } }, { "context": "Siroz, uzun süreli karaciğer hasarının neden olduğu, karaciğer fonksiyonunun yaygın ve çoğu zaman geri dönüşümsüz olarak bozulmasıyla karakterize kronik ve ilerleyici bir hastalıktır. Belirtiler arasında yorgunluk, halsizlik, iştah kaybı, açıklanamayan kilo kaybı, bulantı, kusma ve karnın sağ üst kadranında ağrı bulunur. Tanı kan tahlili, tıbbi görüntüleme ve karaciğer biyopsisi ile konur. Korunma yolları Aşılama (ör. hepatit B), alkolden kaçınma, kilo verme, egzersiz yapma, düşük karbonhidratlı diyet, NAYKH veya NASH olanlarda hipertansiyon ve diyabetin kontrol edilmesidir. Spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, özofagusta genişlemiş damarlar, karaciğer kanseri komplikasyonları gelişebilir.", "question": "Siroz nedir?", "answers": { "text": [ "uzun süreli karaciğer hasarının neden olduğu, karaciğer fonksiyonunun yaygın ve çoğu zaman geri dönüşümsüz olarak bozulmasıyla karakterize kronik ve ilerleyici bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Siroz, uzun süreli karaciğer hasarının neden olduğu, karaciğer fonksiyonunun yaygın ve çoğu zaman geri dönüşümsüz olarak bozulmasıyla karakterize kronik ve ilerleyici bir hastalıktır. Belirtiler arasında yorgunluk, halsizlik, iştah kaybı, açıklanamayan kilo kaybı, bulantı, kusma ve karnın sağ üst kadranında ağrı bulunur. Tanı kan tahlili, tıbbi görüntüleme ve karaciğer biyopsisi ile konur. Korunma yolları Aşılama (ör. hepatit B), alkolden kaçınma, kilo verme, egzersiz yapma, düşük karbonhidratlı diyet, NAYKH veya NASH olanlarda hipertansiyon ve diyabetin kontrol edilmesidir. Spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, özofagusta genişlemiş damarlar, karaciğer kanseri komplikasyonları gelişebilir.", "question": "Sirozun belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "yorgunluk, halsizlik, iştah kaybı, açıklanamayan kilo kaybı, bulantı, kusma ve karnın sağ üst kadranında ağrı" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Siroz, uzun süreli karaciğer hasarının neden olduğu, karaciğer fonksiyonunun yaygın ve çoğu zaman geri dönüşümsüz olarak bozulmasıyla karakterize kronik ve ilerleyici bir hastalıktır. Belirtiler arasında yorgunluk, halsizlik, iştah kaybı, açıklanamayan kilo kaybı, bulantı, kusma ve karnın sağ üst kadranında ağrı bulunur. Tanı kan tahlili, tıbbi görüntüleme ve karaciğer biyopsisi ile konur. Korunma yolları Aşılama (ör. hepatit B), alkolden kaçınma, kilo verme, egzersiz yapma, düşük karbonhidratlı diyet, NAYKH veya NASH olanlarda hipertansiyon ve diyabetin kontrol edilmesidir. Spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, özofagusta genişlemiş damarlar, karaciğer kanseri komplikasyonları gelişebilir.", "question": "Siroz tanısı neyle konulur?", "answers": { "text": [ "kan tahlili, tıbbi görüntüleme ve karaciğer biyopsisi ile" ], "answer_start": [ 328 ] } }, { "context": "Siroz, uzun süreli karaciğer hasarının neden olduğu, karaciğer fonksiyonunun yaygın ve çoğu zaman geri dönüşümsüz olarak bozulmasıyla karakterize kronik ve ilerleyici bir hastalıktır. Belirtiler arasında yorgunluk, halsizlik, iştah kaybı, açıklanamayan kilo kaybı, bulantı, kusma ve karnın sağ üst kadranında ağrı bulunur. Tanı kan tahlili, tıbbi görüntüleme ve karaciğer biyopsisi ile konur. Korunma yolları Aşılama (ör. hepatit B), alkolden kaçınma, kilo verme, egzersiz yapma, düşük karbonhidratlı diyet, NAYKH veya NASH olanlarda hipertansiyon ve diyabetin kontrol edilmesidir. Spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, özofagusta genişlemiş damarlar, karaciğer kanseri komplikasyonları gelişebilir.", "question": "Sirozdan korunma yolları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Aşılama (ör. hepatit B), alkolden kaçınma, kilo verme, egzersiz yapma, düşük karbonhidratlı diyet, NAYKH veya NASH olanlarda hipertansiyon ve diyabetin kontrol edilmesidir" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "Siroz, uzun süreli karaciğer hasarının neden olduğu, karaciğer fonksiyonunun yaygın ve çoğu zaman geri dönüşümsüz olarak bozulmasıyla karakterize kronik ve ilerleyici bir hastalıktır. Belirtiler arasında yorgunluk, halsizlik, iştah kaybı, açıklanamayan kilo kaybı, bulantı, kusma ve karnın sağ üst kadranında ağrı bulunur. Tanı kan tahlili, tıbbi görüntüleme ve karaciğer biyopsisi ile konur. Korunma yolları Aşılama (ör. hepatit B), alkolden kaçınma, kilo verme, egzersiz yapma, düşük karbonhidratlı diyet, NAYKH veya NASH olanlarda hipertansiyon ve diyabetin kontrol edilmesidir. Spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, özofagusta genişlemiş damarlar, karaciğer kanseri komplikasyonları gelişebilir.", "question": "Sirozun komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, özofagusta genişlemiş damarlar, karaciğer kanseri" ], "answer_start": [ 582 ] } }, { "context": "Sivilce; yüz, omuzlar, sırt ve göğüsteki yağ bezleriyle ilgili bir deri hastalığıdır. Belirtileri komedon, skar ve yağlı cilttir. Tedavide Benzoyl peroxide Yüz maskeleri Antibiyotikler, Hormonlar Topikal retinoidler, Oral retinoidler, Anti-inflamatuarlar kullanılır. Anksiyete, azaltılmış benlik saygısı, depresyon komplikasyonları gelişebilir. İlaç olarak Azelaik asit, Benzoil peroksit, Salisilik asit, Antibiyotik, İzotretinoin kullanılır.", "question": "Sivilce nedir?", "answers": { "text": [ "deri hastalığıdır" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Sivilce; yüz, omuzlar, sırt ve göğüsteki yağ bezleriyle ilgili bir deri hastalığıdır. Belirtileri komedon, skar ve yağlı cilttir. Tedavide Benzoyl peroxide Yüz maskeleri Antibiyotikler, Hormonlar Topikal retinoidler, Oral retinoidler, Anti-inflamatuarlar kullanılır. Anksiyete, azaltılmış benlik saygısı, depresyon komplikasyonları gelişebilir. İlaç olarak Azelaik asit, Benzoil peroksit, Salisilik asit, Antibiyotik, İzotretinoin kullanılır.", "question": "Sivilcenin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "komedon, skar ve yağlı cilt" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Sivilce; yüz, omuzlar, sırt ve göğüsteki yağ bezleriyle ilgili bir deri hastalığıdır. Belirtileri komedon, skar ve yağlı cilttir. Tedavide Benzoyl peroxide Yüz maskeleri Antibiyotikler, Hormonlar Topikal retinoidler, Oral retinoidler, Anti-inflamatuarlar kullanılır. Anksiyete, azaltılmış benlik saygısı, depresyon komplikasyonları gelişebilir. İlaç olarak Azelaik asit, Benzoil peroksit, Salisilik asit, Antibiyotik, İzotretinoin kullanılır.", "question": "Sivilce tedavisinde neler kullanılır?", "answers": { "text": [ "Benzoyl peroxide Yüz maskeleri Antibiyotikler, Hormonlar Topikal retinoidler, Oral retinoidler, Anti-inflamatuarlar" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Sivilce; yüz, omuzlar, sırt ve göğüsteki yağ bezleriyle ilgili bir deri hastalığıdır. Belirtileri komedon, skar ve yağlı cilttir. Tedavide Benzoyl peroxide Yüz maskeleri Antibiyotikler, Hormonlar Topikal retinoidler, Oral retinoidler, Anti-inflamatuarlar kullanılır. Anksiyete, azaltılmış benlik saygısı, depresyon komplikasyonları gelişebilir. İlaç olarak Azelaik asit, Benzoil peroksit, Salisilik asit, Antibiyotik, İzotretinoin kullanılır.", "question": "Sivilcenin komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Anksiyete, azaltılmış benlik saygısı, depresyon" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Sivilce; yüz, omuzlar, sırt ve göğüsteki yağ bezleriyle ilgili bir deri hastalığıdır. Belirtileri komedon, skar ve yağlı cilttir. Tedavide Benzoyl peroxide Yüz maskeleri Antibiyotikler, Hormonlar Topikal retinoidler, Oral retinoidler, Anti-inflamatuarlar kullanılır. Anksiyete, azaltılmış benlik saygısı, depresyon komplikasyonları gelişebilir. İlaç olarak Azelaik asit, Benzoil peroksit, Salisilik asit, Antibiyotik, İzotretinoin kullanılır.", "question": "Sivilce tedavisinde hangi ilaçlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "Azelaik asit, Benzoil peroksit, Salisilik asit, Antibiyotik, İzotretinoin" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Şarbon, Bacillus anthracis adlı bakteri nedeniyle oluşan zoonotik karakterde bulaşıcı bir hastalık. Şarbon hayvanlardan insanlara geçen bulaşıcı bir hastalıktır. Hayvanla meşgul köylülerde, dericilerde, veteriner hekimlerde, patologlarda rastlanabilir. Etken Gram pozitif bir basildir. Hastalık deri şarbonu ve iç organ şarbonu olarak ikiye ayrılır. İç organ tipinde, bağırsak şarbonu veya akciğer şarbonu gelişir. Deride tipinde ise karakabarcık ve kötü ödeme sebep olur.", "question": "Şarbon nedir?", "answers": { "text": [ "zoonotik karakterde bulaşıcı bir hastalık" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Şarbon, Bacillus anthracis adlı bakteri nedeniyle oluşan zoonotik karakterde bulaşıcı bir hastalık. Şarbon hayvanlardan insanlara geçen bulaşıcı bir hastalıktır. Hayvanla meşgul köylülerde, dericilerde, veteriner hekimlerde, patologlarda rastlanabilir. Etken Gram pozitif bir basildir. Hastalık deri şarbonu ve iç organ şarbonu olarak ikiye ayrılır. İç organ tipinde, bağırsak şarbonu veya akciğer şarbonu gelişir. Deride tipinde ise karakabarcık ve kötü ödeme sebep olur.", "question": "Şarbon nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Şarbon, Bacillus anthracis adlı bakteri nedeniyle oluşan zoonotik karakterde bulaşıcı bir hastalık. Şarbon hayvanlardan insanlara geçen bulaşıcı bir hastalıktır. Hayvanla meşgul köylülerde, dericilerde, veteriner hekimlerde, patologlarda rastlanabilir. Etken Gram pozitif bir basildir. Hastalık deri şarbonu ve iç organ şarbonu olarak ikiye ayrılır. İç organ tipinde, bağırsak şarbonu veya akciğer şarbonu gelişir. Deride tipinde ise karakabarcık ve kötü ödeme sebep olur.", "question": "Şarbon hastalığına kimlerde rastlanabilir?", "answers": { "text": [ "Hayvanla meşgul köylülerde, dericilerde, veteriner hekimlerde, patologlarda" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Şarbon, Bacillus anthracis adlı bakteri nedeniyle oluşan zoonotik karakterde bulaşıcı bir hastalık. Şarbon hayvanlardan insanlara geçen bulaşıcı bir hastalıktır. Hayvanla meşgul köylülerde, dericilerde, veteriner hekimlerde, patologlarda rastlanabilir. Etken Gram pozitif bir basildir. Hastalık deri şarbonu ve iç organ şarbonu olarak ikiye ayrılır. İç organ tipinde, bağırsak şarbonu veya akciğer şarbonu gelişir. Deride tipinde ise karakabarcık ve kötü ödeme sebep olur.", "question": "Şarbon hastalığının etkeni nedir?", "answers": { "text": [ "basil" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Şarbon, Bacillus anthracis adlı bakteri nedeniyle oluşan zoonotik karakterde bulaşıcı bir hastalık. Şarbon hayvanlardan insanlara geçen bulaşıcı bir hastalıktır. Hayvanla meşgul köylülerde, dericilerde, veteriner hekimlerde, patologlarda rastlanabilir. Etken Gram pozitif bir basildir. Hastalık deri şarbonu ve iç organ şarbonu olarak ikiye ayrılır. İç organ tipinde, bağırsak şarbonu veya akciğer şarbonu gelişir. Deride tipinde ise karakabarcık ve kötü ödeme sebep olur.", "question": "Şarbon hastalığının türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "deri şarbonu ve iç organ şarbonu" ], "answer_start": [ 295 ] } }, { "context": "Şeker hastalığı, genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Şeker hastalığı, kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur. Şeker hastalığının teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur.", "question": "Şeker hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "metabolik bir bozukluk" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Şeker hastalığı, genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Şeker hastalığı, kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur. Şeker hastalığının teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur.", "question": "Şeker hastalığı nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik" ], "answer_start": [ 212 ] } }, { "context": "Şeker hastalığı, genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Şeker hastalığı, kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur. Şeker hastalığının teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur.", "question": "Şeker hastalığının tedavisi nedir?", "answers": { "text": [ "kesin bir tedavisi yoktur" ], "answer_start": [ 238 ] } }, { "context": "Şeker hastalığı, genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Şeker hastalığı, kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur. Şeker hastalığının teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur.", "question": "Şeker hastalığı hangi etkenler ile oluşur?", "answers": { "text": [ "kalıtımsal ve çevresel" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Şeker hastalığı, genellikle kalıtımsal ve çevresel etkenlerin birleşimi ile oluşan ve kandaki glukoz seviyesinin aşırı derecede yükselmesiyle (hiperglisemi) sonuçlanan metabolik bir bozukluktur. Şeker hastalığı, kronik bir hastalıktır ve kesin bir tedavisi yoktur. Şeker hastalığının teşhisi, hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda konur.", "question": "Şeker hastalığının teşhisi nasıl konur?", "answers": { "text": [ "hastaların aşırı miktarda idrara çıkma ve aşırı susamanın yanında çoğunlukla kilo kaybetmeye başlamaktan şikayet etmeleri sonucunda" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Şigelloz, Shigella bakterisinin bağırsaklarda neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. İshal, ateş ve karın ağrısı ile bağırsakların boş olmasına rağmen dışkılama isteği (tenesmus) hastalığın belirtileridir. Reaktif artrit, sepsis, nöbetler, hemolitik üremik sendrom komplikasyonları gelişir. Azitromisin, yeni kinolon ve sefalosporin türevleri ilaçlar kullanılır. Salata malzemesinde, çiğ sebzelerde, süt ve süt ürünlerinde ve etlerden bulaşabilir", "question": "Şigelloz hastalığı nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Şigelloz, Shigella bakterisinin bağırsaklarda neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. İshal, ateş ve karın ağrısı ile bağırsakların boş olmasına rağmen dışkılama isteği (tenesmus) hastalığın belirtileridir. Reaktif artrit, sepsis, nöbetler, hemolitik üremik sendrom komplikasyonları gelişir. Azitromisin, yeni kinolon ve sefalosporin türevleri ilaçlar kullanılır. Salata malzemesinde, çiğ sebzelerde, süt ve süt ürünlerinde ve etlerden bulaşabilir", "question": "Şigelloz hastalığının belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "İshal, ateş ve karın ağrısı ile bağırsakların boş olmasına rağmen dışkılama isteği (tenesmus)" ], "answer_start": [ 85 ] } }, { "context": "Şigelloz, Shigella bakterisinin bağırsaklarda neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. İshal, ateş ve karın ağrısı ile bağırsakların boş olmasına rağmen dışkılama isteği (tenesmus) hastalığın belirtileridir. Reaktif artrit, sepsis, nöbetler, hemolitik üremik sendrom komplikasyonları gelişir. Azitromisin, yeni kinolon ve sefalosporin türevleri ilaçlar kullanılır. Salata malzemesinde, çiğ sebzelerde, süt ve süt ürünlerinde ve etlerden bulaşabilir", "question": "Şigelloz hastalığının hangi komplikasyonları meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "Reaktif artrit, sepsis, nöbetler, hemolitik üremik sendrom" ], "answer_start": [ 206 ] } }, { "context": "Şigelloz, Shigella bakterisinin bağırsaklarda neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. İshal, ateş ve karın ağrısı ile bağırsakların boş olmasına rağmen dışkılama isteği (tenesmus) hastalığın belirtileridir. Reaktif artrit, sepsis, nöbetler, hemolitik üremik sendrom komplikasyonları gelişir. Azitromisin, yeni kinolon ve sefalosporin türevleri ilaçlar kullanılır. Salata malzemesinde, çiğ sebzelerde, süt ve süt ürünlerinde ve etlerden bulaşabilir", "question": "Şigelloz tedavisinde hangi ilaçlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "Azitromisin, yeni kinolon ve sefalosporin türevleri" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "Şigelloz, Shigella bakterisinin bağırsaklarda neden olduğu bulaşıcı bir hastalıktır. İshal, ateş ve karın ağrısı ile bağırsakların boş olmasına rağmen dışkılama isteği (tenesmus) hastalığın belirtileridir. Reaktif artrit, sepsis, nöbetler, hemolitik üremik sendrom komplikasyonları gelişir. Azitromisin, yeni kinolon ve sefalosporin türevleri ilaçlar kullanılır. Salata malzemesinde, çiğ sebzelerde, süt ve süt ürünlerinde ve etlerden bulaşabilir", "question": "Şigelloz neylerden bulaşabilir?", "answers": { "text": [ "Salata malzemesinde, çiğ sebzelerde, süt ve süt ürünlerinde ve etlerden" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "Obezite, biriken fazla vücut yağının sağlık üzerinde olumsuz bir etkisi olabilecek seviyede çok olması nedeniyle oluşan tıbbi bir durumdur. Bir kişinin ağırlığının kişinin boyunun karesine bölünmesiyle elde edilen bir ölçüm olan Vücut kütle indeksinde (VKİ) genel olarak indeksi 25 kg/m2 ila 30 kg/m2 ve üzeri olanlar obez olarak kabul edilirler. Obezite hastalığı sık sık ve yüksek oranlarda kalorili beslenme düzeniyle yaşayan, fiziksel olarak etkinliğin ya da egzersiz yapmanın az olduğu kişilerde görülmektedir. Obezite kalp rahatsızlığı, tip 2 diyabet, obstrüktif uyku apnesi, belirli kanser türleri ve osteoartrit gibi çeşitli hastalıklara sebep olabilir.", "question": "Obezite nedir?", "answers": { "text": [ "biriken fazla vücut yağının sağlık üzerinde olumsuz bir etkisi olabilecek seviyede çok olması nedeniyle oluşan tıbbi bir durum" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Obezite, biriken fazla vücut yağının sağlık üzerinde olumsuz bir etkisi olabilecek seviyede çok olması nedeniyle oluşan tıbbi bir durumdur. Bir kişinin ağırlığının kişinin boyunun karesine bölünmesiyle elde edilen bir ölçüm olan Vücut kütle indeksinde (VKİ) genel olarak indeksi 25 kg/m2 ila 30 kg/m2 ve üzeri olanlar obez olarak kabul edilirler. Obezite hastalığı sık sık ve yüksek oranlarda kalorili beslenme düzeniyle yaşayan, fiziksel olarak etkinliğin ya da egzersiz yapmanın az olduğu kişilerde görülmektedir. Obezite kalp rahatsızlığı, tip 2 diyabet, obstrüktif uyku apnesi, belirli kanser türleri ve osteoartrit gibi çeşitli hastalıklara sebep olabilir.", "question": "Vücut kütle indeksi nedir?", "answers": { "text": [ "Bir kişinin ağırlığının kişinin boyunun karesine bölünmesiyle elde edilen bir ölçüm" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "Obezite, biriken fazla vücut yağının sağlık üzerinde olumsuz bir etkisi olabilecek seviyede çok olması nedeniyle oluşan tıbbi bir durumdur. Bir kişinin ağırlığının kişinin boyunun karesine bölünmesiyle elde edilen bir ölçüm olan Vücut kütle indeksinde (VKİ) genel olarak indeksi 25 kg/m2 ila 30 kg/m2 ve üzeri olanlar obez olarak kabul edilirler. Obezite hastalığı sık sık ve yüksek oranlarda kalorili beslenme düzeniyle yaşayan, fiziksel olarak etkinliğin ya da egzersiz yapmanın az olduğu kişilerde görülmektedir. Obezite kalp rahatsızlığı, tip 2 diyabet, obstrüktif uyku apnesi, belirli kanser türleri ve osteoartrit gibi çeşitli hastalıklara sebep olabilir.", "question": "indeksi kaç olanlar obez olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "25 kg/m2 ila 30 kg/m2 ve üzeri" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Obezite, biriken fazla vücut yağının sağlık üzerinde olumsuz bir etkisi olabilecek seviyede çok olması nedeniyle oluşan tıbbi bir durumdur. Bir kişinin ağırlığının kişinin boyunun karesine bölünmesiyle elde edilen bir ölçüm olan Vücut kütle indeksinde (VKİ) genel olarak indeksi 25 kg/m2 ila 30 kg/m2 ve üzeri olanlar obez olarak kabul edilirler. Obezite hastalığı sık sık ve yüksek oranlarda kalorili beslenme düzeniyle yaşayan, fiziksel olarak etkinliğin ya da egzersiz yapmanın az olduğu kişilerde görülmektedir. Obezite kalp rahatsızlığı, tip 2 diyabet, obstrüktif uyku apnesi, belirli kanser türleri ve osteoartrit gibi çeşitli hastalıklara sebep olabilir.", "question": "Obezite kimlerde görülür??", "answers": { "text": [ "sık sık ve yüksek oranlarda kalorili beslenme düzeniyle yaşayan, fiziksel olarak etkinliğin ya da egzersiz yapmanın az olduğu kişilerde" ], "answer_start": [ 365 ] } }, { "context": "Obezite, biriken fazla vücut yağının sağlık üzerinde olumsuz bir etkisi olabilecek seviyede çok olması nedeniyle oluşan tıbbi bir durumdur. Bir kişinin ağırlığının kişinin boyunun karesine bölünmesiyle elde edilen bir ölçüm olan Vücut kütle indeksinde (VKİ) genel olarak indeksi 25 kg/m2 ila 30 kg/m2 ve üzeri olanlar obez olarak kabul edilirler. Obezite hastalığı sık sık ve yüksek oranlarda kalorili beslenme düzeniyle yaşayan, fiziksel olarak etkinliğin ya da egzersiz yapmanın az olduğu kişilerde görülmektedir. Obezite kalp rahatsızlığı, tip 2 diyabet, obstrüktif uyku apnesi, belirli kanser türleri ve osteoartrit gibi çeşitli hastalıklara sebep olabilir.", "question": "Obezite nelere sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "kalp rahatsızlığı, tip 2 diyabet, obstrüktif uyku apnesi, belirli kanser türleri ve osteoartrit gibi çeşitli hastalıklara" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Hipotansiyon, düşük kan basıncıdır. Hipotansiyonda istolik kan basıncı (büyük tansiyon) 90 mmHg'dan azdır. Hipotansiyona aşırı egzersiz, aşırı ısı, düşük kan hacmi (hipovolemi), hormonal değişiklikler, kan damarlarının genişlemesi, anemi, kalp sorunları, veya endokrin sorunları neden olabilir. Midodrin ve Noradrenalin ilaçlar kullanılır. Hipotansiyon baş dönmesine ve bayılmaya neden olabilir.", "question": "Hipotansiyon nedir?", "answers": { "text": [ "düşük kan basıncı" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Hipotansiyon, düşük kan basıncıdır. Hipotansiyonda istolik kan basıncı (büyük tansiyon) 90 mmHg'dan azdır. Hipotansiyona aşırı egzersiz, aşırı ısı, düşük kan hacmi (hipovolemi), hormonal değişiklikler, kan damarlarının genişlemesi, anemi, kalp sorunları, veya endokrin sorunları neden olabilir. Midodrin ve Noradrenalin ilaçlar kullanılır. Hipotansiyon baş dönmesine ve bayılmaya neden olabilir.", "question": "Hipotansiyonda istolik kan basıncı kaçtır?", "answers": { "text": [ "90 mmHg" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "Hipotansiyon, düşük kan basıncıdır. Hipotansiyonda istolik kan basıncı (büyük tansiyon) 90 mmHg'dan azdır. Hipotansiyona aşırı egzersiz, aşırı ısı, düşük kan hacmi (hipovolemi), hormonal değişiklikler, kan damarlarının genişlemesi, anemi, kalp sorunları, veya endokrin sorunları neden olabilir. Midodrin ve Noradrenalin ilaçlar kullanılır. Hipotansiyon baş dönmesine ve bayılmaya neden olabilir.", "question": "Hipotansiyona neler neden olur?", "answers": { "text": [ "aşırı egzersiz, aşırı ısı, düşük kan hacmi (hipovolemi), hormonal değişiklikler, kan damarlarının genişlemesi, anemi, kalp sorunları, veya endokrin sorunları" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Hipotansiyon, düşük kan basıncıdır. Hipotansiyonda istolik kan basıncı (büyük tansiyon) 90 mmHg'dan azdır. Hipotansiyona aşırı egzersiz, aşırı ısı, düşük kan hacmi (hipovolemi), hormonal değişiklikler, kan damarlarının genişlemesi, anemi, kalp sorunları, veya endokrin sorunları neden olabilir. Midodrin ve Noradrenalin ilaçlar kullanılır. Hipotansiyon baş dönmesine ve bayılmaya neden olabilir.", "question": "Hipotansiyonda hangi ilaçlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "Midodrin ve Noradrenalin" ], "answer_start": [ 295 ] } }, { "context": "Hipotansiyon, düşük kan basıncıdır. Hipotansiyonda istolik kan basıncı (büyük tansiyon) 90 mmHg'dan azdır. Hipotansiyona aşırı egzersiz, aşırı ısı, düşük kan hacmi (hipovolemi), hormonal değişiklikler, kan damarlarının genişlemesi, anemi, kalp sorunları, veya endokrin sorunları neden olabilir. Midodrin ve Noradrenalin ilaçlar kullanılır. Hipotansiyon baş dönmesine ve bayılmaya neden olabilir.", "question": "Hipotansiyon nelere neden olabilir?", "answers": { "text": [ "baş dönmesine ve bayılma" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, atardamarlardaki kan basıncının yükseldiği kronik bir tıbbi durumdur. Genellikle yetişkinlerde görülür. Hipertansiyon belirtileri baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları) ve aynı zamanda sersemleme, baş dönmesi, tinnitus (kulaklarda çınlama veya tıslama), görme bozukluğu veya bayılma olarak sıralanır. İskemik kalp hastalığı felç, periferik vasküler hastalık, ve kalp yetmezliği, aort anevrizması, difüz damar sertliği ve akciğer ambolisi komplikasyonlarına neden olur. Dünyada insanların 26%'sının hipertansiyonu vardır.", "question": "Hipertansiyon nedir?", "answers": { "text": [ "kronik bir tıbbi durumdur" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, atardamarlardaki kan basıncının yükseldiği kronik bir tıbbi durumdur. Genellikle yetişkinlerde görülür. Hipertansiyon belirtileri baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları) ve aynı zamanda sersemleme, baş dönmesi, tinnitus (kulaklarda çınlama veya tıslama), görme bozukluğu veya bayılma olarak sıralanır. İskemik kalp hastalığı felç, periferik vasküler hastalık, ve kalp yetmezliği, aort anevrizması, difüz damar sertliği ve akciğer ambolisi komplikasyonlarına neden olur. Dünyada insanların 26%'sının hipertansiyonu vardır.", "question": "Hipertansiyon genellikle kimlerde görülür?", "answers": { "text": [ "yetişkinlerde" ], "answer_start": [ 96 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, atardamarlardaki kan basıncının yükseldiği kronik bir tıbbi durumdur. Genellikle yetişkinlerde görülür. Hipertansiyon belirtileri baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları) ve aynı zamanda sersemleme, baş dönmesi, tinnitus (kulaklarda çınlama veya tıslama), görme bozukluğu veya bayılma olarak sıralanır. İskemik kalp hastalığı felç, periferik vasküler hastalık, ve kalp yetmezliği, aort anevrizması, difüz damar sertliği ve akciğer ambolisi komplikasyonlarına neden olur. Dünyada insanların 26%'sının hipertansiyonu vardır.", "question": "Hipertansiyonun tipik belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları) ve aynı zamanda sersemleme, baş dönmesi, tinnitus (kulaklarda çınlama veya tıslama), görme bozukluğu veya bayılma" ], "answer_start": [ 145 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, atardamarlardaki kan basıncının yükseldiği kronik bir tıbbi durumdur. Genellikle yetişkinlerde görülür. Hipertansiyon belirtileri baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları) ve aynı zamanda sersemleme, baş dönmesi, tinnitus (kulaklarda çınlama veya tıslama), görme bozukluğu veya bayılma olarak sıralanır. İskemik kalp hastalığı felç, periferik vasküler hastalık, ve kalp yetmezliği, aort anevrizması, difüz damar sertliği ve akciğer ambolisi komplikasyonlarına neden olur. Dünyada insanların 26%'sının hipertansiyonu vardır.", "question": "Hipertansiyon hangi komplikasyonlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "İskemik kalp hastalığı felç, periferik vasküler hastalık, ve kalp yetmezliği, aort anevrizması, difüz damar sertliği ve akciğer ambolisi" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, atardamarlardaki kan basıncının yükseldiği kronik bir tıbbi durumdur. Genellikle yetişkinlerde görülür. Hipertansiyon belirtileri baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları) ve aynı zamanda sersemleme, baş dönmesi, tinnitus (kulaklarda çınlama veya tıslama), görme bozukluğu veya bayılma olarak sıralanır. İskemik kalp hastalığı felç, periferik vasküler hastalık, ve kalp yetmezliği, aort anevrizması, difüz damar sertliği ve akciğer ambolisi komplikasyonlarına neden olur. Dünyada insanların 26%'sının hipertansiyonu vardır.", "question": "Dünyadaki insanların kaçının hipertansiyonu vardır?", "answers": { "text": [ "26%" ], "answer_start": [ 514 ] } }, { "context": "Tetanos, çizgili kaslarda uzun süreli sertleşme ve kasılmayla belirginleşen toksik ve ölümcül bir enfeksiyon hastalığıdır. Clostridium tetani bakterisi neden olur. Hastada çok ağrılı kasılma nöbetleriyle gerçekleşir ve ölümle sonuçlanır. Korunma yolları paslı yüzeylere temas etmeme, yaraların antiseptik solüsyonlarla temizlenmesi, kapalı ortam oluşturabilecek yaraların hidrojen peroksit (oksijenli su) ile dezenfeksiyonu ve tetanos aşısıdır.", "question": "Tetanos nedir?", "answers": { "text": [ "toksik ve ölümcül bir enfeksiyon hastalığıdır" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Tetanos, çizgili kaslarda uzun süreli sertleşme ve kasılmayla belirginleşen toksik ve ölümcül bir enfeksiyon hastalığıdır. Clostridium tetani bakterisi neden olur. Hastada çok ağrılı kasılma nöbetleriyle gerçekleşir ve ölümle sonuçlanır. Korunma yolları paslı yüzeylere temas etmeme, yaraların antiseptik solüsyonlarla temizlenmesi, kapalı ortam oluşturabilecek yaraların hidrojen peroksit (oksijenli su) ile dezenfeksiyonu ve tetanos aşısıdır.", "question": "Tetanosa ne neden olur?", "answers": { "text": [ "Clostridium tetani bakterisi" ], "answer_start": [ 123 ] } }, { "context": "Tetanos, çizgili kaslarda uzun süreli sertleşme ve kasılmayla belirginleşen toksik ve ölümcül bir enfeksiyon hastalığıdır. Clostridium tetani bakterisi neden olur. Hastada çok ağrılı kasılma nöbetleriyle gerçekleşir ve ölümle sonuçlanır. Korunma yolları paslı yüzeylere temas etmeme, yaraların antiseptik solüsyonlarla temizlenmesi, kapalı ortam oluşturabilecek yaraların hidrojen peroksit (oksijenli su) ile dezenfeksiyonu ve tetanos aşısıdır.", "question": "Hastada nasıl gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "çok ağrılı kasılma nöbetleri" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Tetanos, çizgili kaslarda uzun süreli sertleşme ve kasılmayla belirginleşen toksik ve ölümcül bir enfeksiyon hastalığıdır. Clostridium tetani bakterisi neden olur. Hastada çok ağrılı kasılma nöbetleriyle gerçekleşir ve ölümle sonuçlanır. Korunma yolları paslı yüzeylere temas etmeme, yaraların antiseptik solüsyonlarla temizlenmesi, kapalı ortam oluşturabilecek yaraların hidrojen peroksit (oksijenli su) ile dezenfeksiyonu ve tetanos aşısıdır.", "question": "Tetenos nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "toksik ve ölümcül" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Tetanos, çizgili kaslarda uzun süreli sertleşme ve kasılmayla belirginleşen toksik ve ölümcül bir enfeksiyon hastalığıdır. Clostridium tetani bakterisi neden olur. Hastada çok ağrılı kasılma nöbetleriyle gerçekleşir ve ölümle sonuçlanır. Korunma yolları paslı yüzeylere temas etmeme, yaraların antiseptik solüsyonlarla temizlenmesi, kapalı ortam oluşturabilecek yaraların hidrojen peroksit (oksijenli su) ile dezenfeksiyonu ve tetanos aşısıdır.", "question": "Tetanostan korunma yolları nelerdir?", "answers": { "text": [ "paslı yüzeylere temas etmeme, yaraların antiseptik solüsyonlarla temizlenmesi, kapalı ortam oluşturabilecek yaraların hidrojen peroksit (oksijenli su) ile dezenfeksiyonu ve tetanos aşısı" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Tırnak batması yaygın bir tırnak rahatsızlığıdır. Ayak tırnaklarında görülür. Tırnak batmasının belirtisi, tırnak kenarı boyunca hissedilen bir ağrıdır. Nedenleri yanlış ayakkabı seçimi, yanlış tırnak kesimi, ayağı sert bir yüzeye çarpma veya ayakkabı içine giren sert maddeler, tırnak batmasına yatkın ayaklar veya genetik özellikler ve bakteriyel enfeksiyonlardır. Tedavisi tel sistemi kullanarak mikro tel yardımı ile deriye batan kısım rahatlatılır.", "question": "Tırnak batması nedir?", "answers": { "text": [ "tırnak rahatsızlığı" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "Tırnak batması yaygın bir tırnak rahatsızlığıdır. Ayak tırnaklarında görülür. Tırnak batmasının belirtisi, tırnak kenarı boyunca hissedilen bir ağrıdır. Nedenleri yanlış ayakkabı seçimi, yanlış tırnak kesimi, ayağı sert bir yüzeye çarpma veya ayakkabı içine giren sert maddeler, tırnak batmasına yatkın ayaklar veya genetik özellikler ve bakteriyel enfeksiyonlardır. Tedavisi tel sistemi kullanarak mikro tel yardımı ile deriye batan kısım rahatlatılır.", "question": "Tırnak batmasının belirtisi nedir?", "answers": { "text": [ "ağrı" ], "answer_start": [ 144 ] } }, { "context": "Tırnak batması yaygın bir tırnak rahatsızlığıdır. Ayak tırnaklarında görülür. Tırnak batmasının belirtisi, tırnak kenarı boyunca hissedilen bir ağrıdır. Nedenleri yanlış ayakkabı seçimi, yanlış tırnak kesimi, ayağı sert bir yüzeye çarpma veya ayakkabı içine giren sert maddeler, tırnak batmasına yatkın ayaklar veya genetik özellikler ve bakteriyel enfeksiyonlardır. Tedavisi tel sistemi kullanarak mikro tel yardımı ile deriye batan kısım rahatlatılır.", "question": "Tırnak batmasının nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "yanlış ayakkabı seçimi, yanlış tırnak kesimi, ayağı sert bir yüzeye çarpma veya ayakkabı içine giren sert maddeler, tırnak batmasına yatkın ayaklar veya genetik özellikler ve bakteriyel enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Tırnak batması yaygın bir tırnak rahatsızlığıdır. Ayak tırnaklarında görülür. Tırnak batmasının belirtisi, tırnak kenarı boyunca hissedilen bir ağrıdır. Nedenleri yanlış ayakkabı seçimi, yanlış tırnak kesimi, ayağı sert bir yüzeye çarpma veya ayakkabı içine giren sert maddeler, tırnak batmasına yatkın ayaklar veya genetik özellikler ve bakteriyel enfeksiyonlardır. Tedavisi tel sistemi kullanarak mikro tel yardımı ile deriye batan kısım rahatlatılır.", "question": "Tırnak batması nasıl tedavi edilir?", "answers": { "text": [ "tel sistemi kullanarak" ], "answer_start": [ 376 ] } }, { "context": "Tırnak batması yaygın bir tırnak rahatsızlığıdır. Ayak tırnaklarında görülür. Tırnak batmasının belirtisi, tırnak kenarı boyunca hissedilen bir ağrıdır. Nedenleri yanlış ayakkabı seçimi, yanlış tırnak kesimi, ayağı sert bir yüzeye çarpma veya ayakkabı içine giren sert maddeler, tırnak batmasına yatkın ayaklar veya genetik özellikler ve bakteriyel enfeksiyonlardır. Tedavisi tel sistemi kullanarak mikro tel yardımı ile deriye batan kısım rahatlatılır.", "question": "Nerede görülür?", "answers": { "text": [ "Ayak tırnakların" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "Tifo, bakteriyel bir hastalıktır. Tifo kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşır. Hastalık etkeni Salmonella typhi adlı bir bakteridir. Belirtileri hastalığın ilk günlerinde yorgunluk ve baş ağrıları, birkaç gün sonra ateşin yavaş yavaş yükselmesi, iştahsızlık, burun kanaması, bronşit mide ve bağırsak bozuklukları ile birlikte ishaldir. Komplikasyonlar kalp kası iltihabı (miyokardit), kalp kapakçıklarının iltihaplanması (endokardit), kalp zarlarının iltihabı (perikardit), zatürre ve pankreas iltihabıdır. Tedavisi bol bol su içilmelidir, protein ve karbonhidrattan zengin sindirimi kolay besinler verilmelidir.", "question": "Tifo nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "bakteriyel" ], "answer_start": [ 6 ] } }, { "context": "Tifo, bakteriyel bir hastalıktır. Tifo kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşır. Hastalık etkeni Salmonella typhi adlı bir bakteridir. Belirtileri hastalığın ilk günlerinde yorgunluk ve baş ağrıları, birkaç gün sonra ateşin yavaş yavaş yükselmesi, iştahsızlık, burun kanaması, bronşit mide ve bağırsak bozuklukları ile birlikte ishaldir. Komplikasyonlar kalp kası iltihabı (miyokardit), kalp kapakçıklarının iltihaplanması (endokardit), kalp zarlarının iltihabı (perikardit), zatürre ve pankreas iltihabıdır. Tedavisi bol bol su içilmelidir, protein ve karbonhidrattan zengin sindirimi kolay besinler verilmelidir.", "question": "Tifo hastalığının etkeni nedir?", "answers": { "text": [ "Salmonella typhi" ], "answer_start": [ 103 ] } }, { "context": "Tifo, bakteriyel bir hastalıktır. Tifo kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşır. Hastalık etkeni Salmonella typhi adlı bir bakteridir. Belirtileri hastalığın ilk günlerinde yorgunluk ve baş ağrıları, birkaç gün sonra ateşin yavaş yavaş yükselmesi, iştahsızlık, burun kanaması, bronşit mide ve bağırsak bozuklukları ile birlikte ishaldir. Komplikasyonlar kalp kası iltihabı (miyokardit), kalp kapakçıklarının iltihaplanması (endokardit), kalp zarlarının iltihabı (perikardit), zatürre ve pankreas iltihabıdır. Tedavisi bol bol su içilmelidir, protein ve karbonhidrattan zengin sindirimi kolay besinler verilmelidir.", "question": "Tifo hastalığının belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "yorgunluk ve baş ağrıları, birkaç gün sonra ateşin yavaş yavaş yükselmesi, iştahsızlık, burun kanaması, bronşit mide ve bağırsak bozuklukları ile birlikte ishal" ], "answer_start": [ 179 ] } }, { "context": "Tifo, bakteriyel bir hastalıktır. Tifo kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşır. Hastalık etkeni Salmonella typhi adlı bir bakteridir. Belirtileri hastalığın ilk günlerinde yorgunluk ve baş ağrıları, birkaç gün sonra ateşin yavaş yavaş yükselmesi, iştahsızlık, burun kanaması, bronşit mide ve bağırsak bozuklukları ile birlikte ishaldir. Komplikasyonlar kalp kası iltihabı (miyokardit), kalp kapakçıklarının iltihaplanması (endokardit), kalp zarlarının iltihabı (perikardit), zatürre ve pankreas iltihabıdır. Tedavisi bol bol su içilmelidir, protein ve karbonhidrattan zengin sindirimi kolay besinler verilmelidir.", "question": "Tifo hastalığının komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "kalp kası iltihabı (miyokardit), kalp kapakçıklarının iltihaplanması (endokardit), kalp zarlarının iltihabı (perikardit), zatürre ve pankreas iltihabı" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Tifo, bakteriyel bir hastalıktır. Tifo kirli içme suları ve pis yiyeceklerle bulaşır. Hastalık etkeni Salmonella typhi adlı bir bakteridir. Belirtileri hastalığın ilk günlerinde yorgunluk ve baş ağrıları, birkaç gün sonra ateşin yavaş yavaş yükselmesi, iştahsızlık, burun kanaması, bronşit mide ve bağırsak bozuklukları ile birlikte ishaldir. Komplikasyonlar kalp kası iltihabı (miyokardit), kalp kapakçıklarının iltihaplanması (endokardit), kalp zarlarının iltihabı (perikardit), zatürre ve pankreas iltihabıdır. Tedavisi bol bol su içilmelidir, protein ve karbonhidrattan zengin sindirimi kolay besinler verilmelidir.", "question": "Tifo hastalığının tedavisinde neler yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "bol bol su içilmelidir, protein ve karbonhidrattan zengin sindirimi kolay besinler verilmelidir" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Tifüs, bulaşıcı hastalıktır. Hastalığa Rickettsia bakterileri neden olur. Hastalık; enfekte insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla bulaşır. Belirtileri titreme, öksürük, deliryum, yüksek ateş (40 °C), eklem ağrısı ve düşük kan basıncıdır. Tedavisi antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Tifüs nedir?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı hastalıktır" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Tifüs, bulaşıcı hastalıktır. Hastalığa Rickettsia bakterileri neden olur. Hastalık; enfekte insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla bulaşır. Belirtileri titreme, öksürük, deliryum, yüksek ateş (40 °C), eklem ağrısı ve düşük kan basıncıdır. Tedavisi antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Hastalığına ne neden olur?", "answers": { "text": [ "Rickettsia bakterileri" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Tifüs, bulaşıcı hastalıktır. Hastalığa Rickettsia bakterileri neden olur. Hastalık; enfekte insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla bulaşır. Belirtileri titreme, öksürük, deliryum, yüksek ateş (40 °C), eklem ağrısı ve düşük kan basıncıdır. Tedavisi antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Tifüs hastalığı nasıl bulaşır?", "answers": { "text": [ "enfekte insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla" ], "answer_start": [ 84 ] } }, { "context": "Tifüs, bulaşıcı hastalıktır. Hastalığa Rickettsia bakterileri neden olur. Hastalık; enfekte insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla bulaşır. Belirtileri titreme, öksürük, deliryum, yüksek ateş (40 °C), eklem ağrısı ve düşük kan basıncıdır. Tedavisi antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Tifüs hastalığının belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "titreme, öksürük, deliryum, yüksek ateş (40 °C), eklem ağrısı ve düşük kan basıncı" ], "answer_start": [ 167 ] } }, { "context": "Tifüs, bulaşıcı hastalıktır. Hastalığa Rickettsia bakterileri neden olur. Hastalık; enfekte insan bitinin infeksiyonu diğer insanlara taşımasıyla bulaşır. Belirtileri titreme, öksürük, deliryum, yüksek ateş (40 °C), eklem ağrısı ve düşük kan basıncıdır. Tedavisi antibiyotikler ile yapılır.", "question": "Hastalığın tedavisi neyle yapılır?", "answers": { "text": [ "antibiyotikler ile" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Deliryum, bilinç bulanıklığı ile karakterize bir sendromdur. Hastanede yatan hastalarda görülür. Belirtileri; dikkati belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırma, sürdürmede yetersizlikle giden bilinç bozukluğu, algı bozukluğunun ortaya çıkması ya da bilişsel değişikliklerin (bellek, yönelim, dil bozukluğu gibi) olmasıdır. Epilepsi, kanser, ateş, zehirlenme, beyin zedelenmesi, ağır gıda veya su eksikliği, ağır alkol bağımlılığının bırakılması, enfeksiyon deliryuma neden olur. Ortalama 7-12 gün sürer.", "question": "Deliryum nedir?", "answers": { "text": [ "bilinç bulanıklığı ile karakterize bir sendrom" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Deliryum, bilinç bulanıklığı ile karakterize bir sendromdur. Hastanede yatan hastalarda görülür. Belirtileri; dikkati belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırma, sürdürmede yetersizlikle giden bilinç bozukluğu, algı bozukluğunun ortaya çıkması ya da bilişsel değişikliklerin (bellek, yönelim, dil bozukluğu gibi) olmasıdır. Epilepsi, kanser, ateş, zehirlenme, beyin zedelenmesi, ağır gıda veya su eksikliği, ağır alkol bağımlılığının bırakılması, enfeksiyon deliryuma neden olur. Ortalama 7-12 gün sürer.", "question": "Deliryum kimlerde görülür?", "answers": { "text": [ "Hastanede yatan hastalarda" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Deliryum, bilinç bulanıklığı ile karakterize bir sendromdur. Hastanede yatan hastalarda görülür. Belirtileri; dikkati belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırma, sürdürmede yetersizlikle giden bilinç bozukluğu, algı bozukluğunun ortaya çıkması ya da bilişsel değişikliklerin (bellek, yönelim, dil bozukluğu gibi) olmasıdır. Epilepsi, kanser, ateş, zehirlenme, beyin zedelenmesi, ağır gıda veya su eksikliği, ağır alkol bağımlılığının bırakılması, enfeksiyon deliryuma neden olur. Ortalama 7-12 gün sürer.", "question": "Deliryumun belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "dikkati belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırma, sürdürmede yetersizlikle giden bilinç bozukluğu, algı bozukluğunun ortaya çıkması ya da bilişsel değişikliklerin (bellek, yönelim, dil bozukluğu gibi) olması" ], "answer_start": [ 110 ] } }, { "context": "Deliryum, bilinç bulanıklığı ile karakterize bir sendromdur. Hastanede yatan hastalarda görülür. Belirtileri; dikkati belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırma, sürdürmede yetersizlikle giden bilinç bozukluğu, algı bozukluğunun ortaya çıkması ya da bilişsel değişikliklerin (bellek, yönelim, dil bozukluğu gibi) olmasıdır. Epilepsi, kanser, ateş, zehirlenme, beyin zedelenmesi, ağır gıda veya su eksikliği, ağır alkol bağımlılığının bırakılması, enfeksiyon deliryuma neden olur. Ortalama 7-12 gün sürer.", "question": "Deliryuma neler neden olur?", "answers": { "text": [ "Epilepsi, kanser, ateş, zehirlenme, beyin zedelenmesi, ağır gıda veya su eksikliği, ağır alkol bağımlılığının bırakılması, enfeksiyon" ], "answer_start": [ 322 ] } }, { "context": "Deliryum, bilinç bulanıklığı ile karakterize bir sendromdur. Hastanede yatan hastalarda görülür. Belirtileri; dikkati belirli bir konu üzerinde yoğunlaştırma, sürdürmede yetersizlikle giden bilinç bozukluğu, algı bozukluğunun ortaya çıkması ya da bilişsel değişikliklerin (bellek, yönelim, dil bozukluğu gibi) olmasıdır. Epilepsi, kanser, ateş, zehirlenme, beyin zedelenmesi, ağır gıda veya su eksikliği, ağır alkol bağımlılığının bırakılması, enfeksiyon deliryuma neden olur. Ortalama 7-12 gün sürer.", "question": "Deliryum ortalama kaç gün sürer?", "answers": { "text": [ "7-12" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "Trahom; konjonktivayı, korneayı ve gözkapaklarını saran, genellikle süreğen bir çeşit göz hastalığıdır. Nedeni Chlamydia trachomatis adlı bir bakteridir. Enfeksiyon, göz kapaklarının iç yüzeyinde pürüzlenmeye neden olur. Hastalığın önlenmesi, temiz suya erişimin artırılması ve hastalık bulaşmış kişi sayısının antibiyotik tedavisiyle azaltılması ile sağlanır. Dünya çapında 80 milyon kişide aktif enfeksiyon bulunmaktadır.", "question": "Trahom nedir?", "answers": { "text": [ "bir çeşit göz hastalığıdır" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Trahom; konjonktivayı, korneayı ve gözkapaklarını saran, genellikle süreğen bir çeşit göz hastalığıdır. Nedeni Chlamydia trachomatis adlı bir bakteridir. Enfeksiyon, göz kapaklarının iç yüzeyinde pürüzlenmeye neden olur. Hastalığın önlenmesi, temiz suya erişimin artırılması ve hastalık bulaşmış kişi sayısının antibiyotik tedavisiyle azaltılması ile sağlanır. Dünya çapında 80 milyon kişide aktif enfeksiyon bulunmaktadır.", "question": "Trahom hastalığının nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "Chlamydia trachomatis" ], "answer_start": [ 111 ] } }, { "context": "Trahom; konjonktivayı, korneayı ve gözkapaklarını saran, genellikle süreğen bir çeşit göz hastalığıdır. Nedeni Chlamydia trachomatis adlı bir bakteridir. Enfeksiyon, göz kapaklarının iç yüzeyinde pürüzlenmeye neden olur. Hastalığın önlenmesi, temiz suya erişimin artırılması ve hastalık bulaşmış kişi sayısının antibiyotik tedavisiyle azaltılması ile sağlanır. Dünya çapında 80 milyon kişide aktif enfeksiyon bulunmaktadır.", "question": "Enfeksiyon neye neden olur?", "answers": { "text": [ "göz kapaklarının iç yüzeyinde pürüzlenmeye" ], "answer_start": [ 166 ] } }, { "context": "Trahom; konjonktivayı, korneayı ve gözkapaklarını saran, genellikle süreğen bir çeşit göz hastalığıdır. Nedeni Chlamydia trachomatis adlı bir bakteridir. Enfeksiyon, göz kapaklarının iç yüzeyinde pürüzlenmeye neden olur. Hastalığın önlenmesi, temiz suya erişimin artırılması ve hastalık bulaşmış kişi sayısının antibiyotik tedavisiyle azaltılması ile sağlanır. Dünya çapında 80 milyon kişide aktif enfeksiyon bulunmaktadır.", "question": "Trahom hastalığının önlenmesi nasıl sağlanır?", "answers": { "text": [ "temiz suya erişimin artırılması ve hastalık bulaşmış kişi sayısının antibiyotik tedavisiyle azaltılması ile" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Trahom; konjonktivayı, korneayı ve gözkapaklarını saran, genellikle süreğen bir çeşit göz hastalığıdır. Nedeni Chlamydia trachomatis adlı bir bakteridir. Enfeksiyon, göz kapaklarının iç yüzeyinde pürüzlenmeye neden olur. Hastalığın önlenmesi, temiz suya erişimin artırılması ve hastalık bulaşmış kişi sayısının antibiyotik tedavisiyle azaltılması ile sağlanır. Dünya çapında 80 milyon kişide aktif enfeksiyon bulunmaktadır.", "question": "Dünya çapında kaç kişide Trahom enfeksiyonu bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "80 milyon" ], "answer_start": [ 375 ] } }, { "context": "İnsomnia, bir uyku sorunudur. Nedenleri stres, duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlardır. Komplikasyonları trafik kazası, madde bağımlılığı ve depresyondur. Tedavileri bilişsel davranışçı terapi, uyarıcı kontrol terapisi, rahatlama teknikleri, uyku kısıtlama ve ışık terapisidir. İlaç olarak Eszopiclone (Lunesta), Ramelteon (Rozerem), Zaleplon (Sonata) ve Zolpidem (Ambien, Edluar, Intermezzo, Zolpimist) kullanılabilir.", "question": "İnsomnia nedir?", "answers": { "text": [ "bir uyku sorunudur" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "İnsomnia, bir uyku sorunudur. Nedenleri stres, duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlardır. Komplikasyonları trafik kazası, madde bağımlılığı ve depresyondur. Tedavileri bilişsel davranışçı terapi, uyarıcı kontrol terapisi, rahatlama teknikleri, uyku kısıtlama ve ışık terapisidir. İlaç olarak Eszopiclone (Lunesta), Ramelteon (Rozerem), Zaleplon (Sonata) ve Zolpidem (Ambien, Edluar, Intermezzo, Zolpimist) kullanılabilir.", "question": "İnsomnianın nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "stres, duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlar" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "İnsomnia, bir uyku sorunudur. Nedenleri stres, duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlardır. Komplikasyonları trafik kazası, madde bağımlılığı ve depresyondur. Tedavileri bilişsel davranışçı terapi, uyarıcı kontrol terapisi, rahatlama teknikleri, uyku kısıtlama ve ışık terapisidir. İlaç olarak Eszopiclone (Lunesta), Ramelteon (Rozerem), Zaleplon (Sonata) ve Zolpidem (Ambien, Edluar, Intermezzo, Zolpimist) kullanılabilir.", "question": "İnsomnianın komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "trafik kazası, madde bağımlılığı ve depresyon" ], "answer_start": [ 108 ] } }, { "context": "İnsomnia, bir uyku sorunudur. Nedenleri stres, duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlardır. Komplikasyonları trafik kazası, madde bağımlılığı ve depresyondur. Tedavileri bilişsel davranışçı terapi, uyarıcı kontrol terapisi, rahatlama teknikleri, uyku kısıtlama ve ışık terapisidir. İlaç olarak Eszopiclone (Lunesta), Ramelteon (Rozerem), Zaleplon (Sonata) ve Zolpidem (Ambien, Edluar, Intermezzo, Zolpimist) kullanılabilir.", "question": "İnsomnia tedavisi nelerdir?", "answers": { "text": [ "bilişsel davranışçı terapi, uyarıcı kontrol terapisi, rahatlama teknikleri, uyku kısıtlama ve ışık terapisi" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "İnsomnia, bir uyku sorunudur. Nedenleri stres, duygusal, fiziksel ve zihinsel sorunlardır. Komplikasyonları trafik kazası, madde bağımlılığı ve depresyondur. Tedavileri bilişsel davranışçı terapi, uyarıcı kontrol terapisi, rahatlama teknikleri, uyku kısıtlama ve ışık terapisidir. İlaç olarak Eszopiclone (Lunesta), Ramelteon (Rozerem), Zaleplon (Sonata) ve Zolpidem (Ambien, Edluar, Intermezzo, Zolpimist) kullanılabilir.", "question": "İnsomnia tedavisinde hangi ilaçlar kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "Eszopiclone (Lunesta), Ramelteon (Rozerem), Zaleplon (Sonata) ve Zolpidem (Ambien, Edluar, Intermezzo, Zolpimist)" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Uyuz, Sarkoptların deri altına yerleşmesiyle oluşan, çok bulaşıcı, şiddetli kaşıntılı paraziter bir hastalıktır. İnsanlar da dahil her hayvanda görülebilir. Uyuza, Sarcoptes scabiei var hominis paraziti neden olur. Belirtisi şiddetli kaşıntıdır. Hastada küçük şişlikler veya kabarcıklar ve aşırı kaşıntıdan dolayı cilt yaraları görülür.", "question": "Uyuz nedir?", "answers": { "text": [ "paraziter bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 86 ] } }, { "context": "Uyuz, Sarkoptların deri altına yerleşmesiyle oluşan, çok bulaşıcı, şiddetli kaşıntılı paraziter bir hastalıktır. İnsanlar da dahil her hayvanda görülebilir. Uyuza, Sarcoptes scabiei var hominis paraziti neden olur. Belirtisi şiddetli kaşıntıdır. Hastada küçük şişlikler veya kabarcıklar ve aşırı kaşıntıdan dolayı cilt yaraları görülür.", "question": "Uyuz kimlerde görülebilir?", "answers": { "text": [ "İnsanlar da dahil her hayvan" ], "answer_start": [ 113 ] } }, { "context": "Uyuz, Sarkoptların deri altına yerleşmesiyle oluşan, çok bulaşıcı, şiddetli kaşıntılı paraziter bir hastalıktır. İnsanlar da dahil her hayvanda görülebilir. Uyuza, Sarcoptes scabiei var hominis paraziti neden olur. Belirtisi şiddetli kaşıntıdır. Hastada küçük şişlikler veya kabarcıklar ve aşırı kaşıntıdan dolayı cilt yaraları görülür.", "question": "Uyuza ne neden olur?", "answers": { "text": [ "Sarcoptes scabiei var hominis paraziti" ], "answer_start": [ 165 ] } }, { "context": "Uyuz, Sarkoptların deri altına yerleşmesiyle oluşan, çok bulaşıcı, şiddetli kaşıntılı paraziter bir hastalıktır. İnsanlar da dahil her hayvanda görülebilir. Uyuza, Sarcoptes scabiei var hominis paraziti neden olur. Belirtisi şiddetli kaşıntıdır. Hastada küçük şişlikler veya kabarcıklar ve aşırı kaşıntıdan dolayı cilt yaraları görülür.", "question": "Uyuzun belirtisi nedir?", "answers": { "text": [ "şiddetli kaşıntı" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Uyuz, Sarkoptların deri altına yerleşmesiyle oluşan, çok bulaşıcı, şiddetli kaşıntılı paraziter bir hastalıktır. İnsanlar da dahil her hayvanda görülebilir. Uyuza, Sarcoptes scabiei var hominis paraziti neden olur. Belirtisi şiddetli kaşıntıdır. Hastada küçük şişlikler veya kabarcıklar ve aşırı kaşıntıdan dolayı cilt yaraları görülür.", "question": "Uyuz hastalığında hastada neler görülür?", "answers": { "text": [ "küçük şişlikler veya kabarcıklar ve aşırı kaşıntıdan dolayı cilt yaraları" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "Veba, Yersinia pestis adındaki bakteri nedeniyle oluşan enfeksiyon hastalıklarına verilen genel isimdir. Modern antibiyotiklerle tedavi edilir. Türleri Hıyarcıklı veba, pnömonik veba ve septisemik vebadır. Tanı, bakterinin lenf nodunda, kanda, balgamda gözlemlenmesi ile konur. Veba aşısı ile korunulabilir.", "question": "Veba nedir?", "answers": { "text": [ "Yersinia pestis adındaki bakteri nedeniyle oluşan enfeksiyon hastalıklarına verilen genel isim" ], "answer_start": [ 6 ] } }, { "context": "Veba, Yersinia pestis adındaki bakteri nedeniyle oluşan enfeksiyon hastalıklarına verilen genel isimdir. Modern antibiyotiklerle tedavi edilir. Türleri Hıyarcıklı veba, pnömonik veba ve septisemik vebadır. Tanı, bakterinin lenf nodunda, kanda, balgamda gözlemlenmesi ile konur. Veba aşısı ile korunulabilir.", "question": "Veba nasıl tedavi edilir?", "answers": { "text": [ "Modern antibiyotikler" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Veba, Yersinia pestis adındaki bakteri nedeniyle oluşan enfeksiyon hastalıklarına verilen genel isimdir. Modern antibiyotiklerle tedavi edilir. Türleri Hıyarcıklı veba, pnömonik veba ve septisemik vebadır. Tanı, bakterinin lenf nodunda, kanda, balgamda gözlemlenmesi ile konur. Veba aşısı ile korunulabilir.", "question": "Vebanın türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Hıyarcıklı veba, pnömonik veba ve septisemik veba" ], "answer_start": [ 153 ] } }, { "context": "Veba, Yersinia pestis adındaki bakteri nedeniyle oluşan enfeksiyon hastalıklarına verilen genel isimdir. Modern antibiyotiklerle tedavi edilir. Türleri Hıyarcıklı veba, pnömonik veba ve septisemik vebadır. Tanı, bakterinin lenf nodunda, kanda, balgamda gözlemlenmesi ile konur. Veba aşısı ile korunulabilir.", "question": "Veba tanısı nasıl konur?", "answers": { "text": [ "bakterinin lenf nodunda, kanda, balgamda gözlemlenmesi ile" ], "answer_start": [ 213 ] } }, { "context": "Veba, Yersinia pestis adındaki bakteri nedeniyle oluşan enfeksiyon hastalıklarına verilen genel isimdir. Modern antibiyotiklerle tedavi edilir. Türleri Hıyarcıklı veba, pnömonik veba ve septisemik vebadır. Tanı, bakterinin lenf nodunda, kanda, balgamda gözlemlenmesi ile konur. Veba aşısı ile korunulabilir.", "question": "Vebadan neyle korunulabilir?", "answers": { "text": [ "Veba aşısı ile" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Diz eklemi kaç ayrı planda hareket eder?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Diz eklemi hangi eklemlerden oluşur?", "answers": { "text": [ "Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial" ], "answer_start": [ 118 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Diz ekleminin esas hareketleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "fleksiyon ve ekstansiyon" ], "answer_start": [ 290 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Diz eklemindeki çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ne sağlar?", "answers": { "text": [ "uygun fonksiyon ve stabilite" ], "answer_start": [ 482 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Diz ekleminde statik stabiliteyi hangi yapılar sağlar?", "answers": { "text": [ "Bağlar, menisküsler ve kemik yapı" ], "answer_start": [ 521 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Diz ekleminin kemik dışı ve eklem içi yapıları hangi ana başlık altında toplanabilir?", "answers": { "text": [ "Diz anatomisi" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Diz eklemi anatomik yapısına göre hangi eklem grubunda yer alır?", "answers": { "text": [ "ginglimus" ], "answer_start": [ 212 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Fleksiyon sırasında diz eklemi hangi hareketleri yapabilir?", "answers": { "text": [ "adduksiyon ve abduksiyon" ], "answer_start": [ 365 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Dinamik stabiliteyi diz ekleminde hangi yapılar sağlar?", "answers": { "text": [ "çevre kaslar ve tendonlar" ], "answer_start": [ 589 ] } }, { "context": "Diz eklemi, üç ayrı planda hareketi olan ve çevresinde stabilize edici yumuşak dokular bulunan karmaşık bir eklemdir. Patellofemoral, tibiofemoral ve fibulotibial eklemlerden oluşmaktadır. Anatomik yapısına göre ginglimus (menteşe) tipi eklem grubunda yer alır. Diz ekleminin esas hareketi fleksiyon ve ekstansiyon iken fleksiyonda bir miktar rotasyon ile birlikte adduksiyon ve abduksiyon hareketlerini de yapabilir. Çapraz bağlar, yan bağlar ve çevre kas dokusu ile diz ekleminde uygun fonksiyon ve stabilite sağlanır. Bağlar, menisküsler ve kemik yapı ile statik stabilite sağlanırken, çevre kaslar ve tendonlar dinamik bir stabilite sağlar. Diz anatomisi; kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar olmak üzere üç ana başlıkta toplanabilir.", "question": "Diz eklemi hangi ana başlıklar altında toplanabilir?", "answers": { "text": [ "kemik yapılar, kemik dışı ve eklem içi yapılar, kemik dışı ve eklem dışı yapılar" ], "answer_start": [ 660 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Sistolik kan basıncı ve diyastolik kan basıncı ne zaman arteriyel damar duvarlarına basınç uygular?", "answers": { "text": [ "hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Kan basıncı hangi faktörlerin karmaşık etkileşimi ile belirlenir?", "answers": { "text": [ "kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Kan basıncı nelerin çarpımına eşittir?", "answers": { "text": [ "kardiyak outputun ve toplam periferik direncin" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona hangi faktörler katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS) neyi düzenleyen önemli bir sistemdir?", "answers": { "text": [ "KB" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Renin nerede sentezlenir?", "answers": { "text": [ "böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde" ], "answer_start": [ 813 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Renin neyin oluşumunu uyarır?", "answers": { "text": [ "anjiyotensin 1" ], "answer_start": [ 1050 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Anjiyotensin 1 neye dönüşür?", "answers": { "text": [ "anjiyotensin 2" ], "answer_start": [ 1151 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Anjiyotensin 2 neyi oluşturur?", "answers": { "text": [ "vazokonstriksiyon" ], "answer_start": [ 584 ] } }, { "context": "Sistolik kan basıncı ve DKB, sırasıyla hem kardiyak kasılma hem de gevşeme sırasında arteriyel damar duvarlarına kan dolaşımıyla uygulanan basınçlardır. Herhangi bir andaki KB, kardiyak debiyi, vasküler tonusu ve kan hacim miktarı ve dağılımını düzenleyen çeşitli fizyolojik mekanizmaların karmaşık bir etkileşimi ile belirlenir. İyi bilinen formüle göre KB; kardiyak outputun ve toplam periferik direncin çarpımına eşittir. Sempatik sinir sisteminin aktivasyonu, katekolaminlerin salınması ve renine bağlı artan anjiyotensin II seviyeleri gibi faktörler, toplam periferik dirence ve vazokonstriksiyona katkıda bulunur (12,13). Renin-anjiyotensin-aldosteron sistemi (RAS), hem vasküler tonusu hem de KB’yi düzenleyen önemli bir sistemdir. Bu nedenle, HT’nin oluşmasında ve devamında anahtar role sahiptir. Renin, böbrek afferent arteriollerin jukstaglomerüler hücrelerinde sentezlenen bir proteolitik enzimdir. Böbrek kan akımının azalmasına bağlı jukstaglomerüler hücrelere ulaşan sodyum-klorür seviyesi düşünce salınır. Renin, anjiyotensinojenden, anjiyotensin 1 oluşumunu uyarır. Anjiyotensin 1, daha sonra Anjiyotensin dönüştürücü enzim (ADE) ile anjiyotensin 2 ye dönüşür. Anjiyotensin 2, KB’nin artmasını sağlayan vazokonstriksiyonu oluşturur. Aynı zamanda adrenal korteksten aldosteron hormonu salınımını uyarır. Aldosteron distal tübüllerden sodyum ve su geri alımını arttırır. Bu durum, vücudun sıvı miktarını ve KB’yi arttırır (13,14). Kan basıncındaki anormallikler, idiyopatik olabilir veya bu düzenleyici faktörlerinden birinin bozukluğuna bağlı olabilir.", "question": "Aldosteron distal tübüllerden neyin geri alımını arttırır?", "answers": { "text": [ "sodyum ve su" ], "answer_start": [ 1350 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "Alzheimer hastalığı ilk kez kim tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Alois Alzheimer" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "Alzheimer hastalığı ilk kez kaç yaşında bir kadın hasta için tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "55" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "Otopsi sonucunda Alzheimer hastası beyinde hangi iki patolojik bulgu gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar" ], "answer_start": [ 210 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "AH tanı kriteri olarak hala ne kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "patolojik bulgular" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "AH nedir?", "answers": { "text": [ "en sık görülen demans tipi" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "AH prevelansı hangi aralıkta değişmektedir?", "answers": { "text": [ "%60-80" ], "answer_start": [ 448 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "65 yaş üstü kaç kişiden sekizi AH görülmektedir?", "answers": { "text": [ "100 kişiden sekiz" ], "answer_start": [ 499 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "AH kadınlarda erkeklere göre kaç kat fazla görülür?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 36 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "Kadınlarda 65 yaşına kadar yaşayanlardan yaklaşık yüzde kaçı Alzheimer hastalığına yakalanacaktır?", "answers": { "text": [ "%17" ], "answer_start": [ 644 ] } }, { "context": "Alzheimer hastalığı ilk kez Alman psikiyatr Alois Alzheimer tarafından 55 yaşında ilerleyici demans semptomlarına sahip bir kadın hasta için tanımlanmıştır. Hastanın ölümünden sonra yapılan otopsisinde beyinde ekstrasellüler amiloid plaklar ve intranöronal nörofibriler yumaklar gözlenmiştir. Bu patolojik bulgular AH için günümüzde de hala tanı kriteri olarak kullanılmaktadır. AH en sık görülen demans tipidir, çeşitli kaynaklara göre prevelansı %60-80 arasında değişmektedir. Altmış beş yaş üstü 100 kişiden sekiz kişide AH görülmektedir. Kadınlarda erkeklere göre iki kat fazla görülür. Altmış beş yaşına kadar yaşayan kadınlardan yaklaşık %17’si Alzheimer hastalığına yakalanacakken erkeklerde bu oran yaklaşık %9’dur. Kaynaklar küçük değişkenlikler gösterebilir ama ABD’de 5.4 milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir. Bu rakamın 2030 yılında 16 milyona çıkacağı tahmin edilmektedir.", "question": "ABD’de kaç milyon kişinin AH’dan etkilendiği tahmin edilmektedir?", "answers": { "text": [ "5.4 milyon" ], "answer_start": [ 779 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Gut hastalığı nasıl bir hastalık olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "kronik inflamatuar bir artrit tipi" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Gut hastalığı başlangıçta nasıl tetikleniyordu?", "answers": { "text": [ "alkol tüketimi veya aşırı yeme" ], "answer_start": [ 114 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Gut hastalığına neden olan metabolik bozukluk nedir?", "answers": { "text": [ "böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesi" ], "answer_start": [ 256 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Modern çağlarda gut ile mücadelede hangi alanlarda ilerleme sağlanmıştır?", "answers": { "text": [ "moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapi" ], "answer_start": [ 621 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Hiperürisemi nedir?", "answers": { "text": [ "artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri" ], "answer_start": [ 836 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Hiperürisemili kişilerin yüzde kaçı gut geliştirir?", "answers": { "text": [ "%5" ], "answer_start": [ 1174 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri nerede birikir?", "answers": { "text": [ "tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde" ], "answer_start": [ 1340 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Gut nasıl teşhis edilir?", "answers": { "text": [ "eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak" ], "answer_start": [ 1478 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Gut hastalığı başlangıçta nasıl belirtiler gösterir?", "answers": { "text": [ "akut eklem inflamasyon" ], "answer_start": [ 1592 ] } }, { "context": "Gut hastalığı, geçmişten beri tanınan, toplumda sık görülen, kronik inflamatuar bir artrit tipidir. Önceleri gut, alkol tüketimi veya aşırı yeme ile tetiklendiği düşünülen iyi huylu bir eklem hastalığı olarak bilinmekte idi. Daha sonra yapılan çalışmalar, böbrek, eklem, cilt ve diğer çeşitli dokularda ürat kristallerin birikmesine bağlı olarak ortaya çıkan metabolik bir bozukluk olduğunu ortaya koymuştur. Gut hastalığı, tıbbi literatüre çok erken dönemlerde girmiş, birçok ünlü ismin biyografilerinde de bahsedilmiştir. Modern çağlarda gut ile mücadelede kayda değer bir ilerleme sağlanmıştır. Daha yakın zamanlarda, moleküler biyoloji, teşhis yöntemleri ve farmakoterapide kullanılan tedaviler sayesinde, hastalığın daha iyi bir şekilde anlaşılması ve daha etkin tedavi edilmesi mümkün hale gelmiştir. Belirli bir eşiğin üstündeki artmış serum ürik asit (SÜA) düzeyleri (>6,8 mg/dl) hiperürisemi olarak bilinir ve ürik asit kristallerinin oluşumuna neden olabilir. Hiperürisemi, guttaki ana patojenik etken olmasına rağmen, hiperürisemili birçok kişide gut gelişmez, hatta ÜA kristalleri de şekillenmez. Aslında, 9 mg/dL'nin üzerinde hiperürisemi olan kişilerin sadece %5'inde gut meydana gelmektedir. Buna göre, genetik yatkınlık gibi diğer faktörlerin de gut insidansını artırdığı düşünülmektedir. Monosodyum ürat (MSÜ) kristalleri, tüm dokularda, çoğunlukla tofüs oluşturmak üzere eklemlerin içinde ve çevresinde birikir. Gut esas olarak patognomonik MSÜ kristallerinin eklem sıvısı aspirasyonu veya tofüs aspiratı yapılarak tanımlanması ile teşhis edilir. Gut, ilk aşamada kendisini akut eklem inflamasyonu olarak gösterir. Bu tablo steroid, non-steroidal antiinflamatuar ilaçlar (NSAİD) veya kolşisin ile hızla tedavi edilebilir. Renal taşlar ve tofüs ise gutun geç belirtileridir. SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek, gut tedavisinde temel amaçtır. Bu, MSÜ kristallerinin çözünmesine yol açarak daha ileri atakları önler.", "question": "Gut tedavisinde temel amaç nedir?", "answers": { "text": [ "SÜA seviyelerini, diyet modifikasyonuyla ve SÜA düşürücü ilaçları kullanarak kristal biriktirme eşiğinin altına düşürmek" ], "answer_start": [ 1792 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığı ne tür algı bozuklukları yaratır?", "answers": { "text": [ "düşünsel süreçlerde sorunlar" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığında hangi düşünsel süreç sorunları ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "hezeyanlar" ], "answer_start": [ 111 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığı duygulanımı nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "ifadede azalma" ], "answer_start": [ 135 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığında sosyal belirtiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "sosyal izolasyon" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığında hangi negatif belirtiler görülür?", "answers": { "text": [ "hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması" ], "answer_start": [ 111 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığı hangi davranış bozukluklarını içerir?", "answers": { "text": [ "organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları" ], "answer_start": [ 241 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığı nasıl bir konuşma bozukluğu gösterir?", "answers": { "text": [ "darmadağın" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığı nörokognitif yetileri nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "genel bozulma" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığı genellikle nasıl bir seyir izler?", "answers": { "text": [ "kronikleşen" ], "answer_start": [ 404 ] } }, { "context": "Şizofreni hastalığı algı bozukluğu yaratarak çeşitli varsanılar, düşünsel süreçlerde sorunlar ortaya çıkararak hezeyanlar, duygulanımı ifadede azalma, duygusal küntlük, sosyal izolasyon, irade/istek azalması gibi negatif (silik) belirtiler, organize dizayn edilemeyen davranış ya da katatoni tabloları, darmadağın konuşma, nörokognitif yetilerde genel bozulma şeklinde kendini gösterebilen ve genellikle kronikleşen tıbbi bir durumdur. Bu klinik durumların hepsi birarada olabileceği gibi tanı kriterlerini karşılama kaydıyla bir kısmının belirli bir süre devam etmesiyle de tanısal tablo ortaya çıkabilmektedir. Hastalıkta düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar görülebilir.", "question": "Şizofreni hastalığında hangi işlevlerde bozulmalar görülebilir?", "answers": { "text": [ "düşünce bozuklukları, dikkati sürdürme sorunları, bellek problemleri, akıcı sözel ifade güçlüğü ve yürütücü işlevlerde bozulmalar" ], "answer_start": [ 624 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların hedeflediği mekanizmalar nelerdir?", "answers": { "text": [ "immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlar" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "Pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması neye sebep olur?", "answers": { "text": [ "yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "Hastalığın mevcut tedavisi nasıl sağlanır?", "answers": { "text": [ "destekleyici bakım yoluyla" ], "answer_start": [ 616 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan antiviral ajanlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir" ], "answer_start": [ 717 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "Yardımcı ajanlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri" ], "answer_start": [ 846 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "Viral yük bulgular ne zaman pik yapar?", "answers": { "text": [ "ilk olarak ortaya çıktığı zaman" ], "answer_start": [ 991 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "Vitamin D'nin COVID-19 üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir" ], "answer_start": [ 1286 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "Çinko hangi özelliklere sahiptir?", "answers": { "text": [ "antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar" ], "answer_start": [ 1613 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "Çinko neyin baskılanmasında görev alır?", "answers": { "text": [ "NF-Κb sinyallemesinin" ], "answer_start": [ 1704 ] } }, { "context": "SARS-CoV-2'ye karşı geliştirilen ilaçların birçoğu immünomodülatörler, monoklonal antikor üretimi ve viral proteinaz, helikaz ve polimerazlara karşı inhibe edici ajanlara yönelmiştir. Kısa genetik kopyalama süreleri ve yüksek viral verimler sebebiyle, pozitif duyarlı viral RNA genomunun kopyalanması, yüksek hata oranlarına, homolog ve homolog olmayan rekombinasyona sebep olur. Bu genetik durum, bir anti-COVID-19 ilacı ve aşısı oluşturmayı zorlaştırır. Hastalığın mevcut tedavisi yalnızca hali hazırda bulunan terapötik ilaçlar yoluyla bulgulara ve ağır hastalarda oksijen ve mekanik ventilasyon dahil destekleyici bakım yoluyla sağlanır. COVID-19 hastalarının tedavisinde kullanılan terapötik ilaçlar; remdesivir, klorokin, tosilizumab, hidroksiklorokin, umifenovir, lopinavir, oseltamivir ve favipiravir gibi antiviral ajanlar ve çinko, vitamin D, azitromisin, askorbik asit, nitrik oksit, kortikosteroidler, IL-6 antagonistleri gibi yardımcı ajanlardır. Viral yük bulgular ilk olarak ortaya çıktığı zaman pik yaptığı için, birden fazla antiviral ilaçla birlikte yardımcı ajanların birlikte kullanılması, bir hastanın vücudundaki viral yükü hızlı bir şekilde azaltabilir ve hastalığın şiddetini ve süresini azaltmada etkili olabilir. Yardımcı bir ajan olan vitamin D, viral enfeksiyon bulaşma riskini azaltabilir ve proinflamatuar sitokinlerin miktarını azaltma ve antiinflamatuar sitokin miktarını artırma dahil olmak üzere birtakım mekanizmalar yoluyla pnömoni ve akciğer hasarını önleyebilir. Bu sebepten dolayı vitamin D, COVID-19 hastalığının şiddetini azaltmada etkin olabilir. Çinko; antiviral, antibakteriyel ve antiinflamatuar özellikleri olan bir diğer yardımcı ajandır. NF-Κb sinyallemesinin baskılanması, T hücresinin düzenlenmesi ve sitokin fırtınalarının etkilerinin azaltılması dahil olmak üzere çeşitli mekanizmalarda görev alır. Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun fare akciğerlerinde rekombinant human ACE2 aktivitesini baskıladığını bildirmiştir.", "question": "Speth ve ark. hayvanlar üzerinde yaptıkları çalışmalarında çinkonun neyi baskıladığını bildirmiştir?", "answers": { "text": [ "ACE2" ], "answer_start": [ 1978 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "Ateroskleroz nedir?", "answers": { "text": [ "arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalık" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "Ateroskleroz nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "ilerleyici bir inflamatuar" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "Ateroskleroz başlangıcındaki anahtar olay nedir?", "answers": { "text": [ "inflamatuar yanıt" ], "answer_start": [ 301 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "Aterosklerozun ilerlemesiyle ne olur?", "answers": { "text": [ "arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar" ], "answer_start": [ 362 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "Aterosklerotik plaklar genellikle nasıl bir durumdadır?", "answers": { "text": [ "yıllarca sabit kalır" ], "answer_start": [ 484 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "Aterosklerotik plak gelişimi kaç yönde ilerleyebilir?", "answers": { "text": [ "iki yönde" ], "answer_start": [ 622 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "İlk olarak hangi reaksiyon başlar?", "answers": { "text": [ "sub-endotelyal reaksiyon" ], "answer_start": [ 658 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "Stabil plak yıllar içinde nasıl büyür?", "answers": { "text": [ "yavaş" ], "answer_start": [ 790 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "Kararsız plak neden tehlikelidir?", "answers": { "text": [ "inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır" ], "answer_start": [ 1053 ] } }, { "context": "Ateroskleroz, arteriyel damar duvarında lipid birikimi ile karakterize ilerleyici bir inflamatuar hastalıktır. Ateroskleroz kronik bir inflamatuar hastalıktır ve bu kronik inflamasyonun başlangıcındaki anahtar olay, endotel hücrelerinin dolaşımdaki LDL partiküllerine ve intimadaki birikimlerine olan inflamatuar yanıttır. Aterosklerozun ilerlemesi ile birlikte arteriyel lümenin daralmasına neden olan aterosklerotik plakların birikmesine yol açar. Aterosklerotik plaklar genellikle yıllarca sabit kalır, ancak hızla anstabil hale gelebilir, yırtılabilir ve trombus oluşumunu tetikleyebilir. Aterosklerotik plak gelişimi iki yönde ilerleyebilir. İlk olarak sub-endotelyal reaksiyon başlar. Hücre bakımından fakir ve kollajen bakımından zengin olan plak nispeten stabildir ve yıllar içinde yavaş büyür. Plak stabilize olduğundan ve plak rüptürü ve trombüs oluşumu riski çok düşük olduğundan hasta için faydalıdır. Tersine, hücre zengini ve kolajen açısından fakir olan plak kararsız hale gelir ve yırtılabilir. İkinci senaryo son derece tehlikelidir ve inme ve miyokard enfarktüsü gibi aterosklerozun yaşamı tehdit eden sonuçlarının altındadır. Bu senaryoda kronik inflamasyon hızlanır, plak kararsız hale gelir. Fibrotik yapı incedir, aterotromboza ve sonuç olarak akut kardiyovasküler olaylara yol açabilir. Bu son derece kırılgan plak 'kararsız plak' olarak adlandırılır ve bağışıklık hücrelerinin sürekli infiltrasyonunu, inflamatuar sitokinlerin üretimini, makrofajların azalmış apoptozunu ve nekrotik süreçleri içeren aktif kronik inflamatuar reaksiyonlarla karakterizedir. Ateroskleroz koroner arter hastalığı, karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebidir. Yağlı çizgilenmeler çıplak gözle görülebilen ilk lezyondur. Sarı rengi, makrofajlar ve düz kas hücreleri (SMC'ler) içindeki kolesterol ve kolesterol esterleri şeklinde lipid ile ilişkilendirilir.", "question": "karotis arter hastalığı ve periferik arter hastalığının en sık altta yatan sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "Ateroskleroz" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "İş kazalarının nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "Güvensiz çalışma koşulları kaça ayrılır?", "answers": { "text": [ "ikiye" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "Fiziksel güvensiz çalışma koşulları nelerdir?", "answers": { "text": [ "yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini" ], "answer_start": [ 469 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "Çevresel güvensiz çalışma koşulları nelerdir?", "answers": { "text": [ "stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenler" ], "answer_start": [ 571 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "Güvensiz hareketler nelerdir?", "answers": { "text": [ "emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi" ], "answer_start": [ 684 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "Güvensiz durumlardan kim sorumludur?", "answers": { "text": [ "işveren" ], "answer_start": [ 1104 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "Makine kimya endüstrisinde iş kazalarının %95'inin nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış" ], "answer_start": [ 1240 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "Kepir'e göre iş kazalarının %88'inin nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "insan faktörü" ], "answer_start": [ 1419 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "Metal Sanayicileri Sendikası üyelerine göre iş kazalarının %87'sinin nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "güvensiz hareketler" ], "answer_start": [ 663 ] } }, { "context": "İş kazalarının nedenleri incelendiğinde sosyolojik, fizyolojik, psikolojik, eğitim ve teknik konuların etkili olduğu gibi çalışanların kullandıkları malzeme, makine ve iş ortamı gibi birçok faktörlerden de kaynaklı iş kazaları oluşmaktadır. Cascio iş kazasının nedenini güvensiz çalışma koşulları ve güvensiz çalışma davranışları şeklinde sınıflandırmıştır. Güvensiz çalışma koşulları kendi içerisinde fiziksel ve çevresel olmak üzere ikiye ayrılır. Fiziksel koşullar; yetersiz makine koruyucusu, bozuk donanımı ve koruyucu ekipman eksikliğini içerir. Çevresel koşullar; stres, toz, radyasyon gürültü gibi etkenlerdir. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığına göre güvensiz hareketler (emniyetsiz yükleme, koruyucuları kullanılmaz hale getirme, kişisel koruyucuları kullanmama, bozuk malzeme kullanma, makinaları veya malzemeleri sürekli temizleme, uygunsuz hareket yapma gibi) ve güvensiz durumlardan (kaygan zemin, makine ve bireysel koruyucu yetersizliği, gürültü, uygun aydınlatma ve havalandırmanın olmaması vb. gibi) kaynaklanmaktadır. Emniyetsiz hareketlerden çalışan kişi, güvensiz durumlardan ise işveren sorumludur. Ülkemizdeki iş kazalarının nedenlerine yönelik makine kimya endüstrisinde yapılan bir çalışmada, kazaların %95’inin kişisel koruyucu ekipman kullanmama ve güvensiz davranış kaynaklı olduğunu, %5’nin ise teknik nedenden kaynaklandığını ortaya koymuştur. Kepir (1981) ise iş kazalarının % 88’inin insan faktörüne bağlı olduğunu,% 10’unun mekanik yetersizlikten kaynaklandığını ve %2’sinin de insan kontrolü dışında olduğunu tespit etmiştir. Metal Sanayicileri Sendikası (MESS) üyeleri iş kazası açısından incelendiğinde; donanımı ve aletleri düzensiz kullanma, dikkatsiz çalışma ve kişisel koruyucu ekipman kullanmama gibi çoğunlukla güvensiz hareketlerden kaynaklı olduğu görülmüştür. İş kazalarının %87’sini güvensiz hareketler, %13’ünü de güvensiz şartlar meydana getirmektedir.", "question": "İş kazalarının %13'ü hangi sebeple meydana gelmektedir?", "answers": { "text": [ "güvensiz şartlar" ], "answer_start": [ 1864 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "Düşük akımlı anestezide MAK'a ulaşmak için kim ayarlama yapar?", "answers": { "text": [ "anestezist" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "Düşük akımlı anestezide hipoksiden korunmak amacıyla hangi değerler takip edilir?", "answers": { "text": [ "end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2)" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "FiO2 ayarı nasıl yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "manuel" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "Hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için hangi cihaz ayarları yapılır?", "answers": { "text": [ "vaporizatör" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "Anestezistin yaptığı ayarlamalara rağmen ne gerçekleşebilir?", "answers": { "text": [ "hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim" ], "answer_start": [ 262 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "Anestezi cihazı üzerinden ayarlanan oksijen konsantrasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2)" ], "answer_start": [ 526 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "Anestezi cihazı üzerinden manuel olarak yapılan FiO2 ayarı için hangi konsantrasyon takip edilir?", "answers": { "text": [ "fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu" ], "answer_start": [ 526 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "Anestezist takip parametrelerine göre hangi ayarlamaları yapar?", "answers": { "text": [ "vaporizatör ayarları" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "Düşük akımlı anestezide end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) nasıl takip edilir?", "answers": { "text": [ "anestezi cihazı üzerinden" ], "answer_start": [ 500 ] } }, { "context": "Düşük akımlı anestezide hedeflenen minimal alveoler konsantrasyona (MAK) ulaşmak ve idame ettirmek için gereken vaporizatör ayarları anestezist tarafından manuel olarak yapılmaktadır. Anestezistin takip parametrelerini dikkate alarak yaptığı ayarlamalara rağmen hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacından az ya da daha fazla tüketim gerçekleşebilmektedir. Düşük akımlı anestezi süresince hastayı hipoksiden korumak amacıyla hastanın end tidal oksijen konsantrasyonu (EtO2) değerleri takip edilerek anestezi cihazı üzerinden fraksiyone inspiratuar oksijen konsantrasyonu (FiO2) ayarı da manuel olarak yapılmaktadır.", "question": "Hastanın bireysel anestezik gaz ihtiyacında ne fark olabilir?", "answers": { "text": [ "az ya da daha fazla tüketim" ], "answer_start": [ 307 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB) nedir?", "answers": { "text": [ "nörogelişimsel bir bozukluk" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "DEHB hangi işlevleri etkileyen bir bozukluktur?", "answers": { "text": [ "kişisel, akademik, aile ve sosyal" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "DEHB'nin belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "DEHB'nin gelişimsel düzeyi neye göre uymayabilir?", "answers": { "text": [ "bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "DEHB nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "yaşam boyu devam edebilen" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "DEHB'nin tam açılımı nedir?", "answers": { "text": [ "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "DEHB nasıl bir bozukluktur?", "answers": { "text": [ "nörogelişimsel" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "DEHB'nin hangi belirtileri vardır?", "answers": { "text": [ "dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "DEHB belirtileri neyle seyreder?", "answers": { "text": [ "ikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB); kişisel, akademik, aile ve sosyal işlevleri etkileyen, bireyin yaşına ve gelişimsel düzeyine uymayacak şekilde dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik belirtileri ile seyreden yaşam boyu devam edebilen nörogelişimsel bir bozukluktur.", "question": "DEHB'nin yaş ve gelişimsel düzeye uymayan belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "dikkatsizlik ve/veya aşırı hareketlilik ve dürtüsellik" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları nasıl bir seyir izler?", "answers": { "text": [ "sıklıkla kronikleşen" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları hangi tür davranışlarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları en sık hangi gruplarda görülür?", "answers": { "text": [ "Adolesanlarda ve kadınlarda" ], "answer_start": [ 188 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozukluklarının görülme sıklığı hangi yaş grubunda artmaktadır?", "answers": { "text": [ "adolesanlarda" ], "answer_start": [ 285 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları hangi kültürel görüşlerle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları hangi yıldan beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "1952" ], "answer_start": [ 440 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozukluklarının kronikleşme olasılığı nedir?", "answers": { "text": [ "sıklıkla" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları hangi cinsiyette daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "kadınlarda" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları hangi yaş grubunda tekrarlayıcı özellik gösterebilir?", "answers": { "text": [ "adolesanlarda" ], "answer_start": [ 285 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları son zamanlarda dünyada daha sık görülmeye başlayan, sıklıkla kronikleşen, anormal yeme davranışı ve kilo kontrol davranışı ile giden ciddi psikiyatrik rahatsızlıklardır. Adolesanlarda ve kadınlarda daha sık görülür, tekrarlayıcı özellikte olabilir, sıklığı özellikle adolesanlarda giderek artmaktadır. Yeme bozukluları kültürel olarak zayıflığı ön plana çıkaran görüşler nedeniyle çok yeni bir fenomen olarak düşünülse de 1952 yılından beri tanı kılavuzlarında yer almaktadır.", "question": "Yeme bozukluklarının kültürel fenomene bağlanması hangi görüşlerle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "zayıflığı ön plana çıkaran" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Patellar tendon hangi eklemin stabilizasyonunda rol oynar?", "answers": { "text": [ "kraniokaudal" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Patellar tendon patellanın neresinde yer alır?", "answers": { "text": [ "inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Patellar tendonun ortalama uzunluğu ne kadardır?", "answers": { "text": [ "4,6 cm" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Patellar tendon ekstansör mekanizmanın hangi stresine katkı sağlar?", "answers": { "text": [ "valgus" ], "answer_start": [ 232 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Patellar tendon hangi yönde seyir gösterir?", "answers": { "text": [ "distale ve laterale doğru" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi neye yol açar?", "answers": { "text": [ "dizilim bozukluğuna ve instabilite" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Patellar tendonun rol aldığı eklemin stabilizasyonu hangi yöndedir?", "answers": { "text": [ "kraniokaudal" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Patellar tendonun uzunluğu nasıldır?", "answers": { "text": [ "değişken" ], "answer_start": [ 154 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Patellar tendonun ekstansör mekanizmada neye katkı sağlar?", "answers": { "text": [ "valgus stresine" ], "answer_start": [ 232 ] } }, { "context": "Patellar tendon eklemin kraniokaudal stabilizasyonunda rol alan tendon patellanın inferior kenarı ile tüberositas tibia arasında yer almaktadır. Uzunluğu değişken olmakla birlikte ortalama 4,6 cm'dir. Tendon; ekstansör mekanizmanın valgus stresine kısmen katkı sağlamakta olup distale ve laterale doğru hafifçe oblik seyir göstermektedir. Tibial tüberkülde anormal lateralizasyonun etkisi ile bu eğim belirgin artmakta olup, dizilim bozukluğuna ve instabiliteye yol açmaktadır.", "question": "Patellar tendon distale ve laterale doğru nasıl bir seyir gösterir?", "answers": { "text": [ "oblik" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "Gebelik süresi kaç haftadır?", "answers": { "text": [ "40" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "Kaç hafta ilk trimester olarak adalndurulır?", "answers": { "text": [ "14" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "İkinci trimester hangi haftaya kadardır?", "answers": { "text": [ "28." ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "Üçüncü trimester hangi haftalar arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "28-42" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "Gebelik süresince vücutta ne tür değişiklikler meydana gelmektedir?", "answers": { "text": [ "anatomik ve fizyolojik" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "Bu değişiklikler ne zaman başlar?", "answers": { "text": [ "gebe kaldıktan sonra" ], "answer_start": [ 336 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "Değişiklikler hangi sistemleri etkiler?", "answers": { "text": [ "vücuttaki her organ sistemini" ], "answer_start": [ 367 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "Komplike olmayan gebeliklerde bu değişiklikler ne kadar süre sonra düzelir?", "answers": { "text": [ "hamilelikten sonra" ], "answer_start": [ 484 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "Gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından" ], "answer_start": [ 545 ] } }, { "context": "Gebelik ortalama 40 hafta sürece sahip ve 3’er aylık eşit sürece bölünmüş 3 trimesterden oluşmaktadır. İlk 14 hafta ilk trimester, 28. haftaya kadar ikinci trimester ve 28-42 hafta arası ise 3. trimester olarak adlandırılmaktadır. Gebelik süresince vücutta birçok anatomik ve fizyolojik değişiklik meydana gelmektedir. Bu değişiklikler gebe kaldıktan sonra başlar ve vücuttaki her organ sistemini etkilemektedir. Komplike olmayan bir gebelik yaşayan çoğu kadın için, bu değişiklikler hamilelikten sonra minimum rezidüel etkilerle düzelmektedir. Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye yardımcı olacağından, gebelikte meydana gelen normal fizyolojik değişiklikleri anlamak önemlidir.", "question": "Normal fizyolojik değişikliklerin anlaşılması neye yardımcı olur?", "answers": { "text": [ "Anormal adaptasyonlardan ayırt edilmeye" ], "answer_start": [ 545 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "Lokal anestezikler ne tür sinir uyarılarını engeller?", "answers": { "text": [ "duyusal, motor ve otonom" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "Lokal anesteziklerin etkisi nasıldır?", "answers": { "text": [ "geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "LA'ler klinik olarak öncelikle ne için kullanılır?", "answers": { "text": [ "perioperatif anestezi ya da analjezi" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "Lokal anesteziklerin kısaltması nedir?", "answers": { "text": [ "LA" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "Lokal anestezikler sinir uyarılarının iletimini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "geçici ve geri dönüşümlü olarak" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "LA'ler hangi tür sinir uyarılarının iletimini engeller?", "answers": { "text": [ "duyusal, motor ve otonom" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "LA'ler perioperatif anestezi sağlamak dışında ne için kullanılır?", "answers": { "text": [ "analjezi" ], "answer_start": [ 206 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "LA'ler nasıl bir ilaç sınıfıdır?", "answers": { "text": [ "duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "Lokal anestezikler (LA) hangi uyarıları etkiler?", "answers": { "text": [ "duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarını" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Lokal anestezikler (LA) duyusal, motor ve otonom sinir uyarılarının iletimini geçici ve geri dönüşümlü olarak engelleyen ilaçların bir sınıfıdır. Klinik olarak LA’ler, öncelikle perioperatif anestezi ya da analjezi sağlamak için kullanılmaktadır.", "question": "Lokal anestezikler perioperatif dönemde ne sağlar?", "answers": { "text": [ "anestezi ya da analjezi" ], "answer_start": [ 191 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Humerus cismi nedir?", "answers": { "text": [ "bir kemik" ], "answer_start": [ 68 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Sir John Charnley humerus için ne demiştir?", "answers": { "text": [ "Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemik" ], "answer_start": [ 114 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Humerus çoğunlukla nasıl tedavi edilir?", "answers": { "text": [ "konservatif yöntemler" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Hangi konservatif yöntemler kullanılır?", "answers": { "text": [ "u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Tedavi seçimine karar verirken neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "hastaların bireysel ihtiyaçlarına" ], "answer_start": [ 488 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Mevcut operatif teknikler nelerdir?", "answers": { "text": [ "antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez" ], "answer_start": [ 582 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Plak osteosentezi nasıl uygulanır?", "answers": { "text": [ "açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi" ], "answer_start": [ 681 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Yöntemlerden herhangi biri diğerine göre üstün müdür?", "answers": { "text": [ "yeterli kanıt yoktur" ], "answer_start": [ 864 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Cerrahi tedavi ne için gereklidir?", "answers": { "text": [ "küçük grup" ], "answer_start": [ 260 ] } }, { "context": "Humerus cismi kaslarla güzel olarak sarılmış ve kanlanması iyi olan bir kemiktir. Sir John Charnley humerus için ‘Belki de cerrahi olmayan tedavisi en kolay olan major uzun kemiktir’ demiştir. Çoğunluğu konservatif yöntemler ile tedavi edilirken, geriye kalan küçük grup ise cerrahi olarak uygun tedavi için gerekli olmaktadır. Konservatif yöntemler arasında u-koaptasyon ateli, alçı veya sarmiento brace bulunur. Tedavi seçimine karar vermek sadece yaralanma şekline değil, aynı zamanda hastaların bireysel ihtiyaçlarına da bağlıdır. Hâlihazırda mevcut operatif teknikler arasında antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez yer alır. Plak osteosentezi, açık redüksiyon internal fiksasyon veya minimal invazif perkütan osteosentezi şeklinde uygulanabilmektedir. Günümüzde, yöntemlerden herhangi birinin diğerine göre açık üstünlüğü için yeterli kanıt yoktur.", "question": "Humerus cismi için mevcut operatif teknikler nelerdir?", "answers": { "text": [ "antegrad ve retrograd kilitli medüller çivileme, plak ile osteosentez" ], "answer_start": [ 582 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı kaç farklı formda karşımıza çıkabilir?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığının ilk formu nedir?", "answers": { "text": [ "Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi" ], "answer_start": [ 66 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığının ikinci formu nedir?", "answers": { "text": [ "Kronik pilonidal sinüs hastalığı" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığının üçüncü formu nedir?", "answers": { "text": [ "Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı" ], "answer_start": [ 143 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülebilir mi?", "answers": { "text": [ "Enfekte olmadığı sürece" ], "answer_start": [ 376 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı enfekte olmadığı sürece nasıl kalabilir?", "answers": { "text": [ "asemptomatik olarak" ], "answer_start": [ 400 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı sıklıkla ne zaman karşımıza çıkar?", "answers": { "text": [ "hayatın bir döneminde" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Enfekte olmayan pilonidal sinüs hastalığı nasıl durabilir?", "answers": { "text": [ "asemptomatik" ], "answer_start": [ 223 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığının poliklinikte karşımıza çıkma nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "enfekte" ], "answer_start": [ 325 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı üç farklı formda karşımıza çıkabilir: 1-Akut pilonidal sinüs hastalığı apsesi, 2-Kronik pilonidal sinüs hastalığı, 3-Tekrarlayan (nüks) kompleks pilonidal sinüs hastalığı. Bir de bunlara ek olarak asemptomatik pilonidal sinüs lezyonları görülmektedir. Pilonidal sinüs sıklıkla hayatın bir döneminde enfekte olarak poliklinikte karşımıza çıkmaktadır. Enfekte olmadığı sürece asemptomatik olarak durabilir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığının asemptomatik kalmasını ne engeller?", "answers": { "text": [ "enfekte" ], "answer_start": [ 325 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "Crohn hastalığı gastrointestinal sistemin hangi kısımlarını etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "herhangi bir kısmını" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "Crohn hastalığında en sık tutulan bölge neresidir?", "answers": { "text": [ "terminal ileum" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "Crohn hastalığında daha az sıklıkla tutulan bölgeler nelerdir?", "answers": { "text": [ "kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal" ], "answer_start": [ 241 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "Kronik inflamasyon Crohn hastalığında nasıl bir özellik gösterir?", "answers": { "text": [ "segmental, asimetrik ve transmurald" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "Crohn hastalığı en sık hangi yaş aralığında ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "20-30" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "Crohn hastalığında ikinci bir pik hangi yaşlarda görülür?", "answers": { "text": [ "60-80" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "Crohn hastalığının etiyolojisi hakkında neler bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "net olarak bilinmemektedir" ], "answer_start": [ 639 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda hangi faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "Genetik" ], "answer_start": [ 488 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "İleri yaşlarda hastalık ortaya çıkanlarda hangi faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "çevresel" ], "answer_start": [ 507 ] } }, { "context": "Crohn hastalığı (CH), gastrointestinal sistemin herhangi bir kısmını etkileyebilen, atak ve remisyonlarla seyreden, kronik inflamatuvar bir hastalıktır. Crohn hastalığında en sık tutulan bölge terminal ileum olmakla beraber daha az sıklıkla kolon, perianal bölge, oral ve gastroduodenal bölge tutulumu görülür. Kronik inflamasyon tipik olarak segmental, asimetrik ve transmuraldır. Hastalık en sık 20-30 yaş arasında ortaya çıkmakla beraber 60-80 yaşları arasında ikinci bir pik görülür. Genetik faktörler, çevresel etmenler, immün ve bazı infeksiyöz ajanların hastalık patogenezinde yer aldığına dair bilgiler olmakla beraber etiyolojisi net olarak bilinmemektedir. Genç yaşta hastalık ortaya çıkanlarda genetik yatkınlığın, ileri yaşlarda ortaya çıkanlarda ise çevresel faktörlerin ağır bastığı düşünülmektedir. Cinsiyet dağılımında kadın predominant olup, kadın-erkek oranı 1,24 olarak tespit edilmiştir.", "question": "Crohn hastalığında kadın-erkek oranı nedir?", "answers": { "text": [ "1,24" ], "answer_start": [ 878 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Enjeksiyona bağlı yaralanmalar hangi sinirleri etkiler?", "answers": { "text": [ "siyatik ve radiyal sinirler" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma nasıl olabilir?", "answers": { "text": [ "ağır" ], "answer_start": [ 611 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Ateşli silah yaralanmalarında sinir dokusuna nasıl hasar gelebilir?", "answers": { "text": [ "ısı etkisiyle" ], "answer_start": [ 1151 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında sinir dokusunun hangi özellikleri etkilenir?", "answers": { "text": [ "sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı" ], "answer_start": [ 1423 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Hangi sinirler çekilme-gerilme tipi yaralanmalardan en çok etkilenmektedir?", "answers": { "text": [ "brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler" ], "answer_start": [ 1746 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir" ], "answer_start": [ 1968 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Elektriğe bağlı yanıklarda sonuçlar neden dramatik olabilir?", "answers": { "text": [ "daha derin bölgeleri etkileyeceğinden" ], "answer_start": [ 2220 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında süreç nasıldır?", "answers": { "text": [ "birbirini besleyecek şekilde" ], "answer_start": [ 2410 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında kritik zaman ne kadardır?", "answers": { "text": [ "8 saattir" ], "answer_start": [ 2609 ] } }, { "context": "Periferik sinir hasarı birçok nedene bağlı olabilmektedir ve bu nedenleri tanımlayıp tanıyabilmek hasar sırasında ve hasar sonrası yapılabilecek müdahale ve tedaviler için yol gösterici olacaktır. Enjeksiyona bağlı yaralanmalar sıklıkla görülmekle birlikte enjeksiyonun nöral dokuya etkisi iğne ucunun mekanik travmasından, enjekte edilen kimyasalın lokal olarak harabiyetine kadar olan yelpazede incelenebilir. Bu tip travmalardan sıklıkla siyatik ve radiyal sinirler etkilenir. Enjeksiyona bağlı nöral travmalarda klinik yansıma hafif derece etkilenmeden sinirin innerve ettiği yapılarda parezi-plejiye kadar ağır tablolarla da seyredebilir. Çoğunlukla ağır defisit durumunun gözlendiği vakalar direkt olarak sinir lifine yapılmış olan enjeksiyonlardan kaynaklanmakla beraber oluşabilecek kliniğin derecesi uygulanan maddenin kimyasal yapısına da bağlı olacaktır.\n\nKontüzyon ve yaralanmalara bağlı sinir hasarında ise sıklıkla travmalar etkili olup açık-kapalı kırıklar, ateşli silah yaralanmaları ve kesici-delici yaralanmalar önemli sebeplerdendir. Özellikle ateşli silah yaralanmalarında kurşunun direkt etkisi dışında dokudan geçerken bıraktığı ısı etkisiyle de sinir dokusu önemli derecede hasar görebilmektedir.Çekilme-gerilme tipi yaralanmalarında ise sinir dokusunun elastikiyet kapasitesinin üzerinde bir kuvvetten meydana gelen çekme-germe gibi durumlarda sıklıkla ortaya çıkabilmektedir. Bu tip yaralanmalarda sinir dokusunun bütünlüğü ve devamlılığı genellikle bozulmamakla beraber kliniğe yansıması hafif nöropraksiden ağır defisitlere kadar geniş bir aralıkta karşımıza çıkabilmektedir. Hafif yaralanmalar genelde selim seyirli olmakla birlikte ağır yaralanmalarda sinir içerisinde yaygın fibrozis görülebilir. Bu durumdan en çok brakiyal pleksus, peroneal ve radyal sinirler etkilenmektedir. Isıya bağlı yaralanmalarda nöral dokunun yaralanma bölgesine yakınlığı önem arz etmektedir. Çevredeki dokuların ısıya bağlı tahribatından sonra ortaya çıkacak skar dokusu siniri çepeçevre boğarak nöral defisitler ortaya çıkmasına sebep olabilir. Daha ciddi ısı ve yanık durumlarında ise duyu ve motor fonksiyonlarda geri dönüşümsüz hasarlarla karşılaşılabilir. Elektriğe bağlı yanıklarda ise elektrik dokularda daha derin bölgeleri etkileyeceğinden ve nöral doku direkt olarak hasar alabileceğinden sonuçlar daha dramatik olabilmektedir. Bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında ise süreç genellikle birbirini besleyecek şekilde olup uzun ve ciddi durumlar aksonlarda yaygın hasara ve wallerian dejenerasyona sebep olabilmektedir. Geri dönüşümsüz olarak sinir dokusunun harabiyeti için kritik zaman 8 saattir. Sıklıkla siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus etkilenir. Ciddi ezilmelerle beraber vasküler sistemin kompresyona uğradığı durumlarda periferal sinir sisteminde ciddi iskemik hasarlar meydana gelebilir.", "question": "Hangi sinirler bası ve iskemiye bağlı sinir hasarlarında sıklıkla etkilenir?", "answers": { "text": [ "siyatik, ulnar, peroneal sinirler ve brakial pleksus" ], "answer_start": [ 2629 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Erken membran rüptürü nedir?", "answers": { "text": [ "doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılması" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Erken membran rüptürü gebelik sonuçlarını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "olumsuz" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Prematür erken membran rüptürü nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "37. gebelik haftasından önce meydana gelirse" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Prematür erken membran rüptürü hangi gebeliklerin yüzde kaçını komplike hale getirir?", "answers": { "text": [ "3" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Prematür erken membran rüptürü, erken doğumların ne kadarına yol açar?", "answers": { "text": [ "üçte birine" ], "answer_start": [ 446 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Prematür erken membran rüptürü prematürite riskini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "artırır" ], "answer_start": [ 488 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Prematür erken membran rüptürü ile ilişkili fetal ölüm riski nedir?", "answers": { "text": [ "1 ile 2" ], "answer_start": [ 505 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Prematür erken membran rüptürü hangi komplikasyonlara yol açar?", "answers": { "text": [ "perinatal ve neonatal" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Prematür erken membran rüptürü gebeliklerin yüzde kaçını etkiler?", "answers": { "text": [ "3" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü, doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. Erken membran rüptürü, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür erken membran rüptürü olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar.", "question": "Prematür erken membran rüptürünün maternal etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "Prematürite riskini artırır" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI tanısı nasıl konur?", "answers": { "text": [ "EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'de miyokart nekrozu nasıl bir şekilde izlenir?", "answers": { "text": [ "subendokardiyal miyokart nekrozu" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'nin erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha düşük" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI hangi yaş grubunda daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "ileri" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'de eşlik eden durumlar nedir?", "answers": { "text": [ "komorbid durumlar" ], "answer_start": [ 408 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'nin uzun dönem sonuçları nasıldır?", "answers": { "text": [ "STEMI ile benzerdir" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'de hangi belirteçlerin yükselmesi tanı koydurucudur?", "answers": { "text": [ "serumda miyokardiyal nekroz" ], "answer_start": [ 113 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'de EKG bulgusu nasıldır?", "answers": { "text": [ "ST segment yükselmesinin olmaması" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'de nekroz tipi nasıldır?", "answers": { "text": [ "subendokardiyal miyokart nekroz" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'nin STEMI ile karşılaştırıldığında hangi dönem sonuçları benzerdir?", "answers": { "text": [ "uzun dönem" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI tanısı nasıl konur?", "answers": { "text": [ "EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "STEMI tablosundan farkı nedir?", "answers": { "text": [ "transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha düşük" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI hangi yaş grubu hastalarda daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "ileri" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'de uzun dönem sonuçları neye benzer?", "answers": { "text": [ "STEMI" ], "answer_start": [ 184 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI ve STEMI arasındaki en önemli fark nedir?", "answers": { "text": [ "transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'de EKG bulgusu nedir?", "answers": { "text": [ "ST segment yükselmesinin olmaması" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI tanısında hangi serum belirteçleri kullanılır?", "answers": { "text": [ "miyokardiyal nekroz" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'nin erken dönem mortalitesi neye kıyasla daha düşüktür?", "answers": { "text": [ "STEMI" ], "answer_start": [ 184 ] } }, { "context": "Akut koroner sendrom ile uyumlu şikayetleri olan bir hastada EKG’de devamlı ST segment yükselmesinin olmaması ve serumda miyokardiyal nekroz belirteçlerinin yükselmesi ile tanı konur. STEMI tablosundan farklı olarak transmural miyokart tutulumu yerine subendokardiyal miyokart nekrozu izlenir. Erken dönem mortalitesi STEMI’ye kıyasla daha düşük olsa da ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle uzun dönem sonuçları STEMI ile benzerdir.", "question": "NSTEMI'nin uzun dönem sonuçları neden STEMI ile benzerdir?", "answers": { "text": [ "ileri yaş hastalarda daha sık görülmesi ve eşlik eden komorbid durumların daha fazla olması nedeniyle" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "Erken membran rüptürü (EMR) nedir?", "answers": { "text": [ "doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılması" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "EMR gebelik sonuçlarını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "olumsuz olarak" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "EMR genellikle ne zaman gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "terme yakın" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "Membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "prematür EMR (PEMR)" ], "answer_start": [ 297 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "PEMR gebeliklerin yüzde kaçını komplike hale getirir?", "answers": { "text": [ "yaklaşık yüzde 3" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "PEMR prematürite riskini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "artırır" ], "answer_start": [ 465 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "PEMR ne tür komplikasyonlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum oranı nasıl bir eğilim göstermektedir?", "answers": { "text": [ "artmaya" ], "answer_start": [ 648 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "PEMR neyle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "preterm doğumlar" ], "answer_start": [ 806 ] } }, { "context": "Erken membran rüptürü (EMR), doğum eylemi başlamadan önce fetal membranların yırtılmasıdır. EMR, gebelik sonuçlarını olumsuz olarak etkileyen önemli obstetrik sorunlardan birisidir. Çoğu olguda bu durum, terme yakın gerçekleşir; ancak membran rüptürü 37. gebelik haftasından önce meydana gelirse, prematür EMR (PEMR) olarak sınıflandırılır. PEMR, gebeliklerin yaklaşık yüzde 3'ünü komplike hale getirir ve erken doğumların üçte birine yol açar. Prematürite riskini artırır ve yüzde 1 ile 2'lik fetal ölüm riski de dahil olmak üzere bir dizi başka perinatal ve neonatal komplikasyona yol açar. Gelişmekte olan ülkelerde prematüre doğum, oran olarak artmaya devam etmekte ve neonatal istenmeyen sonuçların en önemli belirleyicisi olmayı sürdürmektedir. PEMR gebeliklerin sadece %2-5’ini etkilemesine rağmen, preterm doğumların %40’ı ile ilişkilidir ve sadece preterm doğumla değil aynı zamanda maternal, fetal ve neonatal mortalite ve morbidite ile de ilişkilidir. PEMR genellikle tanımlanabilen bir neden olmadan meydana gelebildiği gibi demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü gibi çok sayıda etmenlere bağlı olarak da gelişebilir.", "question": "PEMR hangi etmenlere bağlı olarak gelişebilir?", "answers": { "text": [ "demografik, yaşam tarzı, tıbbi durum, invaziv prosedürler, yapısal anomaliler, kanama, genital kolonizasyon, enfeksiyonlar ve preterm doğum veya eski PEMR öyküsü" ], "answer_start": [ 1037 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotik ilaçların temel etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize" ], "answer_start": [ 271 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "Şizofreni tedavisinde kullanılan ilk etkili antipsikotik hangisidir?", "answers": { "text": [ "klorpromazin" ], "answer_start": [ 443 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "Klorpromazin ilk olarak hangi durumda kullanılmıştır?", "answers": { "text": [ "ameliyat öncesi hastalarda" ], "answer_start": [ 471 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "Akut psikozun tedavisinde odaklanılması gereken temel nokta nedir?", "answers": { "text": [ "psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına" ], "answer_start": [ 765 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "Akut psikoz tedavisi genellikle ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "4-8 hafta" ], "answer_start": [ 849 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "Sürdürüm dönemi tedavisinde amaç nedir?", "answers": { "text": [ "psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır" ], "answer_start": [ 1029 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "İlaçlara uyumsuzluk durumunda hangi tedavi formu tercih edilebilir?", "answers": { "text": [ "enjektabl" ], "answer_start": [ 1203 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "Psikoeğitim hangi konularda eğitim vermeyi amaçlar?", "answers": { "text": [ "hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri" ], "answer_start": [ 1501 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "Sosyal beceri eğitimi hangi belirtileri azaltmayı hedefler?", "answers": { "text": [ "zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif" ], "answer_start": [ 1784 ] } }, { "context": "Şizofreninin karmaşık ve çok etkenli doğası nedeni ile tedavide belkemiği kabul edilen antipsikotik ilaçlar klinik iyileşmeye katkı sağlasa da, tedavinin devamlılığı için psikososyal müdahaleler ile kombine edilmelidir. Şizofreni tedavisinde kullanılan antipsikotiklerin postsinaptik dopamin reseptörlerini antagonize etme kapasitesi ortak olup, iki ana grup şeklinde kategorize edilebilir. İlk etkili antipsikotik ise 1952 yılında keşfedilen klorpromazindir. İlk olarak ameliyat öncesi hastalarda kullanılan klorpromazinin, şizofreni hastalarında ajitasyon yanı sıra sanrı ve varsanıları azaltmadaki etkisi farkedilmiştir. Zaman içinde düşük ekstrapiramidal yan etki profiline sahip ikinci kuşak antipsikotikler kullanılmaya başlamıştır. Akut psikozun tedavisinde psikotik belirtilerin hızlıca yatıştırılmasına odaklanılmalıdır. Bu evre genellikle 4-8 hafta sürer, kas içi formulasyonların kullanılması daha hızlı etki sağlayabilir. Yine ajitasyon için benzodiazepinler de kullanılabilir. Sürdürüm dönemi tedavisi için ise amaç psikotik depreşmeyi önlemenin yanı sıra hastaya işlevselliğin artması konusunda yardımcı olmaktır. Bu bağlamda ilaçlara uyumsuzluğun söz konusu olduğu hastalarda uzun etkili enjektabl formlar kullanılabilir. Farmakoterapi uygulamalarının yanı sıra psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim; kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri arttırmak amacıyla tedaviye eklenebilir. Psikoeğitim; şizofreni gibi kronik hastalığı olan kişileri ve ailelerini hastalık tanısı, nedenleri, uygun tedavi yöntemleri, tedavi yan etkileri, hasta hakları, hastalık sürecinde karşılaşabilecekleri çeşitli güçlükler ve bunlarla baş etme yöntemleri konularında eğitmeyi amaçlayan bir tedavi yöntemidir. Bu bağlamda düşünüldüğünde sosyal beceri eğitimi; zayıf göz teması, sosyal durumlarda spontanlığın kaybı, emosyonel algılamanın kaybı gibi negatif belirtileri azaltmayı hedefleyen bir davranışçı beceri terapisi olarak faydalı olabilmektedir.", "question": "Psikososyal müdahaleler ve psikoeğitim neyi arttırmayı amaçlar?", "answers": { "text": [ "kendi kendine yeterlilik, pratik beceriler ve kişilerarası ilişkileri" ], "answer_start": [ 1317 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryum nedir?", "answers": { "text": [ "ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryum nasıl bir klinik problemdir?", "answers": { "text": [ "oldukça yaygın ve ciddi" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryum hangi tür sonlanımlarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "kötü" ], "answer_start": [ 93 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryumun temelinde ne yatmaktadır?", "answers": { "text": [ "beyin fonksiyonlarında gerileme" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryumun başlangıç şekli nasıldır?", "answers": { "text": [ "ani" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryumun yaygınlık derecesi nedir?", "answers": { "text": [ "oldukça yaygın" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryumun neye bağlı olduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryumun beyin fonksiyonlarına olan etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "gerileme" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryumun belirtileri ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "ani" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Deliryum; ani başlangıçlı oldukça yaygın ve ciddi bir klinik problemdir. Şüphesiz bir klinik kötüleşme belirtisidir ve kötü sonlanımlarla ilişkilidir. Temel olarak bir veya birden çok patolojik stres faktörüne verilen yanıtın dekompanzasyonuna bağlı olarak ortaya çıkan beyin fonksiyonlarında gerilemedir.", "question": "Deliryumun patolojik stres faktörlerine bağlı sonucu nedir?", "answers": { "text": [ "beyin fonksiyonlarında gerileme" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Sepsis nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "medikal bir acil" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Sepsis ile ilgili yapılan epidemiyolojik çalışmalara göre mortalite oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%35" ], "answer_start": [ 247 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Septik şok gelişen hastalarda mortalite oranı ne kadar yüksektir?", "answers": { "text": [ "%60" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Sepsis neye yol açar?", "answers": { "text": [ "ölüme" ], "answer_start": [ 114 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Sepsis ne tür bir acil durum olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "medikal" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Sepsis sonucu ölümcül olabilecek ne tür bir yanıt oluşur?", "answers": { "text": [ "immünolojik" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Sepsis tanımında vücudun ne tür bir yanıt oluşturduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "immünolojik" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Septik şok gelişen hastalarda mortalite oranı ne kadar yükselebilir?", "answers": { "text": [ "%60" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Sepsis sonucunda hangi iki sonuç ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "organ yetmezliği ve ölüme" ], "answer_start": [ 94 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu immünolojik yanıt sonucu ortaya çıkan organ yetmezliği ve ölüme yol açabilen medikal bir acildir. Sepsis ile ilgili yapılan büyük epidemiyolojik çalışmaların sonucuna göre mortalite yaklaşık %35’tir. Septik şok gelişen hastalarda bu oranın %60’lara ulaştığı görülmektedir.", "question": "Sepsis, enfeksiyöz bir sürece karşı vücudun oluşturduğu hangi tür yanıtla ilişkilendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "immünolojik" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "Dijital bağımlılık günümüzde hangi yaş grupları için önemli bir tehlike olarak kabul ediliyor?", "answers": { "text": [ "orta yaş ve üstü" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "Dijital bağımlılık nasıl yayılıyor?", "answers": { "text": [ "en önemli bağımlılıklardan biri olarak" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "Gençler ve yetişkinler, nasıl gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor?", "answers": { "text": [ "telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan" ], "answer_start": [ 410 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "Dijital bağımlılar, dijital cihazlarını kullanmadan nasıl hissediyorlar?", "answers": { "text": [ "eksik ve rahatsız" ], "answer_start": [ 511 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "DB ned,r?", "answers": { "text": [ "Dijital bağımlılık" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "Dijital bağımlılık hangi yaş grubu için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor?", "answers": { "text": [ "gençler" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "Dijital bağımlılar gün boyu hangi üç eylemi yapmadıklarında eksik ve rahatsız hissediyorlar?", "answers": { "text": [ "telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan" ], "answer_start": [ 410 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "Dijital bağımlılık orta yaş ve üstü bireyler için nasıl bir tehlike haline geliyor?", "answers": { "text": [ "büyük" ], "answer_start": [ 159 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "Dijital bağımlılık hangi yaş grupları için tehlikeli kabul ediliyor?", "answers": { "text": [ "orta yaş ve üstü" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Dijital bağımlılık(DB), günümüzde bireyler için özellikle gençler için en önemli bağımlılıklardan biri olarak kabul ediliyor ve orta yaş ve üstü bireyler için büyük bir tehlike haline gelebiliyor. Bu koşullar altında, dijital bağımlıların sayısı her geçen gün artmakta ve dünyada en hızlı yayılan bağımlılardan biri olarak kabul edilmektedir. Konuyla ilgili araştırma sonuçlarına göre; gençler ve yetişkinler, telefonu kullanmadan, e-postaları kontrol etmeden ve sosyal medyayı paylaşmadan gün boyu kendilerini eksik ve rahatsız hissedeceklerini söylüyor.", "question": "Dijital bağımlılık hangi bağımlılık türlerinden biri olarak kabul ediliyor?", "answers": { "text": [ "en önemli bağımlılıklardan" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH) nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "FGİH tanısı neye dayanır?", "answers": { "text": [ "semptomlar" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "FGİH'lerin neden olduğu belirtilen semptomlar organik bir nedene bağlı mıdır?", "answers": { "text": [ "organik bir nedeni bulunmayan" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "Çocuk ve ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "FGİH semptomlarının kontrol altına alınmasının etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir" ], "answer_start": [ 626 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "FGİH nedir?", "answers": { "text": [ "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "FGİH'lerin tanısı nasıl konur?", "answers": { "text": [ "hasta öyküsü ile klinik değerlendirme" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "FGİH'ler ne tür semptomlarla karakterizedir?", "answers": { "text": [ "kronik veya tekrarlayan" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "FGİH'ler hangi yaş döneminde yaygın semptomlar gösterir?", "answers": { "text": [ "Çocuk-ergen" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Fonksiyonel Gastrointestinal Hastalıklar (FGİH), doku ve organlarda nesnel olarak gösterilemeyen, gastrointestinal sistem ile ilgili kronik veya tekrarlayan semptomlarla karakterize bir hastalıktır. Tanısı genellikle semptomlara dayanır ve hasta öyküsü ile klinik değerlendirme ile konur. FGİH'lerin, kendileri GİS semptomlarına neden olabilen ancak organik bir nedeni bulunmayan bozukluklar olarak tanımlandığı belirtilmektedir. Çocuk-ergen döneminde FGİH'lerin yaygın semptomları arasında karın ağrısı, bağırsak alışkanlıklarında değişiklikler ve şişkinlik yer alır. Bu hastalıkların semptomlarının kontrol altına alınması, hastaların yaşam kalitesini önemli ölçüde artırabilir.", "question": "FGİH'lerin organik bir nedeni var mıdır?", "answers": { "text": [ "organik bir nedeni bulunmayan" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Diyabetes Mellitus nedir?", "answers": { "text": [ "kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Diyabetes Mellitus nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik metabolik ve ilerleyici" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Diyabetes Mellitus'un ortaya çıkma sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Diyabetes Mellitus'un kaç ana başlıkta sınıflandırılmaktadır?", "answers": { "text": [ "dört" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Diyabetes Mellitus hangi türlere ayrılmaktadır?", "answers": { "text": [ "tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tipler" ], "answer_start": [ 310 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Diyabetes Mellitus'a hangi hormonun eksikliği veya etkisizliği neden olur?", "answers": { "text": [ "insülin" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Diyabetes Mellitus'un seyir şekli nasıldır?", "answers": { "text": [ "hiperglisemi" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Diyabetes Mellitus'un hangi türü gebelikle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "gestasyonel diabetes mellitus" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Tip 2 diabetes mellitus nedir?", "answers": { "text": [ "gestasyonel diabetes mellitus" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin hormonunun üretiminin eksikliği veya salınımının sonrasında etkisizliği sonucunda kan glukozunun hücre içine girememesine bağlı olarak ortaya çıkan, hiperglisemi ile seyreden kronik metabolik ve ilerleyici bir hastalıktır. Diyabet hastalığı dört ana başlıkta sınıflandırılmaktadır; tip 1 diabetes mellitus, tip 2 diabetes mellitus, gestasyonel diabetes mellitus ve diğer spesifik tiplerdir.", "question": "Tip 1 diabetes mellitus hangi hastalığın bir alt türüdür?", "answers": { "text": [ "Diyabetes Mellitus" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "Antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında neye neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "azalmaya" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "Akut intrakranial kanama tedavisi hangi alanlardaki sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner bir yaklaşım gerektirir?", "answers": { "text": [ "nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp" ], "answer_start": [ 308 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "İntrakranial kanamaların en sık görülen semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "baş ağrısı, bulantı ve kusma" ], "answer_start": [ 571 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "Bilinç durumundaki bozulmalar hangi durumlarda daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında" ], "answer_start": [ 634 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "İntrakranial kanamalar nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "mortalite ve morbiditesi yüksek" ], "answer_start": [ 819 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların ne kadarı kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirebilmektedir?", "answers": { "text": [ "%20" ], "answer_start": [ 920 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "İntrakranial kanamalar sonrası hastaların ne kadarı bir yıl içinde kaybedilmektedir?", "answers": { "text": [ "%50" ], "answer_start": [ 1000 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "Yaşlı nüfusun hangi ilaçları kullanması intrakranial kanama insidansında değişikliğe neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "antiagregan, antikoagülan" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "Serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalar intrakranial kanama insidansını nasıl etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "belirgin bir değişiklik yoktur" ], "answer_start": [ 242 ] } }, { "context": "Günümüzdeki antihipertansif tedavideki gelişmeler intrakranial kanama sıklığında azalmaya neden olsa da, yaşlı nüfusun antiagregan, antikoagülan kullanması ve serebral amiloid anjiyopatiye bağlı kanamalardaki artış nedeniyle genel insidansta belirgin bir değişiklik yoktur. Akut intrakranial kanama tedavisi nöroloji, beyin cerrahisi, radyoloji, yoğun bakım ve acil tıp alanlarında çalışan doktorlar ve sağlık çalışanlarının katıldığı multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. İntrakranial kanamalar, ani başlangıçlı bir kliniğe sebep olmakla birlikte en sık semptomlar baş ağrısı, bulantı ve kusmadır. Bilinç durumundaki bozulmalar masif kanamalarda, ventriküler akışı tıkayan hidrosefaliye yol açan kanamalarda ve beyin sapı kanamalarında daha sık görülür. İntrakranial kanamalar, gelişen klinik yaklaşımlara rağmen mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Akut olaydan sonraki altıncı ayda hastaların sadece %20’si günlük hayatta kendi fonksiyonlarını bağımsız olarak devam ettirmekte ve %50’den fazlası bir yıl içerisinde kaybedilmektedir.", "question": "İntrakranial kanamalar nasıl bir başlangıç kliniğine sahiptir?", "answers": { "text": [ "ani" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi nedir?", "answers": { "text": [ "gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizlik" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi'de motor bozukluklarına hangi problemler eşlik etmektedir?", "answers": { "text": [ "duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi hangi tür bozukluklarla karakterizedir?", "answers": { "text": [ "hareket ve postür bozukluğuyla" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi'nin ortaya çıkması neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi'de epilepsi hangi problemler arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "kas iskelet sistemi problemleri" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi'nin hangi tür bir hasara bağlı olarak geliştiği belirtilmektedir?", "answers": { "text": [ "ilerleyici olmayan" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi'nin sebep olduğu bozukluklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi'de kognitif bozukluklar hangi bozukluklara eşlik eder?", "answers": { "text": [ "duyu bozuklukları" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi'nin sebep olduğu yetersizlikler nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "hareket ve postür bozukluğu" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Serebral Palsi; gelişimini sürdürmekte olan fetüs veya infant beyninde ilerleyici olmayan bir hasara bağlı olarak ortaya çıkan aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür bozukluğuyla karakterize bir grup kalıcı yetersizliktir. Serebral Palsi’de motor bozukluklarına ayrıca duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri eşlik etmektedir.", "question": "Serebral Palsi'nin yan etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "duyu bozuklukları, kognitif bozukluklar, iletişim ve davranış problemlerinin yanı sıra epilepsi ve ikincil kas iskelet sistemi problemleri" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Akut apandisitin yaygın belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş" ], "answer_start": [ 53 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Akut apandisit durumunda fizik muayenede ne saptanabilir?", "answers": { "text": [ "hassasiyet ve rebound" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Akut apandisit ile ilişkili sık tespit edilen laboratuvar bulguları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Lökositoz ve nötrofili" ], "answer_start": [ 199 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Akut apandisit hastalarının yarısında ne görülmez?", "answers": { "text": [ "tipik klinik prezentasyon" ], "answer_start": [ 295 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Hangi klinik durumlar akut apandisitin belirtilerini sergileyebilir?", "answers": { "text": [ "tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum" ], "answer_start": [ 338 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Akut apandisit teşhisinde neden zorlanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur" ], "answer_start": [ 345 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Akut apandisit hastalarının kaçına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "%20-40" ], "answer_start": [ 490 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Akut apandisit teşhisinde hangi oranlarda zamanında ve doğru tanı konulamamaktadır?", "answers": { "text": [ "%20-40" ], "answer_start": [ 490 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Fizik muayenede akut apandisitli bir hastada sağ alt kadranda hangi bulgular saptanabilir?", "answers": { "text": [ "hassasiyet ve rebound" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Akut apandisitin yaygın görülen belirtileri arasında sağ alt kadran ağrısı, iştahsızlık, bulantı, kusma ve ateş bulunur. Fizik muayenede karnın sağ alt kadranında hassasiyet ve rebound saptanabilir. Lökositoz ve nötrofili de sık tespit edilen laboratuar bulgularıdır. Ancak hastaların yarısında tipik klinik prezentasyon görülmez. Ayrıca tüm bu spesifik olmayan belirti ve bulguları sergileyebilecek bir dizi klinik durum mevcuttur. Bu nedenle teşhisinde halen zorlanılmaktadır. Hastaların %20-40’ına zamanında ve doğru tanı konulamadığı bildirilmiştir.", "question": "Akut apandisit teşhisinde halen ne olmaktadır?", "answers": { "text": [ "zorlanılmaktadır" ], "answer_start": [ 461 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Hipertansiyon genellikle ne zaman saptanır?", "answers": { "text": [ "tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı ne zaman görülür?", "answers": { "text": [ "sabahları" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Hipertansiyonu olan hastalarda hangi semptomlar görülür?", "answers": { "text": [ "baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri" ], "answer_start": [ 165 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Hipertansiyonu olan hastalarda hangi işitme ile ilgili semptom bulunur?", "answers": { "text": [ "tinnitus" ], "answer_start": [ 245 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Hipertansiyon hastalarında bacaklarda ne görülür?", "answers": { "text": [ "şişlik" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Hipertansiyonu olan hastalarda görme ile ilgili hangi sorun bulunur?", "answers": { "text": [ "görme bozukluğu" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Hipertansiyon hastaları yürürken ve merdiven çıkarken ne yaşayabilir?", "answers": { "text": [ "zorlanma" ], "answer_start": [ 366 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Baş ağrısı özellikle nerede olur?", "answers": { "text": [ "ense kısmında" ], "answer_start": [ 187 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Hipertansiyonu olan hastalarda bacaklarda hangi durum görülebilir?", "answers": { "text": [ "şişlik" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "Hipertansiyon seyrek semptom gösterir ve genellikle tarama sırasında veya başka bir hastalık için tıbbi yardım istendiğinde saptanır. Hipertansiyonu olan hastalarda baş ağrısı (özellikle ense kısmında ve sabahları), sersemlik hali, baş dönmesi, tinnitus, görme bozukluğu, halsizlik, baş ağrısı, çarpıntı, nefes darlığı, burun kanaması, yürürken ve merdiven çıkarken zorlanma, çok fazla idrara çıkma, noktüri ve bacaklarda şişlik, bayılma şikayeleri bulunmaktadır.", "question": "Hipertansiyon hastalarında burun ile ilgili hangi semptom bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "burun kanaması" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Anne sütü yenidoğanın büyümesi için ne sağlar?", "answers": { "text": [ "enerji, sıvı ve besin maddelerini" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Anne sütünün sindirilmesi nasıldır?", "answers": { "text": [ "sindirilmesi kolay" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Emzirmenin anne ve bebek için sağladığı faydalar nelerdir?", "answers": { "text": [ "beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Yenidoğanın emzirilmesi neleri olumlu etkiler?", "answers": { "text": [ "anne ve toplum sağlığını" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Anne sütü bebeği hangi hastalıklardan korur?", "answers": { "text": [ "solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları" ], "answer_start": [ 438 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Anne sütü bebeğin hangi sistemini güçlendirir?", "answers": { "text": [ "bağışıklık" ], "answer_start": [ 213 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Anne sütü fizyolojik sarılıkla ilgili neyi sağlar?", "answers": { "text": [ "daha hafif atlatılmasını" ], "answer_start": [ 614 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Anne sütü demir eksikliği anemisi görülme sıklığını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "azalttığı" ], "answer_start": [ 696 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Emzirme annenin hangi kanser türlerinde görülme sıklığını azaltır?", "answers": { "text": [ "meme ve over kanseri" ], "answer_start": [ 759 ] } }, { "context": "Anne sütü; yenidoğanın büyüyüp gelişmesi için lazım olan enerji, sıvı ve besin maddelerini içeren, sindirilmesi kolay olan biyoyararlanımı yüksek doğal bir besindir. Emzirme; hem anne hem de bebek için, beslenme, bağışıklık, sağlık, gelişimsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal yönden pek çok faydaları vardır. Yenidoğanın emzirilmesi çocuk sağlığı ile beraber anne ve toplum sağlığını da olumlu yönden etkiler. Anne sütü, bebeği özellikle solunum yolu ve gastrointestinal sistem enfeksiyonları gibi sık görülen birçok hastalıktan korur ve bebeğin bağışıklık sistemini güçlendirir. Anne sütünün fizyolojik sarılığın daha hafif atlatılmasını sağladığı ve demir eksikliği anemisini görülme sıklığını azalttığı belirtilmektedir. Bununla beraber emzirmeyle annenin meme ve over kanseri görülme sıklığı azalır. Emzirdikten sonra endorfin salınımıyla anneler daha iyi hisseder, annenin öz güveni artarak bebeğini terk etme olasılığı azalır.", "question": "Emzirdikten sonra annelerin psikolojik durumu nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "daha iyi hisseder" ], "answer_start": [ 851 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "İkinci servikal vertebranın diğer adı nedir?", "answers": { "text": [ "Axis" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "Axis hangi çıkıntıyı barındırır?", "answers": { "text": [ "dens axis" ], "answer_start": [ 84 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "Odontoid çıkıntının yüksekliği ne kadardır?", "answers": { "text": [ "1,5 cm" ], "answer_start": [ 159 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "Odontoid çıkıntının ön yüzündeki eklem yüzeyi hangi eklem yapısını oluşturur?", "answers": { "text": [ "sinovial" ], "answer_start": [ 295 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "Axis’in pedikül yapısı neden diğer vertebralardan farklıdır?", "answers": { "text": [ "Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için" ], "answer_start": [ 378 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "Axis'te superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre nasıl yerleşimlidir?", "answers": { "text": [ "anterior" ], "answer_start": [ 241 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül neden birbirine karışmış durumdadır?", "answers": { "text": [ "Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için" ], "answer_start": [ 378 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "C2 vertebrada hangi yapı pedikülden daha ön plandadır?", "answers": { "text": [ "pars interartikülaris" ], "answer_start": [ 623 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "Axis’in pedikül yapısının diğer vertebralardan farklı olmasının sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları" ], "answer_start": [ 378 ] } }, { "context": "İkinci servikal vertebra (Axis), gövdesi olan ilk servikal vertebradır. Bu gövdeden dens axis adı verilen bir çıkıntı yükselir. Odontoid çıkıntının yüksekliği 1,5 cm’dir. Odontoid çıkıntının ön yüzünde bulunan oval eklem yüzeyi ile Atlas’ın anterior arcusunun posteriorunda bulunan eklem yüzeyi sinovial eklem yapar. Axis’in pedikül yapısı diğer vertebralardan biraz farklıdır. Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntı aynı düzlemde yer almadıkları için (superior artiküler çıkıntı inferior artiküler çıkıntıya göre anterior yerleşimlidir ve neredeyse Axis’in gövdesinden yukarıya doğru yükselir) Axis’in pars interartikülaris kısmı ile pedikül birbirine karışmış durumdadır. Bu yüzden C2 vertebrada pedikülden daha çok, daha uzun olan pars interartikülaris ön plana çıkar.", "question": "Superior artiküler çıkıntı ile posterior artiküler çıkıntının düzlem farkı, Axis'in hangi kısmını ön plana çıkarır?", "answers": { "text": [ "pars interartikülaris" ], "answer_start": [ 623 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "Servikal omur lamina yüksekliği C2'den C4'e doğru nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "azalırken" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "Servikal omur lamina yüksekliği C4'ten C7'ye doğru nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "artar" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "Yüksekliği en az olan servikal laminanın yüksekliği nedir?", "answers": { "text": [ "10,4 mm" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "Servikal bölgede pediküller diğer bölgelere oranla nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha kısa ve incedir" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama ne kadardır?", "answers": { "text": [ "5,5 mm" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ortalama ne kadardır?", "answers": { "text": [ "7 mm" ], "answer_start": [ 358 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında ne kadardır?", "answers": { "text": [ "21 mm" ], "answer_start": [ 448 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "Spinal kanalın çapı ekstansiyon pozisyonunda ne kadar azalır?", "answers": { "text": [ "2-3 mm" ], "answer_start": [ 548 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde ne kadardır?", "answers": { "text": [ "11 mm" ], "answer_start": [ 611 ] } }, { "context": "Servikal omur lamina yüksekliği C2’den C4’e doğru azalırken, C4’ten C7 omura doğru artar. Yüksekliği en az olan servikal lamina ortalama 10,4 mm ile C4 vertebradır. Pediküller ise servikal bölgede diğer bölgelere oranla daha kısa ve incedir. C3 bölgesinde pedikül kalınlığı ortalama 5,5 mm boyutlarındadır. Servikal omurlarda pedikül yüksekliği ise ortalama 7 mm civarındadır. Spinal kanalın servikal bölgede anterior-posterior çapı C1-C3 arasında 21 mm (16-30 mm), C4-C7 arasında 18 mm (14-23 mm)’dir. Ekstansiyon pozisyonunda spinal kanalın çapı 2-3 mm azalır. Omuriliğin anterior-posterior çapı C1 düzeyinde 11 mm, C2-C6 arasında 10 mm, C6 altında ise 7-9 mm’dir.", "question": "Omuriliğin anterior-posterior çapı C6 altında ne kadardır?", "answers": { "text": [ "7-9 mm" ], "answer_start": [ 655 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Koroid gözün hangi bölümünün iç kısmını örten yapıdır?", "answers": { "text": [ "fibröz" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Uveanın arka bölümünü hangi yapı oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "Koroid" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Uveanın ön bölümünü hangi yapı oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "siliyer cisim" ], "answer_start": [ 135 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Koroid ile siliyer cisim hangi yapıyla birbirlerinden ayrılır?", "answers": { "text": [ "ekvatoral hatta ora serrata" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Koroid dış yüzeyi hangi yapı ile bağlantı halindedir?", "answers": { "text": [ "sklera" ], "answer_start": [ 258 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Koroid iç yüzeyi hangi yapıyla bağlantıdadır?", "answers": { "text": [ "sklera" ], "answer_start": [ 258 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Koroid kalınlığı santralde ne kadardır?", "answers": { "text": [ "250-350 µm" ], "answer_start": [ 500 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Koroid kalınlığı perifere gittikçe ne kadardır?", "answers": { "text": [ "100 µm" ], "answer_start": [ 530 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Koroid kalınlığı hangi faktörlerden etkilenir?", "answers": { "text": [ "yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim" ], "answer_start": [ 394 ] } }, { "context": "Koroid gözün fibröz bölümünün iç kısmını örten yapıdır. Uveanın arka bölümünü oluşturmaktadır. Uveanın ön bölümünü daha kalın yapıdaki siliyer cisim oluşturmaktadır. Bu iki yapı ekvatoral hatta ora serrata ile birbirlerinden ayrılmaktadır. Koroid dış yüzeyi sklera ile bağlantı halinde, konveks şekilli; iç yüzü retina ile yapışıklık olmadan bağlantıda olup konkav şekillidir. Koroid kalınlığı yaş, cinsiyet, ırk, refraktif hata ve diürnal ritim gibi birçok faktörden etkilenmekle birlikte santralde 250-350 µm; perifere gittikçe 100 µm civarındadır.", "question": "Koroid'in dış yüzeyi ve iç yüzeyi hangi şekillere sahiptir?", "answers": { "text": [ "konveks şekilli" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "Yenidoğanların ne kadarı yaşamlarının ilk haftalarında sararır?", "answers": { "text": [ "üçte ikisinin" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "Bilirubin hangi iki türe ayrılır?", "answers": { "text": [ "direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin)" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "Hiperbilirubinemi kaç ana grupta incelenmektedir?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "Yenidoğan döneminde hangi tip hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "indirekt" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "Bilirubin diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre nasıl adlandırılır?", "answers": { "text": [ "direkt bilirubin" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "Hiperbilirubinemi hangi ölçüte göre iki ana grupta incelenir?", "answers": { "text": [ "bilirubin tipine" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "Yenidoğan döneminde görülen sarılık nasıl görülmektedir?", "answers": { "text": [ "daha sık" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "Direkt bilirubin başka hangi isimle adlandırılır?", "answers": { "text": [ "konjuge bilirubin" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "İndirekt bilirubin başka hangi isimle bilinir?", "answers": { "text": [ "unkonjuge bilirubin" ], "answer_start": [ 224 ] } }, { "context": "Yenidoğanların yaklaşık üçte ikisinin yaşamlarının ilk haftalarında klinik olarak sarardığı bilinmektedir. Bilirubin; diazo reaktifleri ile verdiği reaksiyona göre direkt bilirubin (konjuge bilirubin) ve indirekt bilirubin (unkonjuge bilirubin) olarak adlandırılır. Plazmada daha yüksek miktarda bulunan bilirubin tipine göre hiperbilirubinemi iki ana grupta incelenmektedir. Yenidoğan dönemindeki indirekt hiperbilirubinemi daha sık görülmektedir.", "question": "Yenidoğan döneminde hangi bilirubin tipi daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "indirekt hiperbilirubinemi" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları hangi durumların bulguları ile benzerdir?", "answers": { "text": [ "doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları" ], "answer_start": [ 37 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyonun ayırt edilmesi hangi durumlar nedeniyle güç olabilir?", "answers": { "text": [ "normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden" ], "answer_start": [ 105 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyonda annede hangi duygular ön plandadır?", "answers": { "text": [ "ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyonda duygu durumu nasıldır?", "answers": { "text": [ "deprese" ], "answer_start": [ 394 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyonun uyku ile ilgili bulguları nelerdir?", "answers": { "text": [ "uyku bozuklukları" ], "answer_start": [ 450 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyonun iştahla ilgili bulgusu nedir?", "answers": { "text": [ "iştah değişikliği" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyonda annede hangi hisler olabilir?", "answers": { "text": [ "doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi" ], "answer_start": [ 555 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyonda konsantrasyon neyi vardır?", "answers": { "text": [ "güçlüğü" ], "answer_start": [ 634 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyonda anne ne istemez?", "answers": { "text": [ "kimseyle görüşmek" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "Postpartum depresyon (PPD) bulguları doğum yapmayan kadınlardaki depresyon bulguları ile benzerdir ancak normal involüsyonel fenomenden (kilo kaybı, uykusuzluk) ya da doğum sonrası ilk günlerde %50-70 sıklıkla görülen annelik hüznünden ayırt edilmesi güç olabilir. Postpartum depresyonda, annede ailesine karşı sevgisizlik ve bebeğine karşı ilgisizlik gibi duygular ön plandadır. Duygu durumun deprese olması, ilgi istek azalması, iştah değişikliği, uyku bozuklukları, bebeğin bakımında güçlükler ve yetersizlik, iyi bir dinlenme sonrası yorgun hissetme, doğum ve annelik konusunda suçluluk hissi, kendine güven azlığı, konsantrasyon güçlüğü, anksiyete, kimseyle görüşmek istememe, unutkanlık ve intihar düşüncesi postpartum depresyonun diğer bulgularıdır.", "question": "Postpartum depresyonun en ciddi belirtilerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "intihar düşüncesi" ], "answer_start": [ 696 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Biyorezonans nedir?", "answers": { "text": [ "temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Maddelerin kendine has neye sahip olduğu belirtilmektedir?", "answers": { "text": [ "titreşimi ve dalga modeli" ], "answer_start": [ 108 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Doğal titreşimlerin bozulması neye yol açar?", "answers": { "text": [ "anormal titreşimlerin oluşumu" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Biyorezonans cihazı vücuttaki bozuk titreşim dalgasını neyle algılar?", "answers": { "text": [ "vücuda yerleştirilen bir elektrot ile" ], "answer_start": [ 323 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Biyorezonans cihazı bozuk titreşim dalgasını nasıl düzeltir?", "answers": { "text": [ "güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Biyorezonans uygulaması hangi hastalıklarda kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon" ], "answer_start": [ 605 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Biyorezonans uygulaması hangi alanda başarılı sonuçlar vermektedir?", "answers": { "text": [ "fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta" ], "answer_start": [ 605 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Biyorezonans cihazı bozuk titreşim modelini nasıl algılar?", "answers": { "text": [ "vücuda yerleştirilen bir elektrot ile" ], "answer_start": [ 323 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Biyorezonansın nedir?", "answers": { "text": [ "temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Biyorezonans, temel rezonans prensiplerinin tıp alanında kullanımıdır. Bu prensipte, maddelerin kendine has titreşimi ve dalga modeli bulunur. İnsanda bulunan doğal titreşimlerin bozulması ile anormal titreşimlerin oluşumu, belirli bazı hastalıkların oluşmasına neden olur. Biyorezonans cihazı bu bozuk titreşim dalgasını, vücuda yerleştirilen bir elektrot ile algılar. Cihaz bu modeli tanır, ters çevirir, güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek daha önce bozulmuş olan elektromanyetik titreşim dalgası normale döner ve oluşmuş olan problem giderilir. Biyorezonans uygulaması günümüzde fibromiyalji, alerjik rinit ve astım, kronik ağrı ve anksiyete ve depresyon gibi birçok hastalıkta kullanılmakta ve başarılı sonuçlar vermektedir.", "question": "Biyorezonans cihazı bozuk titreşim dalgasını nasıl düzeltir?", "answers": { "text": [ "güçlendirildikten sonra hastanın vücuduna geri göndererek" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş en çok hangi yaş grubunda görülür?", "answers": { "text": [ "5-15" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş hangi enfeksiyona anormal immün yanıt sonucu gelişir?", "answers": { "text": [ "streptokok" ], "answer_start": [ 66 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş vücudun hangi bölgelerini etkiler?", "answers": { "text": [ "eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş nasıl bir hastalık olarak tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "enflamatuvar" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş hangi enfeksiyon sonucunda ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "streptokok" ], "answer_start": [ 66 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş hangi sistemleri etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş nedir?", "answers": { "text": [ "enflamatuvar bir hastalık" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş nasıl gelişir?", "answers": { "text": [ "streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu" ], "answer_start": [ 66 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş en çok hangi yaş grubunda görülmektedir?", "answers": { "text": [ "5-15" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, sıklıkla 5-15 yaş arası çocuklarda görülen, streptokok enfeksiyonuna anormal immün yanıt sonucu gelişen, eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu etkileyen enflamatuvar bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Akut romatizmal ateş hangi yapıları etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "eklemler, kalp, santral sinir sistemi, cilt ve ciltaltı dokuyu" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Laboratuvar testleri modern tıpta nasıl bir rol oynamaktadır?", "answers": { "text": [ "neredeyse vazgeçilmez bir dayanak" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Folin’in laboratuvar testlerinin doğuşuna katkısı nedir?", "answers": { "text": [ "akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Günümüzde kaç farklı tanısal laboratuvar testi ürünü kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "40.000" ], "answer_start": [ 361 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Laboratuvar testleri tıbbi kararların ne kadarına tesir etmektedir?", "answers": { "text": [ "%70" ], "answer_start": [ 548 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Almanya'da yapılan çalışma laboratuvar testlerinin tanı koymadaki rolünü nasıl göstermektedir?", "answers": { "text": [ "584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir" ], "answer_start": [ 605 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Laboratuvar testleri hangi amaçlarla kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme" ], "answer_start": [ 710 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Laboratuvar testlerinin asıl amacı nedir?", "answers": { "text": [ "fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır" ], "answer_start": [ 920 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Laboratuvar testlerinin ürettiği bilgi doğrudan hasta sağlığına yarar sağlar mı?", "answers": { "text": [ "hasta sağlığı için yarar sağlamaz" ], "answer_start": [ 1030 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Laboratuvar testlerinin sağlık sonuçlarına katkısı nasıl olur?", "answers": { "text": [ "iyileşmeler sağlanır" ], "answer_start": [ 1108 ] } }, { "context": "Laboratuvar testleri modern tıbbın geldiği noktada sık başvurulan, neredeyse vazgeçilmez bir dayanak olmuştur. ABD’nin ilk klinik biyokimyacısı olan Folin’in insan artığı ürünlerle ilgili bilgi sahibi olmadan akıl hastalarının metabolizmasındaki aksiliklerin anlaşılamayacağını fark etmesi laboratuvar testlerinin doğuşuna katkı sağlamıştır. Bu süreç günümüzde 40.000'den fazla tanısal laboratuvar testi ürününün kullanımına kadar ulaşmıştır. Laboratuvar testleri klinik tanı ve tedaviye yön vermede büyük bir payı oluşturmakta ve tıbbi kararların %70’ine tesir etmektedir. Almanya’da yapılan bir çalışma 584 tanıdan 187’sinin sadece laboratuvar testi kullanılarak konduğunu göstermiştir. Laboratuvar testleri tanı koyma, tedaviyi seçme, hastalığı ve tedaviyi izleme amacıyla sıklıkla kullanılmaktadır. Laboratuvar testlerinin asıl amacı diğer sağlık hizmetlerinde olduğu gibi erken ölümü ve çekilen acıyı engellemek ve fonksiyonel sağlığı geri kazanmaktır. Testlerin büyük kısmı sadece bilgi üretir, bu üretilen bilginin kendisi hasta sağlığı için yarar sağlamazken bu bilgiler ışığında sağlık sonuçlarında iyileşmeler sağlanır ve tedaviye başlama, değiştirme, ara verme, bitirme gibi kararlar verilir. Laboratuvar testleri en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak hekimlere kılavuzluk eder.", "question": "Laboratuvar testleri hekimlere nasıl yardımcı olur?", "answers": { "text": [ "en doğru hasta grubuna en uygun tedavinin başlanmasına katkı sağlayarak" ], "answer_start": [ 1225 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Üriner sistem enfeksiyonları nasıl klinik tablolar şeklinde görülebilir?", "answers": { "text": [ "birbirinden farklı" ], "answer_start": [ 74 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Üriner sistem enfeksiyonları toplumda nasıl bir konumdadır?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Üriner sistem hangi anatomik bölgelerden oluşur?", "answers": { "text": [ "Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Üriner sistem enfeksiyonları hangi kriterlere göre sınıflandırılabilir?", "answers": { "text": [ "komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 579 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Üriner sistem enfeksiyonları hangi anatomik bölgelere göre sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "alt veya üst üriner sistem" ], "answer_start": [ 355 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Toplum kökenli ve hastane kökenli üriner sistem enfeksiyonu nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 579 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Komplike ve komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre" ], "answer_start": [ 521 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Üriner sistem enfeksiyonlarının enfeksiyonun seyrine göre sınıflandırılması nasıldır?", "answers": { "text": [ "akut ya da yineleyen" ], "answer_start": [ 664 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Semptomlara göre üriner sistem enfeksiyonları nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Üriner sistem enfeksiyonları asemptomatik bakteriüri ile ürosepsise kadar birbirinden farklı klinik tablolar şeklinde görülmektedir. Toplumdan köken alan enfeksiyonlar arasında önemli bir konumdadır. Üretra, mesane, üreterler ve böbreklerin oluşturduğu üriner sistemin herhangi bir bölgesinde oluşan enfeksiyon tablosu kaynaklandığı anatomik bölgeye göre alt veya üst üriner sistem enfeksiyonu olarak sınıflanır. Toplumda veya hastanede meydana gelmesine göre toplum kökenli ya da hastane kökenli, hastalarda bulunabilen komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna göre komplike ya da komplike olmayan üriner sistem enfeksiyonu, enfeksiyonun seyrine göre akut ya da yineleyen üriner sistem enfeksiyonu, semptomların olup olmamasına göre semptomatik ya da aseptomatik üriner sistem enfeksiyonu olmak üzere farklı şekillerde gruplandırılabilmektedir.", "question": "Üriner sistem enfeksiyonları hangi faktörlere göre farklı şekillerde gruplandırılabilir?", "answers": { "text": [ "komplike edici faktörlerin varlığına ya da yokluğuna" ], "answer_start": [ 521 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "İntravenöz anestezik ajanlar neden beyine çok hızlı ulaşır?", "answers": { "text": [ "lipofilik özellik göstermeleri" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "İntravenöz anesteziklerin plazma düzey profili kaç fazdan oluşur?", "answers": { "text": [ "trifazik" ], "answer_start": [ 202 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "İntravenöz anesteziklerin ilk fazı nedir ve yarılanma ömrü ne kadardır?", "answers": { "text": [ "birkaç dakika" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "İntravenöz anesteziklerin ikinci fazı nedir ve ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "15-30 dakika" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "İntravenöz anesteziklerin son fazı nedir ve ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "birkaç saat" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "Anestezinin kısa sürmesi hangi mekanizmayla olur?", "answers": { "text": [ "redistribüsyon" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "İntravenöz anesteziklerin eliminasyonu nasıl gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde" ], "answer_start": [ 562 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "İntravenöz anesteziklerin eliminasyon fazı ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "birkaç saat" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "Redistribüsyon fazının süresi ne kadardır?", "answers": { "text": [ "15-30 dakika" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "İntravenöz anestezik ajanlar lipofilik özellik göstermeleri nedeniyle beyine çok hızlı ulaşarak etki ederler. Farmakokinetik olarak enjeksiyondan sonra intravenöz anesteziklerin plazma düzey profilleri trifaziktir. Burada ilk faz 'dağılım fazı' olup yarılanma ömrü birkaç dakika, ikinci faz 'redistribüsyon fazı' olup 15-30 dakika, son faz 'eliminasyon fazı' olup birkaç saat ya da daha uzundur. Anestezinin kısa sürmesi, ilacın beyinden redistribüsyonla uzaklaştırılması, çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda birikmesi sonucunda olur. İlaç eliminasyonu ise karaciğerde biyoinaktivasyon şeklinde oluşmaktadır.", "question": "İntravenöz anestezik ajanlar vücutta hangi dokularda birikir?", "answers": { "text": [ "çizgili kas, yağ dokusu, diğer dokularda" ], "answer_start": [ 473 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle kaçıncı tercihtir?", "answers": { "text": [ "ilk" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Radyoterapi hikayesi hangi durumlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü" ], "answer_start": [ 100 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi durumlarda hangi dokuların seçilmesi daha uygundur?", "answers": { "text": [ "otojen dokuların" ], "answer_start": [ 345 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Alloplastik implantların hangi kullanım alanları vardır?", "answers": { "text": [ "yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Yeni materyallerin geliştirilmesi neyi artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır" ], "answer_start": [ 573 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Otolog doku kullanımının dezavantajlarına rağmen hangi avantajları vardır?", "answers": { "text": [ "protezlerin kişiselleştirilebilmesi" ], "answer_start": [ 834 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Alloplastik implantlar hangi komplikasyonlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması" ], "answer_start": [ 238 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Alloplastik implantların kişiselleştirilebilmesi neyi sağlar?", "answers": { "text": [ "avantajlar" ], "answer_start": [ 687 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Otojen dokuların seçilmesinin uygunsuz olduğu durumlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "implant kullanılması" ], "answer_start": [ 217 ] } }, { "context": "Otojen dokular plastik cerrahide genellikle ilk seçenektir. Radyoterapi hikayesi çevresel dokularda ciddi bir kanlanma azlığı veya implant üzerinde sağlam olmayan bir yumuşak doku örtümü gibi bazı klinik senaryolarda implant kullanılması enfeksiyon veya implantın cildi delip çıkması gibi pek çok komplikasyona yol açabilmektedir. Bu durumlarda otojen dokuların seçilmesi daha uygundur. Alloplastik implantların yerine koyma, büyütme, sabitleme, güçlendirme ve yedekleme gibi sayısız kullanım alanı vardır. Potansiyel kullanım alanları yeni materyallerin geliştirilmesi ve biyomateryallerin dokulara entegrasyonunun gelişmesiyle beraber çoğalmaktadır. Otolog doku kullanımına kıyasla dezavantajlarına rağmen birçok avantajı da bulunmaktadır. Donör saha morbiditesinin olmaması, sınırsız kaynak sunması, operasyon süresini kısaltması, protezlerin kişiselleştirilebilmesi bu avantajlardan bazılarıdır.", "question": "Otojen dokuların en önemli avantajlarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "Donör saha morbiditesinin olmaması" ], "answer_start": [ 742 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementler hücre zar geçirgenliğini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "modüle edebilir" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementler gen ekspresyonuna nasıl katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "gen ekspresyonunu düzenleyebilir" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementler hangi süreçlere katılır?", "answers": { "text": [ "hormon ve vitaminlerin sentezi" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementler vücuttaki hangi regülasyonda rol oynar?", "answers": { "text": [ "antioksidan" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementler hücre zar geçirgenliğine etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementler vücuttaki antioksidan regülasyonunda nasıl bir rol oynar?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementlerin neye katılabilirler?", "answers": { "text": [ "hormon ve vitaminlerin sentezi" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementlerin vücutta nasıl rol oynarlar?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementlerin hücre içi fonksiyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Eser elementler; hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler. Ayrıca vücuttaki antioksidan regülasyonunda önemli rol oynarlar.", "question": "Eser elementler hangi biyolojik süreçlerde görev alır?", "answers": { "text": [ "hücre zar geçirgenliğini modüle edebilir, gen ekspresyonunu düzenleyebilir, elektron transportuna, hormon ve vitaminlerin sentezine katılabilirler" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık hangi durumla karşımıza çıkar?", "answers": { "text": [ "ötiroidi" ], "answer_start": [ 36 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Hashimoto tiroiditinin diğer klinik prezentasyon şekilleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir" ], "answer_start": [ 103 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Tiroid yetersizliği klinik olarak nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "kademeli olarak" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Hashimoto tiroiditinin toplumdaki prevalansı ne kadar olabilir?", "answers": { "text": [ "%10" ], "answer_start": [ 262 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Ötiroid hastalar genellikle nasıl izlenir?", "answers": { "text": [ "asemptomatik" ], "answer_start": [ 440 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda ne tür belirtiler ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar" ], "answer_start": [ 528 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Hashimoto tiroiditi hastalarında en sık görülen sistemik belirtiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlık" ], "answer_start": [ 644 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Hashimoto tiroiditi hastalarında hangi bası belirtileri görülebilir?", "answers": { "text": [ "disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfaji" ], "answer_start": [ 865 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Tiroid bezinin büyümesine bağlı olarak hangi bası belirtisi oluşabilir?", "answers": { "text": [ "disfoni" ], "answer_start": [ 865 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi klinikte en sık ötiroidi ile karşımıza çıkar. Diğer klinik prezentasyon şekilleri; subklinik hipotiroidi, aşikar hipotiroidi ve daha nadir olarak hipertiroididir. Klinik olarak; tiroid yetersizliği kademeli olarak oluşur. Toplumda prevalansı %10’lara kadar ulaşır ve yaş ile birlikte artış gösterir. HT hastalarında klinik özellikler ve kliniğin şiddeti her bireyde farklı şekiller gösterir. Ötiroid hastalar genellikle asemptomatik izlenirken; subklinik hipotiroidi ve aşikar hipotiroidi gelişen hastalarda daha çeşitli ve hastanın yaşam kalitesini olumsuz etkileyen semptomlar ortaya çıkar. Bu sistemik belirtiler en sık; halsizlik, uyku hali, kilo alma, saçlarda dökülme, ödem, deride kuruma, adet düzensizliği ve kabızlıktır. Hastalarda sistemik belirtilerle birlikte tiroid bezinin büyümesine bağlı bası belirtileri de görülebilir. Bunlar; disfoni (rekürren laringeal sinirin basısı), dispne (trakea basısı) ve disfajidir.", "question": "Tiroid bezinin büyümesi hangi sinire bası yaparak disfoniye neden olur?", "answers": { "text": [ "laringeal" ], "answer_start": [ 883 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık kaçında komplikasyonlar görülmektedir?", "answers": { "text": [ "üçte birinde" ], "answer_start": [ 37 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Karaciğer hidatik kistlerde hızlı teşhis ve acil müdahale neden gerekebilir?", "answers": { "text": [ "Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline" ], "answer_start": [ 102 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Kist hidatik komplikasyonlarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "İntraperitoneal kist rüptürü" ], "answer_start": [ 266 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Kist hidatik komplikasyonları arasında hangi reaksiyonlar yer alır?", "answers": { "text": [ "anaflaktik" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Safra yollarına fistülizasyon hangi hastalıkta bir komplikasyon olarak görülebilir?", "answers": { "text": [ "Karaciğer hidatik kistler" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Kist hidatik komplikasyonları arasında diyafragmaya rüptürün yanında hangi organlara rüptür görülebilir?", "answers": { "text": [ "kolon, mide, vena kava" ], "answer_start": [ 385 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Kist içeriğinin hangi durumu kist hidatik komplikasyonları arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "piyojenik enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Kist hidatik komplikasyonları hangi tür semptomlara bağlı olarak görülür?", "answers": { "text": [ "kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına" ], "answer_start": [ 420 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Kist hidatik komplikasyonları arasında safra yollarına hangi durum söz konusudur?", "answers": { "text": [ "fistülizasyon" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "Karaciğer hidatik kistlerin yaklaşık üçte birinde geniş bir yelpaze de komplikasyonlar görülmektedir. Hafif semptomlardan yaşamı tehdit edebilme potansiyeline sahip olduklarından hızlı teşhis ve acil müdahele gerekebilir. Kist hidatik komplikasyonları genel olarak; İntraperitoneal kist rüptürü, anaflaktik reaksiyonlar, safra yollarına fistülizasyon, diyafragmaya ve komşu organlara (kolon, mide, vena kava vb) rüptür, kist içeriğinin piyojenik enfeksiyonu, komşu organlara bası semptomlarına bağlı olarak görülür.", "question": "Hangi komplikasyon kist içeriği ile ilişkili olarak ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "piyojenik enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "Meme kanseri yayılımı hangi yollarla gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "lenf ve kan dolaşımı" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organ hangisidir?", "answers": { "text": [ "kemik" ], "answer_start": [ 118 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "Meme kanserinin plevraya metastaz yapma oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%51" ], "answer_start": [ 171 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "Meme kanserinin deri metastazı yapma oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%30" ], "answer_start": [ 202 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "İleri evre meme kanserinde metastaz yaptığı organa bağlı olarak hangi tür semptomlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "meme dışı" ], "answer_start": [ 299 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "Beyin metastazı varlığında hangi tür bir klinik tablo görülebilir?", "answers": { "text": [ "yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme" ], "answer_start": [ 369 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "Kemik metastazı varlığında hangi semptomlar gözlenebilir?", "answers": { "text": [ "bel ve sırt ağrıları" ], "answer_start": [ 470 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "Meme kanseri hastalarında hangi non-spesifik bulgular gözlenebilir?", "answers": { "text": [ "Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı" ], "answer_start": [ 505 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "Meme kanserinin beyine metastaz yapma oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%20" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Meme kanseri yayılımı, lenf ve kan dolaşımı yoluyla olur. Meme kanserinin en sık metastaz yaptığı organlar sırasıyla; kemik (%71), akciğer (%69), karaciğer (%65), plevra (%51), adrenal bez (%49), deri (%30), beyindir (%20). Özellikle ileri evre meme kanserinde, metastaz yaptığı organa bağlı olarak meme dışı semptomlar da görülebilmektedir. Beyin metastazı varlığında yavaş ilerleyen nörolojik defisit veya inme benzeri bir klinik tablo ile; kemik metastazı varlığında bel ve sırt ağrıları gözlenebilir. Yorgunluk, halsizlik, kilo kaybı gibi non-spesifik bulgular da gözlenebilmektedir.", "question": "Meme kanserinde kemik metastazının yaygınlığı nedir?", "answers": { "text": [ "%71" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "ÇH prognozu neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "glutensiz diyete uyuma" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi nasıldır?", "answers": { "text": [ "sağlıklı populasyonla aynıdır" ], "answer_start": [ 115 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "ÇH tedavi edilmediğinde hangi risklerle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "artmış mortalite ve morbidite" ], "answer_start": [ 188 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda hangi komplikasyonlar gelişebilir?", "answers": { "text": [ "refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma" ], "answer_start": [ 328 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "Tedavi edilmemiş ÇH olgularında hangi organın fonksiyonu bozulabilir?", "answers": { "text": [ "dalak" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "Tedavi edilmemiş olgularda dalak atrofisi neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "hafıza hücrelerinde azalmaya" ], "answer_start": [ 540 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "Dalak atrofisi immun sistemi hangi tür bakterilere karşı duyarlı hale getirir?", "answers": { "text": [ "kapsüllü bakterilere" ], "answer_start": [ 594 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "ÇH hangi tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "yaşam boyu süren" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "Refrakter Çölyak hastalığı kimlerde gelişebilir?", "answers": { "text": [ "Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "ÇH prognozu glutensiz diyete uyuma bağlıdır. Glutensiz diyete ömür boyu uyumu iyi olan hastaların yaşam beklentisi sağlıklı populasyonla aynıdır. ÇH yaşam boyu süren, tedavi edilmediğinde artmış mortalite ve morbidite riskiyle ilişkili bir hastalıktır. Tanı konulmamış veya diyete uyum sağlamayan hastalarda komplikasyon olarak refrakter Çölyak hastalığı, Ulseratif Jejunoileit, Enteropati ilişkili T hücreli lenfoma gelişebilmektedir. Yine tedavi edilmemiş olgularda dalak hipofonksiyonu ve dolayısıyla dalak atrofisi oluşabilmekte, bu da hafıza hücrelerinde azalmaya yol açarak immun sistemi kapsüllü bakterilere karşı duyarlı hale getirmektedir.", "question": "Dalak hipofonksiyonu tedavi edilmemiş hangi hastalıkta görülebilir?", "answers": { "text": [ "ÇH" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları hangi faktörlerle ilişkilendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon" ], "answer_start": [ 86 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü hangi hastalıklarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "ekstravezikal" ], "answer_start": [ 210 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Artmış VKİ radikal sistektomi morbiditesi için ne olarak görülmektedir?", "answers": { "text": [ "suçlanan faktörlerdir" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Laparoskopik ve robotik radikal sistektomi'nin komplikasyon oranları hangi yönteme göre benzerdir?", "answers": { "text": [ "açık yönteme" ], "answer_start": [ 385 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Postoperatif süreçte yüksek mortalite oranına sahip komplikasyon nedir?", "answers": { "text": [ "sepsis" ], "answer_start": [ 518 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Radikal sistektomi sırasında kullanılan cerrahi prosedürlerden hangisi komplikasyonlarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "bağırsak anastomozu ve diversiyon" ], "answer_start": [ 104 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Radikal sistektomi sonrasında hangi tür komplikasyonlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Geçirilmiş batın cerrahisi radikal sistektomi morbiditesi için hangi faktörle birlikte suçlanan bir etkendir?", "answers": { "text": [ "RT öyküsü" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Laparoskopik ve robotik radikal sistektomi'nin komplikasyon oranları ile açık yöntem arasında nasıl bir fark vardır?", "answers": { "text": [ "benzerdir" ], "answer_start": [ 403 ] } }, { "context": "Radikal sistektomi’nin komplikasyonları önceden var olan ek komorbiditelere ek olarak cerrahi prosedür, bağırsak anastomozu ve diversiyon ile ilişkilendirilmiştir. Geçirilmiş batın cerrahisi veya RT öyküsü ile ekstravezikal hastalığa ek olarak artmış VKİ’de radikal sistektomi morbiditesi için suçlanan faktörlerdir. Laparoskopik ve robotik radikal sistektominin komplikasyon oranları açık yönteme göre benzerdir. Postoperatif süreçte kardiyak, tromboembolik, pulmoner, enfeksiyoz ve renal komplikasyonların yanı sıra sepsis yüksek mortalite oranına sahiptir.", "question": "Sepsis, radikal sistektomi sonrası hangi orana sahiptir?", "answers": { "text": [ "yüksek mortalite" ], "answer_start": [ 525 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "Distal tibia kırıkları hangi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir?", "answers": { "text": [ "yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı neye neden olur?", "answers": { "text": [ "post travmatik artrit" ], "answer_start": [ 257 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "Post travmatik artrit, ayak bileği ekleminde neye bağlı olarak gelişir?", "answers": { "text": [ "orantısız yük dağılımına" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "Guo ve arkadaşlarının çalışmasında hangi tedavi yöntemi daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir?", "answers": { "text": [ "İMÇ" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "İMÇ ile hangi diğer tedavi yöntemi kıyaslanmıştır?", "answers": { "text": [ "plak-vida ile osteosentez" ], "answer_start": [ 342 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları açısından ne belirtilmektedir?", "answers": { "text": [ "fark olmadığını" ], "answer_start": [ 552 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "Yanlış kaynamış distal 1/3 diafiz tibia kırığı hangi eklemde sorun yaratır?", "answers": { "text": [ "ayak bileği eklemi" ], "answer_start": [ 191 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "Guo ve arkadaşları daha iyi ne elde etmiştir?", "answers": { "text": [ "ayak bileği skorları" ], "answer_start": [ 442 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "İMÇ tedavisinin takiplerinde hangi skorlar elde edilmiştir?", "answers": { "text": [ "daha iyi ayak bileği skorları" ], "answer_start": [ 433 ] } }, { "context": "Distal tibia kırıkları yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar nedeniyle kötü ayak bileği fonksiyonlarına meyillidir. Yanlış kaynamış bir distal 1/3 diafiz tibia kırığı, ayak bileği eklemi yüzeyine orantısız yük dağılımına bağlı olarak post travmatik artrite neden olur. Guo ve arkadaşları bu bölgenin tedavisinde İMÇ ve plak-vida ile osteosentezi kıyasladığı bir çalışmada İMÇ uygulanan hastaların takiplerinde daha iyi ayak bileği skorları elde etmiştir. Literatürde iki tedavi arasında ayak bileği fonksiyonel skorları arasında fark olmadığını belirten çalışmalar da mevcuttur.", "question": "Distal tibia kırıklarında yanlış kaynama, kaynamama ve enfeksiyon gibi komplikasyonlar neye meyillidir?", "answers": { "text": [ "kötü ayak bileği fonksiyonlarına" ], "answer_start": [ 94 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Uyku nedir?", "answers": { "text": [ "geçici bilinçsizlik durumudur" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Uyku gereksinimi hangi faktörlerle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması" ], "answer_start": [ 224 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Uyku kaç farklı aşama arasında gidip gelir?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Sigara, dopamin ve serotonin salınımını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde hangi uyku problemleri daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk" ], "answer_start": [ 763 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Sigara içenlerde daha sık görülen kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali" ], "answer_start": [ 893 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Kötü uyku kalitesi hangi kronik durumlar için bir risk faktörüdür?", "answers": { "text": [ "depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık" ], "answer_start": [ 1077 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Sigara içimi hangi durumların şiddetinin artmasında en önemli unsurlardan biridir?", "answers": { "text": [ "depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık" ], "answer_start": [ 1077 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Uyku sırasında REM uykusunda ne olur?", "answers": { "text": [ "dopamin ve serotonin salınımı inhibe olur" ], "answer_start": [ 557 ] } }, { "context": "Uyku; belirli bir sürede, periyodik olarak, uyaran verildiğinde uyandırılabilen, geçici bilinçsizlik durumudur. Vücudun dinlenmesini sağlarken aynı zamanda tüm vücudu yaşama yeniden hazırlayan bir süreçtir. Uyku gereksinimi bireyin yaşam biçimi, yaş, cinsiyet, hastalık durumu, duygu durumu, kullanılan ilaçlar, sigara-alkol-madde bağımlıkları gibi durumlar, bireyin sedanter ya da aktif bir yaşam biçiminde olması gibi bir çok faktörle çok sıkı ilişkilidir. Uykunun NREM ve REM denilen iki farklı aşama arasında gidip geldiği kanıtlanmıştır. REM uykusunda dopamin ve serotonin salınımı inhibe olurken sigara dopamin ve serotonin salınımını uyarmakta ve bu da uyku ile uyanıklık arasında bir geçiş durumu oluşturmaktadır. Sigara içmeyenlere göre sigara içenlerde uykuda düzensiz nefes alma, uyku apnesi, uykusuzluk gibi uyku problemleri yaşama olasılığı daha yüksek iken sigara içenlerde daha kısa uyku süreleri, uykuya dalmada gecikme, uykuyu sürdürmede artan zorluk ve gündüz uyku hali gibi kötü uyku kalitesi ile ilişkili durumlar daha sık görülmektedir. Kötü uyku kalitesi depresyon, obezite, diabetes mellitus ve kardiyovasküler hastalık gibi kronik durumlar için bir risk faktörüdür. Bu hastalıkların zemininde ve şiddetinin artmasında sigara içimi en önemli unsurlardan biridir. Bu nedenle uyku kalitesi ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi, bir çok kronik hastalık için kritik sonuçlara sahiptir.", "question": "Uyku ile sigara içimi arasındaki etkileşimin incelenmesi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "bir çok kronik hastalık" ], "answer_start": [ 1364 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Sigara içmek hangi tür hastalıkların önemli bir sebebidir?", "answers": { "text": [ "önlenebilen" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Sigara içenlerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında ne kadar daha kısadır?", "answers": { "text": [ "20-25 yıl" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı hangi yıl kanıtlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1964" ], "answer_start": [ 443 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Sigara içenlerde akciğer kanseri riskini artıran faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Akciğer kanserine yakalanma oranı sigara içenlerde ne kadardır?", "answers": { "text": [ "on kişiden yaklaşık dokuzu" ], "answer_start": [ 673 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Sigara içenlerde 1964’ten bu yana akciğer kanseri riskinin artmasının nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişikler" ], "answer_start": [ 873 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini ne kadar artırır?", "answers": { "text": [ "2 ila 4 kat" ], "answer_start": [ 1105 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Sigara içmenin erkeklerde akciğer kanseri riskini ne kadar artırdığı belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "25 kez" ], "answer_start": [ 1163 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Sigara kullanımının özellikle hangi yıl yapılan reklam kampanyalarından dolayı yaygınlaştığı belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "1920" ], "answer_start": [ 1239 ] } }, { "context": "Sigara içmek erken ölümlerin ve önlenebilen hastalıkların önemli bir sebebi olup insanların sağlığını etkileyen alışkanlıklardandır. Sigara içenler mortalite etkileri dışında içmeyenlere göre daha fazla hastalanıp, gündelik aktiviteden daha fazla yoksun kalırlar. Bu kişilerin beklenen yaşam süreleri içmeyenlerle karşılaştırıldığında 20-25 yıl daha kısadır. Sigara içme ile akciğer kanserinden ölümler arasında belirgin bir ilişkinin varlığı 1964 yılında kanıtlanmıştır. Sigara içenlerde akciğer kanseri riskinin arttığı, içilen sigara sayısı ile içme süresinin uzunluğu da riski artırdığı saptanmıştır. Sigara içilmesinden veya sigara dumanına maruz kalınmasından dolayı on kişiden yaklaşık dokuzu akciğer kanserine yakalanmaktadır. Sigara içenler, bugün daha az sigara içseler bile, 1964’te olduğundan daha fazla akciğer kanseri riski taşımaktadırlar. Bunun nedeni ise, sigaraların üretiminde ve içerdiği kimyasallarda yapılan değişiklerdir. Sigara içenlerin kalp hastalığı, felç ve akciğer kanseri gelişimi olasılığı sigara içmeyenlere göre daha yüksektir. Sigara içmek koroner kalp hastalığı riskini 2 ila 4 kat artırırken, erkeklerde akciğer kanser riskini 25 kez artırmaktadır. Tütünün en çok tüketilen şekli olan sigara, özellikle 1920 yılında yapılan reklam kampanyalarından dolayı kullanımı yaygınlaşmıştır. Avrupa ülkelerinde ve Amerika’da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır. Bunun sonucunda sigara karşıtı faaliyetler başlamış ve sigara kullanımını azaltmaya yönelik çalışmalar hız kazanmıştır.", "question": "Avrupa ve Amerika'da 1930-1960 yılları arasında yapılan çalışmalarda sigaranın hangi hastalıklarla ilişkili olduğu saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "akciğer kanseri, kronik bronşit ve kardiyovasküler" ], "answer_start": [ 1409 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan ne tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "viral enfeksiyon etkeni" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Sağlıklı kişilerde bu enfeksiyonlar genellikle hangi yaş aralığında baskılanır?", "answers": { "text": [ "2-60" ], "answer_start": [ 136 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Enfekte kişilerde genellikle hangi tür semptomlar yaşanır?", "answers": { "text": [ "hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri" ], "answer_start": [ 336 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "2 yaşından küçük çocuklarda solunum semptomları nasıl seyreder?", "answers": { "text": [ "daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Kronik akciğer hastalığı olan hastalarda solunum semptomları nasıl seyreder?", "answers": { "text": [ "daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Hangi yaş grubundaki yetişkinlerde solunum semptomları daha şiddetli olabilir?", "answers": { "text": [ "65" ], "answer_start": [ 444 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları nasıl bir tablo ile karşımıza çıkar?", "answers": { "text": [ "daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Sağlıklı kişilerde enfeksiyonlar hangi belirtilerle sınırlı kalır?", "answers": { "text": [ "üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Nöromüsküler hastalığı olan hastalarda solunum semptomları nasıl seyreder?", "answers": { "text": [ "daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "Dünya üzerinde, üst ve alt solunum yolu enfeksiyonuna neden olan çok sayıda viral enfeksiyon etkeni tanımlanmıştır. Sağlıklı kişilerde, 2-60 yaşlarında, bu enfeksiyonlar konağın bağışıklık sistemi tarafından genellikle baskılanır ve hastalık semptomları üst solunum yolu enfeksiyon belirtileri ile sınırlı kalır. Enfekte kişiler sadece hafif ve geçici soğuk algınlığı benzeri semptomlar yaşarlar. Bununla birlikte, 2 yaşından küçük çocuklarda, 65 yaşından büyük yetişkinlerde, kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı olan hastalarda ve ayrıca bağışıklık sistemi baskılanmış hastalarda solunum semptomları daha yaygın, şiddetli ve yaşamı tehdit eden tablolar ile karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Hangi tür hastalığı olan kişilerde solunum semptomları daha yaygın ve şiddetli olabilir?", "answers": { "text": [ "kronik akciğer hastalığı, nöromüsküler hastalığı, hava yolu anomalileri, astım veya hemodinamik olarak önemli konjenital kalp hastalığı" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma hangi gruplara ayrılır?", "answers": { "text": [ "primer ve sekonder" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "Primer hasarlanma ne zaman oluşur?", "answers": { "text": [ "olay anında" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "Sekonder hasarlanma ne zaman oluşabilmektedir?", "answers": { "text": [ "travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra" ], "answer_start": [ 180 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "TBH yönetiminde esas prensip nedir?", "answers": { "text": [ "sekonder beyin hasarının önüne geçmektir" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "Sekonder hasarlanmanın önlenebilir olmasının sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "çeşitli tedavi yöntemleri" ], "answer_start": [ 356 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "Sekonder hasarlanma mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde nasıl bir etkiye sahiptir?", "answers": { "text": [ "primer hasarlanmadan daha fazla" ], "answer_start": [ 467 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ne ile ilgilidir?", "answers": { "text": [ "sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme" ], "answer_start": [ 580 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "Primer ve sekonder hasarlanma hangi durumda meydana gelir?", "answers": { "text": [ "TBH sonrasında" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "Sekonder hasarlanmanın primer hasarlanmadan daha fazla etkisi olduğu alanlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar" ], "answer_start": [ 392 ] } }, { "context": "TBH sonrasında beyin dokusunda oluşan hasarlanma, primer ve sekonder olmak üzere ikiye ayrılır. Primer (birincil) hasarlanma; olay anında oluşur. Sekonder (ikincil) hasarlanma ise travmadan dakikalar, günler hatta haftalar sonra oluşabilmektedir. TBH yönetiminde esas prensip, sekonder beyin hasarının önüne geçmektir. Bunun sebebi; sekonder hasarlanmanın çeşitli tedavi yöntemleri sayesinde önlenebilirliği ve mortalite ve nörolojik sonuçlar üzerinde olan etkisinin primer hasarlanmadan daha fazla olmasıdır. Nitekim; TBH yönetimi ve tedavisiyle ilgili çoğu araştırma ve kaynak, sekonder hasarlanmayı önleme ve tedavi etme ile ilgilidir.", "question": "Sekonder hasarlanma hangi zaman aralıklarında meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "dakikalar, günler hatta haftalar sonra" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "Kronik otitis media (KOM) nedir?", "answers": { "text": [ "orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyon" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "Kronik otitis media (KOM) hangi bölgelerde daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde" ], "answer_start": [ 146 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "Kronik otitis media (KOM) hastalığının başlıca belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır" ], "answer_start": [ 289 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "KOM'a bağlı işitme kaybı hangi tiplerde olabilir?", "answers": { "text": [ "sensörinöral veya mikst" ], "answer_start": [ 530 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "KOM hastalığında işitme kaybı nasıl gelişebilir?", "answers": { "text": [ "bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile" ], "answer_start": [ 423 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "KOM'un dünya genelinde yaygın olduğu bölgelerden nelerdir?", "answers": { "text": [ "Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde" ], "answer_start": [ 146 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "KOM'da timpanik membranda ne görülebilir?", "answers": { "text": [ "perforasyon" ], "answer_start": [ 308 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "KOM hastalığı genellikle hangi tip işitme kaybına neden olur?", "answers": { "text": [ "ileti tipi" ], "answer_start": [ 370 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "KOM hangi tip enfeksiyon ve inflamasyonla tanımlanır?", "answers": { "text": [ "persistan" ], "answer_start": [ 85 ] } }, { "context": "Kronik otitis media (KOM), orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının persistan enfeksiyon ve/veya inflamasyonu olarak tanımlanır. Uzak doğu Asya, Afrika ve batı Pasifik ülkelerinde daha sık olmak üzere tüm dünyada yaygın olarak görülen bir hastalıktır. Başlıca belirtileri timpanik membranda perforasyon, sürekli veya aralıklı kulak akıntısı, genellikle ileti tipi olmak üzere işitme kaybıdır. İşitme kaybı bakteriyel toksinlerin iç kulağa geçmesi veya iç kulağın da enfeksiyon veya inflamasyondan etkilenmesi ile sensörinöral veya mikst tiplerde de olabilir.", "question": "KOM hangi organlarda enfeksiyon ve inflamasyona neden olur?", "answers": { "text": [ "orta kulak, mastoid hücreler ve östaki tüpü mukozalarının" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Sezaryen doğum hangi durumlarda hayat kurtarıcı bir operasyondur?", "answers": { "text": [ "tıbbi endikasyon olduğunda" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda hangi prevalanslar daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "maternal morbitide ve mortalite" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Sezaryen doğum ile hangi riskler ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hangi yapıları vardır?", "answers": { "text": [ "hormonal, fiziksel, floral" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "değişmiş immun sistem gelişimi" ], "answer_start": [ 737 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Sezaryen doğumun uzun dönem etkileri arasında hangi durum sıklıkla raporlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "çocukluk çağı obezitesi" ], "answer_start": [ 939 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Sezaryen doğumun hangi sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur?", "answers": { "text": [ "kognitif ve eğitimsel" ], "answer_start": [ 1044 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin anlaşılması neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına" ], "answer_start": [ 1209 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Sezaryen doğum ile anormal plasentasyon riski nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "Sezaryen doğum tıbbi endikasyon olduğunda hayat kurtarıcı bir operasyondur, bununla birlikte kadın ve çocuk sağlığı üzerine de kısa ve uzun dönem etkileri mevcuttur. Vajinal doğuma göre sezaryen doğumda maternal morbitide ve mortalite prevalansı daha yüksektir. Sezaryen doğum anormal plasentasyon, artmış uterin rüptür riski, ektopik gebelik, ölü doğum ve preterm doğumla ilişkilidir, bu riskler geçirilmiş sezaryen sayısı ile doğru orantılı artar. Sezaryen doğum ile doğan bebeklerin vajinal doğumla doğan bebeklerden farklı hormonal, fiziksel, floral yapıları olduğuna dair kanıtlar ortaya çıkmaktadır. Farklı medikasyonlara maruziyet neonatal fizyolojiyi değiştirebilir. Sezaryen doğumun kısa dönem neonatal etkilerine bakıldığında, değişmiş immun sistem gelişimi, artmış allerji oranları, atopi, astım, azalmış barsak florası çeşitliliği ile karşılaşılabilir. Bu risklerin uzun dönem etkileri daha az araştırılmasına rağmen geç dönem çocukluk çağı obezitesi ve astım ile sezaryen doğum ilişkisi sıklıkla raporlanmaktadır. Sezaryen doğumun kognitif ve eğitimsel sonuçlarını araştıran az sayıda çalışma mevcuttur. Sezaryen doğumun çocukluk dönemi üzerine etkilerinin, potansiyel mekanizmasının anlaşılması bu sonuçları önleme stratejileri geliştirmek adına önemlidir.", "question": "Neonatal fizyolojiyi ne değiştirebilir?", "answers": { "text": [ "Farklı medikasyonlara maruziyet" ], "answer_start": [ 606 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Şizofreni nedir?", "answers": { "text": [ "bir sendrom" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Şizofreninin karakteristik semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Şizofreni belirtileri kaç boyutta değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "beş" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Pozitif belirtiler ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "gerçeği değerlendirmenin bozulması" ], "answer_start": [ 579 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Negatif belirtiler nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği" ], "answer_start": [ 679 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Şizofrenide negatif belirtiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme" ], "answer_start": [ 751 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Dezorganizasyon belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım" ], "answer_start": [ 961 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Formal düşünce bozukluğu nedir?", "answers": { "text": [ "mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanma" ], "answer_start": [ 1054 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Formal düşünce bozukluğuna örnek olarak ne verilmektedir?", "answers": { "text": [ "Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma" ], "answer_start": [ 1127 ] } }, { "context": "Şizofreni çok çeşitli psikiyatrik belirtilerin bir araya gelmesi ile oluşan bir sendromdur. Karakteristik düşünce ve algı bozuklukları, bilişsel bozukluklar, motor anormallikler, avolüsyon, apati, iletişimde zorluklar ve duygulanımda kısıtlılık gibi çeşitli semptomlarla kliniğe yansımaktadır. Ancak bu belirti ve bulguların hiçbiri şizofreni için patognomonik değildir ve çok çeşitli hastalıklarda da görülebilmektedir. Şizofreni belirtileri pozitif, negatif, dezorganizasyon, duygulanım ve bilişsel belirtiler olmak üzere beş boyutta değerlendirilmektedir. Pozitif belirtiler, gerçeği değerlendirmenin bozulması ile ilişkilidir, sanrı ve varsanıları içerir. Negatif belirtiler normal fonksiyonların azalması ya da eksikliği olarak tanımlanmaktadır. Duygulanımda kısıtlılık, konuşma ve iletişimde azalma, irade/istençte azalma (avolüsyon), asosyallik, anhedoni ve toplumdan çekilme negatif belirtiler içinde sayılmaktadır. Dezorganizasyon belirtileri arasında dağınık konuşma ve davranış ile uygunsuz duygulanım yer almaktadır. Formal düşünce bozukluğu mantıklı, amaca yönelik düşünce sürecinde parçalanmayı ifade etmektedir. Raydan çıkma, neolojizm, bloklar, çevresel ve teğetsel konuşma formal düşünce bozukluğuna örnek olarak verilmektedir. Dezorganize davranış ve uygunsuz duygulanım sıklıkla çağrışımlarda dağınıklıkla birlikte görülmektedir. Şizofrenide psikomotor belirtiler devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde ortaya çıkabilmektedir. Hastalarda yaygın olarak kısıtlı duygulanım görülmekle beraber, anksiyete belirtileri ve çökkün ya da taşkın duyguduruma da sık rastlanmaktadır.", "question": "Şizofrenide psikomotor belirtiler nasıl ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "devinimde azalma ve artma gibi niceliksel değişikliklerden, dağınık davranış ve katatoniye kadar değişen şekillerde" ], "answer_start": [ 1383 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesindeki rolü nedir?", "answers": { "text": [ "düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Böbrek yetmezliği geliştiğinde hangi dengesizlikler kaçınılmazdır?", "answers": { "text": [ "sıvı, elektrolit ve asit-baz" ], "answer_start": [ 136 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Kronik böbrek hastalığı ve son dönem böbrek yetmezliği hastalarında hangi düzensizlikler morbidite ve mortaliteye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "Elektrolit ve asit-baz" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Potasyumun vücut içindeki dağılımı nasıldır?", "answers": { "text": [ ">%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında" ], "answer_start": [ 444 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Hiperkaleminin klinik belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste" ], "answer_start": [ 716 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Kronik böbrek hastalığında metabolik asidoz nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır" ], "answer_start": [ 918 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Kronik metabolik asidozun kemikler üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "rezorpsiyonu" ], "answer_start": [ 1151 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Kronik böbrek hastalığı olan hastalar hangi risk altındadır?", "answers": { "text": [ "hiponatremi" ], "answer_start": [ 1278 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Hipo ve hipermagnezemi hangi hastalarda yaygındır?", "answers": { "text": [ "hastanede yatan hastalarda" ], "answer_start": [ 1392 ] } }, { "context": "Böbreklerin vücut sıvı ve elektrolit dengesinin düzenlenmesinde önemli bir rolü mevcuttur. Bu nedenle böbrek yetmezliği geliştiği zaman sıvı, elektrolit ve asit-baz dengesinde bozukluklar kaçınılmazdır. Elektrolit ve asit-baz düzensizlikleri kronik böbrek hastalığı (KBH) ve son dönem böbrek yetmezliği (SDBY) hastalarında önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Potasyum (K), hücre içi sıvının en önemli katyonudur. Toplam vücut potasyumunun >%98'i hücre içinde ve <%2'si hücre dışında bulunur. KBH ve SDBY kaçınılmaz olarak potasyum düzensizliklerine, buna bağlı kardiyovasküler olaylara ve mortalite riskinde artışa yol açar. KBH’da görülen hiperkaleminin klinik belirtileri, spesifik olmayan kas güçsüzlüğünden parestezi, felç, kardiyak aritmiler ve kardiyak arreste kadar geniş ölçüde değişir. Hiperkaleminin kardiyak belirtileri kritik öneme sahiptir. KBH’da görülen bir diğer bozukluk ise metabolik asidozdur. Azalan böbrek fonksiyonu ile bikarbonat koruma ve üretme kapasitesi azalırken, KBH'deki net endojen asit üretimi değişmeden kalır ve asidoz oluşumuna yol açar. Kronik böbrek hastalığı olan olgularda kronik metabolik asidozun kemiğin rezorpsiyonuna neden olduğu bilinmektedir. KBH hastaları idrar dilüsyon/konsantrasyon mekanizmalarındaki bozukluklar nedeniyle hiponatremi riski altındadır. Ek olarak hem hipo hem de hipermagnezemi, glomerüler filtrasyon hızı (GFH) azalmış, hastanede yatan hastalarda yaygındır.", "question": "Hiperkaleminin kardiyak belirtileri ne kadar önemlidir?", "answers": { "text": [ "kritik öneme" ], "answer_start": [ 836 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "LDT nasıl hesaplanır?", "answers": { "text": [ "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "LDT neyi tahmin etmede yararlıdır?", "answers": { "text": [ "progresyon" ], "answer_start": [ 146 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "LDT’nin 12 aydan daha uzun olması neyi gösterir?", "answers": { "text": [ "iyi prognoz" ], "answer_start": [ 338 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması neyi anlatır?", "answers": { "text": [ "hastaların prognozunun kötü olabileceğini" ], "answer_start": [ 249 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "LDT nedir?", "answers": { "text": [ "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "LDT’nin 12 aydan uzun olması ne anlama gelir?", "answers": { "text": [ "iyi prognoz" ], "answer_start": [ 338 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "LDT’nin 12 ay veya daha az olması neyi gösterir?", "answers": { "text": [ "prognozunun kötü olabileceğini" ], "answer_start": [ 260 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "LDT değeri neyin tahmininde kullanılır?", "answers": { "text": [ "hastalık seyrini ve progresyon" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "LDT, prognozu nasıl etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "kötü" ], "answer_start": [ 272 ] } }, { "context": "Mutlak lenfosit sayısının iki katına çıktığı ay sayısının belirlenmesiyle hesaplanan değer LDT’dir. Yapılan çalışmalar LDT’ın hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede yararlı olduğunu göstermektedir. LDT’nin 12 ay ve 12 aydan daha az olması, hastaların prognozunun kötü olabileceğini anlatırken, LDT’nin 12 aydan daha uzun olması, iyi prognoz göstergesidir.", "question": "Yapılan çalışmalar LDT’nin hangi konularda yararlı olduğunu göstermektedir?", "answers": { "text": [ "hastalık seyrini ve progresyonunu tahmin etmede" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "HCC'de mevcut olan tedavi yöntemlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Karaciğer transplantasyonu" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "HCC'de hangi ablasyon teknikleri kullanılır?", "answers": { "text": [ "Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "Perkütan ablasyon yöntemleri arasında hangi maddeler kullanılır?", "answers": { "text": [ "etanol veya asetik asit" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "Transarteriyel kemoembolizasyon kısaltması nedir?", "answers": { "text": [ "TAKE" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "Transarteriyel radyoembolizasyon kısaltması nedir?", "answers": { "text": [ "TARE" ], "answer_start": [ 285 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "HCC tedavisinde radyasyon hangi iki şekilde uygulanabilir?", "answers": { "text": [ "Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "HCC tedavisinde hangi ilaç türleri kullanılır?", "answers": { "text": [ "Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler" ], "answer_start": [ 349 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "HCC tedavisinde kullanılan sistemik tedavi nedir?", "answers": { "text": [ "kemoterapi" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "HCC tedavisinde kullanılan immünoterapi nedir?", "answers": { "text": [ "İmmunoterapi" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "HCC’de mevcut olan tedavi yöntemleri:\n• Karaciğer transplantasyonu\n• Radyofrekans ablasyon, mikrodalga ablasyon ve kriyoablasyon\n• Perkütan etanol veya asetik asit ablasyonu\n• Geri dönüşümsüz elektroporasyon\n• Transarteriyel kemoembolizasyon (TAKE)\n• Transarteriyel radyoembolizasyon (TARE)\n• Radyasyon tedavisi ve stereotaktik radyasyon tedavisi\n• Sitotoksik ajanlar ve moleküler hedefli tedaviler ile sistemik kemoterapi\n• İmmunoterapi", "question": "Geri dönüşümsüz elektroporasyon HCC'de hangi tedavi yöntemidir?", "answers": { "text": [ "ablasyon" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "DM nedir?", "answers": { "text": [ "insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 4 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "primer DM" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "Sekonder DM nedir?", "answers": { "text": [ "diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formları" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "Sekonder DM hangi durumlarda görülür?", "answers": { "text": [ "monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb." ], "answer_start": [ 299 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "DM'de hangi metabolizmalar yetersiz olur?", "answers": { "text": [ "karbonhidrat, yağ ve protein" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM'ye ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "primer DM" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "Sekonder DM hangi spesifik durumlardan sonra görülebilir?", "answers": { "text": [ "genetik sendromlar" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "Sekonder DM hangi DM formlarını içerir?", "answers": { "text": [ "monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM" ], "answer_start": [ 299 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "DM'nin nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması" ], "answer_start": [ 4 ] } }, { "context": "DM, insülin sekresyonunun veya etkisinin bozulması ile hücredeki karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasının yetersiz olması sonucu oluşan hiperglisemi ile seyreden kronik bir hastalıktır. Tip 1 DM, Tip 2 DM ve gestasyonel DM primer DM olarak isimlendirilirken, diğer spesifik durumlarda görülen (monogenik DM formları, immün sistem aracılı DM, genetik sendromlar sonrası görülen DM, enfeksiyonlar sonrası görülen DM vb.) formlarına ise sekonder DM olarak sınıflandırılmıştır.", "question": "DM'nin sonucu nedir?", "answers": { "text": [ "hiperglisemi" ], "answer_start": [ 141 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli tıp literatüründe nasıl anılmaktadır?", "answers": { "text": [ "çok boyutlu tükenmişlik modeli" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli kaç boyutta ele alınmıştır?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli'nde tükenmişlik nasıl ele alınmıştır?", "answers": { "text": [ "üç boyutta" ], "answer_start": [ 171 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli'nde tükenmişlik boyutları nelerdir?", "answers": { "text": [ "duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması" ], "answer_start": [ 221 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli'nde tükenmişlik boyutları hangileridir?", "answers": { "text": [ "duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması" ], "answer_start": [ 221 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli'nin diğer adları nelerdir?", "answers": { "text": [ "çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli'nde başarı duygusunun azalması hangi boyutlardan biridir?", "answers": { "text": [ "tükenmişlik" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli'nde duyarsızlaşma ne olarak ele alınmıştır?", "answers": { "text": [ "üç boyutlu tükenmişlik modeli" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli'nde tükenmişlik kaç boyutta incelenir?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "Maslach Tükenmişlik Modeli, tıp literatüründe çok boyutlu tükenmişlik modeli ya da üç boyutlu tükenmişlik modeli olarak da anılmaktadır. Maslach’ın modelinde tükenmişlik, üç boyutta ele alınmıştır. Bu boyutlar sırasıyla; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması şeklinde listelenmektedir.", "question": "Maslach Tükenmişlik Modeli'nde tükenmişlik boyutları nelerdir?", "answers": { "text": [ "duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve başarı duygusunun azalması" ], "answer_start": [ 221 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anestezi nedir?", "answers": { "text": [ "anestezi tekniğidir" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anestezi hangi sinirleri etkiler?", "answers": { "text": [ "spinal sinirler" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anestezide hangi lifler bloke olur?", "answers": { "text": [ "sensöryal sempatomimetik" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anestezide motor sinirler nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "kısmen veya tamamen bloke" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anestezi ile oluşturulan anlajezi ne tür bir yöntemdir?", "answers": { "text": [ "etkili" ], "answer_start": [ 329 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anestezi hangi şekilde tanımlanabilir?", "answers": { "text": [ "kimyasal sempatektomi" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anestezinin tanımında hangi sinirlerden bahsedilmektedir?", "answers": { "text": [ "spinal sinirlerin" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anestezi hangi aralıkta uygulanır?", "answers": { "text": [ "epidural aralıkta" ], "answer_start": [ 93 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anesteziyle hangi tür lifler bloke olur?", "answers": { "text": [ "sensöryal sempatomimetik" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Epidural anestezi spinal sinirlerin duradan çıkıp intervertebral foramenlere doğru uzanırken epidural aralıkta anestetize edilmesi ile meydana gelen anestezi tekniğidir. Bu anestezi yönteminde sensöryal sempatomimetik lifler bloke olurken, motor sinirler kısmen veya tamamen bloke olur. Epidural anesteziyle oluşturulan anlajezi etkili bir yöntem olup bir çeşit ‘kimyasal sempatektomi’ diye tanımlanabilir.", "question": "Epidural anestezinin bir tanımı nedir?", "answers": { "text": [ "kimyasal sempatektomi" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "Gliomlar, tüm malign beyin tümörlerinin yüzde kaçını oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "%81" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "Gliomlar, merkezi sinir sistemi tümörlerinin yüzde kaçını oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "%31" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "Gliomlar hangi organizasyonun histopatolojik kriterlerine göre sınıflandırılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Dünya Sağlık Örgütü" ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "Gliomlar kaç malignite derecesine sınıflandırılabilir?", "answers": { "text": [ "4" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "En yaygın gliom alt tipi hangisidir?", "answers": { "text": [ "Glioblastom" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "Glioblastom insidansı 100 000 kişide kaç kişi arasında değişir?", "answers": { "text": [ "0,59 ile 3,69" ], "answer_start": [ 490 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "Glioblastom hangi dereceye kadar sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "DSÖ derece I-IV" ], "answer_start": [ 299 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "Glioblastom, tüm gliomların yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%45" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%5" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "Gliomlar, teşhis edilen tüm malign beyin tümörlerinin %81’ini ve merkezi sinir sistemi (MSS) tümörlerinin %31'ini oluşturmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'nün histopatolojik kriterlerine göre, bu neoplazmalar birden çok spesifik alt tipe ve 4 malignite derecesine sınıflandırılabilir. Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler en yaygın olanlardır. Glioblastom, en yaygın gliom alt tipidir (tüm gliomların ∼%45'i). Glioblastom insidansı 100 000 kişide 0,59 ile 3,69 kişi arasında değişir. Hastaların 5 yıllık göreceli hayatta kalma oranı yaklaşık %5'tir.", "question": "Gliomlar hangi iki tümör tipini içerir?", "answers": { "text": [ "Astrositik (DSÖ derece I-IV) ve oligodendroglial (DSÖ derece II-III) tümörler" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "Akciğer kanseri hangi hücrelerden kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "bronş epitelinden" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "Akciğer kanseri, kansere bağlı ölümlerde hangi konumdadır?", "answers": { "text": [ "en sık nedenidir" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'nün 2020 yılı istatistiklerine göre kaç kişi akciğer kanseri tanısı almıştır?", "answers": { "text": [ "2,206 milyon" ], "answer_start": [ 195 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "2020 yılında kaç kişi akciğer kanseri nedeniyle hayatını kaybetmiştir?", "answers": { "text": [ "1,796 milyon" ], "answer_start": [ 284 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "Akciğer kanseri, kansere bağlı ölümlerin yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%18" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "Akciğer kanseri, hangi diğer kanser türleri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarına sahiptir?", "answers": { "text": [ "karaciğer ve pankreas kanseri" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "2020 yılında akciğer kanseri tanısı alan kişilerin oranı nedir?", "answers": { "text": [ "11,4" ], "answer_start": [ 246 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "Akciğer kanserinin dünya genelindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "Akciğer kanseri, kansere bağlı ölümlerde hangi sıklıkla yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "en sık nedenidir" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Akciğer kanseri, bronş epitelinden kaynaklanır ve tüm gelişmelere rağmen, dünyada ve ülkemizde kansere bağlı ölümlerin en sık nedenidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) 2020 yılı istatistiklerine göre 2,206 milyon kişi (toplam kanser tanısı alanların %11,4’ü) akciğer kanseri tanısı almış, 1,796 milyon kişi (kansere bağlı ölümlerin %18’i) akciğer kanseri nedeni ile yaşamını kaybetmiştir. Akciğer kanseri, karaciğer ve pankreas kanseri ile birlikte en düşük sağkalım oranlarından birine sahiptir.", "question": "Akciğer kanseri sağkalım oranı bakımından hangi diğer kanser türleri ile benzerlik gösterir?", "answers": { "text": [ "karaciğer ve pankreas kanseri" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Tümörlerin tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nedir?", "answers": { "text": [ "nöropatolojik değerlendirme" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Neden tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir?", "answers": { "text": [ "biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Glioma derecelerini ayırt etmek için neye ihtiyaç vardır?", "answers": { "text": [ "invaziv olmayan bir desteğe" ], "answer_start": [ 498 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir" ], "answer_start": [ 611 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Tümörlerin tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi ne zaman önemlidir?", "answers": { "text": [ "operasyon öncesinde" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Glial tümör tanısında standart değerlendirme kriteri nedir?", "answers": { "text": [ "nöropatolojik değerlendirme" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Biyopsi, neden yanlış negatif tanıya yol açabilir?", "answers": { "text": [ "eksik doku örneği" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Glioma derecelerini ayırt etmek için neye ihtiyaç duyulmaktadır?", "answers": { "text": [ "invaziv olmayan bir desteğe" ], "answer_start": [ 498 ] } }, { "context": "Tümörlerin operasyon öncesinde tiplendirilmesi ve derecelendirilmesi tedavi şeklini belirlemede, operasyon planında, biyopsi yapılacak tümör bölgesinin belirlenmesinde önem arz etmektedir. Glial tümör tanısında ve derecelendirmede mevcut standart kriter nöropatolojik değerlendirmedir. Bununla birlikte, tüm hastalar cerrahi rezeksiyon için uygun değildir ve biyopsi, eksik doku örneği nedeniyle yanlış negatif tanıya yol açabilir. İlk tanıda ve klinik takipte glioma derecelerini ayırt etmek için invaziv olmayan bir desteğe ihtiyaç vardır. Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar; doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir. Bu nedenle görüntüleme önem kazanmaktadır.", "question": "Beyin tümörü olan vakalarda sağ kalımı etkileyen en önemli unsurlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "doğru tanı- derecelendirme ile uygun tedaviyi belirlemektir" ], "answer_start": [ 611 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "Adli olgu olarak değerlendirilen yaralanmalar nasıl meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu" ], "answer_start": [ 108 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "Ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar hangi tür olgular olarak değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "adli" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "Adli olgular arasında hangi tür kazalar yer alır?", "answers": { "text": [ "trafik kazaları" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "İntoksikasyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "ilaç, insektisit, boğucu gazlar" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "Mekanik asfiksi olguları hangi tür olayları içerir?", "answers": { "text": [ "tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma" ], "answer_start": [ 653 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "Adli olgular arasında hangi tür saldırı iddiaları bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "cinsel" ], "answer_start": [ 840 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "Adli olgular arasında hangi tür istismar şüpheleri yer alır?", "answers": { "text": [ "yaşlı" ], "answer_start": [ 915 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "İşkence iddiaları hangi tür olgular arasında değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "adli" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "Ceza evindeki ölümler hangi tür olgular arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "adli" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Bir dış etken sonucu meydana gelen tüm yaralanmalar adli olgu olarak değerlendirilmektedir. Bu yaralanmalar başkası tarafından aktif ya da pasif meydana gelebileceği gibi kazaya bağlı ya da kişinin kendi eylemi sonucu da meydana gelebilir. Adli olgular; ateşli silah ve patlayıcı madde ile olan yaralanmalar, kesici-delici, kesici-ezici alet yaralanmaları, trafik kazaları, düşmeler, darp olguları, iş kazaları, intoksikasyonlar (ilaç, insektisit, boğucu gazlar), yanıklar (alev, kızgın cisim, yakıcı aşındırıcı, kimyasal madde), elektrik ve yıldırım çarpmaları, sindirim kanalına oral ya da anal yoldan yabancı cisim girmesi, mekanik asfiksi olguları, tıkama, tıkanma, boğulma (ası, elle, iple boğulma), diri gömülme, suda boğulma, her türlü intihar girişimi, işkence iddiaları, tüm cinayet, kaza orijinli olduğundan şüphe edilen ölümler, cinsel saldırı iddiaları, çocuk istismar ve ihmal şüphesi bulunan olgular, yaşlı istismarı şüphesi bulunan olgular, gözaltında veya ceza evindeki ölümler.", "question": "Sindirim kanalına yabancı cisim girmesi hangi tür adli olgu olarak değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "mekanik asfiksi olguları" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Hipoksi nedir?", "answers": { "text": [ "oksijen basıncının azalması" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Kandaki oksijen seviyesinde düşme durumuna ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "hipoksemi" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Hipoksi hangi türlere ayrılır?", "answers": { "text": [ "atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi" ], "answer_start": [ 175 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Atmosferik hipoksi nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "solunan O2 miktarının azalmasıyla" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Hipoksiye karşı en duyarlı doku hangisidir?", "answers": { "text": [ "merkezi sinir sistemidir" ], "answer_start": [ 719 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Oksijen yetersizliği hangi damarların genişlemesine neden olur?", "answers": { "text": [ "koroner ve serebral" ], "answer_start": [ 767 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Hipoksi durumunda ne meydana gelir?", "answers": { "text": [ "kalp durması" ], "answer_start": [ 992 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Hipoksi sonucu ciltte ne oluşur?", "answers": { "text": [ "siyanoz" ], "answer_start": [ 1180 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Hücresel ölüm süresi neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine" ], "answer_start": [ 1342 ] } }, { "context": "Hipoksi, vücut içinde veya dışında herhangi bir yerde oksijen basıncının azalması anlamına gelir. Eğer kandaki oksijen seviyesinde düşme olursa buna hipoksemi denir. Hipoksi, atmosferik, alveolar, hemoglobik, stagnant, histotoksik ve demand hipoksi olarak sınıflandırılır. Atmosferik hipoksi, solunan O2 miktarının azalmasıyla, alveolar hipoksi, pnömoni gibi durumlara bağlı olarak alveollerdeki eksudatla, hemoglobik hipoksi, kansızlık nedeniyle hemoglobin azalmasıyla, stagnant hipoksi, anormal kan sirkülasyonu durumlarında, histotoksik hipoksi, hücrelerin O2'den yararlanamamasıyla, demand hipoksi ise organizmanın yüksek O2 gereksiniminin karşılanamaması durumlarında ortaya çıkar. Hipoksiye karşı en duyarlı doku merkezi sinir sistemidir. Oksijen yetersizliği, koroner ve serebral damarların genişlemesine ve kalp atım sayısının artmasına neden olur. Kapiller damarlar ise hipoksiye karşı çok duyarlıdır ve oksijen yokluğu sürdüğünde kan basıncında düşüş, pulsasyon sayısında azalma ve kalp durması meydana gelir. Ayrıca hipoksi, karaciğer, böbrek ve adrenal bezler gibi organlar üzerinde de etkili olup, kandaki hücrelerde değişimlere neden olabilir. Hipoksi sonucu ciltte siyanoz oluşur, hipotansiyona yanıt olarak nabız artar, beyin kan akımı ve beyin omurilik sıvısı basıncı artar, solunum hızlanıp derinleşir. Hücresel ölüm süresi dokunun metabolik ihtiyaçlarına, oksijen ve enerji depolarına ve anaerobik kapasitesine bağlıdır. Hipoksi durumu, aerobik metabolizmada kesintilere ve hücresel disfonksiyona neden olur.", "question": "Hipoksi durumu hangi metabolik süreçlerde kesintilere neden olur?", "answers": { "text": [ "aerobik" ], "answer_start": [ 1409 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial polipler neyin üzerinde epitel ile kaplıdır?", "answers": { "text": [ "endometrial bezler ve fibrotik stroma" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial polipler nasıl yapılar şeklinde olur?", "answers": { "text": [ "Yumuşak ve dolgun" ], "answer_start": [ 100 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial poliplerin boyutları ne kadar olabilir?", "answers": { "text": [ "birkaç milimetreden birkaç santimetreye" ], "answer_start": [ 229 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial polipler uterusta nerede yer alabilir?", "answers": { "text": [ "korpus veya servikal bölgesinde" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial polipler ne tür yapılar şeklinde uterin kaviteye çıkıntı yapar?", "answers": { "text": [ "Yumuşak ve dolgun" ], "answer_start": [ 100 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial poliplerin ölçüleri ne kadar olabilir?", "answers": { "text": [ "birkaç milimetreden birkaç santimetreye" ], "answer_start": [ 229 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial poliplerin kaplandığı epitel hangi yapılardan oluşur?", "answers": { "text": [ "endometrial bezler ve fibrotik stroma" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial polipler nasıl yapılar olabilir?", "answers": { "text": [ "saplı veya sesil" ], "answer_start": [ 298 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial polipler hangi bölgelerde bulunabilir?", "answers": { "text": [ "uterusun korpus veya servikal" ], "answer_start": [ 334 ] } }, { "context": "Endometrial polipler, endometrial bezler ve fibrotik stromadan oluşur ve üzeri epitel ile kaplıdır. Yumuşak ve dolgun yapılar şeklinde uterin kaviteye doğru çıkıntı şeklinde olurlar. Endometrial polipler tek veya çoklu olabilir, birkaç milimetreden birkaç santimetreye kadar ölçülebilir (0,5-4cm), saplı veya sesil olabilir. Polipler uterusun korpus veya servikal bölgesinde yer alabilirler.", "question": "Endometrial poliplerin kaplandığı yüzey nedir?", "answers": { "text": [ "epitel" ], "answer_start": [ 79 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç nedir?", "answers": { "text": [ "minimal morbidite ile maksimum taşsızlık" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda ne gibi gelişmeler kaydedilmiştir?", "answers": { "text": [ "büyük gelişmeler" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "Birkaç dekat önce böbrek taşları nasıl tedavi edilmekteydi?", "answers": { "text": [ "açık ameliyatla" ], "answer_start": [ 223 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "Bugün böbrek taşları hangi yöntemlerle tedavi edilmektedir?", "answers": { "text": [ "PNL ve RİRC" ], "answer_start": [ 314 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "Uygun tedaviyi seçmek için neyi bilmek gereklidir?", "answers": { "text": [ "böbrek anatomisi" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "PNL ve RİRC nedir?", "answers": { "text": [ "minimal invaziv yöntemlerle" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "Birkaç dekat önce böbrek taşları hangi yöntemle tedavi edilmekteydi?", "answers": { "text": [ "açık ameliyatla" ], "answer_start": [ 223 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "Teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları hangi yöntemlerle tedavi edilmektedir?", "answers": { "text": [ "PNL ve RİRC" ], "answer_start": [ 314 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "Uygun tedaviyi seçmek için hangi faktörler bir arada değerlendirilmelidir?", "answers": { "text": [ "taşla ilişkili faktörleri" ], "answer_start": [ 460 ] } }, { "context": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç minimal morbidite ile maksimum taşsızlık sağlamaktır. Böbrek taş hastalıklarının tedavisinde son yıllarda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Birkaç dekat önce, böbrek taşları sadece açık ameliyatla tedavi edilmekteyken bugün artık teknolojinin gelişmesi ile böbrek taşları PNL ve RİRC gibi minimal invaziv yöntemlerle tedavi edilmektedir. Uygun tedaviyi seçmek için böbrek anatomisini iyi bilmek, hastanın kliniğini ve taşla ilişkili faktörleri (sayı, boyut, kompozisyon, lokalizasyon) bir arada değerlendirmek gereklidir.", "question": "Böbrek taşlarının tedavisindeki temel amaç nedir?", "answers": { "text": [ "minimal morbidite ile maksimum taşsızlık" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE nedir?", "answers": { "text": [ "kronik otoimmün bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE’de hangi antijenlere karşı otoantikor gelişimi karakteristiktir?", "answers": { "text": [ "hücre çekirdeğindeki" ], "answer_start": [ 109 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE’de otoantikor gelişimi hangi antikor türü ile karakteristiktir?", "answers": { "text": [ "ANA" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE'de otoantikor gelişimi hangi antijenlere karşı oluşur?", "answers": { "text": [ "hücre çekirdeğindeki" ], "answer_start": [ 109 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE’nin etyolojisinde hangi faktörlerin etkisi söz konusudur?", "answers": { "text": [ "genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE’nin seyri nasıldır?", "answers": { "text": [ "remisyon ve alevlenmeler" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE'de otoantikorlar hangi antijenlere karşı gelişir?", "answers": { "text": [ "farklı otoantijenlere" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE’nin etyolojisi nedir?", "answers": { "text": [ "tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE'nin karakteristik özelliği nedir?", "answers": { "text": [ "hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi" ], "answer_start": [ 109 ] } }, { "context": "SLE multisistemik tutulum yapan, remisyon ve alevlenmelerle seyreden kronik otoimmün bir hastalıktır. SLE’de hücre çekirdeğindeki antijenlere karşı otoantikor gelişimi (ANA) karakteristik olmakla birlikte farklı otoantijenlere karşı gelişen çok çeşitli otoantikorlar söz konusudur. Hastalığın etyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik faktörlerin birlikte etkisi söz konusudur.", "question": "SLE'nin etyolojisinde hangi faktörler etkilidir?", "answers": { "text": [ "genetik, çevresel, hormonal ve epigenetik" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında temel standartların sağlanmasının amacı nedir?", "answers": { "text": [ "hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım hangi kuruluş tarafından standardize edilmiştir?", "answers": { "text": [ "American Society of Anesthesiologists (ASA)" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Türkiye'de ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz hangi yıl yayımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "2015" ], "answer_start": [ 348 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır" ], "answer_start": [ 618 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Güvenli ameliyathane dışı anestezi uygulaması nasıl sağlanabilir?", "answers": { "text": [ "uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi" ], "answer_start": [ 703 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardizasyonu hangi yılda düzenlenmiştir?", "answers": { "text": [ "1994" ], "answer_start": [ 144 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında güvenli uygulamanın sağlanması kimin sorumluluğundadır?", "answers": { "text": [ "anestezistin" ], "answer_start": [ 853 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Türkiye'de ameliyathane dışı anestezi uygulamalarıyla ilgili kılavuz hangi dernek tarafından yayımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği" ], "answer_start": [ 361 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında hangi yıl ASA tarafından donanım standardize edilmiştir?", "answers": { "text": [ "1994" ], "answer_start": [ 144 ] } }, { "context": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında, hasta güvenliğini göz ardı etmeden işlemleri uygulamak için temel standartların sağlanması gerekir. 1994 yılında American Society of Anesthesiologists (ASA) tarafından, ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım standardize edilmiş, 2013 yılında da yeniden düzenlenmiştir. Türkiye’de ise 2015 yılında Türk Anesteziyoloji ve Reanimasyon Derneği (TARD) tarafından ameliyathane dışı anestezi uygulamalarına ilişkin kılavuz yayımlanmıştır. Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında preoperatif değerlendirme ve işlem için uygun anestezi tekniğinin planlanması, girişimin başarısını artırırken hasta güvenliğini de artırır. Güvenli uygulama ancak uygun ortam, uygun ekipman ve uygun anestezi tekniğinin belirlenmesi ile sağlanabilir. Anestezinin uygulanabilir standartlarda uygulanması, tamamıyla anestezistin sorumluluğundadır.", "question": "Ameliyathane dışı anestezi uygulamalarında gerekli donanım hangi kuruluş tarafından standart hale getirilmiştir?", "answers": { "text": [ "American Society of Anesthesiologists (ASA)" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "Travmatik beyin hasarı (TBH) nedir?", "answers": { "text": [ "beynin normal işlevinin bozulması" ], "answer_start": [ 104 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "Travmatik darbe yaralanmaları nasıl tanımlanabilir?", "answers": { "text": [ "kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici)" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "Epidemiolojik çalışmalarda veriler hangi üç kaynaktan elde edilmektedir?", "answers": { "text": [ "hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri" ], "answer_start": [ 317 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "Hafif şiddette kafa travması geçiren yaşlı hastaların verileri neden zor toplanmaktadır?", "answers": { "text": [ "hastaneye başvurmaması" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "Travmatik beyin hasarının dahil edilme kriterleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması" ], "answer_start": [ 610 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "TBH'nin dahil edilme kriterleri arasında hangi beyin görüntüleme yöntemi kullanılır?", "answers": { "text": [ "BT" ], "answer_start": [ 672 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "Travmatik darbe yaralanmaları hangi iki ana kategoriye ayrılır?", "answers": { "text": [ "kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici)" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "Epidemiolojik çalışmalarda verilerin elde edilmesinde hangi zorluk yaşanmaktadır?", "answers": { "text": [ "hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "Hafif kafa travması geçiren yaşlı hastaların verileri neden zor toplanır?", "answers": { "text": [ "hastaneye başvurmaması" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Travmatik beyin hasarı (TBH), kafaya darbe, sarsıntı veya normali bozan delici bir kafa yaralanması ile beynin normal işlevinin bozulmasıdır. Travmatik darbe yaralanmaları kapalı (penetran olmayan) veya açık (delici) olarak tanımlanabilir. Epidemiolojik çalışmalarda verilerin üç kaynaktan elde edildiği görülmüştür: hastane başvurusu veya taburculuk kayıtları, acil servis kayıtları ve ölüm bildirimleri. Ancak hafif şiddette kafa travması geçiren veya evde yaralanan yaşlı hastaların hastaneye başvurmaması nedeniyle verilerin toplanmasında zorluk yaşanmaktadır. Yanı sıra, dahil edilme kriterleri açısından travma sonrası amnezi, konfüzyon ve bilgisayarlı tomografide (BT) beyin hasarı bulgularının varlığı veya Glasgow Koma Skorunun (GKS) 8 veya daha düşük veya 12 veya daha düşük olması gibi farklı kriterler kullandığı görülmektedir.", "question": "TBH'nin dahil edilme kriterleri arasında hangi skor kullanılır?", "answers": { "text": [ "Glasgow Koma Skoru" ], "answer_start": [ 715 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Herediter mide kanseri hangi diğer kanserle birlikte görülebilir?", "answers": { "text": [ "kolorektal kanser" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Mide kanseri için hangi genetik sendrom risk faktörüdür?", "answers": { "text": [ "Li-Fraumeni sendromu" ], "answer_start": [ 173 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Mide kanseri için hangi kan grubu risk faktörüdür?", "answers": { "text": [ "A kan grubu" ], "answer_start": [ 194 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Mide kanseri için çevresel faktörlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Hp enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Aşırı tuz alımı hangi yiyeceklerle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "tuzlu, turşulu yiyecekler" ], "answer_start": [ 308 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Mide kanseri risk faktörlerinden biri olan diyet unsurları nelerdir?", "answers": { "text": [ "nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar" ], "answer_start": [ 336 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Mide kanseri risk faktörlerinden biri olan enfeksiyon hangisidir?", "answers": { "text": [ "Epstein-Barr virüs enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 541 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Mide kanseri için predispozan durumlardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "Kronik gastrit" ], "answer_start": [ 616 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Post-gastrektomi remnant mide hangi durumlarda risk faktörüdür?", "answers": { "text": [ "mide kanseri" ], "answer_start": [ 41 ] } }, { "context": " Genetik ve Moleküler Biyoloji Herediter mide kanseri Herediter non-polipozis kolorektal kanser birlikteliği Familyal adenomatöz polipozis koli ve mide kanseri birlikteliği Li-Fraumeni sendromu A kan grubu Genetik anormallikler ve moleküler biyoloji Çevresel Faktörler Hp enfeksiyonu Diyet: Aşırı tuz alımı (tuzlu, turşulu yiyecekler), nitrat/nitrit, N-nitrozo bileşikleri, heterosiklik aminler, diyette taze meyve, sebze, A ve C vitamin eksikliği, dondurulmuş gıdalar Yaşanılan fiziksel çevre Düşük sosyo-ekonomik durum Sigara içimi Meslek Epstein-Barr virüs enfeksiyonu Radyasyona maruz kalma Predispozan Durumlar Kronik gastrit, özellikle atrofik gastrit (intestinal metaplazi eşliğinde veya olmaksızın) Pernisiyöz anemi İntestinal metaplazi Gastrik adenomatöz polip (>2 cm) Post-gastrektomi remnant mide Gastrik epitelyal displazi Menetrier hastalığı (hipertrofik gastropati) Kronik gastrik ülser Barrett özefagusu (kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri)", "question": "Barrett özefagusu hangi kanser türleriyle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "kardiya ve gastroözofageal bileşke kanserleri" ], "answer_start": [ 920 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda klinik görünümde hangi duygudurum gözlenebilir?", "answers": { "text": [ "çökkün" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda düşünce içeriğinde hangi olumsuz duygular yer alabilir?", "answers": { "text": [ "suçluluk ve değersizlik düşünceleri" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda bilişsel bozukluklar arasında ne yer alabilir?", "answers": { "text": [ "düşünce süreci ve akışında yavaşlama" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda hangi tür düşünceler ve girişimler olabilir?", "answers": { "text": [ "intihar" ], "answer_start": [ 319 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda hangi bilişsel zorluklar yaşanabilir?", "answers": { "text": [ "konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda ruhsal şikayetlere hangi bedensel belirtiler eşlik edebilir?", "answers": { "text": [ "iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri" ], "answer_start": [ 531 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda hangi davranışsal belirtiler gözlenebilir?", "answers": { "text": [ "Psikomotor retardasyon veya ajitasyon" ], "answer_start": [ 667 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda algıda hangi tür problemler olabilir?", "answers": { "text": [ "algıda bozulma" ], "answer_start": [ 404 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda iştahta nasıl değişiklikler olabilir?", "answers": { "text": [ "iştahta azalma veya artış" ], "answer_start": [ 531 ] } }, { "context": "Depresyonda klinik görünümde çökkün duygudurum, anhedoni, ilgide azalma, sıkıntı hissi ve bunaltı, bilişsel bozukluklar, düşünce süreci ve akışında yavaşlama, düşünce içeriğinde suçluluk ve değersizlik düşünceleri, olumsuz düşünceler, umutsuzluk, kararsızlık, hipokondriyak uğraşılar, obsesif ruminasyonlar ve fobiler, intihar düşünceleri ve/veya girişimleri, konsantrasyon güçlüğü, bellek bozuklukları, algıda bozulma, dikkat problemleri olabilir. Bunların yanı sıra ruhsal şikayetlere bedensel belirtiler sıklıkla eşlik etmekte; iştahta azalma veya artış, enerji azlığı ve kilo kaybı veya kilo alma, cinsel istek kaybı, uyku düzensizlikleri ortaya çıkabilmektedir. Psikomotor retardasyon veya ajitasyon şeklinde davranışsal belirtiler de gözlenebilmektedir.", "question": "Depresyonda düşünce süreci nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "akışında yavaşlama" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Atopik dermatitte tedavinin asıl amacı nedir?", "answers": { "text": [ "akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Atopik dermatit tedavisi kaç kısımdan oluşur?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Atopik dermatitin topikal tedavisi hangi 3 ana grupta toplanabilir?", "answers": { "text": [ "1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Topikal tedavide inflamasyonun kontrolü için hangi ajanlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "Topikal kortikosteroidler" ], "answer_start": [ 423 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Topikal tedavi ile kontrol edilemeyen atopik dermatit hangi durumlarda sistemik tedavi gerektirir?", "answers": { "text": [ "orta ve şiddetli" ], "answer_start": [ 610 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Sistemik tedavide hangi tedavi yöntemleri kullanılır?", "answers": { "text": [ "Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab" ], "answer_start": [ 688 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Atopik dermatitte cildin bariyer fonksiyonunu güçlendirmek hangi tedavi grubuna girer?", "answers": { "text": [ "Topikal tedavi" ], "answer_start": [ 241 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Sistemik tedavide kullanılan biyolojik ajanlardan bazıları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab" ], "answer_start": [ 1021 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Topikal tedavi ile kontrol altına alınamayan atopik dermatit durumunda hangi tedavi yöntemleri kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar" ], "answer_start": [ 748 ] } }, { "context": "Atopik dermatitte tam olarak kür elde edilememesi nedeniyle tedavinin asıl amacı akut atakların ve semptomların baskılanması ve hastalığın uzun süreli kontrol altına alınmasıdır. Tedavi topikal ve sistemik tedavi olarak iki kısımdan oluşur. Topikal tedavi, atopik dermatitin topikal tedavisi temel olarak 3 ana grupta toplanabilir. 1) Cildin bariyer fonksiyonunun güçlendirilmesi 2) İnflamasyonun kontrol altına alınması - Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri 3) Stafilokok kolonizasyonunun tedavisi. Sistemik tedavi, topikal tedavi ile hastalığın tam olarak kontrol altına alınamadığı orta ve şiddetli hastalarda sistemik tedavi gereksinimleri ortaya çıkabilir - Fototerapi ve fotokemoterapi - Sistemik antihistaminikler - Sistemik antimikrobiyaller - İmmünomodülatör ajanlar - Sistemik steroid - Siklosporin A - Azatioprin - Mikofenolat mofetil - Metotreksat - İnterferon gama - Lökotrien inhibitörleri - Oral kalsinorin inhibitörü - Kriserebol (fosfodiesteraz inhibitörü) - Biyolojik ajanlar - Dupilumab - Omalizumab - Ustekinumab - Rituksimab", "question": "Topikal tedavide hangi ajanlar inflamasyon kontrolü sağlar?", "answers": { "text": [ "Topikal kortikosteroidler - Topikal kalsinörin inhibitörleri" ], "answer_start": [ 423 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer kelimesi hangi İngilizce kelimeden türemiştir?", "answers": { "text": [ "excited dimer" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer lazerde en çok kullanılan gaz nedir?", "answers": { "text": [ "Argon Florur" ], "answer_start": [ 688 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer lazerde ArF kombinasyonunun dalga boyu nedir?", "answers": { "text": [ "193 nm" ], "answer_start": [ 723 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer lazerde ArF kombinasyonu neden tercih edilmektedir?", "answers": { "text": [ "yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması" ], "answer_start": [ 752 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer lazerde kullanılan diğer gazlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm" ], "answer_start": [ 992 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer lazerde Kripton Klorur (KrCl) gazının dalga boyu nedir?", "answers": { "text": [ "222nm" ], "answer_start": [ 1015 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer lazerde Ksenon Klorur (XeCl) gazının dalga boyu nedir?", "answers": { "text": [ "308nm" ], "answer_start": [ 1101 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer lazerde foton emisyonu hangi elektromagnetik spektrum bandındadır?", "answers": { "text": [ "ultraviole (UV)" ], "answer_start": [ 621 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer lazerde Kripton Florur (KrF) gazının dalga boyu nedir?", "answers": { "text": [ "249nm" ], "answer_start": [ 1044 ] } }, { "context": "Excimer kelimesi İngilizce ‘excited dimer’ kelimesinden köken almaktadır. Basınç veya yüksek voltaj ile uyarılmış durumda birbirine bağlı olan biri aktif bir halojen diğeri asal olan iki atomlu molekülü ifade eder. Bu hibrid molekül pikosaniyeler içinde oluşur ve bozulması da aynı sürede gerçekleşir. Bu da çok yüksek enerjili foton emisyonunu sağlar. Lazer kafası kavitesi içerisindeki yarı transparan aynalar (rezonatörler) sayesinde birim hacmindeki tüm gaz atomları bu indüksiyondan etkilenerek zincirleme bir reaksiyon oluşturur ve çok yüksek bir çıkış enerjisi yakalanır. Foton emisyonu elektromagnetik spektrumun ultraviole (UV) bandındadır. Excimer lazerde en çok kullanılan gaz Argon Florur (ArF)’dir. Dalga boyu 193 nm’dir. ArF kombinasyonu yüksek enerjili fotonlar içermesi, komşu dokuya zayıf geçiş ve düşük termal etkisi, düzenli etki yüzeyi, su ile güçlü absorpsiyonu ve mutajen olmaması gibi özellikleri nedeni ile tercih edilmektedir. Diğer gazlar ve dalga boyları şöyledir; Kripton Klorur (KrCl): 222nm, Kripton Florur (KrF): 249nm, Ksenon Florur (XeF): 351nm, Ksenon Klorur (XeCl): 308nm.", "question": "Excimer lazerde Ksenon Florur (XeF) gazının dalga boyu nedir?", "answers": { "text": [ "351nm" ], "answer_start": [ 1072 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum nedir?", "answers": { "text": [ "idiyopatik göğüs ağrısı" ], "answer_start": [ 37 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "İdiyopatik göğüs ağrısının sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%12-85" ], "answer_start": [ 73 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla hangi tür ağrı olarak düşünülür?", "answers": { "text": [ "kas iskelet sistemi" ], "answer_start": [ 122 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "Hangi patoloji saptanamayan hastalarda farklı sistem patolojileri bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "kardiyak" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "İdiyopatik göğüs ağrıları kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda hangi patolojiler bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "farklı sistem patolojileri" ], "answer_start": [ 256 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "Çocuklarda idiyopatik göğüs ağrısının sıklığı kaçtır?", "answers": { "text": [ "%12-85" ], "answer_start": [ 73 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "İdiyopatik göğüs ağrıları genellikle ne olarak düşünülür?", "answers": { "text": [ "kas iskelet sistemi ağrısı" ], "answer_start": [ 122 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "Farklı sistem patolojileri hangi durumlarda bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "İdiyopatik göğüs ağrısı çoğunlukla ne olarak düşünülür?", "answers": { "text": [ "kas iskelet sistemi ağrısı" ], "answer_start": [ 122 ] } }, { "context": "Çocuklarda en sık karşılaşılan durum idiyopatik göğüs ağrısıdır. Sıklığı %12-85'tir. İdiyopatik göğüs ağrıları çoğunlukla kas iskelet sistemi ağrısı olarak düşünülse de, kardiyak patoloji saptanamayan ve ek şikayeti olmayan hastalarda yapılan çalışmalarda farklı sistem patolojileri de bulunmuştur.", "question": "Kardiyak patoloji saptanamayan hastalarda ne bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "farklı sistem patolojileri" ], "answer_start": [ 256 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "Parathormon hangi bezlerde sentezlenir ve salgılanır?", "answers": { "text": [ "paratiroid bezleri" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "Parathormonun molekül ağırlığı nedir?", "answers": { "text": [ "9500 dalton" ], "answer_start": [ 105 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma nedir?", "answers": { "text": [ "plazma Ca++ düzeyindeki değişiklikler" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "PTH'nin böbreklerde temel etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "Ca+2’un geri emilimini artırmaktır" ], "answer_start": [ 530 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "PTH, böbreklerde hangi süreçleri etkileyerek fosfat transportunu inhibe eder?", "answers": { "text": [ "proksimal ve distal tübülüsleri" ], "answer_start": [ 648 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "PTH'nin kemikler üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesi" ], "answer_start": [ 881 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "Aktif D vitamini gastrointestinal sistemden neyin emilimini sağlar?", "answers": { "text": [ "Ca+2 ve P" ], "answer_start": [ 1115 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış neyi baskılar?", "answers": { "text": [ "PTH salgısı" ], "answer_start": [ 1296 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "PTH'nin temel etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulması" ], "answer_start": [ 1503 ] } }, { "context": "Parathormon, paratiroid bezlerinde sentezlenen ve salgılanan ve 84 aminoasitten oluşan tek zincir yapıda 9500 dalton molekül ağırlığına sahip protein yapıda bir hormondur. Parathormon salgılanmasını düzenleyen en önemli mekanizma plazma Ca++ düzeyindeki değişikliklerdir. Paratiroid hücreleri hücre zarında yer alan Ca+2 algılayan reseptörler aracılığı ile bu yanıtı gerçekleştirirler. Bu mekanizma iskelet sisteminde ve böbrekte direkt olarak, sindirim sisteminde ise indirekt olarak etki eder. PTH’nin böbreklerde temel etkisi, Ca+2’un geri emilimini artırmaktır. PTH böbreklerde kalsiyumun distal renal tubuluslardan geri emilimini uyarır. PTH, proksimal ve distal tübülüsleri etkileyerek Na/Ca+2 bağımlı fosfat transportunu inhibe eder ve böylece P sekresyonunu artırır. Glomerüler filtrasyona uğrayan inorganik fosforun %85- 90’ı reabsorbe olur. Kemikler üzerine etkisini ise rezorbsiyonu aktive ederek dolaşıma Ca+2 ve fosfat (P) geçmesini sağlayarak yapmaktadır. PTH, D vitamininin aktif metaboliti olan 1,25 dihidroksi D vitamin sentezini uyarmaktadır. Aktif D vitamini ise gastrointestinal sistemden (GİS) Ca+2 ve P emilimi sağlamaktadır. PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyi düzenlemek için ortak çalışmaktadırlar. Ekstrasellüler sıvıdaki iyonize Ca+2 miktarındaki artış PTH salgısını baskılayıcı yönde etki eder. Böylece böbrekten kalsiyum atılımını uyarılır. Sonuç olarak PTH, renal fosfat atılımına, kemik dokusundan kalsiyum salınımına ve GİS’ten Ca+2 emilimine etki ederek iyonize Ca+2 düzeyini normal sınırlarda tutulmasını sağlar.", "question": "PTH ve 1,25 dihidroksi D vitamini serum Ca+2 düzeyini düzenlemek için nasıl çalışırlar?", "answers": { "text": [ "ortak" ], "answer_start": [ 1216 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hangi hastaların % kaçında görülebilir?", "answers": { "text": [ "%15" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "PAH hangi arterlerdeki intimal kalınlaşma ve fibrozis ile ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "pulmoner arterlerde" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan hangi düzeyin artması patogeneze katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "endotelin-1" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "PAH tanısında altın standart yöntem nedir?", "answers": { "text": [ "sağ kalp kateterizasyonu" ], "answer_start": [ 976 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "İstirahat pulmoner arter basıncı kaç mmHg ve üzeri olduğunda PAH tanısı konur?", "answers": { "text": [ "≥ 25" ], "answer_start": [ 1038 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "Egzersiz sırasında pulmoner arter basıncı kaç mmHg ve üzeri olduğunda PAH tanısı konur?", "answers": { "text": [ "≥ 30" ], "answer_start": [ 1085 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "PAH tanısı için hangi görüntüleme yöntemi kolay ulaşılabilir olarak belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "ekokardiyografi" ], "answer_start": [ 770 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "Hastalarda semptom olmasa bile yılda bir kez hangi yöntemle PAH açısından taranmaları önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "ekokardiyografi" ], "answer_start": [ 770 ] } }, { "context": "Pulmoner arteriyel hipertansiyon (PAH) hastaların %15 kadarında görülebilmekte ve mortal olabilmektedir. Hastalığın patogenezindeki endotel hasarı, intimal kalınlaşma ve fibrozisin pulmoner arterlerde görülmesiyle PAH ortaya çıkar. Ayrıca interstisyel akciğer hastalığına ve kardiyak patolojilere ikincil olarak da ortaya çıkabilir. Pulmoner vasküler yatakta etkin bir vasokonstriktör olan endotelin-1 düzeyinin artması da patogeneze katkıda bulunur. İç organ tutulumu daha fazla olan diffüz hastalığın aksine sınırlı hastalıkta PAH sıklığı kısmen artmıştır. Sistemik skleroz hastalarında PAH düşündürecek klinik bulgular ise; nefes darlığı, göğüs ağrısı, halsizlik, yorgunluk gibi semptomlardır. İleri aşamada ise ciddi sağ kalp yetmezliği gelişebilir. PAH tanısı için ekokardiyografi kolay ulaşılabilir bir yöntemdir. Ancak tanıda altın standart pulmoner arteriyel hipertansiyonu diğer pulmoner hipertansiyon nedenlerinden (sistolik veya diyastolik disfonksiyon vb.) ayıran sağ kalp kateterizasyonudur. İstirahat pulmoner arter basıncı ≥ 25 mmHg veya egzersiz pulmoner arter basıncı ≥ 30 mmHg olması durumunda PAH tanısı konur. Prognozu olumsuz yönde etkileyen bir komplikasyon olmasından ötürü hastalarda semptom olmasa bile hastaların yılda bir kez ekokardiyografi ile PAH açısından taranmaları önerilmektedir. Tedavide ise kalsiyum kanal blokerleri (amlodipin, nifedipin, diltiazem) endotelin reseptör antagonistleri (bosentan, ambrisentan ve macitentan), prostasiklin analogları ve fosfodiesteraz-5 inhibitörleri (sildenafil, tadalafil) ve kombinasyonlarının kullanımı önerilmektedir. Ayrıca riociguat, çözünebilir guanilat siklaz stimülatörü olarak kılavuzlarda önerilmektedir.", "question": "PAH tedavisinde kullanılan kalsiyum kanal blokerlerine örnek olarak hangi ilaçlar verilmiştir?", "answers": { "text": [ "amlodipin, nifedipin, diltiazem" ], "answer_start": [ 1355 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "KOAH alevlenmeleri hangi iki faktörle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ı hangi enfeksiyonlarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "bakteriyel" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %30'u hangi enfeksiyonlarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "solunum yolu viral enfeksiyonları" ], "answer_start": [ 195 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmeleri üzerindeki etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "Pnömokok aşısı KOAH hastalarında hangi durumu azaltır?", "answers": { "text": [ "pnömokok pnömonisini" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "Güncel GOLD rehberinde tüm KOAH hastalarında hangi aşının yapılması önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "grip" ], "answer_start": [ 541 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "Hangi yaş grubundaki tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "≥65" ], "answer_start": [ 593 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH'lılarda hangi aşı önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "polisakkarit pnömokok" ], "answer_start": [ 633 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "Pnömokok pnömonisini azaltan aşı nedir?", "answers": { "text": [ "pnömokok aşısı" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "KOAH alevlenmeleri çoğunlukla trakeobronşiyal enfeksiyonlar ve hava kirliliği ile ilişkilidir. Enfeksiyöz KOAH alevlenmelerinin %40-60'ının bakteriyel enfeksiyonlarla ilişkili olduğu ve %30'unun solunum yolu viral enfeksiyonları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. İnfluenza aşılanmasının KOAH alevlenmelerinden dolayı ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm oranlarını azalttığı, pnömokok aşısının ise KOAH hastalarında pnömokok pnömonisini azalttığı gösterilmiştir. Güncel GOLD rehberinde ciddi hastalığı azaltmak için tüm KOAH hastalarında grip aşısı yapılması önerilmektedir. Benzer şekilde ≥65 yaş tüm KOAH hastalarına konjuge ve polisakkarit pnömokok aşıları önerilmektedir. Önemli komorbiditesi olan 65 yaş altı KOAH‘lılarda da polisakkarit pnömokok aşısı önerilmektedir.", "question": "İnfluenza aşısı KOAH hastalarında hangi durumları azaltır?", "answers": { "text": [ "ayakta tedavi, hastaneye yatış ve ölüm" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "Meme kanseri tedavisinde hangi faktörler önemlidir?", "answers": { "text": [ "kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "Tedavi kararı nasıl verilir?", "answers": { "text": [ "hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır" ], "answer_start": [ 198 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "Erken evre meme kanserinde hangi tedavi yöntemleri uygulanır?", "answers": { "text": [ "lokal tedavi yöntemleri" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak" ], "answer_start": [ 514 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek için hangi yöntem kullanılır?", "answers": { "text": [ "radyoterapi" ], "answer_start": [ 740 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "Sistemik tedavi yöntemleri ne zaman kullanılır?", "answers": { "text": [ "ileri evre ya da metastatik meme kanserinde" ], "answer_start": [ 820 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "Sistemik tedavi yöntemlerine hangi tedaviler dahildir?", "answers": { "text": [ "kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapi" ], "answer_start": [ 1038 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "HR, HER2 pozitif meme kanserinde hangi hormonoterapi yöntemleri kullanılır?", "answers": { "text": [ "Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen" ], "answer_start": [ 1147 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "Premenopozal hastalarda hangi hormonoterapi yöntemi öncelikli tercih edilir?", "answers": { "text": [ "tamoksifen" ], "answer_start": [ 1210 ] } }, { "context": "Meme kanseri tedavisinde kanserin evresi ile histopatolojik aldığı tanı önemlidir. Ayrıca yaşı, menopozda olma durumu ve hastanın tercihleri ile beraber riskler ve faydalar dikkate alındıktan sonra hasta ve hekim tarafından tedavi için ortaklaşa bir karara varılır. Tedavide lokal ve sistemik tedavi yöntemleri kullanılır. Erken evre meme kanserinde lokal tedavi yöntemleri uygulanır. İlk planda meme koruyucu cerrahi (MKC) ile mastektomi cerrahi tümöre göre karar verilerek uygulanır. Meme Koruyucu Cerrahi (MKC) tümörlü doku sınırlarıyla beraber sağlam doku da alınarak yapılır. Lumbektomi ile parsiyel mastektomi bu gruptadır. Cerrahi öncesinde tümörün boyutunu küçültmek ya da ameliyat sonrasında olası tümörlü hücreleri yok etmek için radyoterapi sıklıkla cerrahi tedavi ile kombinlenir. Sistemik tedavi yöntemleri ileri evre ya da metastatik meme kanserinde kullanılır. Tümörün boyutu, cerrahi sonrası mikrometastazların varlığına göre neoadjuvan ya da adjuvan tedavi olarak protokollere göre uygulanır. Sistemik tedavi yöntemleri; kemoterapi, hormonoterapi ve immunoterapidir. HR, HER2 pozitif meme kanserinde hormonoterapi yöntemleri olan Aromataz inhibitörleri (anastrazol, letrozol, eksemestan) veya tamoksifen kullanılır. Premenopozal hastalarda Tamoksifen, postmenopozal grupta Aromataz inhibitörleri öncelikli tercih edilir. Bazı hormon negatif meme kanserlerinde monoklonal antikor olan Atezolizumab immunoterapi olarak kullanılabilmektedir.", "question": "Bazı hormon negatif meme kanserlerinde hangi immunoterapi yöntemi kullanılabilmektedir?", "answers": { "text": [ "Atezolizumab" ], "answer_start": [ 1401 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre kaç kategoriye ayrılır?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "Viseral ağrı hangi liflerin segmental dağılımı ile oluşur?", "answers": { "text": [ "Viseral afferent lifler" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "En sık görülen viseral ağrı tipi hangisidir?", "answers": { "text": [ "gerilim" ], "answer_start": [ 325 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "Pariyetal ağrı nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "myelinli liflerle" ], "answer_start": [ 888 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "Pariyetal ağrı hangi liflerle oluşur?", "answers": { "text": [ "myelinli lifler" ], "answer_start": [ 888 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "Yansıyan ağrı nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "kaynağından uzakta hissedilen ağrı" ], "answer_start": [ 1381 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "Peritonitli hastalar genellikle nasıl bir pozisyonda kalmayı tercih ederler?", "answers": { "text": [ "hareketsiz" ], "answer_start": [ 1313 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "Yansıyan ağrı, beynin uyarıların konumunu nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir" ], "answer_start": [ 1577 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "Pariyetal ağrı hangi bölgede lokalize edilir?", "answers": { "text": [ "yüzeyindeki dermatomda" ], "answer_start": [ 1105 ] } }, { "context": "Karın ağrısı nöroanatomik yapılarına göre üç kategoriye ayrılır:\n\n1. Viseral ağrı: Viseral afferent lifler segmental dağılım gösterir; viseral ağrı ilgili organın embriyolojik kökenine göre belirlenen omurilik seviyesindeki duyusal korteks ile lokalize edilir. Viseral ağrı tiplerine göre üç farklı gruba ayrılırlar. Bunlar; gerilim tipi (kolik), inflamatuar ve iskemik nedenlerle oluşan ağrılardır. En sık gerilim tipi görülür ve organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimini yapan miyelinsiz liflerin gerilmesiyle oluşur. Barsakta parsiyel veya total obstruksiyonlar, adezyon ya da konstipasyon durumlarında şiddetli kontraksiyonların ortaya çıkmasıyla görülür. Aralıklı veya sürekli olabilir. Hasta birçok zaman sırtüstü yatamaz. Gastroenteritler, konstipasyon ve akut pankreatit ağrıları bu gruba girer.\n\n2. Pariyetal Ağrı: Pariyetal (somatik) karın ağrısı, pariyetal peritonu uyaran myelinli liflerle oluşur ve bu lifler genelde karın ön duvarında yer alır. Pariyetal afferent iletiler peritonun belirli bir bölgesinden gönderildiğinden viseral ağrıdan farklı olarak, ağrılı uyarının olduğu bölgenin yüzeyindeki dermatomda lokalize edilir. Altta yatan hastalık ilerledikçe, viseral ağrı semptomları paryetal ağrı bulgularına dönüşerek hassasiyet ve defans gelişir. Bu sebeple peritonitli hastalar genellikle hareketsiz kalmayı tercih ederler.\n\n3. Yansıyan Ağrı: Yansıyan ağrı kaynağından uzakta hissedilen ağrı olarak tanımlanabilir çünkü birçok iç organdan gelen periferik afferent sinir lifleri, başka yerlerden lif taşıyan sinir kökleri yoluyla omuriliğe girerler. Bu, beynin uyarıların konumunu yorumlamasını karıştırabilir. Yansıyan ağrı, omurilikte bilateral inervasyonu sağlayan liflerle iletilmediğinden etkilenen organ ile aynı tarafta algılanır.", "question": "Viseral ağrının oluşmasında miyelinsiz liflerin gerilmesi neye neden olur?", "answers": { "text": [ "organ kapsülü ya da duvarının sinir iletimi" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Bağışıklamanın amacı nedir?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Her bireyin hangi hakkı bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Bağışıklama hizmetlerinin amacı nedir?", "answers": { "text": [ "bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir" ], "answer_start": [ 257 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Sağlık çalışanları hangi risklerle karşılaşmaktadır?", "answers": { "text": [ "delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kimin için risk oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Toplumdan kazanılan enfeksiyonlar kime bulaştırılabilir?", "answers": { "text": [ "hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına" ], "answer_start": [ 856 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Bağışıklama neyi önlemede etkilidir?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı hastalıkları" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Sağlık çalışanlarının karşılaştığı en önemli mesleki risk etmenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Bağışıklama hizmetlerinin hedef kitlesi kimlerdir?", "answers": { "text": [ "bebekleri, çocukları ya da erişkinleri" ], "answer_start": [ 257 ] } }, { "context": "Bağışıklama, bulaşıcı hastalıkları önleme ve insan sağlığını korumada etkin, güvenilir ve maliyeti düşük bir yaklaşımdır. Aşıyla korunabilir hastalıklara karşı her bireyin etkin ve güvenilir bağışıklanma hakkı bulunmaktadır. Bağışıklama hizmetlerinin amacı bebekleri, çocukları ya da erişkinleri, enfeksiyona yakalanma risklerinin en yüksek olduğu dönemden önce aşılayarak bu hastalıklara yakalanmalarını önlemektir. Sağlık çalışanları günümüzde mesleki birçok risk ile karşılaşmaktadır. En önemli mesleki risk etmenlerinin delici kesici alet yaralanmaları ve enfeksiyonlar olduğunu söyleyebiliriz. Sağlık çalışanlarının işyerlerinde kazanacakları enfeksiyonlar kendi sağlıkları kadar aile bireylerinin, diğer hastaların, diğer sağlık çalışanlarının ve toplum sağlığı için de risk oluşturmaktadır. Bunun yanı sıra toplumdan kazanacakları enfeksiyonları da hastalarına ve diğer sağlık çalışanlarına bulaştırabilirler.", "question": "Sağlık çalışanlarının işyerinde kazandıkları enfeksiyonlar, toplum sağlığı için ne tür bir risk oluşturur?", "answers": { "text": [ "toplum sağlığı için de risk" ], "answer_start": [ 753 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde neye neden olur?", "answers": { "text": [ "bozulmaya" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Negatif beden algısına ne katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "Dermatolojik hastalıklar" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Dermatolojik hastalıkların neden olduğu negatif beden algısı hangi duruma katkıda bulunabilir?", "answers": { "text": [ "sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları hangi duygusal reaksiyonlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "anksiyete, depresyon, öfke" ], "answer_start": [ 281 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları hangi davranışsal tepkilere neden olabilir?", "answers": { "text": [ "kaçınma, gizlenme, kamuflaj" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda ne gibi sonuçlara katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Sosyal rol kısıtlanması hangi duruma katkıda bulunabilir?", "answers": { "text": [ "negatif beden algısısına" ], "answer_start": [ 68 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Hangi durumlar düşük özgüvene katkıda bulunabilir?", "answers": { "text": [ "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Dermatolojik hastalarda öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlara ne neden olabilir?", "answers": { "text": [ "Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları" ], "answer_start": [ 214 ] } }, { "context": "Dermatolojik hastalıklar beden görüntüsünde bozulmaya neden olarak, negatif beden algısısına katkıda bulunur ve bu durum sosyal fobi, hayal kırıklığı, sosyal rol kısıtlanması ve düşük özgüvene katkıda bulunabilir. Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları dermatolojik hastalarda anksiyete, depresyon, öfke gibi negatif duygusal reaksiyonlar ve kaçınma, gizlenme, kamuflaj gibi davranışsal tepkilere neden olabilir, sonuç olarak reddedilme, dışlanma ve ayrımcılığa katkıda bulunur.", "question": "Dermatolojik hastalarda kamuflaj gibi davranışsal tepkilere ne neden olabilir?", "answers": { "text": [ "Toplumdan algılanan hoşnutsuzluk mesajları" ], "answer_start": [ 214 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Basınç ülserleri nerelerde sık görülür?", "answers": { "text": [ "yoğun bakımlar" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Basınç ülserleri hangi sorunlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Basınç ülserine yol açabilecek faktörler neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri nelere neden olabilir?", "answers": { "text": [ "mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon nedir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyon" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Hangi kişilerde sepsis gelişmesine neden olabilir?", "answers": { "text": [ "yaşlı kişilerde" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Basınç ülseri ölüm riskini nasıl artırabilir?", "answers": { "text": [ "sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir" ], "answer_start": [ 601 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Basınç ülseri hastanın hangi durumlarını bozabilir?", "answers": { "text": [ "fiziksel ve psikolojik" ], "answer_start": [ 680 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Basınç ülseri hangi yüklerin artmasına neden olur?", "answers": { "text": [ "sosyal ve ekonomik" ], "answer_start": [ 731 ] } }, { "context": "Basınç ülserleri; yoğun bakımlarda sık görülen, mortaliteyi artıran, hastane yatış sürelerini uzatan ve tedavi masraflarını artıran önemli sorunlardan biridir. Bütün bu nedenlerden dolayı basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir. Basınç ülseri gelişiminde önemli olan risk faktörleri, mortalitenin ve morbiditenin artmasına ve ağrı, enfeksiyon, depresyon gibi ek sorunların, komplikasyonların artmasına neden olabilir. Basınç ülserinde en ciddi komplikasyon enfeksiyondur. Beslenmesi bozuk, bağışıklığı yetersiz olan yaşlı kişilerde sepsis gelişmesine neden olup ölüm riskini artırabilir. Basınç ülseri hastanın fiziksel ve psikolojik durumunu bozmasının yanında sosyal ve ekonomik yükün de artmasına neden olur.", "question": "Basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespiti neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "basınç ülserine yol açabilecek risk faktörlerinin tespit edilmesi ve önleyici tedbirlerin alınması önemlidir" ], "answer_start": [ 188 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "SP nasıl bir nörolojik durum olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "progresif olmayan" ], "answer_start": [ 3 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "SP ile ilişkili bozukluklar ne zaman ilerleyici olabilir?", "answers": { "text": [ "çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "SP'yle ilişkili durumların yönetimi ne üzerinde önemli bir etkiye sahiptir?", "answers": { "text": [ "çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi" ], "answer_start": [ 199 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "Bir tıbbi durumdaki değişiklik ne üzerinde önemli bir etkiye sahip olabilir?", "answers": { "text": [ "diğer belirti ve semptomlar" ], "answer_start": [ 321 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "Mesane enfeksiyonu veya konstipasyon neyi etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "spastisite" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "SP ile ilişkili bozukluklar neden ilerleyici olabilir?", "answers": { "text": [ "çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "SP'yle ilişkili durumların yönetimi kimin sağlığı üzerinde etkiye sahiptir?", "answers": { "text": [ "çocuğun ve ailenin" ], "answer_start": [ 199 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "Mesane enfeksiyonu hangi durumu etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "spastisite" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "Bir tıbbi durumdaki değişiklik hangi unsurlar üzerinde etkili olabilir?", "answers": { "text": [ "diğer belirti ve semptomlar" ], "answer_start": [ 321 ] } }, { "context": "SP progresif olmayan nörolojik bir durum olarak tanımlanır ancak çocuk büyüdükçe ve fiziksel ve psikolojik olarak olgunlaştıkça, bozukluklar ilerleyici olabilir. SP'yle ilişkili durumların yönetimi, çocuğun ve ailenin sağlığı, işlevi ve yaşam kalitesi üzerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bir tıbbi durumdaki değişiklik, diğer belirti ve semptomlar üzerinde önemli etkiye sahip olabilir. Örneğin, mesane enfeksiyonu veya konstipasyon, spastisiteyi etkileyebilir.", "question": "Çocuğun fiziksel olarak olgunlaşması neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "bozukluklar ilerleyici" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Plikalar nedir?", "answers": { "text": [ "sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Plikalar normalde nasıl yapılardır?", "answers": { "text": [ "ince, saydam ve elastik" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonlarına ve patellaya uzanımlarına göre kaç plika tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "dört plika" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Hangi plikalar tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Plikalar eklem boşluğu içerisine nasıl uzanım gösterir?", "answers": { "text": [ "sinovial membranların" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Plikalar hangi eklem yapılarıdır?", "answers": { "text": [ "ince, saydam ve elastik" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Kaç tane plika çeşidi bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "dört" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Patellaya uzanımlarına göre plikalar nasıl adlandırılır?", "answers": { "text": [ "suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Plikalar hangi yapıların uzanımıdır?", "answers": { "text": [ "sinovial membranların" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Plikalar, sinovial membranların eklem boşluğu içerisine uzanım gösteren katlantılarıdır. Normalde ince, saydam ve elastik yapılardır. Eklem boşluğu içerisindeki lokalizasyonları ve patellaya uzanımlarına göre suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır.", "question": "Plikalar nasıl tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "suprapatellar plika, infrapatellar plika, lateral plika ve medial plika olmak üzere dört plika tanımlanmıştır" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "Osteonekroz neyi tanımlar?", "answers": { "text": [ "kemik ölümü ile sonlanan bir durumu" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "Osteonekroz literatürde hangi isimlerle de geçmektedir?", "answers": { "text": [ "avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "Osteonekrozun oluşmasında etkili olan temel faktör nedir?", "answers": { "text": [ "femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "Geleneksel olarak hangi terim kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "avasküler nekroz (AVN)" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "İskeminin kaynağı nedir?", "answers": { "text": [ "kan akımının bozulması" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "Hangi terim avasküler nekroza tercih edilmektedir?", "answers": { "text": [ "Osteonekroz" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "Osteonekrozun diğer isimlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "avasküler nekroz" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "Femur başının mikrosirkülasyonunun bozulması neyin oluşmasında etkili olabilir?", "answers": { "text": [ "Osteonekroz" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "Güncel olarak hangi terim avasküler nekrozun yerine kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Osteonekroz" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Osteonekroz tek bir hastalık olmayıp pek çok farklı sebep dolayısıyla kemik ölümü ile sonlanan bir durumu tanımlar. Literatürde avasküler nekroz, aseptik nekroz veya subkondral avasküler nekroz olarak da geçmektedir. Osteonekrozun oluşmasında esas olarak femur başının mikrosirkülasyonunun bozulmasının etkili olduğu öne sürülmektedir. Geleneksel olarak avasküler nekroz (AVN) terimi kullanılsa da, iskeminin kaynağı ‘damar olmaması’ değil, kan akımının bozulması olduğu için ‘iskemik osteonekroz’ veya osteonekroz (ON) terimi daha uygundur. Bu sebeple osteonekroz terimi, güncel olarak avasküler nekroza tercih edilmektedir.", "question": "İskemik osteonekroz terimi neyi tanımlar?", "answers": { "text": [ "kan akımının bozulması" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Vitaminler vücudumuzda nasıl bir görev üstlenir?", "answers": { "text": [ "katalizör" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Vitaminlerin dünya genelindeki kullanım durumu nasıldır?", "answers": { "text": [ "artmaktadır" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Vitaminler eksiklik durumunda nasıl kullanılır?", "answers": { "text": [ "takviye olarak" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Eksiklik olmaması durumunda vitaminlerin kullanımı nasıldır?", "answers": { "text": [ "takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Kişilerin çoğu vitaminler hakkında neye inanabilir?", "answers": { "text": [ "güvenli" ], "answer_start": [ 381 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Doktorlar vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına ne diyebilir?", "answers": { "text": [ "zarar vermez" ], "answer_start": [ 509 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Çoğu doktor hastalarına ne önermektedir?", "answers": { "text": [ "diyet takviyeleri" ], "answer_start": [ 642 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Vitaminlerin olası zararlı etkileri konusunda farkındalık durumu nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha az" ], "answer_start": [ 881 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Bazı vitaminlerin ne yapabileceği literatür taramalarıyla gösterilmektedir?", "answers": { "text": [ "kanser riskini artırarak" ], "answer_start": [ 975 ] } }, { "context": "Vitaminler, vücudumuz için gerekli olan ve vücudumuzdaki katalizör görevli en basit organik maddelerdir. Vitaminlerin tüm dünyada kullanım yaygınlığı artmaktadır. Vitaminler, eksiklik durumunda tedavi olarak hastalara reçete edilirken; eksiklik olmaması durumunda da takviye olarak kullanımı oldukça yaygındır . Kişilerin çoğu, vitaminler etkili değilse bile, vitamin kullanımının güvenli olduğuna inanabilirler. Doktorlar da vitamin eksikliği tanısı olmayan hastalarına 'muhtemelen yardımcı olmayacak, ancak zarar vermez' diyerek hastalarının vitamin kullanmalarını kabul edebilirler. Ayrıca çoğu doktorun, içerisinde vitaminlerin bulunduğu diyet takviyelerini kendileri kullanıyor olsun ya da olmasın, hastalarına takviye olarak önerdiği yönünde çalışmalar mevcuttur. Vitaminlerin potansiyel faydaları hakkında çok fazla tanıtım olmasına rağmen, olası zararlı etkileri konusunda daha az farkındalık vardır. Vitamin takviyesi hakkında literatür taramaları bazı vitaminlerin kanser riskini artırarak kişilere zararlı etki yapabileceğini dahi göstermektedir. Yapılan çalışmalara göre, beslenme yoluyla vitaminlerin fazla miktarda alımının toksisiteye neden olması nadir olsa da görülmektedir. Fakat vitaminlerin bazılarının ilaç formunda dışarıdan fazla miktarda alımı hipervitaminoza sebep olabilir. Bu yönden de yine doktorların hastalarını beslenme açısından doğru yönde bilgilendirmesi toplum sağlığı açısından önem arz etmektedir. Bu noktada doktorlar, hastalar tarafından uygun vitamin kullanımını teşvik edecek ve uygunsuz kullanımı engelleyebilecek kişilerdir. Doktorların vitaminlerin uygun kullanımını teşvik etmesi ve vitamin takviyelerinin uygunsuz kullanımını engellemesi toplum sağlığını iyileştirici bir çabadır.", "question": "Doktorların beslenme açısından hastaları nasıl bilgilendirmesi önemlidir?", "answers": { "text": [ "doğru yönde" ], "answer_start": [ 1361 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "PKOS'lu kadınlarda infertilite görülme sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%50-75" ], "answer_start": [ 49 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "PKOS'lu kadınlarda infertilitenin asıl sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "anovülasyon" ], "answer_start": [ 80 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "Anovulasyon neye neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "Anovulasyonun LH puls değişikliği ile ilgili olduğu durum nedir?", "answers": { "text": [ "fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "İnfertilite tedavisi sürecinde hastalara ne önerilir?", "answers": { "text": [ "kilo vermesi" ], "answer_start": [ 485 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "Kilo veremeyen hastalarda tedavi süresince ne denenmelidir?", "answers": { "text": [ "kalori kısıtlanması" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "Anovulasyonun neden olduğu diğer bir problem nedir?", "answers": { "text": [ "fertilizasyon ve erken gebelik kayıpları" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "PKOS'lu kadınlarda infertilitenin nedeni olarak hangi mekanizma suçlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "anovulasyondaki LH puls değişikliği" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "Anovulasyonun infertilite dışında yol açtığı sorunlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "PKOS’lu kadınlarda infertilite görülmesi sıklığı %50-75 ‘dir. Bunun asıl sebebi anovülasyondur. Anovulasyon, infertilite problemi yaratmasının haricinde nedeni tam olarak izah edilmemiş bir mekanizma ile fertilizasyon ve erken gebelik kayıplarına neden olmaktadır. Bu durumun oluşmasında da yine anovulasyondaki LH puls değişikliği olması suçlanmaktadır ancak mekanizma henüz net olarak anlaşılamamıştır. İnfertilite tedavisi sürecinde tedavinin başarı şansını artırmak için hastalara kilo vermesi önerilir. Kilo veremeyen hastalarında tedavi süresince kalori kısıtlanması ve medikal tedaviler ile insülin düzeyini düşürme denenmelidir.", "question": "PKOS'lu kadınlarda tedavi sürecinde kalori kısıtlanmasının amacı nedir?", "answers": { "text": [ "insülin düzeyini düşürme" ], "answer_start": [ 598 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "COVID-19 hangi solunum yollarında tutulum yapabilir?", "answers": { "text": [ "üst ve alt" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "COVID-19'dan en çok etkilenen organ hangisidir?", "answers": { "text": [ "Akciğer" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "Virüs, akciğerlerde hangi hücrelerde bulunan ACE2 aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir?", "answers": { "text": [ "akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için hangi yüzey glikoproteinini kullanır?", "answers": { "text": [ "spike" ], "answer_start": [ 336 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "ACE2 yoğunluğu ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "o dokudaki hastalığın şiddeti" ], "answer_start": [ 429 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "Bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın ne açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüştür?", "answers": { "text": [ "COVID-19" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "Hangi ilaçlar kullanılarak ACE2'nin arttırılmasının koruyucu olabileceğine dair bir görüş vardır?", "answers": { "text": [ "anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "Virüs konakçı hücrelere nasıl girer?", "answers": { "text": [ "'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "ACE2 aktivitesini azaltmanın ne gibi bir etkisi olabilir?", "answers": { "text": [ "COVID-19 açısından koruyucu olabileceği" ], "answer_start": [ 525 ] } }, { "context": "COVID-19, üst ve alt solunum yollarında tutulum yapabilir. Akciğer, COVID-19'dan en çok etkilenen organdır çünkü virüs, akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde bol miktarda bulunan anjiyotensin dönüştürücü enzim 2 (ACE2) aracılığıyla konakçı hücrelere invazyon gerçekleştirir. Virüs, ACE2'ye bağlanmak ve konakçı hücreye girmek için 'spike' (S) adı verilen özel bir yüzey glikoproteinini kullanır. Her dokudaki ACE2 yoğunluğu, o dokudaki hastalığın şiddeti ile ilişkilidir ve bazı araştırmalar ACE2 aktivitesini azaltmanın COVID-19 açısından koruyucu olabileceğini öne sürmüşlerdir, başka bir görüş de anjiyotensin II reseptör bloke edici ilaçları kullanarak ACE2'yi arttırmanın koruyucu olabileceğine dair görüştür.", "question": "ACE2 hangi hücrelerde bol miktarda bulunur?", "answers": { "text": [ "akciğerlerin tip II alveolar hücrelerinde" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "COVID-19 hangi tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı" ], "answer_start": [ 108 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "COVID-19 hastalığına başka ne ad verilmektedir?", "answers": { "text": [ "SARS-CoV-2" ], "answer_start": [ 166 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "COVID-19 hastalığında yaygın semptomlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "ateş, öksürük ve nefes darlığı" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "COVID-19'un daha az yaygın görülen belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı" ], "answer_start": [ 286 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "COVID-19 etkeni hangi tür bir virüstür?", "answers": { "text": [ "RNA virüsü" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "COVID-19'un ana bulaşma yolu nedir?", "answers": { "text": [ "solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya teması" ], "answer_start": [ 526 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "Son raporlara göre COVID-19'un hangi bulaşma yolu da vardır?", "answers": { "text": [ "fekal-oral" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "COVID-19 hangi aileden bir virüstür?", "answers": { "text": [ "koronavirüs" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "COVID-19 nasıl pandemiye neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "Küresel çapta bir salgın oluşturarak" ], "answer_start": [ 446 ] } }, { "context": "COVID-19 veya tam ismiyle Koronavirüs hastalığı 2019, şiddetli akut solunum sıkıntısı sendromuna sebep olan bulaşıcı bir solunum yolu hastalığıdır. Bu sebeple ismine SARS-CoV-2 de denmektedir. Hastalıkta görülen yaygın semptomlar arasında ateş, öksürük ve nefes darlığı yer almaktadır. Kas ağrıları, balgam üretimi ve boğaz ağrısı ise daha az yaygın görülen belirtileri oluştururlar. COVID-19 etkeni, koronavirüs familyasından bir RNA virüsüdür. Küresel çapta bir salgın oluşturarak pandemiye neden olmuştur. Ana bulaşma yolu solunum yolu ile oluşan damlacıkların solunması veya temasıdır, ancak son raporlar fekal-oral bulaşma yolunun varlığını da ortaya koymuştur.", "question": "COVID-19'un tam ismi nedir?", "answers": { "text": [ "Koronavirüs hastalığı 2019" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "ARA'ya sebep olan etken nedir?", "answers": { "text": [ "A grubu beta hemolitik streptokokların" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "ARA hangi hastalığın postenfeksiyöz komplikasyonlarındandır?", "answers": { "text": [ "farenjit" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "ARA hangi tür komplikasyonlardan biridir?", "answers": { "text": [ "nonsüpüratif" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "ARA'nın immünolojik olduğu düşünülen bir hastalık olmasına ne sebep olur?", "answers": { "text": [ "AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt hangi organ ve dokuları etkiler?", "answers": { "text": [ "kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "ARA'nın kalıcı sekel yapmasına ne neden olur?", "answers": { "text": [ "kalp tutulumu" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "ARA'nın çocuklarda görülen hangi hastalıkların en sık nedenidir?", "answers": { "text": [ "edinsel kalp hastalıklarının" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "ARA'nın en sık görüldüğü yaş grubu hangisidir?", "answers": { "text": [ "çocuklarda" ], "answer_start": [ 417 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "ARA'nın neden olduğu inflamasyon hangi yapıları etkiler?", "answers": { "text": [ "kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "ARA, A grubu beta hemolitik streptokokların (AGBHS) sebep olduğu farenjitin postenfeksiyöz, nonsüpüratif komplikasyonlarından olan, immünolojik olduğu düşünülen bir hastalıktır. AGBHS enfeksiyonuna karşı gösterilen anormal immün yanıt genelde kalbi, eklemleri, beyni, ciltaltı bağ dokusunu ve kan damarlarını etkileyip inflamasyon yapar ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlı gelişir. Buna bağlı olarak ARA, çocuklarda görülen edinsel kalp hastalıklarının da en sık nedenidir.", "question": "ARA'nın kalıcı sekel bırakabilen etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "kalp tutulumu" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "KRK'ların ne kadarı sporadiktir?", "answers": { "text": [ "%90" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "KRK'larda kanser gelişiminin temelinde hangi mekanizmalar yer alır?", "answers": { "text": [ "Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "KRK'ların yaklaşık yüzde kaçı konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "%85" ], "answer_start": [ 302 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "Konvansiyonel adenomlar ne kadar süre zarfında karsinoma dönüşür?", "answers": { "text": [ "10-20 yıl" ], "answer_start": [ 459 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK'ların yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%15" ], "answer_start": [ 556 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "Serrated polipler hangi bölgede daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "sağ kolonda" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "KRK gelişimi için belirleyici olan faktör nedir?", "answers": { "text": [ "Mutasyona maruziyet ve tolerans" ], "answer_start": [ 918 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "Genomik instabiliteye yol açan mekanizmalardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "kromozomal instabilite (CIN)" ], "answer_start": [ 1164 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "Mikrosatellit instabilite (MSI) hangi özelliklere sahiptir?", "answers": { "text": [ "Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant)" ], "answer_start": [ 1291 ] } }, { "context": "KRK’ların yaklaşık %90’ı sporadik olup, kalan %10 kadarında genetik sendromlar rol oynar. Hem sporadik hem de genetik sendromlarla ilişkili KRK’larda kanser gelişiminin temelinde 2 mekanizma yer alır: Konvansiyonel adenom-karsinom sekans yolağı ve Serrated neoplazi-karsinom yolağı. KRK’ların yaklaşık %85’i konvansiyonel adenomdan karsinoma progresyon yolağından kaynaklanır. Sol kolon ile rektumda, sağ kolona göre daha sık görülür. Konvansiyonel adenomlar 10-20 yıl süre zarfında karsinoma dönüşür. Serrated neoplazi-karsinom yolağı, KRK’ların yaklaşık %15’ini oluşturur. Bu yolağın prekürsör lezyonları serrated polipler olup, sağ kolonda sol kolona göre daha sık görülür. Serrated neoplazilerin karsinoma progresyon riski, konvansiyonel adenomlardan çok daha düşüktür. Hem konvansiyonel adenomlar hem de serrated neoplaziler üzerinden kanser gelişimi birden fazla mutasyonun aşamalı olarak birikimini gerektirir. Mutasyona maruziyet ve tolerans KRK gelişimi için belirleyicidir ve 'genomik instabilite' olarak adlandırılır. Genomik instabiliteye yol açan 3 ana mekanizma vardır: 1) DNA somatik kopya sayısı değişimlerinde (SCNAs) yüksek seviyelere neden olan kromozomal instabilite (CIN); DNA kazanım/amplifikasyon ve küçük gen gruplarını etkileyen kayıp/delesyonların eşlik ettiği. 2) Çok sayıda geni etkileyen DNA mismatch tamir genlerinde hataya neden olan yüksek mutasyon oranına sahip (hipermutant) mikrosatellit instabilite (MSI). 3) Çok geniş sayıda gen grubunu etkileyen, çok yüksek mutasyon oranına sahip (ultramutant) düzeltici polimeraz fonksiyonunda hata.", "question": "Ultramutant düzeltici polimeraz fonksiyonundaki hata neyi etkiler?", "answers": { "text": [ "Çok geniş sayıda gen grubunu" ], "answer_start": [ 1445 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığı (PH) hangi sistemi etkileyen bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "motor sistemini" ], "answer_start": [ 63 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığı nasıl bir sendromdur?", "answers": { "text": [ "progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığında belirtiler nasıl ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "yavaş" ], "answer_start": [ 275 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığında motor belirtiler dışında hangi tür belirtiler görülür?", "answers": { "text": [ "motor olmayan" ], "answer_start": [ 395 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığının bilinen bir nedeni var mıdır?", "answers": { "text": [ "Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir" ], "answer_start": [ 438 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığının nedeni ne içerdiğine inanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "hem genetik hem de çevresel faktörleri" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığına yakalanma olasılığı kimlerde daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "Aile üyelerinden etkilenenlerin" ], "answer_start": [ 557 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığı hangi tür bozukluklarla karakterizedir?", "answers": { "text": [ "progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığında motor belirtilerle birlikte hangi ek bozukluklar görülür?", "answers": { "text": [ "otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Parkinson hastalığı (PH), merkezi sinir sisteminin esas olarak motor sistemini etkileyen uzun süreli dejeneratif bir hastalığıdır. Parkinson Hastalığı (PH), progresif tremor, rijidite, bradikinezi ve yürüyüş bozuklukları ile karakterize bir sendromdur. Belirtiler genellikle yavaş ortaya çıkar. Parkinson Hastalığı’nda motor belirtilerin yanında otonom, kognitif ve davranışsal bozukluklar gibi motor olmayan belirti ve bulgular görülür. Parkinson hastalığının nedeni bilinmemektedir, ancak hem genetik hem de çevresel faktörleri içerdiğine inanılmaktadır. Aile üyelerinden etkilenenlerin hastalığa yakalanma olasılığı daha yüksektir.", "question": "Parkinson hastalığının oluşumunda hangi faktörlerin etkili olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "hem genetik hem de çevresel" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "El yaralanmalarında ilk olarak ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "ilk muayene" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "Vasküler yapıların hasarları hangi dönemde göz ardı edilmemelidir?", "answers": { "text": [ "akut" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "Tüm iş kazalarında yaralanmalar nasıl yaralanmalar değildir?", "answers": { "text": [ "komplike" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "Basit cilt kesileri nasıl tedavi edilebilmektedir?", "answers": { "text": [ "sütürasyonlar ile" ], "answer_start": [ 438 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "Nörovasküler yapıların etkilenmediği yaralanmalar hangi tür yaralanmalardır?", "answers": { "text": [ "herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "El yaralanmalarının derecesi nasıl değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "ilk muayene" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "Vasküler yapıların olası hasarları ne zaman göz ardı edilmemelidir?", "answers": { "text": [ "akut dönemde" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "Tüm iş kazalarında ciddi fraktürler içeren yaralanmalar mıdır?", "answers": { "text": [ "komplike yaralanmalar değildir" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "Basit cilt kesileri tedavi edilirken hangi prosedürler uygulanır?", "answers": { "text": [ "sütürasyonlar" ], "answer_start": [ 438 ] } }, { "context": "El yaralanmalarında öncelikle ilk muayene ile mevcut yaralanmanın derecesi değerlendirilmelidir. Bu yaralanmalarda vasküler yapıların olası hasarları akut dönemde göz ardı edilmemelidir. Tüm iş kazalarında yaralanmalar ciddi fraktürler içeren komplike yaralanmalar değildir. Nörovasküler yapıların etkilenmediği herhangi fraktür içermeyen basit cilt kesileri acil servis şartlarında uygun irrigasyon sonrası tetanoz proflaksisin ardından sütürasyonlar ile tedavi edilebilmektedir.", "question": "Nörovasküler yapıların etkilenmediği basit yaralanmalar nelerdir?", "answers": { "text": [ "cilt kesileri" ], "answer_start": [ 345 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "Migren nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "nörovasküler" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "Migren patofizyolojisi tam olarak açıklanmış mıdır?", "answers": { "text": [ "Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış" ], "answer_start": [ 64 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "Wolff tarafından hangi teori ortaya atılmıştır?", "answers": { "text": [ "vasküler teori" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "Vasküler teoriye göre baş ağrısı ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "beyin damarlarında vazodilatasyon olması" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "Vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yeterli olmuş mudur?", "answers": { "text": [ "vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış" ], "answer_start": [ 410 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "Nörovasküler teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler neye bağlı olarak oluşmaktadır?", "answers": { "text": [ "nöronal aktivasyon" ], "answer_start": [ 590 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "Migren atağını başlatan faktörlerden biri ne olabilir?", "answers": { "text": [ "korteksin aşırı uyarılması" ], "answer_start": [ 652 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "2000'lerin başlarında hangi görüntüleme yöntemlerinin artması ile nörovasküler teori daha ön plana çıkmıştır?", "answers": { "text": [ "pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR)" ], "answer_start": [ 740 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "Nörovasküler teori ne zaman daha ön plana çıkmıştır?", "answers": { "text": [ "2000’lerin başlarında" ], "answer_start": [ 718 ] } }, { "context": "Migren genetik komponenti de olan nörovasküler bir hastalıktır. Patofizyolojisi tam olarak aydınlatılamamış olup çeşitli teoriler ortaya atılmış ve üzerinde çalışmalar devam etmektedir. 1930’lu yıllarda Wolff tarafından vasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre aura dönemi beyin damarlarında vazokonstriksiyon olması ile, baş ağrısı ise beyin damarlarında vazodilatasyon olması ile ilişkilidir. Ancak vasküler teori migren patofizyolojisini açıklamada yetersiz kalmış ve daha sonraki yıllarda nörovasküler teori ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nöronal aktivasyona ikincil olarak oluşmaktadır. Aynı şekilde korteksin aşırı uyarılması da migren atağını başlatıyor olabilir. 2000’lerin başlarında pozitron emisyon tomografi (PET) ve fonksiyonel manyetik rezonans görüntüleme (MR) gibi görüntüleme yöntemlerinin artması ve beynin fonksiyonel yapısının daha iyi incelenebilmesi ile bu teori daha ön plana çıkmıştır.", "question": "Nörovasküler teoriye göre migrendeki vasküler değişiklikler nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "nöronal aktivasyona ikincil olarak" ], "answer_start": [ 590 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "İngunal herni onarımı sonrası en sık görülen komplikasyon nedir?", "answers": { "text": [ "kronik inguinal ağrı" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "Kronik inguinal ağrının nedeni ne ile ilişkili olabilir?", "answers": { "text": [ "sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir" ], "answer_start": [ 146 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "Anterior yaklaşımlı onarımlarda hangi sinirler hasar görebilir?", "answers": { "text": [ "ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94)" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyet" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "Herni onarımında kullanılan yama neye sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "ciddi inflamasyon" ], "answer_start": [ 558 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamalar kıyaslandığında hangisinde ağrı oranı daha düşüktür?", "answers": { "text": [ "düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında ne gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "daha az kronik ağrı" ], "answer_start": [ 819 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "Kronik ağrıya sebep olabilen yama ne tür bir etki yapar?", "answers": { "text": [ "ciddi inflamasyon" ], "answer_start": [ 558 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "Anterior yaklaşımlı onarımlarda en çok hangi sinir hasar görebilir?", "answers": { "text": [ "ilioinguinal sinir" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "İngunal herni onarımı sonrası kronik inguinal ağrı en sık komplikasyondur (%51.6). Sebebi sıklıkla aydınlatılamamaktadır. Herni onarımı sırasında sinir hasarı, tuzaklanması veya kullanılan yama çeşidi ile ilişkili olduğu düşünülmektedir. Anterior yaklaşımlı onarımlarda ilioinguinal sinir (%96), genitofemoral sinirin genital dalı (%90) veya iliohipogastrik sinir (%94) hasar görebilir. Kronik ağrı gelişmesindeki risk faktörleri; genç yaş, preoperatif ağrı, ciddi erken postoperatif ağrı ve kadın cinsiyettir. Aynı zamanda herni onarımında kullanılan yama, ciddi inflamasyon oluşturarak kronik ağrıya sebep olabilir. Yüksek ağırlıklı ve düşük ağırlıklı yamaların kıyaslandığı sistematik çalışmalarda düşük ağırlıklı yamalarda ağrı oranı daha düşük bulunmuştur. Laparoskopik onarımlar açık onarımlarla kıyaslandığında, daha az kronik ağrı olduğu görülmüştür.", "question": "Kronik inguinal ağrı oranı yüksek olan yama türü hangisidir?", "answers": { "text": [ "Yüksek ağırlıklı" ], "answer_start": [ 618 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı hangi yöntemlerle ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "MRG" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Beyin hasarının etkilenen bölgesi hangi faktörlere bağlı olarak değişebilir?", "answers": { "text": [ "hasarın türüne ve süresine" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Hipoksik iskemik ensefalopatide en sık görülen beyin hasarı tipi nedir?", "answers": { "text": [ "Selektif nöronal nekroz" ], "answer_start": [ 471 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Parasagittal beyin hasarı hangi bölgede meydana gelir?", "answers": { "text": [ "parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda" ], "answer_start": [ 655 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Periventriküler lökomalazi neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi" ], "answer_start": [ 883 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Fokal iskemik nekroz ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla" ], "answer_start": [ 955 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Terapötik hipotermi ile tedavi edilen bebeklerde hangi tür hasarlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "hasar paternleri" ], "answer_start": [ 321 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları nelerdir?", "answers": { "text": [ "bazal ganglionlar ve talamus tutulumu" ], "answer_start": [ 1298 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Hipoksik iskemik ensefalopatide hangi hasar paterni en sık görülür?", "answers": { "text": [ "selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Tabiatında hipoksik-iskemik olan asfiksiden sonra oluşan beyin hasarı MRG'de veya otopside karakteristik bölgelerde ortaya çıkar. Etkilenen bölge, hasarın türüne ve süresine, gebelik yaşına ve bebeğin hipotermi ile tedavi edilip edilmediğine bağlı olarak değişebilir. Hipoksik iskemik ensefalopatide klasik nöropatolojik hasar paternleri, (1) selektif nöronal nekroz, (2) parasagittal beyin hasarı, (3) periventriküler lökomalazi ve (4) fokal iskemik nekroz şeklindedir. Selektif nöronal nekroz en sık görülen beyin hasarı tipidir. Genel olarak 3 paterni vardır: diffüz, kortikal-derin çekirdekler ve derin çekirdek-beyin sapı. Parasagittal beyin hasarı, parietooksipital korteksin ve subkortikal beyaz cevherin uç arterinin beslediği alanda meydana gelir. Periventriküler lökomalazi, hipoksi-iskemi sonrası term bebeklerde tanımlanabilmesine rağmen klasik olarak preterm bebeklerde beyaz cevher nekrozunu ve gliozisi ifade eder. Fokal iskemik nekroz ise arteriyel inme ile ilgili olup bir veya daha fazla serebral arterin vasküler dağılımıyla ilişkilidir. Terapötik hipotermi ile tedavi edilen 10 bebekte izole hipokampal hasarın olduğu bir çalışmada açıklandığı gibi kısmi lezyonlar bulunabildiği gibi genellikle hasar paternleri birden fazla görülmektedir. Kötü prognozla ilişkili MRG bulguları bazal ganglionlar ve talamus tutulumu, internal kapsülün arka kısmı ve gri-beyaz madde farklılaşmasının kaybını içerir.", "question": "Periventriküler lökomalazi klasik olarak hangi bebeklerde tanımlanır?", "answers": { "text": [ "preterm" ], "answer_start": [ 864 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili ne kadar teori ortaya atılmıştır?", "answers": { "text": [ "pek çok" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "Hangi faktörler hiperemezis gravidarum patogenezi için önde gelen teoriler arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "Gebelik sırasında hangi hormonlar maternal dolaşımdaki düzeyleri değiştirir?", "answers": { "text": [ "maternal" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "HEG gelişiminde hangi faktörlerin etkili olabileceği düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "hormonal değişimler" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "Hiperemezis gravidarum hastalığının gelişiminden hangi hormon sorumlu tutulmaktadır?", "answers": { "text": [ "tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır" ], "answer_start": [ 617 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "Hiperemezis gravidarum hastalığının gelişiminden hangi hormon sorumlu tutulmaktadır?", "answers": { "text": [ "tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır" ], "answer_start": [ 617 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "Gebelik ilişkili hormonlar gastrointestinal sistemi nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "gastrik boşalmayı yavaşlatırlar" ], "answer_start": [ 860 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "Cinsiyet hormonlarının hangi etkisi olduğuna dair kanıtlar mevcuttur?", "answers": { "text": [ "bulantı ve kusmayı şiddetlendirdi" ], "answer_start": [ 943 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "Cinsiyet hormonlarının en yüksek olduğu dönem nedir?", "answers": { "text": [ "üçüncü trimester" ], "answer_start": [ 1042 ] } }, { "context": "Hiperemezis gravidarum patogenezi ile ilgili pek çok teori ortaya atılmıştır. Ancak bu teorilerin hiçbiri hastalığın patogenezini tam olarak aydınlatamamıştır. Önde gelen teoriler; hormonal değişimler, anormal gastrointestinal motilite, H.pylori enfeksiyonu, genetik faktörler ve diğer faktörler olarak sınıflandırabilir. Gebelik sırasında, gerek maternal hormon salgılanmasındaki değişiklikler olsun, gerekse plasental hormonlar olsun maternal dolaşımdaki hormon düzeyleri gebelik öncesine göre oldukça farklıdır. HEG gelişiminde de bu hormonal değişimlerin etkili olabileceği düşünülmüştür. Hastalığın gelişiminden tek bir hormon sorumlu tutulmamaktadır. Artmış serum östrojen ve progesteron düzeylerinin hastalıkla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Gebelik ilişkili hormonlar düz kaslarda relaksasyona neden olarak gastrointestinal sistemi yavaşlatarak gastrik boşalmayı yavaşlatırlar. Başta östrojen olmak üzere cinsiyet hormonlarının bulantı ve kusmayı şiddetlendirdiğine dair kanıtlar mevcut olsa da bu hormonların en yüksek olduğu üçüncü trimesterda hastalığın şiddetinin azalması bu teoriyi zayıflatmaktadır.", "question": "Üçüncü trimesterda cinsiyet hormonlarının yüksek olmasına rağmen hastalığın şiddetinde nasıl bir değişiklik olur?", "answers": { "text": [ "azalma" ], "answer_start": [ 1083 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Gebelik sırasında kullanılan hangi tedavi yöntemleri oldukça yaygındır?", "answers": { "text": [ "bitkisel tedaviler" ], "answer_start": [ 85 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Bitkisel tedavilerin kullanımı gebelikte hangi riskleri taşıyabilir?", "answers": { "text": [ "potansiyel" ], "answer_start": [ 154 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Zencefil gebelikte hangi durumlarda sıkça kullanılır?", "answers": { "text": [ "bulantı ve kusma" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Zencefilin aşırı kullanımı hangi riskleri artırabilir?", "answers": { "text": [ "kanama" ], "answer_start": [ 305 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Nane gebelikte hangi durumlarda tercih edilir?", "answers": { "text": [ "gebelik bulantısı ve kusma" ], "answer_start": [ 388 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Nanenin aşırı kullanımı neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "uterin kanamalar" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Gebelikte bitkisel ürünlerin nesi önemlidir?", "answers": { "text": [ "dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi" ], "answer_start": [ 540 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Zencefilin kanama riskini artırmasının nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "platelet agregasyonu inhibisyonu" ], "answer_start": [ 262 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Zencefilin aşırı kullanımı hangi sonuçlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir" ], "answer_start": [ 305 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında kullanılan tamamlayıcı ve alternatif tıp (TAT) yöntemleri arasında bitkisel tedaviler oldukça yaygındır. Ancak bu yöntemlerin kullanımı potansiyel riskler taşıyabilir. Örneğin, zencefil bulantı ve kusma tedavisinde sıkça kullanılmasına rağmen, platelet agregasyonu inhibisyonu nedeniyle kanama riskini artırabilir ve spontan abortuslara yol açabilir. Aynı şekilde, nane gebelik bulantısı ve kusmasında tercih edilse de, aşırı kullanımı uterin kanamalara neden olabilir. Bu nedenle, gebelikte kullanılan bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir.", "question": "Gebelik sırasında kullanılan bitkisel tedavilerde nelere dikkat edilmelidir?", "answers": { "text": [ "bitkisel ürünlerin dikkatli bir şekilde seçilmesi ve izlenmesi önemlidir" ], "answer_start": [ 521 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "İnfertilite, bireylerin yaşamında neye yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "yoğun strese" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "İnfertilite, hangi tür sonuçlar nedeniyle psikolojik bir travma oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "olumsuz fizyolojik/psikolojik" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "İnfertilitenin temel semptomu nedir?", "answers": { "text": [ "üreme sorunu" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "Tanı ve tedavi süreci hangi tür semptomlarla yordanmaktadır?", "answers": { "text": [ "psikolojik" ], "answer_start": [ 80 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "Tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi" ], "answer_start": [ 361 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "Tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin yıpratıcılığı neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "başarısız olma ihtimali" ], "answer_start": [ 437 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "Algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi neyi etkiler?", "answers": { "text": [ "baş etmede kullanılan stratejiler" ], "answer_start": [ 558 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "Hangi tür nedenler infertil bireyler üzerinde birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "Fizyolojik ve psikolojik" ], "answer_start": [ 649 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "Bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunlar neden karmaşıklaşmaktadır?", "answers": { "text": [ "birçok faktörden etkilenmesi" ], "answer_start": [ 773 ] } }, { "context": "İnfertilite, bireylerin yaşamında yoğun strese yol açması ve olumsuz fizyolojik/psikolojik sonuçları kaynaklı psikolojik bir travma olmaktadır. İnfertilitenin temel semptomunun üreme sorunu olmasına rağmen tanı ve tedavi süreci birçok psikolojik semptomlar ile yordanmaktadır. Bu durumun en önemli nedenlerinden birisi tanı ve tedavi sürecindeki müdahalelerin (hormon enjeksiyonları, laparoskopik cerrahi gibi) yıpratıcılığı ve bunların başarısız olma ihtimalidir (Klonoff ve Natarajan 2004). Bir diğer neden ise algılanan sosyal destek biçimi ve düzeyi ile baş etmede kullanılan stratejiler gibi birçok psikososyal etmen tarafından etkilenmesidir. Fizyolojik ve psikolojik olan bu nedenler infertil bireyler üzerinden birçok psikolojik etkiye yol açmaktadır. Bu etkilerin birçok faktörden etkilenmesi de bireylerde gözlenebilecek psikolojik sorunları karmaşıklaştırmaktadır (Eren 2008).", "question": "İnfertilite sürecindeki müdahalelerden biri laparoskopik cerrahi dışında nedir?", "answers": { "text": [ "hormon enjeksiyonları" ], "answer_start": [ 361 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Presigmoid yaklaşım hangi nedenlerle yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır?", "answers": { "text": [ "cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Retrosigmoid yaklaşım en çok hangi tür lezyonlarda kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda" ], "answer_start": [ 101 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Günümüzde kafa tabanı cerrahisinde hangi teknik önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "endoskopi" ], "answer_start": [ 246 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Endoskopinin kullanılması hangi faydaları sağlamaktadır?", "answers": { "text": [ "hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Endoskop hangi amaçlarla kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon" ], "answer_start": [ 517 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Endoskop, cerrahlar için hangi avantajları sunmaktadır?", "answers": { "text": [ "gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir" ], "answer_start": [ 573 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Nöroşirurjiyenler endoskopla yapılan cerrahilerde hangi zorluklarla karşılaşmaktadır?", "answers": { "text": [ "alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları" ], "answer_start": [ 776 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Endoskopik cerrahiler neden küçük kraniotomilerle yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Kafa tabanı cerrahisinde endoskopinin kullanılmaya başlanması neyi sağlamıştır?", "answers": { "text": [ "hem serebellar retraksiyonun azaltılması" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "Presigmoid yaklaşım cerrahi alanın darlığı ve cerrahinin uygulanabilirliğindeki zorluklar nedeniyle, posterior fossa lezyonlarında, özellikle serebellopontin alandaki lezyonlarda klasik olarak yerini retrosigmoid yaklaşıma bırakmıştır. Günümüzde endoskopinin kafa tabanı cerrahisinde kullanılmaya başlanması ile hem serebellar retraksiyonun azaltılması hem daha iyi rekonstrüksiyon ve ameliyat sonrası daha iyi prognoz sağlanması açısından küçük kraniotomilerle yapılan endoskopik cerrahiler önerilmektedir. Endoskop tümör rezeksiyonu ya da mikrovasküler dekompresyon için gerekli asistansı ve medialdeki anatomik yapıların daha iyi görüşünü sağlayabilmektedir. Bu gelişmelere rağmen nöroşirurjiyenler endoskopla bu küçük kraniotomi alanlarından girerek yapılan cerrahilerde, alan darlığı ve manüplasyon kısıtlılıkları nedeniyle zorluklar yaşamaktadırlar.", "question": "Presigmoid yaklaşım hangi cerrahi bölge için klasik olarak tercih edilmiştir?", "answers": { "text": [ "posterior fossa lezyonları" ], "answer_start": [ 101 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH) hangi bölgelerde görülen bir hastalık grubudur?", "answers": { "text": [ "ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde" ], "answer_start": [ 41 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "İBH hangi ana başlıkları içerir?", "answers": { "text": [ "Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit" ], "answer_start": [ 214 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "İBH tanısında hangi özellikler kullanılır?", "answers": { "text": [ "klinik, endoskopik ve histolojik" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "İBH'nın başlıca özellikleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riski" ], "answer_start": [ 373 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "İBH'nın en önemli iki major formu nelerdir?", "answers": { "text": [ "Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı" ], "answer_start": [ 545 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak ne görülmektedir?", "answers": { "text": [ "lokal inflamasyon" ], "answer_start": [ 749 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "Ekstraintestinal tutulumlardan hangi durum sorumlu tutulmaktadır?", "answers": { "text": [ "sistemik inflamasyon" ], "answer_start": [ 638 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "İBH'nın etiyolojisi tam olarak bilinmemekle birlikte hangi etkenlerin etkisi olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "genetik, çevresel, mikrobiyal" ], "answer_start": [ 910 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "İBH'nın en önemli iki major formu nasıl semptomlar vermektedir?", "answers": { "text": [ "Lokal ve sistemik inflamasyon" ], "answer_start": [ 629 ] } }, { "context": "İnflamatuar bağırsak hastalıkları (İBH), ince ve kalın bağırsağın çeşitli segment ve bölümlerinde görülen, kronik inflamasyonla seyreden, etiyopatogenezi net olmayan bir hastalık grubudur. İBH ana başlığı altında; Ülseratif kolit, Crohn hastalığı ve indetermine kolit yer alır. İBH tanısında klinik, endoskopik ve histolojik özelliklerle tanı konulur. Başlıca özellikleri; kronik bir süreçte ilerlemesi, genetik yatkınlık, alevlenme ve remisyon dönemlerinin olması, ekstraintestinal belirtiler ve uzun süreli hastalıkta görülen kanser riskidir. Ülseratif Kolit (ÜK) ve Crohn Hastalığı (CH), İBH‘nın en önemli iki major formudur. Lokal ve sistemik inflamasyon yolu ile çeşitli semptomlar vermektedir. Gastrointestinal semptomlarının sorumlusu olarak lokal inflamasyon neden olarak görülürken, ekstraintestinal tutulumlardan sistemik inflamasyon sorumlu tutulmaktadır. Etiyolojileri tam belli olmamakla birlikte genetik, çevresel, mikrobiyal etkenler ve immunitenin kompleks etkileşimi sonucu oluştuğu düşünülmektedir.", "question": "İBH'nın sorumlusu olarak görülen inflamasyon türü nedir?", "answers": { "text": [ "lokal inflamasyon" ], "answer_start": [ 749 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Refeeding sendromu nasıl ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Refeeding sendromu hangi hasta gruplarında yüksek risk altındadır?", "answers": { "text": [ "tükenmiş hastalar" ], "answer_start": [ 374 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Refeeding sendromunun klinik semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Refeeding sendromu genellikle ne zaman görülür?", "answers": { "text": [ "nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde" ], "answer_start": [ 614 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Refeeding sendromuna ait tıbbi komplikasyonlardan en çok hangi durum sorumludur?", "answers": { "text": [ "Hipofosfatemi" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Hipofosfatemiye hangi durumlar eşlik edebilir veya etmeyebilir?", "answers": { "text": [ "hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi" ], "answer_start": [ 771 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Refeeding sendromu hangi tür beslenme şekilleri ile başlatıldığında ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "oral, enteral veya parenteral nütrisyon" ], "answer_start": [ 118 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Refeeding sendromunun ciddi organ fonksiyon bozukluklarına neden olan semptomlarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "ensefalopati" ], "answer_start": [ 509 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Refeeding sendromu sırasında elektrolit veya sıvı dengesinde ne tür bir bozulma olur?", "answers": { "text": [ "ciddi" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Refeeding sendromu, malnütrisyondaki olgularda yetersiz bir beslenme periyodundan sonra agresif bir şekilde beslenme (oral, enteral veya parenteral nütrisyon) başlandığı zaman, elektrolit veya sıvı dengesinde ciddi bir bozulma ile ortaya çıkar. Yüksek risk altındaki hastalar, kronik alkolizm, şiddetli kronik yetersiz beslenme, anoreksiya nervoza veya akut hastalık tanılı tükenmiş hastalardır. Klinik semptomlar, periferik ödem, konjestif kalp yetersizliği, kardiyak aritmi, solunum yetersizliği, deliryum, ensefalopati ve diğer ciddi organ fonksiyon bozuklukları ile sıvı retansiyonu şeklindedir. RS genellikle nütrisyon tedavisine başlandıktan sonraki ilk dört gün içinde görülür. Hipofosfatemi, RS'a ait tıbbi komplikasyonlarının çoğunluğundan sorumludur ve tabloya hipokalemi, hipomagnezemi ve hipokalsemi eşlik edebilir veya etmeyebilir.", "question": "Refeeding sendromunun ortaya çıkmasına neden olan beslenme süreci hangi tür hastalarda daha tehlikelidir?", "answers": { "text": [ "şiddetli kronik yetersiz beslenme" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Yenidoğan dönemi neyi tanımlar?", "answers": { "text": [ "Yaşamın ilk otuz günlük periyodun" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Yenidoğan döneminde enfeksiyonlar neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi" ], "answer_start": [ 80 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Yenidoğan mortalitesi ve morbiditesini büyük ölçüde azaltan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 66 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılmasının etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Yenidoğan dönemi hangi süreci kapsar?", "answers": { "text": [ "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Yenidoğan mortalitesi ve morbiditesini azaltmak için ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması" ], "answer_start": [ 138 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Yenidoğan döneminde enfeksiyonların önemi nedir?", "answers": { "text": [ "yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi" ], "answer_start": [ 80 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Enfeksiyonların erken tanısı neyi büyük ölçüde azaltır?", "answers": { "text": [ "yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi" ], "answer_start": [ 80 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini azaltan tedavi nedir?", "answers": { "text": [ "uygun tedavi planlarının yapılması" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Yaşamın ilk otuz günlük periyodunu tanımlayan yenidoğan döneminde enfeksiyonlar yenidoğan mortalitesi ve morbiditesi açısından önemlidir. Enfeksiyonların erken tanısı ve uygun tedavi planlarının yapılması yenidoğan mortalitesini ve morbiditesini büyük ölçüde azaltır.", "question": "Yenidoğan döneminde enfeksiyonların tanısı ve tedavi planlaması nasıl olmalıdır?", "answers": { "text": [ "uygun" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Malnütrisyon nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "yetersiz beslenme" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Malnütrisyona neden olan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenme" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Malnütrisyon hangi durumlara yol açar?", "answers": { "text": [ "vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Malnütrisyon vücutta ne tür değişikliklere yol açabilir?", "answers": { "text": [ "Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Malnütrisyon hangi fonksiyonlarda azalmaya yol açar?", "answers": { "text": [ "fiziksel ve mental" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Malnütrisyonun hastalık üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Malnütrisyon gelişiminde tek başına hangi faktörler etkili olabilir?", "answers": { "text": [ "açlık, hastalık ve ileri yaşlanma" ], "answer_start": [ 317 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Malnütrisyonun gelişiminde hangi faktörlerin kombinasyonları etkili olabilir?", "answers": { "text": [ "Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Vücut kompozisyonundaki azalma hangi kitleyi etkiler?", "answers": { "text": [ "yağsız" ], "answer_start": [ 114 ] } }, { "context": "Malnütrisyon; yetersiz beslenme; alımdaki yetersizlik veya düzensiz beslenmenin yol açtığı, vücut kompozisyonunun(yağsız kitlede azalma) ve vücut hücre kitlesinin bozulması sonucu ortaya çıkan fiziksel ve mental fonksiyonların azalması ve hastalığın klinik sonucunun kötüleşmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Tek başına açlık, hastalık ve ileri yaşlanma veya bunların kombinasyonları sonucu malnütrisyon gelişebilir.", "question": "Malnütrisyon gelişiminde ileri yaşlanmanın etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "Tek başına açlık, hastalık" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ çalışmalarına ne zaman başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1990’lı yılların başında" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ'nin insan üzerindeki ilk uygulaması ne zaman gerçekleştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "2002" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ ilk olarak kim tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "Cribier ve ark." ], "answer_start": [ 158 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ hangi hasta grubunda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "şiddetli aort darlıklı hastalarda" ], "answer_start": [ 289 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ'nin uygulanması sonucunda hangi durumlarda azalma görülmüştür?", "answers": { "text": [ "mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatış" ], "answer_start": [ 442 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ uygulanan hastaların takiplerinde ne tür düzelmeler gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı" ], "answer_start": [ 506 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası hangi hasta gruplarında TAVİ'nin uygulanabilir olduğu düşünülmüştür?", "answers": { "text": [ "cerrahi riski düşük veya orta olan" ], "answer_start": [ 650 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ endikasyonları hangi çalışmalar ile genişlemiştir?", "answers": { "text": [ "PARTNER 2 ve PARTNER 3" ], "answer_start": [ 758 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ uygulanan hasta sayısının önümüzdeki yıllarda ne kadar artacağı tahmin edilmektedir?", "answers": { "text": [ "5 kat" ], "answer_start": [ 930 ] } }, { "context": "Transkateter aort kapak implantasyonu (TAVİ) çalışmaları 1990’lı yılların başında hayvan modelleri üzerinde başlamış ve insan üzerindeki ilk uygulama 2002’de Cribier ve ark. tarafından başarıyla gerçekleştirilmiştir. TAVİ cerrahi aort kapak replasman riski yüksek olan veya inoperabl olan şiddetli aort darlıklı hastalarda alternatif bir tedavi seçeneği olarak uygulanmaya başlanmış ve bu hastaların 5 yıllık takiplerinde tüm nedenlere bağlı mortalite ve tekrarlayan hastaneye yatışlar azalmış, hastaların fonksiyonel kapasitelerinde anlamlı düzelme sağlanmıştır. Son zamanlarda TAVİ sistemlerinin iyileşmesi ve operatör tecrübesinin artması sonrası cerrahi riski düşük veya orta olan hasta gruplarında TAVİ’nin uygulanabilir olduğunu düşündürmüş, özellikle PARTNER 2 ve PARTNER 3 çalışmaları ile bu fikir desteklenmiştir. Bu çalışmalar ile TAVİ endikasyonları genişlemiştir. Ve önümüzdeki yıllarda TAVİ uygulanan hasta sayısının 5 kat artacağı tahmin edilmektedir.", "question": "TAVİ'nin hangi çalışmalardan sonra cerrahi riski düşük hastalarda da uygulanabilir olduğu düşünülmüştür?", "answers": { "text": [ "PARTNER 2 ve PARTNER 3" ], "answer_start": [ 758 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Kırık nedir?", "answers": { "text": [ "kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Kırıkların en sık sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "Travma" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Hangi hastalıklarda dış etken olmadan kırık oluşabilir?", "answers": { "text": [ "metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda" ], "answer_start": [ 167 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Düşük şiddetteki bir travma hangi durumlarda kemiğin kolayca kırılmasına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda" ], "answer_start": [ 167 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Kemik kırıkları hangi faktörlere bağlı olarak farklı şekillerde oluşabilir?", "answers": { "text": [ "etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyon" ], "answer_start": [ 375 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Kemik kırıkları hangi aralıktaki hasarlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede" ], "answer_start": [ 540 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Kemiğin kolayca kırılmasına neden olabilecek hastalık türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda" ], "answer_start": [ 167 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Kemiğin kırılma olasılığı hangi faktörlere bağlıdır?", "answers": { "text": [ "etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine" ], "answer_start": [ 375 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Küçük bir fissürden büyük ayrıklı açık kırıklara kadar kırıklar nasıl oluşabilir?", "answers": { "text": [ "etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak" ], "answer_start": [ 375 ] } }, { "context": "Çeşitli iç ve dış etkenler sonucu kemik dokusunun devamlılığının ve bütünlüğünün bozulmasına kırık denmektedir. Travma en sık kırık oluşturan etmen olmak ile birlikte metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda da bir dış etken olmadan kırık oluşabilir. Ayrıca bu durumlarda daha düşük şiddetteki bir travmada kemiğin kolayca kırılmasına sebep olabilir. Kemik kırıkları etki eden etmene, yaşa ve lokalizasyona, kemiğin dayanıklılığına ve şoku absorbe edebilme yeteneğine bağlı olarak küçük bir fissürden bir ya da birden fazla kemiğin büyük ayrıklı, açık kırıklarına kadar geniş yelpazede oluşabilmektedir.", "question": "Travma hangi durumlarda olmadan da kırık oluşabilir?", "answers": { "text": [ "metabolik, onkolojik ve enfeksiyöz hastalıklarda" ], "answer_start": [ 167 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "Yeme bozuklukları nedir?", "answers": { "text": [ "sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışı" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "Yeme bozukluklarının sıklığı toplumda nasıl değişmektedir?", "answers": { "text": [ "zaman geçtikçe artmakta" ], "answer_start": [ 160 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "Anoreksiya Nervoza (AN) ne zaman sınıflandırılan ilk yeme bozukluğu olmuştur?", "answers": { "text": [ "1970 yıllarında" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "Bulimiya Nervoza (BN) ne zaman tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1979" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu'nun tanımı ne zaman yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "1980‘li yıllarda" ], "answer_start": [ 470 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "Yeme bozukluklarının tanımı için gerekli olduğu düşünülen üç ana özellik nelerdir?", "answers": { "text": [ "1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu" ], "answer_start": [ 662 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "AN ve BN kriterleri hangi belgede revizyonlara uğramıştır?", "answers": { "text": [ "DSM-IV" ], "answer_start": [ 1708 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "Yeme bozukluğunun sınıflandırılmasını karmaşık hale getiren nedenler nelerdir?", "answers": { "text": [ "temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması" ], "answer_start": [ 1215 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "Sınıflandırmanın zorluğu neyi kapsayacak kadar kapsayıcı olmamak olarak belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları" ], "answer_start": [ 1605 ] } }, { "context": "Yeme bozuklukları, sağlığı ve psikososyal fonksiyonları engelleyen sürekli olarak bozulmaya devam eden yeme davranışıdır. Yeme bozukluklarının toplumda sıklığı zaman geçtikçe artmakta ve günden güne daha önemli bir problem haline gelmektedir. Anoreksiya Nervoza (AN) 1970 yıllarında geliştirilen spesifik tanısal ölçütler ile sınıflandırılan ilk yeme bozukluğudur. Bulimiya Nervoza (BN) 1979’da tanımlanmıştır. Atipik Yeme Bozukluğu ve Gece Yeme Sendromu’nun tanımı ise 1980‘li yıllarda yapılmıştır. Yeme bozukluklarının tanımları ile alakalı hala kesin bir fikir birliği sağlanamamış olmakla beraber tanımı için üç ana özelliğin gerekli olduğu düşünülmektedir. 1. Yeme alışkanlığında veya kilo kontrolü davranışında kesin bir bozulma. 2. Psikososyal işlevsellik ile fiziksel sağlıkta klinik olarak belirgin bozulma veya davranış bozuklukları veya ana yeme bozukluğu özellikleri. 3. Genel tıbbi bir duruma yahut diğer psikiyatrik bozukluklarla ilişkili olmayan davranış bozukluğu. Sunulduğundan bu yana, AN ve BN kriterleri DSM'nin her revizyonunda değiştirilmiştir. Bu revizyonlar öncelikle ciddi kriterlere odaklanmıştır. Diğer birçok psikiyatrik bozuklukta olduğu gibi, yeme bozukluğunun (YB) sınıflandırılması, temel semptomların şiddetli ve sürekli ortaya çıkması ve bazı semptomların (örneğin vücut imgesi endişeleri, diyet) kadın nüfusunda yaygın olarak görülmesi nedeniyle karmaşıktır. Sınıflandırmanın zorluğu, (a) bozukluğun prototipik ifadesinin tüm özelliklerini kanıtlamayacak, ancak temel özelliklerini bulunduracak durumları dışlamayacak kriterleri seçmek arasında bir denge kurmak; ve (b) semptom tablosunun klinik olarak anlamlı görünmediği durumları kapsayacak kadar kapsayıcı olmamasıdır. DSM-IV tanı kriterleri, tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı için eleştirilmiştir.", "question": "DSM-IV tanı kriterleri neden eleştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "tedavi talep eden bireylerin çoğunluğunun AN veya BN için kriterleri karşılamadığı" ], "answer_start": [ 1732 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Kraniyosinostoz genelde ne zaman tespit edilir?", "answers": { "text": [ "doğumdan sonra" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Kraniyosinostoz tanısı konduğunda ebeveynlerde ne tür duygular ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "endişe ve panik hali" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Hollanda’da sinostoz tanılı hastalarda yapılan çalışmada, zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametreleri nasıl bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "aynı yaş grubu ile benzerlik" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Mental olarak geri olan olguların psikolojik durumu kraniyosinostoza mı yoksa başka bir faktöre mi bağlıdır?", "answers": { "text": [ "IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır." ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında nasıl bir ilişki bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "anlamlı" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Basit ve kompleks kraniyosinostozlu çocukların ailelerinin yaşam kalitesi skorları nasıl bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "belirgin düşük" ], "answer_start": [ 885 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Hangi grup bu durumdan en çok etkilenmiştir?", "answers": { "text": [ "Apert Sendromlu olgular ve aileleri" ], "answer_start": [ 951 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Operasyon olmak istemeyen veya gerek duyulmayan sinostoz vakalarında hangi davranış gözlemlenmiştir?", "answers": { "text": [ "içselleştirme" ], "answer_start": [ 1163 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse sinostozlu çocuklarda hangi sorunlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler" ], "answer_start": [ 1394 ] } }, { "context": "Kraniyosinostoz genelde doğumdan sonra tespit edildiği için post-natal dönemde ebeveynlerde çocuğun fiziksel ve ruhsal sağlığı hakkında bir endişe ve panik hali ortaya çıkar. Hollanda’da sinostoz tanılı 115 hastada yapılan bir çalışmada zeka seviyesi etkilenmeyen olguların psikolojik değerlendirme parametrelerinin aynı yaş grubu ile benzerlik gösterirken, mental olarak geri olan olguların bu durumdan psikolojik olarak etkilendiği ancak bu durumun kraniyosinostozla ilgili olmadığı, IQ seviyesinin bu duruma yol açtığı kanıtlanmıştır. Yine aynı çalışmada kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında da anlamlı bir korelasyon saptanamamıştır. Başka bir çalışmada basit ve kompleks kraniyosinostozlu 2-18 yaş aralığındaki çocukların ailelerine yapılan bir değerlendirme testinde bu ailelerin yaşam kalitesi skorları, aynı yaş grubu sağlıklı popülasyona göre belirgin düşük bulunmuştur. Bu durumdan en çok etkilenen grup ise Apert Sendromlu olgular ve aileleridir. Operasyon olmak istemeyen ya da buna gerek duyulmayan vakalarla yapılan bir incelemede ise bu çocukların kardeşleri veya aynı yaş grubu ile yapılan kıyaslamada problemleri içselleştirme davranışlarının norm gruplarına göre daha fazla, olumlu duygu deneyiminin ise norm gruplarına göre daha az olduğu gözlemlenmiştir. Bu da sinostoz olgularında cerrahi tedavi seçeneği değerlendirilmezse çocuğun ileride öğrenme, hafıza ve dikkat gibi zihinsel süreçlerinde minimal kısıtlılık veya duygu durum ve davranışsal problemler yaşayabileceğini göstermiştir.", "question": "Kafa içi basınç seviyesi ile psikolojik davranış problemleri arasında anlamlı bir ilişki var mı?", "answers": { "text": [ "korelasyon saptanamamıştır" ], "answer_start": [ 643 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "Pnömoni neden önemli bir sağlık sorunudur?", "answers": { "text": [ "görülme sıklığı sebebiyle" ], "answer_start": [ 79 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "Toplumda gelişen pnömoninin en sık etkeni nedir?", "answers": { "text": [ "Streptococcus pneumoniae" ], "answer_start": [ 223 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "Pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörü nedir?", "answers": { "text": [ "Yaş" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "Hangi durumlar invaziv pnömokok hastalığı riskini artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek" ], "answer_start": [ 370 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "İnvaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini artıran faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "komorbiditeler" ], "answer_start": [ 615 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "Pnömokokların virülansından ne sorumludur?", "answers": { "text": [ "kapsül" ], "answer_start": [ 753 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "Pnömokok aşıları nelerdir?", "answers": { "text": [ "polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13)" ], "answer_start": [ 912 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği nedir?", "answers": { "text": [ "%50-85" ], "answer_start": [ 1113 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "Konjuge pnömokok aşısı neyi içermektedir?", "answers": { "text": [ "13 serotip" ], "answer_start": [ 1189 ] } }, { "context": "Pnömoni erişkin yaşta görülen en önemli enfeksiyon hastalıklarından biridir ve görülme sıklığı sebebiyle toplumdaki en önemli sağlık sorunlarından biri olmaya devam etmektedir. Birçok mikroorganizma pnömoni etkeni olsa da, Streptococcus pneumoniae toplumda gelişen pnömoninin en sık etkenidir. Yaş, pnömokok hastalıklarında en önemli risk faktörlerinden biridir. Ayrıca diyabetes mellitus, kardiyovasküler hastalık, kronik akciğer hastalığı, kronik karaciğer hastalığı, alkolizm ve sigara içmek gibi çok sayıda kronik hastalık ve komorbid durum invaziv pnömokok hastalığı riskini 3-7 kat oranında artırmaktadır. Bu komorbiditeler aynı zamanda invaziv pnömokok nedeniyle hastaneye yatış ve mortalite riskini de artırmaktadır. Pnömokokların virülansından kapsül sorumludur. 90 farklı pnömokok serotipi tanımlanmıştır. Erişkinlerde en ciddi enfeksiyonlardan sorumlu serotipler 14, 3, 9, 19, 1, 6, 23 ve 7’dir. Biri polisakkarit (PPSV23) diğeri konjuge (PCV13) olmak üzere iki tip pnömokok aşısı bulunmaktadır. Polisakkarit aşının içeriğinde 23 farklı serotip yer almaktadır. Polisakkarit pnömokok aşısının etkinliği %50-85’tir. Konjuge aşı ise toksik olmayan difteri toksinine (CRM197) bağlı 13 serotip içermektedir. Antikor yanıtının daha geniş olmasını sağlamak amacı ile konjuge aşıyı takiben polisakkarit aşı kullanılması en etkin yöntemdir. Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede %75, pnömokoksik pnömoniyi önlemede %45 etkili olduğu bulunmuştur. Aşı, intramuskuler (IM) uygulanır.", "question": "Konjuge aşının invazif pnömokok enfeksiyonlarını önlemede etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "%75" ], "answer_start": [ 1401 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi nedir?", "answers": { "text": [ "Sistin Tüketici Tedavi" ], "answer_start": [ 41 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaç hangisidir?", "answers": { "text": [ "sisteamin" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi ne zaman kanıtlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1976" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Sisteamin hangi grupları içeren bir bileşiktir?", "answers": { "text": [ "amin ve tiyol" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Sisteamin nasıl bir bileşiktir?", "answers": { "text": [ "Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır" ], "answer_start": [ 236 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Sisteamin lizozoma nasıl giriş yapar?", "answers": { "text": [ "amino grupları" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Lizozomda sisteamin hangi maddelerle reaksiyona girer?", "answers": { "text": [ "miks-disülfid ve sistein" ], "answer_start": [ 505 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Sisteaminin sistinle reaksiyonu sonucu hangi maddeler oluşur?", "answers": { "text": [ "miks-disülfid ve sistein" ], "answer_start": [ 505 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu hangi maddeler oluşur?", "answers": { "text": [ "sistein ve sistamin" ], "answer_start": [ 597 ] } }, { "context": "Sistinoz için en etkili ve özgül tedavi “Sistin Tüketici Tedavi” dir. Bu amaçla “sisteamin” kullanılmaktadır. Sisteamin sistinozun ilerlemesini yavaşlatan tek ilaçtır. Sisteamin amin ve tiyol grupları içeren kararlı organik bileşiktir. Katıdır, suda çözünür ve genellikle, amonyum türevi tuzları olarak kullanılır. Sisteaminin sistinoz tedavisindeki önemli etkisi 1976’da kanıtlanmıştır. Kısaca; amino grupları tarafından sisteaminin lizozoma girişi kolaylaştırılır. Lizozomda sistinle reaksiyona girerek miks-disülfid ve sistein oluşturur. Miks-disülfüdin sisteaminle reaksiyonu sonucu, yine bir sistein ve sistamin oluşur. Ardından, sistein sitoplazmaya girerek GSH’ya dahil edilir. Bu sırada sistamin tekrar sisteamine geri dönüştürülür.", "question": "Sistein sitoplazmaya girdikten sonra neye dahil edilir?", "answers": { "text": [ "GSH" ], "answer_start": [ 664 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileri" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Sigaranın olumsuz etkilerini göstermek için ne yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "araştırmalar" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Annenin sigara içmesinden fetüs ne oranda etkilenir?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 533 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Sigara sayısının artması fetüste ne gibi bir etki yapar?", "answers": { "text": [ "fetal ağırlığın düştüğü" ], "answer_start": [ 618 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Pasif içici anne bebeklerinde hangi etkiler ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "benzer" ], "answer_start": [ 786 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Gebelikte sigara içiminin çocukluk dönemindeki etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Sigaranın fetüs üzerindeki etkilerini ortaya koymak için neler yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "araştırmalar" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Pasif içici anne bebeklerinde hangi duruma benzer etkiler ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "sigara" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Gebelikte sigara içimi fetal ağırlığı nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "düştüğü" ], "answer_start": [ 634 ] } }, { "context": "Gebelikte sigara içiminin başlıca etkileri; intrauterin gelişme geriliği, artan düşük riski, erken membran rüptürü, prematür doğum, ölü doğum, plasenta previa, dekolman plasenta, ani bebek ölümü sendromu ve çocukluk dönemi etkileridir. Bu konuda birçok araştırmalar yapılarak sigaranın olumsuz etkileri gösterilmiştir ve yeni yapılan birçok araştırma da henüz bilinmeyen zararlarını ortaya koymak için yapılmaya devam etmektedir. Annenin sigara içmesinden veya annenin pasif sigara içiciliğinden fetüsün ne oranda etkilendiği de çok önemlidir. İyi not edilmiş doz-cevap eğrileri gözlemlenmiş, sigara sayısının artması fetal ağırlığın düştüğü görülmüştür. Bununla birlikte sigara içmemesine rağmen sigaraya maruz kalmış pasif içici anne bebeklerinde de sigara içen anne bebeklerindekine benzer etkiler ortaya çıkardığını gösteren yayınlar mevcuttur.", "question": "Gebelikte sigara içiminin plasenta üzerinde ne tür etkileri vardır?", "answers": { "text": [ "dekolman" ], "answer_start": [ 160 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "ON'nin tedavisi neden zordur?", "answers": { "text": [ "çok yönlü bir durum" ], "answer_start": [ 3 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "ON hangi psikiyatrik bozukluk ile birliktelik gösterebilir?", "answers": { "text": [ "obsesif kompulsif bozukluk" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "ON ve OKB birlikteliğinde tedavi neyi kapsamaktadır?", "answers": { "text": [ "OKB tedavisini" ], "answer_start": [ 180 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "Sağlıklı beslenme takıntısı, tedavi sürecinde ne tür uyumsuzluklara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "doğal olmayan ilacı kullanmamak" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "ON, diğer yeme bozukluğu türlerine göre tedaviye nasıl yaklaşır?", "answers": { "text": [ "daha açıklar" ], "answer_start": [ 385 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "ON'de düşünce temelinde ne vardır?", "answers": { "text": [ "sağlıklı olmak" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "ON'de sağlıklı beslenme takıntısı neyi reddetmeye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "doğal olmayan ilacı kullanmamak" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "ON'nin tedavisi hangi diğer bozukluğun tedavisini de kapsayabilir?", "answers": { "text": [ "OKB" ], "answer_start": [ 180 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "ON'nin tedavi sürecinde yaşanan zorluklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "tedavisi zordur" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "ON çok yönlü bir durum olduğundan tedavisi zordur. Genetik bir yatkınlığı olabileceği gibi obsesif kompulsif bozukluk ile de birliktelik gösterebilir. Birliktelik durumunda tedavi OKB tedavisini de kapsamaktadır. Sağlıklı beslenme takıntısı kendilerince doğal olmayan ilacı kullanmamak şeklinde tedavi uyumsuzlukları yaratabilmektedir. Diğer yeme bozukluğu türlerine göre ise tedaviye daha açıklardır çünkü düşünce temelinde sağlıklı olmak vardır.", "question": "ON'de tedaviye açıklığın sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "Sağlıklı beslenme takıntısı" ], "answer_start": [ 213 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Modern tıp nasıl doğmuştur?", "answers": { "text": [ "Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Modern tıbbın gelişmesine ne katkıda bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "teknolojinin" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Modern tıbbın yanında halk içinde ne tür tıbbi yöntemler kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "geleneksel" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Antibiyotik ve aşıların bulunması neyi artırmıştır?", "answers": { "text": [ "ortalama yaşam süresini" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Ortalama yaşam süresinin artması neye neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "kronik hastalıkların" ], "answer_start": [ 485 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Modern tıp hangi fikir üzerine kurulmuştur?", "answers": { "text": [ "tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri" ], "answer_start": [ 62 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Geleneksel tıbbi yöntemler nerede kullanılagelmiştir?", "answers": { "text": [ "halk içinde" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Ortalama yaşam süresini artıran tıbbi buluşlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Antibiyotik ve aşıların" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Teknolojinin gelişmesi hangi tıp dalını oluşturmuştur?", "answers": { "text": [ "bilimsel, kanıta dayalı tıbbın" ], "answer_start": [ 266 ] } }, { "context": "Modern tıp (konvansiyonel tıp, klasik tıp) Hipokrat’ın tıbbın tanı, tedavi süreçlerinin detaylı bir gözlem, neden-sonuç ilişkisi üzerine kurulması gerektiği fikri ile doğmuştur ve 19. Yüzyıldan itibaren teknolojinin ve temel tıp bilimlerinin de gelişmesiyle günümüz bilimsel, kanıta dayalı tıbbını oluşturmuştur. Modern tıbbın yanında halk içinde geleneksel tıbbi yöntemler de kullanılagelmiştir. Antibiyotik ve aşıların bulunması ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış, bu da kronik hastalıkların artmasına neden olmuştur.", "question": "Kronik hastalıkların artmasına ne sebep olmuştur?", "answers": { "text": [ "ortalama yaşam süresini önemli oranda artırmış" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "Şizofreni nedir?", "answers": { "text": [ "kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "Şizofreni bireyin yaşamının hangi yönlerini etkiler?", "answers": { "text": [ "hemen her yönünü" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "Antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında bile şizofreni hangi bozulmalarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "sosyal, psikolojik ve mesleki" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar dünya çapında hangi sıradaki hastalık olarak bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "2010 yılında yapılan bir çalışmada en fazla yeti kaybı sebebi olan hastalık grubu nedir?", "answers": { "text": [ "ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları" ], "answer_start": [ 586 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "Şizofreni özellikle hangi yaş grubunu etkiler?", "answers": { "text": [ "genç" ], "answer_start": [ 709 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "Şizofreni hastalığı toplumda nasıl bir yük oluşturur?", "answers": { "text": [ "hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük" ], "answer_start": [ 795 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "2010 yılındaki çalışmada hangi hastalık grubu yeti kaybı açısından ilk sırada yer almıştır?", "answers": { "text": [ "ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları" ], "answer_start": [ 586 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "Şizofreni ile ilişkili bozulmalar nelerdir?", "answers": { "text": [ "sosyal, psikolojik ve mesleki" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Şizofreni, klinik olarak çeşitli semptom kümelerinden oluşan, bireysel ve temporal çeşitlilikler gösteren kronik ve kısıtlayıcı bir hastalıktır. Bireyin yaşamının hemen her yönünü etkilemektedir ve antipsikotik tedavi ile psikotik semptomlar kontrol altına alındığında dahi sosyal, psikolojik ve mesleki bozulmalarla yakından ilişkilidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2001 raporuna göre şizofreni ve diğer psikotik bozukluklar, dünya çapında en çok yeti kaybına sebep olan üçüncü hastalık olarak bildirilmiştir. 2010 yılında yapılmış benzer bir çalışmada ise en fazla yeti kaybı sebebi olan ruhsal hastalıklar ve madde kullanım bozuklukları hastalık grubu içinde yeti kaybı yükü açısından ilk sıradadır. Özellikle genç kişileri etkileyen bu hastalık grubunun önemli bir halk sağlığı problemi olduğu, hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu vurgulanmaktadır.", "question": "Şizofreninin toplum üzerindeki hangi etkileri vurgulanmıştır?", "answers": { "text": [ "hem ekonomik olarak hem de hasta kişilerde üzüntüye sebep olarak önemli bir toplumsal yük oluşturduğu" ], "answer_start": [ 795 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "Komplikasyon nedir?", "answers": { "text": [ "işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "Komplikasyonlar nasıl sınıflandırılmıştır?", "answers": { "text": [ "erken ve geç" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "Majör komplikasyonlar nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "olumsuz olaylar" ], "answer_start": [ 605 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%1'den düşüktür" ], "answer_start": [ 757 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha yüksektir" ], "answer_start": [ 817 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "Komplikasyonlar için risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyon" ], "answer_start": [ 870 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "Komplikasyon gelişme olasılığı hangi hastalarda daha fazladır?", "answers": { "text": [ "gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda" ], "answer_start": [ 1024 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "ÖGD sonucu hangi komplikasyonlar gelişebilir?", "answers": { "text": [ "Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi" ], "answer_start": [ 1164 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "Boğaz ağrısı ve ses kısıklığı nasıl tedavi edilir?", "answers": { "text": [ "spesifik tedavi gerektirmez" ], "answer_start": [ 1439 ] } }, { "context": "Komplikasyon işlem sonrasında normal postoperatif seyirden sapma olarak tanımlanmaktadır. Bu durum asemptomatik olabileceği gibi kanama, enfeksiyon ve perforasyon gibi olumsuz sonuçları da içerebilir. Pediatrik endoskopi sonrası komplikasyonların tanımı henüz standart değildir. Komplikasyonlar, başlangıç zamanına göre çeşitli tanımlamalar kullanılarak erken ve geç olarak sınıflandırılmıştır. Ek olarak komplikasyonlar minör veya majör olarak da tanımlanmıştır. Majör komplikasyonlar genellikle acil değerlendirme, hastaneye yatış veya tekrarlayan cerrahi ya da diğer girişimsel prosedürleri gerektiren olumsuz olaylar olarak tanımlanır. Tanısal ve terapötik pediatrik endoskopideki komplikasyonlar genellikle nadirdir. Tanısal ÖGD’nin komplikasyon oranı %1'den düşüktür. Terapötik müdahalelerin komplikasyon oranı daha yüksektir. Komplikasyonlar için risk faktörleri genç yaş, yüksek Amerikan Anesteziyoloji Derneği fiziksel durum sınıflandırma sistemi (ASA) derecesi, kadın cinsiyet ve intravenöz sedasyondur. Ek olarak gastrointestinal, solunumsal ve hematolojik komorbiditesi olan hastalarda komplikasyon daha fazladır ve çoklu komorbiditelerle artmaktadır. Karın ağrısı, kusma, aspirasyon pnömonisi, göğüs ağrısı, pankreatit, duodenal hematom, kanama, sekonder enfeksiyonlar, bakteriyemi, beyin apsesi, özofagus perforasyonu, hava embolisi gibi komplikasyonlar ÖGD sonucu gelişebilir. Boğaz ağrısı veya ses kısıklığı sık görülür ve spesifik tedavi gerektirmez.", "question": "Komplikasyonlar başlangıç zamanına göre nasıl tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "erken ve geç" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Sepsis nedir?", "answers": { "text": [ "organ disfonksiyonudur" ], "answer_start": [ 84 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Sepsis ve septik şok dünya çapında kaç kişiden birinin ölümüne yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "dört" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri neye bağlı olarak değişmektedir?", "answers": { "text": [ "merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti ne kadar olmaktadır?", "answers": { "text": [ "50.000 doları" ], "answer_start": [ 433 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Sepsis tanılı hastaların Amerika Birleşik Devletleri ekonomisine yıllık yükü nedir?", "answers": { "text": [ "17 milyar dolarlık" ], "answer_start": [ 483 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Sepsis etkilenen hastalarda ne kadar mortaliteye neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "%20 - 50" ], "answer_start": [ 548 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Ülkemizde sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları ne kadar yüksek bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "%55 ve %70" ], "answer_start": [ 800 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmasına neden olan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 910 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Sepsis gelişiminde etkili olan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 1093 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyona karşı uygunsuz konak yanıtının neden olduğu, yaşamı tehdit eden organ disfonksiyonudur. Sepsis ve septik şok dünya çapında milyonları etkileyen ve etkilenen her dört kişiden en az birinin ölümüne yol açan başlıca sağlık problemidir. Sepsis ilişkili mortalite risk faktörleri, merkezin büyüklüğü ve gelişmişliğine bağlı olarak değişmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde sepsis tanılı hastaların bakım maliyeti 50.000 doları geçmekte ve ülke ekonomisine yıllık 17 milyar dolarlık bir yük oluşturmaktadır. Etkilenen hastalarda %20 - 50 mortaliteye neden olmakta ve iyileşen hastalarda belirgin olarak yaşam kalitesini düşürmektedir. Ülkemizde yapılan geniş çok merkezli epidemiyolojik çalışmada sepsis ve septik şoka bağlı ölüm oranları kabul edilemez oranda yüksek bulunmuştur (%55 ve %70). Gelişmiş teknolojinin kullanıldığı yoğun bakım ünitelerinde hastaların daha uzun süre kalmaları, artan yaşlı nüfus, malign hastalıkların kendilerinin ve agresif tedavilerinin yarattığı immün baskılanma, artan transplantasyon uygulamaları ve ilişkili immünsüpresiflerin kullanımı, invaziv girişimler, antibiyotik direnci, toplum kaynaklı ve nazokomial enfeksiyonlar sepsis gelişiminde etkilidir.", "question": "Sepsis etkilenen hastalarda yaşam kalitesini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "düşürmektedir" ], "answer_start": [ 639 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre kaç gruba ayrılır?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "Bazal membranın bütünlüğünün korunduğu meme kanseri türü nedir?", "answers": { "text": [ "in situ karsinoma" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "Bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu meme kanseri türü nedir?", "answers": { "text": [ "invaziv/infiltratif karsinoma" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "Meme tümörleri genellikle nereden köken alır?", "answers": { "text": [ "TDLU" ], "answer_start": [ 246 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "Meme tümörlerinin %95’inden fazlası hangi türdedir?", "answers": { "text": [ "adenokarsinoma" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "Adenokarsinomalar ne oranda invaziv olabilir?", "answers": { "text": [ "%70" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'nün (DSÖ) histolojik sınıflaması meme tümörlerini kaç gruba ayırmaktadır?", "answers": { "text": [ "altı" ], "answer_start": [ 616 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "DSÖ'nün meme tümörleri sınıflamasında hangi ana başlıklar bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler" ], "answer_start": [ 751 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "Erkek memesi DSÖ'nün sınıflamasında nasıl ele alınmaktadır?", "answers": { "text": [ "ayrı bir başlık altında" ], "answer_start": [ 959 ] } }, { "context": "Meme kanserleri bazal membranın sınırlayıcı özelliğine göre iki gruba ayrılır. Bunlar bazal membranın bütünlüğünün korunduğu in situ karsinoma ile bazal membranın bütünlüğünün bozulduğu invaziv/infiltratif karsinomadır. Meme tümörleri çoğunlukla TDLU’dan köken alır ve invaziv veya in situ duktal/lobüler karsinomayı oluşturur; daha az oranda ise memenin diğer alanlarından köken alır. Meme tümörlerinin %95’inden fazlası adenokarsinomadır. %70 oranında invaziv olan adenokarsinomalar, in situ formda da görülebilir. Histolojik tipler arasında klinik, biyolojik ve prognostik farklar bulunmaktadır. Meme tümörlerini altı gruba ayırarak sınıflayan “Dünya Sağlık Örgütü(DSÖ)”nün histolojik sınıflaması, en yaygın kullanılan sınıflamadır. Bu sınıflamada epitelyal tümörler, fibroepiteliyal tümörler ve hamartomlar, meme başının tümörleri, mezenkimal tümörler, hematolenfoid tümörler ve metastatik tümörler olmak üzere 6 ana başlık bulunmaktadır. Erkek memesi de ayrı bir başlık altında incelenmektedir.", "question": "Meme tümörlerinin histolojik tipleri arasında hangi farklar bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "klinik, biyolojik ve prognostik" ], "answer_start": [ 544 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) nedir?", "answers": { "text": [ "nörogelişimsel bir bozukluk" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "OSB’nin klinik tablosu ilk kez kim tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Leo Kanner" ], "answer_start": [ 314 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "Leo Kanner, OSB'yi tanımlarken hangi belirtilerden söz etmiştir?", "answers": { "text": [ "insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden" ], "answer_start": [ 391 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "Leo Kanner, tanımladığı klinik tabloya ne ad vermiştir?", "answers": { "text": [ "infantil otizm" ], "answer_start": [ 547 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "Hans Asperger, 1944 yılında tanımladığı klinik tabloya ne ad vermiştir?", "answers": { "text": [ "otistik psikopati" ], "answer_start": [ 618 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "Asperger Sendromu terimini tıp literatürüne kim kazandırmıştır?", "answers": { "text": [ "Lorna Wing" ], "answer_start": [ 730 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi ne zaman gerçekleşmiştir?", "answers": { "text": [ "1980" ], "answer_start": [ 683 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "DSM-III'te OSB tanısı için kaç ölçütün karşılanması gerektiği belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "6" ], "answer_start": [ 1074 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "DSM-III'te OSB belirtilerinin ne zaman ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır?", "answers": { "text": [ "30 aydan önce" ], "answer_start": [ 1123 ] } }, { "context": "Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB) yaşamın ilk yıllarından itibaren gözlemlenebilen sosyal-iletişimsel alandaki yetersizlikler ile seyreden, sınırlı ilgi alanlarının ve tekrarlayıcı davranışların gözlendiği nörogelişimsel bir bozukluktur. OSB’nin klinik tablosu ilk defa 1943’te Amerikalı bir çocuk psikiyatristi olan Leo Kanner tarafından 11 olgu sunumuyla tanımlanmıştır. Leo Kanner 11 olguda insanlarla iletişim kurma güçlüklerinden, ekolalilerinden, tekrarlayıcı amaçsız davranışlarından, değişikliğe olan dirençlerinden söz etmiştir. Bu tabloyu ‘infantil otizm’ olarak adlandırmıştır. 1944 yılında ise Hans Asperger ‘otistik psikopati’ olarak tanımladığı klinik tablodan bahsetmiş, 1980 yıllarda bu klinik tablo tıp literatürüne Lorna Wing tarafından ‘Asperger Sendromu’ adıyla kazandırılmıştır. OSB’nin psikiyatri tanı sınıflama sistemlerine girmesi 1980’de DSM-III (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım) ile olmuş, sonraki tanı sınıflama sistemlerinde isimlendirme, alt gruplar ve tanı kriterlerinde farklılıklar olmuştur. DSM-III’te tanı için 6 ölçütün karşılanması gerektiği ve belirtilerin 30 aydan önce ortaya çıkması gerektiği vurgulanmıştır. DSM-III-R (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı Üçüncü Basım-Revize)’de tanı kriterleri 16 ölçütten 8’inin karşılanması gerektiği şeklinde düzenlenmiş ve başlangıç yaş sınırı kaldırılmıştır.", "question": "DSM-III-R’te tanı kriterleri için kaç ölçütün karşılanması gerektiği düzenlenmiştir?", "answers": { "text": [ "8" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "İnternet bağımlılığının tedavisi hangi yaklaşımlar gerektirmektedir?", "answers": { "text": [ "multimodal" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "İnternet bağımlılığının tedavisinde en yaygın kullanılan terapi nedir?", "answers": { "text": [ "bilişsel davranışçı terapi" ], "answer_start": [ 103 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "BDT’de hastalar neyi öğrenirler?", "answers": { "text": [ "düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "BDT'de hedefler arasında neler yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmak" ], "answer_start": [ 551 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "Sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi neye yardımcı olmaktadır?", "answers": { "text": [ "tedaviye" ], "answer_start": [ 964 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "BDT'de bilişsel çarpıtmalar üzerinde nasıl çalışılır?", "answers": { "text": [ "bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "İnternet bağımlılığının tedavisinde hangi terapiler yer alır?", "answers": { "text": [ "bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler" ], "answer_start": [ 103 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "BDT'de internet kullanım zamanlarıyla ne yapılması hedeflenir?", "answers": { "text": [ "internet kullanım zamanlarını kaydetmek" ], "answer_start": [ 691 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "Spor etkinliklerine katılımın sağlanması neye katkı sağlar?", "answers": { "text": [ "tedavisi" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "İnternet bağımlılığının tedavisi genellikle multimodal yaklaşımlar gerektirmektedir. Bunlar içerisinde bilişsel davranışçı terapi, motivasyonel görüşme, psikoeğitim, aile terapisi, narrative terapi, sanat terapisi, pozitif psikoterapi, psikofarmakolojik tedaviler yer almaktadır. İnternet bağımlılığı tedavisi ile ilgili en yaygın uygulamalar bilişsel davranışçı terapi (BDT) uygulamalarıdır. BDT’de hastalar düşüncelerininin farkına varma, duygularını tanıma, internet ile ilgili durumsal tetikleyicileri farkına varmayı öğrenirler. BDT’de hedefler; internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmaktır. Bunların yanında sorun çözme becerilerinin geliştirilmesi, sosyal becerilerin arttırılması, yeni boş zaman aktivitelerinin edinmesinin sağlanması, spor etkinliklerine katılımının sağlanması da tedaviye yardımcı olmaktadır.", "question": "BDT'nin internet bağımlılığı tedavisinde hedefleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "internet kullanımı ile ilgili bilişsel çarpıtmaları açığa çıkarmak, bilişler üzerinde çalışılarak bilişsel yeniden yapılandırmayı sağlamak, internet kullanım zamanlarını kaydetmek ve maruz bırakma çalışmaları yapmak" ], "answer_start": [ 551 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "Huzursuz bacak sendromu (HBS) ile ilgili hangi tip bozukluk ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "sensorimotor hareket bozukluğu" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "Huzursuz bacak sendromu (HBS) öncelikli olarak hangi bölgeyi tutar?", "answers": { "text": [ "alt ekstremite" ], "answer_start": [ 101 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "HBS sendromunda parestezi ve huzursuzluk hissi ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "akşam ve gece" ], "answer_start": [ 192 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "HBS sendromunda hasta ne ile rahatlar?", "answers": { "text": [ "Hareket ile" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "HBS'nin patofizyolojisinde hangi faktörlerin kritik rol oynadığı bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "HBS'nin RA hastalarındaki sıklığı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "% 30" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "RA hastalarında HBS'nin bu kadar sık olmasının olası nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar" ], "answer_start": [ 596 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "HBS olan hastalar, HBS semptomlarını genellikle hangi semptomlardan ayırt edebilir?", "answers": { "text": [ "artrit" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "HBS, RA ile birlikte ne tür bir durum olarak görülür?", "answers": { "text": [ "yaygın bir komorbidite" ], "answer_start": [ 769 ] } }, { "context": "Huzursuz bacak sendromu (HBS), kronik, sensorimotor hareket bozukluğu ile ilişkili, öncelikli olarak alt ekstremiteyi tutan yaygın bir hastalıktır (Salas et al., 2010). Bu sendromda özellikle akşam ve gece (hastanın inaktif olduğu dönemde) parestezi ve huzursuzluk hissi oluşur. Hareket ile kısmen veya tamamen hasta rahatlar. Patofizyolojisi tam bilinmemesine rağmen santral sinir sisteminde dopamin disfonksiyonu, serebral demir ve ferritin azalmasının kritik rol oynadığı bilinmektedir. HBS’nin RA hastalarındaki sıklığı % 30'u bulabilmektedir. Bu kadar sık olmasının nedeni RA hastalarındaki sitokin salınımı ve diğer immünomodülatör yanıtlar olabilir. HBS olan hastaların çoğu, HBS semptomlarını artrit semptomlarından ayırt edebilir. HBS, RA ile birlikte görülen yaygın bir komorbiditedir. Hızlı tanı ve tedaviyle hastanın yaşam kalitesi iyileştirilebilir.", "question": "Hızlı tanı ve tedavi ile neyin iyileştirilebileceği belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "hastanın yaşam kalitesi" ], "answer_start": [ 820 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "Alkalen fosfataz (ALP) hangi kaynaklardan gelebilen izoenzimlere sahiptir?", "answers": { "text": [ "kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "Alkalen fosfataz (ALP) özellikle hücrelerin hangi bölümünde yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "membranında" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "Çocukluk döneminde ALP değerleri neden erişkinlere göre daha yüksek olabilir?", "answers": { "text": [ "kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına" ], "answer_start": [ 395 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "Çocukluk döneminde ALP değerlerinde görülen ilk pik ne zaman olur?", "answers": { "text": [ "1.-6. ayda" ], "answer_start": [ 510 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "Gebelikte ALP seviyeleri nasıl değişebilir?", "answers": { "text": [ "normalin 2-3 katı" ], "answer_start": [ 662 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "Rikets hastalığında ALP artışının nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "osteoblastik hücrelerdeki artışından" ], "answer_start": [ 821 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "Kolestatik karaciğer hastalıklarında hangi ALP izoenzimi yükselir?", "answers": { "text": [ "karaciğer izoenzimi" ], "answer_start": [ 922 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri nasıl bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek" ], "answer_start": [ 1384 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde hangi ölçüt önemlidir?", "answers": { "text": [ "serum ALP aktivitesi" ], "answer_start": [ 1621 ] } }, { "context": "Alkalen fosfataz (ALP), yaşa göre değişkenlik gösteren, kemik, karaciğer, böbrek, intestinal, plesental ve germ hücre kaynaklı olabilen dört farklı izoenzimi bulunan glikopeptid yapıda bir enzimdir. Tüm vücut dokularında bulunan ALP, özellikle hücrelerin membranında yer almaktadır. Karaciğer, böbrek, kemik, lökosit gibi değişik dokuların fosfohidrolazlarının toplamını gösterir. Çocukluklarda kemikteki osteoblastik aktivitenin artışına bağlı erişkinlere göre 3 kat daha yüksek değerler görülebilir. İlk pik 1.-6. ayda, ikinci pik kızlarda erken pubertede (12 yaş), erkeklerde mid-pubertede (14 yaş) olur. Gebelikte ALP herhangi bir hastalığa eşlik etmeden de normalin 2-3 katı kadar yüksek görülebilir. En büyük artışı riketste görülmektedir. Bunun sebebi demineralize kıkırdak ve osteoid dokuda yapım artışına bağlı, osteoblastik hücrelerdeki artışından kaynaklanmaktadır. Kolestatik karaciğer hastalıklarında ALP'nin karaciğer izoenzimi yükselirken, osteoblastik kemik hastalıkları, Paget hastalığı, osteomalazi, primer kemik tümörleri ve kemik metastazlarında kemik izoenzimi artar. ALP karaciğer tipi, böbrek kaynaklı dokuya özgül olmayan tip, intestinal tip, plasental tip ve germ ya da plasenta benzeri tipler diye birçok gruba ayrılmaktadır. ALP aktivitesi cinsiyete bağlı farklılıklar göstermektedir. Yapılan bir çalışmada D vitamini almayan erkek çocuklarda ALP değerleri kızlardan istatistiksel olarak anlamlı daha yüksek bulunmuştur. Yine aynı çalışmada ALP aktivitesi yüksek olan çocuklarda riketsin en az 2 klinik bulgusunun olduğu belirlenmiştir. Riketsin radyolojik bulgularının değerlendirilmesinde de serum ALP aktivitesi önemli bir ölçüttür. Bir çalışmada ek doz D vitamini alan çocukların %4-6'sında, almayanların ise %13'ünde anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır.", "question": "Ek doz D vitamini almayan çocukların % kaçında anormal ALP aktiviteleri saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "%13" ], "answer_start": [ 1740 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae) insanlarda hangi bölgede kolonizasyona yol açarlar?", "answers": { "text": [ "nazofarenks" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "Sağlıklı erişkinlerde pnömokok kolonizasyon oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%40-50" ], "answer_start": [ 158 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "Sağlıklı erişkinlerde pnömokok kolonizasyon oranı hangi aralıktadır?", "answers": { "text": [ "%40-50" ], "answer_start": [ 158 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "Erişkinlerde pnömokok kolonizasyon riskini artıran faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "Çocuklarda pnömokok kolonizasyon riskini arttıran faktörlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "2 yaşından küçük" ], "answer_start": [ 305 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "Asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar hangi durumlarda enfeksiyon meydana getirir?", "answers": { "text": [ "Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar" ], "answer_start": [ 447 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "Noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına hangi hastalıklar örnektir?", "answers": { "text": [ "Otit ve sinüzit" ], "answer_start": [ 689 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "İnvaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnek olarak hangi hastalıklar verilebilir?", "answers": { "text": [ "menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler" ], "answer_start": [ 781 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "Pnömokok enfeksiyonları hangi gruplarda daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur?", "answers": { "text": [ "çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde" ], "answer_start": [ 903 ] } }, { "context": "Pnömokoklar (Streptococcus Pneumoniae), gram pozitif diplokoklardır ve insanlarda nazofarenkste kolonizasyona yol açarlar. Sağlıklı erişkinlerde kolonizasyon %40-50 oranındadır. Sigara maruziyeti ve kronik obstrüktif akciğer hastalığı varlığı erişkinlerde kolonizasyon riskini arttırırken, çocuklarda ise 2 yaşından küçük olmak, yeterince anne sütü almamış olmak, kalabalık ev ortamı, sigara maruziyeti ve kış mevsimi riski arttıran faktörlerdir. Viral enfeksiyon, malnutrisyon ve mukozal hasar gibi etkenlerde asemptomatik olarak kolonize olan pnömokoklar, enfeksiyon meydana getirirler. Pnömokok enfeksiyonları, kabaca invaziv ve noninvaziv pnömokok enfeksiyonları olarak ikiye ayrılır. Otit ve sinüzit gibi üst solunum yolu enfeksiyonları, noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına; menenjit, bakteriyemi ve bakteriyemik pnömoniler ise invaziv pnömokok enfeksiyonlarına örnektir. Pnömokok enfeksiyonları, çocuklarda, yaşlılarda, komorbid hastalığı olanlarda, immün sistemi baskılanmış kişilerde daha yüksek morbidite ve mortaliteye neden olur.", "question": "Noninvaziv pnömokok enfeksiyonlarına neler örnektir?", "answers": { "text": [ "Otit ve sinüzit" ], "answer_start": [ 689 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) ne tür bir rahatsızlıktır?", "answers": { "text": [ "ruhsal" ], "answer_start": [ 110 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Obsesyon kelimesi hangi latince sözcükten türemiştir?", "answers": { "text": [ "obsidere" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Obsesyonlar, kişinin hangi tür zihin içeriğini tanımlar?", "answers": { "text": [ "kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Obsesyonlar, kişinin neyi dışında ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "isteği" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Obsesyonlar neye yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır?", "answers": { "text": [ "işlevsellik kaybına" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Kompulsiyonlar hangi latince sözcükten türemiştir?", "answers": { "text": [ "compellere" ], "answer_start": [ 542 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Kompulsiyonlar hangi kelimeden türemiştir?", "answers": { "text": [ "compellere" ], "answer_start": [ 542 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Kompulsiyonlar ne tür davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir?", "answers": { "text": [ "tekrarlayıcı" ], "answer_start": [ 715 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Kompulsiyonların, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle ilişkisi nasıldır?", "answers": { "text": [ "açıkla ilişkisiz" ], "answer_start": [ 916 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) günlük, kişilerarası, mesleki birçok alanda işlevsellik kaybına yol açan bir ruhsal rahatsızlıktır. Obsesyon, latince kuşatma, ele geçirilme anlamına gelen “obsidere” sözcüğünden gelmektedir. Kişinin belli bir zihin içeriğinden kendini kurtaramadığı durumu tanımlar. Bu zihin içeriği; kişinin isteği dışında ortaya çıkan, benliğe yabancı, yineleyici, bunaltıcı, bilinçli çaba ile zihinden uzaklaştırılamayan düşünce, imge ya da dürtülerdir. Kompulsiyonlar ise, latince zorlanmış, köşeye sıkışmış anlamındaki “compellere” sözcüğünden türemiştir. Kompulsiyonlar genellikle obsesyonların yarattığı rahatsızlığı, kaygıyı gidermek, bazı korkulan durumların olmasını önlemek için yapılan tekrarlayıcı davranışlar ya da zihinsel eylemlerdir. Bu davranışlar ya da zihinsel eylemler, korunmak istenen durum ya da etkisizleştirilmeye çalışan şeylerle bazen ilgiliymiş gibi görünürken bazen de açıkla ilişkisizdir.", "question": "Kompulsiyonlar nasıl eylemlerdir?", "answers": { "text": [ "tekrarlayıcı" ], "answer_start": [ 715 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "Serviks kanseri dünya genelinde kadınlar arasında ne kadar yaygındır?", "answers": { "text": [ "dördüncü" ], "answer_start": [ 47 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "2018 yılında serviks kanserine bağlı tahmini kaç vaka bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "570.000" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "Rahim ağzı kanseri sıklığı ile ülkelerin gelişmişliği arasındaki ilişki nasıldır?", "answers": { "text": [ "ters orantılıdır" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "Rahim ağzı kanserlerinin %85'i hangi bölgelerde daha fazla görülmektedir?", "answers": { "text": [ "daha az gelişmiş bölgelerde" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "Rahim ağzı kanseri hangi bölgelerdeki kadınlarda en sık görülen kanser türüdür?", "answers": { "text": [ "Doğu ve Orta Afrika" ], "answer_start": [ 344 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "Türkiye’de 2016 yılında serviks kanseri, kadın kanserleri arasında kaçıncı sırada yer almıştır?", "answers": { "text": [ "9." ], "answer_start": [ 559 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "2016 yılında Türkiye'de serviks kanserinin insidansı nedir?", "answers": { "text": [ "%4.3" ], "answer_start": [ 584 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye'de serviks kanserinin insidansı nedir?", "answers": { "text": [ "%4.8" ], "answer_start": [ 683 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "GLOBOCAN 2018 verilerine göre serviks kanseri Türkiye'de kadın kanserleri arasında kaçıncı sıradadır?", "answers": { "text": [ "12." ], "answer_start": [ 738 ] } }, { "context": "Serviks kanseri kadın popülasyonun tüm dünyada dördüncü en yaygın kanseridir. Sadece 2018'de bu hastalığa bağlı tahmini 570.000 vaka ve 311.000 ölüm bildirilmiştir. Rahim ağzı kanseri sıklığı ülkelerin gelişmişliği ile ters orantılıdır. Rahim ağzı kanserlerinin %85'i daha az gelişmiş bölgelerde meydana geldiği görülmüştür. Rahim ağzı kanseri Doğu ve Orta Afrika ülke kadınlarında en sık görülen kanser türüdür. Türkiye’de Sağlık Bakanlığı’nın 2019 yılında yayınladığı kanser istatistiklerine göre 2016 yılında serviks kanseri, tüm kadın kanserleri arasında 9. sırada olup insidansı %4.3 olarak görülmüştür. GLOBOCAN 2018 verilerine göre ise Türkiye'de serviks kanserinin insidansı %4.8 olarak kaydedilmiş olup kadın kanserleri arasında 12. sırada yer almıştır.", "question": "Rahim ağzı kanseri sıklığı ile ülkelerin gelişmişliği arasındaki ilişki nasıldır?", "answers": { "text": [ "ters orantılıdır" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "İskemik inmenin etiyolojisi nedir?", "answers": { "text": [ "beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "Trombotik bir olayda hangi durumlar beyne giden kan akışının azalmasına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "Embolik bir olayda ne olur?", "answers": { "text": [ "vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller" ], "answer_start": [ 418 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "İnme etiyolojisinin tespiti neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "Trombotik inmede risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "Embolik olaylar nasıl meydana gelir?", "answers": { "text": [ "vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu" ], "answer_start": [ 733 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "Embolik olayların en yaygın nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter" ], "answer_start": [ 873 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "Trombotik olayın arteriyel diseksiyonla ilişkisi nedir?", "answers": { "text": [ "beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "İnme etiyolojisinde fibromüsküler displazinin rolü nedir?", "answers": { "text": [ "damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır" ], "answer_start": [ 298 ] } }, { "context": "İskemik inmenin etiyolojisi, beyne giden kan akışının azalmasına neden olan trombotik veya embolik bir olay ya da sistemik hipoperfüzyona bağlıdır. Trombotik bir olayda, genellikle aterosklerotik damar hastalığı, arteriyel diseksiyon, fibromüsküler displazi veya inflamatuar duruma ikincil olarak, damarın kendi içindeki işlev bozukluğu nedeniyle beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir. Embolik bir olayda, vücudun başka yerlerinden gelen pıhtılar, etkilenen damardan kan akışını engeller. İnme etiyolojisinin tespiti hem prognozu hem de sonuçları etkilemesi açısından önemlidir. Trombotik inmede risk faktörleri olarak aterosklerotik hastalık, vaskülitler veya arteriyel diseksiyon gibi etkenler bulunur. Embolik olaylar vücutta başka bir yerden kaynaklanan bir pıhtı sonucu meydana gelir. Pıhtı kaynağı olarak en yaygın nedenler arasında şunlar sıralanabilir; protez kapakçık, akut miyokard infarktüsü erken ve geç dönemi atriyal fibrilasyon ve flatter.", "question": "Trombotik olayın arteriyel diseksiyonla ilişkisi nedir?", "answers": { "text": [ "beyne giden kan akışı azalır veya tamamen kesilir" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "Demir eksikliği nedir?", "answers": { "text": [ "vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "5 yaşına kadar olan çocuklarda demir eksikliği hangi serum ferritin seviyesi ile tanımlanır?", "answers": { "text": [ "<12 mg/l" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında ne kadar yararlıdır?", "answers": { "text": [ "bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir" ], "answer_start": [ 366 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için tükenmiş demir depolarını hangi serum ferritin konsantrasyonları yansıtır?", "answers": { "text": [ "<30 mg/l" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "Anemi nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "Anemisiz demir eksikliği ile demir eksikliği anemisi (DEA) arasındaki fark nedir?", "answers": { "text": [ "üç katıdır" ], "answer_start": [ 1135 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise ne olur?", "answers": { "text": [ "toplam vücut demiri kademeli olarak azalır" ], "answer_start": [ 1198 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "Anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamada hangi seviyeler azalır?", "answers": { "text": [ "ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu" ], "answer_start": [ 1365 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe ne olur?", "answers": { "text": [ "hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer" ], "answer_start": [ 1477 ] } }, { "context": "Demir eksikliği, vücudun normal fizyolojik fonksiyonları korumak için yeterli demir içermediği bir durumdur. Toplam vücut demirinin azalması veya bazı durumlarda 5 yaşına kadar olan çocuklarda <12 mg/l ve 5 yaş ve üstü çocuklarda <15 mg/l serum ferritin seviyesi olarak tanımlanır. Serum ferritin seviyesi demir eksikliğinin tanımlanmasında yararlı olmasına rağmen, bu tanım sadece ferritin seviyelerini etkileyebilecek diğer durumlar (yani, enfeksiyon veya karaciğer hastalığı) yoksa düşünülebilir. Eş zamanlı enfeksiyonu olan 5 yaşından küçük çocuklar için serum ferritin konsantrasyonları <30 mg/l, tükenmiş demir depolarını yansıtır. Anemi, hemoglobin konsantrasyonu, aynı cinsiyet ve yaştaki normal bir popülasyonda hemoglobin için ortalamanın iki standart sapmanın (–2SD) altında olmasıdır. Farklı yaş gruplarında anemiyi tanımlamak için kullanılan DSÖ hemoglobin eşikleri şunlardır: DEA, vücut demirinin normal kırmızı kan hücresi (RBC) üretimini sürdürmek için çok düşük olduğunda gelişir. “Demir eksikliği” ve “DEA” terimleri genellikle aynı bağlamda kullanılır. Fakat aynı şeyler değildir ve anemisiz demir eksikliği DEA'nın üç katıdır. Demir gereksinimleri artmış ve demir alımı az ise, toplam vücut demiri kademeli olarak azalır. Hemoglobin seviyeleri başlangıçta normaldir ve anemi yokluğunda demir eksikliğinin bulunduğu aşamayı yansıtır. Bu noktada, ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır. Toplam vücut demiri azaldıkça ve demir depoları tükendikçe, hemoglobin seviyeleri normal değerlerin altına düşer.", "question": "Demir eksikliğinin anemiye yol açmadığı durumlarda ferritin seviyeleri nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "ferritin seviyesi ve transferrin doygunluğu azalır" ], "answer_start": [ 1365 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) nedir?", "answers": { "text": [ "yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "Rogers ve ark.’ları hangi bölgelerdeki çalışmalardan elde edilen verileri toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır?", "answers": { "text": [ "Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "Her 1000 kişide RVT prevalansı kaç olarak bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "5,20" ], "answer_start": [ 438 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "SRVT prevalansı her 1000 kişide kaç olarak bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "0,80" ], "answer_start": [ 462 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "RVT prevalansı yaşla birlikte nasıl değişmektedir?", "answers": { "text": [ "artış" ], "answer_start": [ 1417 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "SRVT prevalansı her 1000 kişide kaç olarak bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "0,80" ], "answer_start": [ 462 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "RVDT, SRVT’ye göre kaç kat daha fazla görülmektedir?", "answers": { "text": [ "dört" ], "answer_start": [ 766 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "Bilateral retinal ven tıkanıklığı vakaların yaklaşık yüzde kaçında görülür?", "answers": { "text": [ "%5" ], "answer_start": [ 863 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "Japonya'daki çalışmada 9 yıllık insidans oranı RVDT'de kaç olarak bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "%1,9" ], "answer_start": [ 1276 ] } }, { "context": "Retinal ven tıkanıklığı (RVT) yetişkinlerde kazanılmış retinal vasküler hastalıkların en sık nedenlerinden biridir. Genel popülasyonda retinal ven tıkanıklığı prevalansı ile ilgili yeteri kadar çalışma bulunmamaktadır. Rogers ve ark.’ları, Birleşik Devletler, Avrupa, Asya ve Avustralya’daki çalışmalardan elde edilen 68751 kişinin verilerini toplayarak RVT ile ilgili bir çalışma yapmışlardır. Buna göre her 1000 kişide RVT prevalansını 5,20, SRVT prevelansını 0,80, RVDT prevalansını ise 4,42 olarak bildirmişlerdir. Prevalansın yaşla birlikte arttığını fakat cinsiyete göre farklılık göstermediğini belirtmişlerdir. Yapılan bireysel çalışmalarda RVT prevalansının 40 yaş üzerindeki popülasyonlarda %0,3 ile %2,1 arasında olduğu bildirilmiştir. RVDT, SRVT’ye göre dört kat daha fazla karşımıza çıkmaktadır. Bilateral retinal ven tıkanıklığı, vakaların yaklaşık %5 inde görülür ancak bir gözünde retinal ven tıkanıklığı olan hastaların zamanla diğer gözünde tıkanıklık gelişme ihtimali %10’dur. Amerika Birleşik Devletleri’nde yapılan bir çalışmada 5 yıllık RVDT insidansı %0,6 iken SRVT insidansı %0,2 olarak bulunmuştur. On beş yıllık sürede ise RVDT insidansı %1,8, SRVT insidansı %0,5 düzeyinde bulunmuştur. Japonya’daki bir çalışmada ise 9 yıllık insidans oranı RVDT de %1,9, SRVT de %0,7 olup diğer ülkelere göre daha yüksek olduğu belirtilmiştir. RVT prevalansında olduğu gibi, insidansında da yaşla birlikte artış görülmektedir. Avustralya’daki bir çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde, 60 yaş altındaki bireylere göre 10 yıldan uzun sürede RVT gelişme ihtimali 3 kat daha fazla olduğu gösterilmiştir.", "question": "Avustralya'daki çalışmada 70 yaş ve üzerindeki kişilerde RVT gelişme ihtimali, 60 yaş altındaki bireylere göre kaç kat daha fazladır?", "answers": { "text": [ "3 kat" ], "answer_start": [ 1575 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Burun boşluğu kaç bölüme ayrılır?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Her bölüm kendi içinde hangi iki kısıma ayrılır?", "answers": { "text": [ "kavum nazi ve vestibulum nazi" ], "answer_start": [ 101 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Burun boşluğunun ön kısmı nereye açılır?", "answers": { "text": [ "dışarıya" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Burun boşluğunun arka kısmı nereye açılır?", "answers": { "text": [ "nazofarenks" ], "answer_start": [ 233 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Burun boşluğu kaç kısım tarafından sınırlanır?", "answers": { "text": [ "4 kısım" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Burun boşluğunu sınırlayan kısımlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Septum burun boşluğunu genellikle nasıl böler?", "answers": { "text": [ "eşit olmayan iki bölüme" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Her iki burun boşluğu önde nereye açılır?", "answers": { "text": [ "naresler ile dışarıya" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Her iki burun boşluğu arkada nereye açılır?", "answers": { "text": [ "nazofarenks" ], "answer_start": [ 233 ] } }, { "context": "Burun boşluğu septum tarafından genellikle eşit olmayan iki bölüme ayrılır; her bölümde kendi içinde kavum nazi ve vestibulum nazi olmak üzere iki kısıma ayrılır. Her iki burun boşluğu önde naresler ile dışarıya, arkada koanalar ile nazofarenkse açılır. Burun boşluğu tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar olmak üzere 4 kısım tarafından sınırlanır.", "question": "Burun boşluğu hangi duvarlar tarafından sınırlanır?", "answers": { "text": [ "tavan, taban, septal duvar ve lateral duvar" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "anatomik sapma" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Müllerian kanallarının konjenital anomalileri kadınların yüzde kaçında görülür?", "answers": { "text": [ "%7-10" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık yüzde kaçında bu anomaliler infertiliteye katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "%25" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık yüzde kaçında müllerian kanal anomalileri rapor edilmiştir?", "answers": { "text": [ "%2-6" ], "answer_start": [ 499 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık yüzde kaçında müllerian kanal anomalileri görülür?", "answers": { "text": [ "16,7" ], "answer_start": [ 606 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda ne kadar daha fazladır?", "answers": { "text": [ "3 kat" ], "answer_start": [ 718 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Gebelikte karşılaşılan problemler nelerdir?", "answers": { "text": [ "preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar" ], "answer_start": [ 782 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Servikal serklaj ne için endikedir?", "answers": { "text": [ "preterm doğumun önlenmesi" ], "answer_start": [ 965 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Müllerian anomalisi olan hastalar normal hangi fonksiyonlara sahiptir?", "answers": { "text": [ "over ve overian" ], "answer_start": [ 1459 ] } }, { "context": "Kadın genital sistem konjenital anomalileri, müllerian veya paramezonefrik kanalların embriyolojik gelişme bozukluğundan kaynaklanan anatomik sapma olarak tanımlanır. Müllerian kanallarının konjenital anomalileri tüm kadınların %7-10'unda görülür ve uterin anomalisi olan kadınların yaklaşık %25'inde infertilite, tekrarlayan gebelik kaybı ve düşük gebelik oranlarına katkıda bulunur. Bu anomaliler, genellikle asemptomatiktir ve tanı konulamamaktadır. Ancak reprodüktif çağdaki kadınların yaklaşık %2-6, infertilitesi olan kadınların yaklaşık %7,3'ü ve tekrarlayan gebelik kaybı olan kadınların yaklaşık %16,7'si oranında olduğu rapor edilmiştir. Majör anomaliler, tekrarlayan abortus öyküsü olan kadınlarda yaklaşık 3 kat daha fazladır. Gebelikte karşılaşılan problemler arasında preterm doğum, makat prezentasyon, intrauterin gelişme geriliği, anormal plasenta ve diğer komplikasyonlar perinatal mortaliteye yol açar. Bu anomalilerde servikal serklaj genellikle preterm doğumun önlenmesi için endikedir. Ek olarak, bu anomaliler dismenore, disparoni ve hatta amenore semptomlarına neden olabilir. Genç kadınlarda, özellikle de adölesanlarda, endometriozis genital sistem malformasyonlarının klinik şüphesini arttırmaktadır. Ağrı, obstrüksiyona bağlı endometriozis ve kötü obstetrik sonuçlar sebebiyle cerrahi düzeltme önerilmektedir. Overlerin embriyolojik kökenleri müllerian yapılardan ayrı ve farklı olduğu için müllerian anomalisi olan hastalar normal over ve overian fonksiyonlara sahiptir. Prevalansı ve klinik önemi nedeniyle güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için kategorizasyon son derece yararlı gibi görünmektedir. Bu kategorizasyon daha etkili tanı ve tedavinin yanı sıra patogenezinin daha iyi anlaşılmasını sağlar.", "question": "Müllerian kanal anomalilerinin kategorizasyonu neden yararlı gibi görünmektedir?", "answers": { "text": [ "güvenilir bir sınıflandırma sistemi yönetimi için" ], "answer_start": [ 1536 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "Menenjiomlar en sık hangi şekilde görülür?", "answers": { "text": [ "dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "Menenjiomlarda kistik formasyon veya nekroz hangi oranda görülür?", "answers": { "text": [ "%10-25" ], "answer_start": [ 154 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde menenjiomlar nasıl görünür?", "answers": { "text": [ "korteksle izo-orta derecede hiperintens" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "Menenjiomlarda kontrast enjeksiyonu sonrasında nasıl bir kontrastlanma görülür?", "answers": { "text": [ "güçlü ve homojen" ], "answer_start": [ 496 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "Atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu nasıldır?", "answers": { "text": [ "heterojen" ], "answer_start": [ 600 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS'un oluşturduğu hiperintensite ne olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "BOS klefti" ], "answer_start": [ 719 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "Atipik menenjiomlarda BOS klefti ne sıklıkla görülür?", "answers": { "text": [ "yoktur ya da kısmen silinmiş" ], "answer_start": [ 858 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "BOS kleftinde ne görülebilir?", "answers": { "text": [ "deplase damarlara ait flow void alanlar" ], "answer_start": [ 763 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "Beyin ile tümör arasında tuzaklanan neoplastik olmayan yapılar nedir?", "answers": { "text": [ "peritümöral kistler" ], "answer_start": [ 983 ] } }, { "context": "Menenjiomlar çoğunlukla (%90) dura tabanlı ekstraaksiyel solid kitleler şeklinde görülür. MRG de tüm sekanslarda çoğu menenjiom korteksle izointenstir ve %10-25 oranında kistik formasyon veya nekroz görülmesine karşın aşikar hemoraji sık değildir. Tipik olarak T1-ağırlıklı (T1A) görüntülerde korteksle izointens, T2-ağırlıklı (T2A) ve ‘Fluid attenuation inversion recovery’ (FLAIR) görüntülerde korteksle izo-orta derecede hiperintens görülür. Kontrast enjeksiyonu sonrasında %95 den fazlasında güçlü ve homojen kontrastlanma görülür. Ancak atipik ve malign menenjiomlarda kontrast tutulumu oldukça heterojendir. T2A görüntülerde tümör ile beyin arasına giren BOS’un (beyin omurilik sıvısı) oluşturduğu hiperintensite BOS klefti olarak adlandırılır ve içlerinde deplase damarlara ait flow void alanlar görülebilir. Atipik menenjiomlarda BOS klefti sıklıkla yoktur ya da kısmen silinmiştir. Ayrıca beyin ile tümör arasında tuzaklanan BOS gölcüklerinin oluşturduğu neoplastik olmayan peritümöral kistler görülebilir. Bu kistler genellikle proteinden zengindir, FLAIR de tamamen baskılanmazlar.", "question": "Peritümöral kistler genellikle hangi içerik bakımından zengindir?", "answers": { "text": [ "protein" ], "answer_start": [ 1038 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "Osteoporoz nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "progresif bir metabolik" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "Osteoporoz hangi durumlarda kırık oluşumuna neden olabilir?", "answers": { "text": [ "travma olmaksızın ya da minimal travmalar" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "Osteoporozun tanısı nasıl konulur?", "answers": { "text": [ "Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler" ], "answer_start": [ 384 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "T skoru nedir?", "answers": { "text": [ "genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "Z skoru nedir?", "answers": { "text": [ "kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeri" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "Osteoporoz kırık oluşumuna hangi aşamada neden olabilir?", "answers": { "text": [ "Kırık oluncaya kadar" ], "answer_start": [ 194 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "Osteoporoz hangi faktörlerin bozulması sonucu ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "DXA ve DEXA nedir?", "answers": { "text": [ "Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri" ], "answer_start": [ 384 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "Osteoporozda T ve Z skorları hangi ölçümlerle elde edilir?", "answers": { "text": [ "Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri" ], "answer_start": [ 384 ] } }, { "context": "Osteoporoz, düşük kemik kütlesi ve kemik dokunun mikromimarisinin bozulması sonucunda kemik kırılabilirliğinde ve kırık eğiliminde artışla sonuçlanan progresif bir metabolik kemik hastalığıdır. Kırık oluncaya kadar sessiz bir hastalık olan osteoporozda travma olmaksızın ya da minimal travmalarla kırık oluşabilmektedir. Osteoporozun tanısı DSÖ tarafından altın standart kabul edilen Dual Energy X-Ray Absorbsiyometri (DXA, DEXA) ile yapılan ölçümler ile konulur. Bu ölçümlerde elde edilen iki skor vardır. T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir.", "question": "T skoru ve Z skoru arasındaki fark nedir?", "answers": { "text": [ "T skoru, genç erişkine göre kemik mineral yoğunluğunun (KMY) standart sapma (SS) değeri iken Z skoru, kendi yaş grubuna göre olan standart sapma değeridir" ], "answer_start": [ 507 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Lökositler vücudun hangi sistemi ile ilgilidir?", "answers": { "text": [ "savunma sisteminin" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Lökositler nerede oluşur?", "answers": { "text": [ "kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Akyuvarların gerçek önemi nedir?", "answers": { "text": [ "ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınma" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Lökositler enfeksiyon etkenlerine karşı ne sağlar?", "answers": { "text": [ "savunma" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Lökositler vücudun savunma sisteminin ne tür birimleridir?", "answers": { "text": [ "hareketli" ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Lökositlerin hangi dokuda kısmen oluştuğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "lenf dokusunda" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Akyuvarlar hangi bölgelere taşınır?", "answers": { "text": [ "ciddi enfeksiyon ve inflamasyon" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Akyuvarların taşındığı bölgeler ne tür savunma sağlar?", "answers": { "text": [ "enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü" ], "answer_start": [ 238 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Akyuvarlar enfeksiyon etkenlerine karşı nasıl bir savunma sağlar?", "answers": { "text": [ "hızlı ve güçlü" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Lökositler vücudun savunma sisteminin hareketli birimleridir. Kısmen kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda oluşurlar. Akyuvarların gerçek önemleri çoğunun özellikle ciddi enfeksiyon ve inflamasyon bölgelerine taşınmalarıdır, böylece enfeksiyon etkenlerine karşı hızlı ve güçlü bir savunma sağlarlar.", "question": "Lökositler hangi iki bölgede oluşur?", "answers": { "text": [ "kemik iliğinde ve kısmen de lenf dokusunda" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitus nedir?", "answers": { "text": [ "kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur" ], "answer_start": [ 191 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitus hangi maddelerden yeterince yararlanamama durumu ile karakterizedir?", "answers": { "text": [ "karbonhidrat, yağ ve proteinler" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitus hangi tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "metabolizma bozukluğudur" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitusun organizmada ne tür değişikliklere sebep olur?", "answers": { "text": [ "sekonder patofizyolojk" ], "answer_start": [ 290 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitus, Amerika Birleşik Devletleri'nde hangi durumların birinci sebebidir?", "answers": { "text": [ "son dönem böbrek hastalığının" ], "answer_start": [ 392 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitus hangi hastalıklar için önemli bir risk faktörüdür?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler hastalıklar" ], "answer_start": [ 554 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitusun sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olduğu hangi organlar veya sistemler vardır?", "answers": { "text": [ "birçok organ ve sistemde" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitus, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun birinci sebebi olduğu hangi ülkede belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "Amerika Birleşik Devletleri" ], "answer_start": [ 340 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitusun kronik ve geniş spektrumlu olduğu hangi metabolik bozukluktur?", "answers": { "text": [ "metabolizma" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik, geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Diyabetes Mellitus birçok organ ve sistemde sekonder patofizyolojk değişikliklere sebep olur. Amerika Birleşik Devletleri‘nde Diyabetes Mellitus; son dönem böbrek hastalığının, travmatik olmayan alt ekstremite amputasyonunun ve yetişkinlerde görme kaybının birinci sebebidir. Diyabetes Mellitus aynı zamanda kardiyovasküler hastalıklar için de önemli bir risk faktörüdür.", "question": "Diyabetes Mellitusun kardiyovasküler hastalıklar için ne tür bir faktör olduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 590 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "Nöropatik ağrı nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "sinir sistemi hasarı" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "Nöropatik ağrı tedavisinde kullanılan ilaçların zorlukları nelerdir?", "answers": { "text": [ "yeterli etkinliğin sağlanamaması" ], "answer_start": [ 136 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması neyi sağlayabilir?", "answers": { "text": [ "hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "TSP4 nedir ve nöropatik ağrı gelişimine nasıl katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir" ], "answer_start": [ 426 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "TSP4 sinyal ağının kontrolü ile ne geliştirilebilir?", "answers": { "text": [ "daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejileri" ], "answer_start": [ 687 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "Nöropatik ağrı ne tür bir ağrı şeklidir?", "answers": { "text": [ "kronik" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "Nöropatik ağrı tedavisinde hedefe yönelik tedavi stratejileri nasıl geliştirilebilir?", "answers": { "text": [ "Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması" ], "answer_start": [ 198 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "TSP4, nöropatik ağrı gelişiminde hangi bölgedeki sinaptik iletim artışına neden olur?", "answers": { "text": [ "omurilik arka boynuzu" ], "answer_start": [ 500 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "Nöropatik ağrı tedavisinde hangi faktörlerin kontrolü önemlidir?", "answers": { "text": [ "TSP4 sinyal ağının" ], "answer_start": [ 655 ] } }, { "context": "Nöropatik ağrı, sinir sistemi hasarı ile oluşan kronik bir ağrı şeklidir. Tedavide kullanılan ilaçların yan etkilerinin fazla olması ve yeterli etkinliğin sağlanamaması, tedaviyi zorlaştırmaktadır. Nöropatik ağrı mekanizmalarının daha iyi anlaşılması, hem hedefe spesifik tedavi yaklaşımlarının hem de kullanılan ilaçların yan etkilerini azaltmak adına yapılacak kombinasyon şekillerinin geliştirilmesine olanak sağlayabilir. Periferik sinir hasarını takiben spinal astrositlerde upregüle olan TSP4, omurilik arka boynuzunda eksitatör sinaptik iletim artışına neden olarak nöropatik ağrı gelişimine katkıda bulunan bir ekstrasellüler matriks proteinidir. TSP4 sinyal ağının kontrolü ile daha etkili ve hedefe yönelik tedavi stratejilerinin geliştirilebileceği düşünülmektedir.", "question": "Nöropatik ağrıya katkıda bulunan ekstrasellüler matriks proteini nedir?", "answers": { "text": [ "TSP4" ], "answer_start": [ 494 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "Zehir nedir?", "answers": { "text": [ "hayatı tehdit eden madde" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "Zehirlenme nedir?", "answers": { "text": [ "toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumu" ], "answer_start": [ 250 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "Zehirlenme vakaları nasıl meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "bilinçli ya da istemsiz bir şekilde" ], "answer_start": [ 540 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "İlaçlar ne zaman zehir gibi etki eder?", "answers": { "text": [ "tedavi dozunun üzerinde alındıklarında" ], "answer_start": [ 745 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "İlaçların ölüme neden olan miktarına ne denir?", "answers": { "text": [ "letal doz" ], "answer_start": [ 853 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "Toksik etkilerin ortaya çıktığı ilaç miktarına ne denir?", "answers": { "text": [ "minimal toksik doz" ], "answer_start": [ 912 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "Zehirlenme hangi yollardan alınan maddelerle gerçekleşebilir?", "answers": { "text": [ "ağız, solunum, deri, parenteral vb." ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "Zehirlenme vakaları hangi durumlarda meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı" ], "answer_start": [ 202 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "Zehirlenmeye sebep olabilecek maddeler nelerdir?", "answers": { "text": [ "endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz" ], "answer_start": [ 271 ] } }, { "context": "Zehir; hangi yoldan alınmış olursa olsun (oral, inhalasyon vb) vücuda girdiğinde organizmaya zarar veren, fonksiyon bozukluğuna sebep olan, hayatı tehdit eden madde olarak tanımlanmaktadır. Zehirlenme, dikkatsizlik, ihmal ya da suicide amaçlı olarak toksik bir maddenin (endüstriyel atık su, baca dumanı, zirai ilaçlar, sentetik ilaçlar, uçucu toz) vücuda zarar verecek miktarda ve değişik yollardan (ağız, solunum, deri, parenteral vb.) alınması sonucu organizmada bazı belirti ve bulguların ortaya çıkması durumudur. Zehirlenme vakaları, bilinçli ya da istemsiz bir şekilde meydana gelebilir. Tedavi maksadıyla kullanılan ilaçların terapötik tesirlerinin yanı sıra bazen organizmada önemli zararlara sebep olabilen etkileri de vardır. İlaçlar tedavi dozunun üzerinde alındıklarında zehir gibi etki etmektedirler. İlaçların ölüme neden olan miktarına 'letal doz', toksik etkilerin ortaya çıktığı miktarına ise 'minimal toksik doz' denmektedir.", "question": "İlaçların terapötik etkileri dışında ne gibi etkileri olabilir?", "answers": { "text": [ "önemli zararlara sebep olabilen" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Astım nedir?", "answers": { "text": [ "akciğer hastalığıdır" ], "answer_start": [ 144 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Kronik inflamasyon havayollarında neye yol açar?", "answers": { "text": [ "uyaranlara karşı aşırı duyarlı" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Astımda havayolu epitelinde meydana gelen değişiklikler nelerdir?", "answers": { "text": [ "epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi" ], "answer_start": [ 302 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Astım hangi klinik bulgulara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük" ], "answer_start": [ 509 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Astımın karakteristik özelliklerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "epitelyal hasar" ], "answer_start": [ 302 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Subepitelyal kollojen birikimi astımda neye neden olur?", "answers": { "text": [ "bazal membranda kalınlaşma" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Astımda hangi iki yapı hipertrofiye uğrar?", "answers": { "text": [ "mukus bezi ve düz kas" ], "answer_start": [ 385 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Astımın klinik bulgularının artış gösterdiği zaman dilimleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "gece ve sabah erken saatlerde" ], "answer_start": [ 554 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Astım havayollarında hangi tür bir obstrüksiyona neden olur?", "answers": { "text": [ "geri dönüşümlü" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Astım havayollarında geri dönüşümlü obstrüksiyona neden olan, hava yollarında aşırı duyarlılık ve kronik inflamasyonla karakterize kompleks bir akciğer hastalığıdır. Kronik inflamasyon havayollarının uyaranlara karşı aşırı duyarlı olmasına yol açar. Havayolu epitelinde astım için karakteristik olarak epitelyal hasar, subepitelyal kollojen birikimi sonucu bazal membranda kalınlaşma, mukus bezi ve düz kas hipertrofisi meydana gelir. Bu durum solunum yollarının çeşitli uyaranlara karşı aşırı duyarlılığına, hışıltı, solunum zorluğu, göğüs sıkışıklığı, gece ve sabah erken saatlerde artan öksürük gibi klinik bulgularının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.", "question": "Astımda havayollarının uyaranlara karşı duyarlılığı nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "aşırı duyarlılığına" ], "answer_start": [ 488 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Çölyak hastalığı nedir?", "answers": { "text": [ "immün aracılı bir enteropati" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Gluten hangi tahıllarda bulunur?", "answers": { "text": [ "Buğday, arpa ve çavdar" ], "answer_start": [ 159 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Çölyak hastalığında hangi protein immün sistem aktivasyonuna yol açar?", "answers": { "text": [ "gluten" ], "answer_start": [ 192 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Çölyak hastalığında ortaya çıkan villüs hasarının sonucu nedir?", "answers": { "text": [ "malabsorpsiyon tablosu" ], "answer_start": [ 333 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Çölyak hastalığının tedavisinde hangi diyet klinik düzelme gösterir?", "answers": { "text": [ "glutensiz" ], "answer_start": [ 372 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Çölyak hastalığı hangi özelliğe sahiptir?", "answers": { "text": [ "otoimmün, familyal" ], "answer_start": [ 414 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Çölyak hastalığı hangi sistemi etkiler?", "answers": { "text": [ "hücresel ve hümoral immün" ], "answer_start": [ 227 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Çölyak hastalığı hangi organın mukozasını tutar?", "answers": { "text": [ "ince bağırsak" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Çölyak hastalığı nasıl tetiklenir?", "answers": { "text": [ "glüten içeren tahılların yutulması" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Çölyak hastalığı genetiğe duyarlı kişilerde glüten içeren tahılların yutulması ile tetiklenen, ince bağırsak mukozasını tutan immün aracılı bir enteropatidir. Buğday, arpa ve çavdarda bulunan gluten adında bir proteine yönelik hücresel ve hümoral immün sistem aktivasyonu sonucu ortaya çıkan villüs hasarının sonucunda meydana gelen malabsorpsiyon tablosu ile karakterize glutensiz diyetle klinik düzelme gösteren otoimmün, familyal özellikli bir hastalıktır.", "question": "Çölyak hastalığında malabsorpsiyon tablosu neye bağlı olarak gelişir?", "answers": { "text": [ "villüs hasarının sonucunda" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Koroner arter hastalığı (KAH) nasıl ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "iskemiye bağlı" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Koroner arter hastalığının patogenezinden sorumlu tutulan durum nedir?", "answers": { "text": [ "ateroskleroz" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Aterosklerozdaki tipik lezyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "aterom plakları" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Ateroskleroz nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık" ], "answer_start": [ 310 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Koroner arter hastalığı (KAH) hangi alanda iskemiye neden olur?", "answers": { "text": [ "miyokardiyal alanda" ], "answer_start": [ 109 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Aterom plakları nerede oluşur?", "answers": { "text": [ "arter duvarında" ], "answer_start": [ 310 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Aterosklerozda arter duvarında biriken yapılar nelerdir?", "answers": { "text": [ "lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun" ], "answer_start": [ 326 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Ateroskleroz sürecine ne eşlik eder?", "answers": { "text": [ "kronik inflamasyon" ], "answer_start": [ 388 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Koroner arter hastalığı (KAH) neye bağlı olarak gelişir?", "answers": { "text": [ "koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Koroner arter hastalığı (KAH), koroner arterlerdeki daralma veya tıkanma sonucu koroner arterlerin beslediği miyokardiyal alanda gelişen iskemiye bağlı olarak ortaya çıkmakta ve hastalığın patogenezinden ateroskleroz sorumlu tutulmaktadır. Aterosklerozdaki tipik lezyonlar ‘aterom plakları’ olup ateroskleroz; arter duvarında lipitlerin, hücrelerin, skar dokusunun biriktiği ve bu sürece kronik inflamasyonun eşlik ettiği sistemik bir hastalık olarak tanımlanmaktadır.", "question": "Ateroskleroz nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "sistemik bir hastalık" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "COVID-19 olan gebelerde standart bir tedavi bulunmakta mıdır?", "answers": { "text": [ "henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "DSÖ, hafif ve orta COVID-19 hastalığı geçiren gebeler için ne önermektedir?", "answers": { "text": [ "evde izolasyonda takip edilmesini" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "Gebelikte hangi antiviral tedaviler önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "Favipiravir neden önerilmemektedir?", "answers": { "text": [ "teratojenik etkisinden" ], "answer_start": [ 339 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "COVID-19 olan gebeler için DSÖ'nün ne önermektedir?", "answers": { "text": [ "evde izolasyonda takip edilmesini" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "Sağlık Bakanlığı gebelikte hangi antiviral ilaçların kullanılmasını önermektedir?", "answers": { "text": [ "Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "Favipiravir’in kullanılmamasının sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "teratojenik etkisinden" ], "answer_start": [ 339 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "DSÖ, hangi COVID-19 vakalarının evde takip edilmesini önerir?", "answers": { "text": [ "asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "COVID-19 olan gebelerde hangi ilaçlar kullanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "COVID-19 olan gebelerde henüz genel kabul görmüş standart bir tedavi bulunmamaktadır. DSÖ, asemptomatik olan veya hafif ve orta hastalık geçiren vakaların evde izolasyonda takip edilmesini önermektedir. Sağlık Bakanlığı rehberinde, gebelikte antiviral tedavide Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg kullanılmasını önermektedir. Favipiravir’in teratojenik etkisinden dolayı kullanılması önerilmemektedir.", "question": "COVID-19 olan gebeler için Sağlık Bakanlığı rehberi hangi ilaçların kullanılmasını önerir?", "answers": { "text": [ "Lopinavir 200mg ve Ritonavir 50mg" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "Ön çapraz bağ (ÖÇB) yaralanmasında modern tedavi yaklaşımı nedir?", "answers": { "text": [ "artroskopik tamir" ], "answer_start": [ 86 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "ÖÇB yaralanması ameliyatında hangi işlem yapılır?", "answers": { "text": [ "ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir" ], "answer_start": [ 130 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "Yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde ne goluştuğu görülmüştür?", "answers": { "text": [ "çok ciddi fibröz yapıların" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "ÖÇB ameliyatı sonrasında diz eklem hareket açıklığında ne tür bir sorun gelişebilir?", "answers": { "text": [ "ciddi kısıtlılıklar" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "Ameliyat süresi gecikirse dizde ne tür hasarların olma ihtimali artar?", "answers": { "text": [ "kıkırdak ve menisküs" ], "answer_start": [ 788 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "Dizde artroz gelişme ihtimali neye bağlı olarak artar?", "answers": { "text": [ "ek yaralanmalar" ], "answer_start": [ 855 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "ÖÇB tamirinde en başarılı sonuçların alındığı zaman aralığı nedir?", "answers": { "text": [ "6-12 hafta" ], "answer_start": [ 1016 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "ÖÇB ameliyatında kullanılan greft nereye implante edilir?", "answers": { "text": [ "femur ve tibiada" ], "answer_start": [ 192 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "Yaralanmadan sonra ameliyat süresi gecikirse ne tür ek yaralanmalar olabilir?", "answers": { "text": [ "kıkırdak ve menisküs hasarı" ], "answer_start": [ 788 ] } }, { "context": "Cerrahi Tedavi Günümüz modern yaklaşımında bir hastada ÖÇB yaralanması varsa tedavisi artroskopik tamirdir. Kabaca bu ameliyatta, ön çapraz bağ görevi yapacak olan bir greft seçilir. Bu greft femur ve tibiada ön çapraz bağın tutunduğu yerlere tüneller açılarak implante edilmesidir. Ön çapraz bağ yaralanması olan hastayı acil olarak ameliyata alınması çok yanlış bir fikirdir. Özellikle yaralanmanın ilk hafta içerisinde yapılan tamirlerde diz içerisinde çok ciddi fibröz yapıların oluştuğu görülmüştür. Buna bağlı olarak ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir. Bu kısıtlılıkların da rehabilitasyon ile bile yenmesi çok güçtür. Diğer taraftan bakacak olursak, yaralanma sonrası ameliyat süresi ne kadar gecikirse dizdeki subluksasyonlara bağlı olarak kıkırdak ve menisküs hasarı olma ihtimali de o kadar yüksektir. Bu ek yaralanmalar sebebiyle de dizde artroz gelişme ihtimali yüksektir. Son yapılan çalışmalarda ön çapraz bağ tamirinde en başarılı sonuçların yaralanmadan sonra 6-12 hafta arasında alındığı gösterilmiştir.", "question": "ÖÇB ameliyatında rehabilitasyon neden zor olabilir?", "answers": { "text": [ "ameliyat sonrası diz eklem hareket açıklığında ciddi kısıtlılıklar gelişir" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (IASP) ağrıyı nasıl tanımlar?", "answers": { "text": [ "gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim" ], "answer_start": [ 100 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Ağrının hangi komponentleri vardır?", "answers": { "text": [ "objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Nosisepsiyon terimi neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı" ], "answer_start": [ 381 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Her ağrı nosisepsiyon kaynaklı mıdır?", "answers": { "text": [ "değildir" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Ağrı nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "akut ağrı ve kronik ağrı olarak" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Nosisepsiyon terimi nereden türemiştir?", "answers": { "text": [ "nosi" ], "answer_start": [ 365 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Ağrı, hangi duygusal komponentlerle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Nosisepsiyon teriminin türediği kelime nedir?", "answers": { "text": [ "nosi" ], "answer_start": [ 365 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Ağrının tanımı nasıldır?", "answers": { "text": [ "gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim" ], "answer_start": [ 100 ] } }, { "context": "Uluslararası Ağrı Çalışmaları Birliği (The International Association for the Study of Pain) ağrıyı ‘gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim’ olarak tanımlar. Bu tanımlama ağrının objektif, sübjektif, duygusal ve psikolojik komponentleri olduğunu işaret eder. Nosisepsiyon terimi nosi’den gelir, travmatik veya noksius uyarıya nöral yanıtı tanımlamak için kullanılır. Nosisepsiyonun hepsi ağrı oluşturur, fakat her ağrı nosisepsiyon kaynaklı değildir. Hastaların çoğu noksius uyarı olmasa da ağrı deneyimi yaşar. Ağrı; akut ağrı ve kronik ağrı olarak ikiye ayrılır.", "question": "Ağrı nedir?", "answers": { "text": [ "gerçek veya potansiyel doku hasarı ile ilgili veya bu hasarla tanımlanan, hoş olmayan duyusal ve duygusal (emosyonel) deneyim" ], "answer_start": [ 100 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Akut ağrı nedir?", "answers": { "text": [ "noksius uyarı" ], "answer_start": [ 105 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Akut ağrı ne kadar sürede geçer?", "answers": { "text": [ "birkaç gün ya da haftada" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Akut ağrı kaynak ve özelliklerine göre hangi tür ağrılara ayrılır?", "answers": { "text": [ "somatik ve viseral" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Akut ağrı hangi durumlar sonucunda oluşabilir?", "answers": { "text": [ "bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Somatik ve viseral ağrı hangi ağrı türü içinde yer alır?", "answers": { "text": [ "Akut ağrı" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Akut ağrının kendiliğinden iyileşme süresi ne kadardır?", "answers": { "text": [ "birkaç gün ya da haftada geçer" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Akut ağrı nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "noksius uyarı" ], "answer_start": [ 105 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Akut ağrı hangi tür uyarı sonucu oluşur?", "answers": { "text": [ "noksius" ], "answer_start": [ 105 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Akut ağrının kaynaklarına göre ayrıldığı iki tür ağrı nedir?", "answers": { "text": [ "somatik ve viseral" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Akut ağrı bir hasarlanma, bir hastalık süreci veya kas ya da organların anormal fonksiyonu sonucu oluşan noksius uyarı olarak tanımlanır. Çoğu kendiliğinden iyileşir veya tedavi ile birkaç gün ya da haftada geçer. Kaynak ve özelliklerine göre somatik ve viseral ağrı mevcuttur.", "question": "Akut ağrının kendiliğinden iyileşme ihtimali var mıdır?", "answers": { "text": [ "kendiliğinden iyileşir" ], "answer_start": [ 143 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde hangi süreçler meydana gelir?", "answers": { "text": [ "iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Karbonmonoksit zehirlenmesi merkezi sinir sisteminde hangi alanları etkiler?", "answers": { "text": [ "Globus pallidus ve substansia nigra" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan bazı hasarlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Kronik karbonmonoksit maruziyeti hangi sistemleri etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "kalp damar sistemini ve solunum sistemini" ], "answer_start": [ 822 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Karbonmonoksit toksisitesinin bir zarar mekanizması nedir?", "answers": { "text": [ "glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumu" ], "answer_start": [ 1446 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde hangi belirtiler görülebilir?", "answers": { "text": [ "Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk" ], "answer_start": [ 1036 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Karbonmonoksit toksisitesine bağlı olarak ne artar ve programlanmış hücre ölümleri neyle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür" ], "answer_start": [ 1529 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Kronik karbonmonoksit maruziyeti hangi hastalıkların artmasına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "aterosklerotik" ], "answer_start": [ 1203 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda hangi maddeler salınır?", "answers": { "text": [ "serbest oksijen radikalleri ve peroksinitritt" ], "answer_start": [ 1872 ] } }, { "context": "Karbonmonoksitin merkezi sinir sisteminde oluşturduğu patolojiler oksijen azlığına en duyarlı olan beyinde gerçekleşmektedir. Globus pallidus ve substansia nigra gibi belirli beyin alanların öncelikle etkilenmesine yol açmaktadır. Karbonmonoksit zehirlenmesi sonucu beyinde iskemi ile başlayıp nekroza kadar ilerleyebilen bir hasar skalası olmaktadır. Motor yetersizlikler, duyu bozuklukları, konuşma bozuklukları, epileptik nöbetler, periferik sinir sistemi hasarı, uzamış koma ve gecikmiş hasarlanmalar Karbonmonoksit zehirlenmesini takip eden süreçte oluşan hasarlardan bazılarıdır. Sigara kullanımı, egzoz gazı maruziyeti, mesleksel maruziyet vb. çevresel etkenler kronik karbonmonoksit maruziyetine neden olmaktadır. Kronik karbonmonoksit maruziyeti konusunda yapılan çalışmalar sınırlı olmakla birlikte temel olarak kalp damar sistemini ve solunum sistemini etkilediği bilinmektedir. Uzun süre düşük seviyede karbonmonookside maruz kalanlarda görülen bazı belirtiler karbonmonoksit toksisitesinin kronik etkileriyle oluşmaktadır. Halsizlik, baş ağrısı, iştah azalması, uykusuzluk gibi oldukça silik belirtilerin olması tanı koymayı zorlaştırabilir. Kronik karbonmonoksit maruziyeti olan kişilerde aterosklerotik hastalıkların artmasıyla birlikte akciğer işlevlerinde azalma da görülebilmektedir. Kronik oksijen azlığı nedeni ile zamanla kalp büyümesi gelişebilmektedir. Karbon monoksit toksisitesinin zarar mekanizmalarından bir diğeri de, glutamat ile ilişkili nöronal hasar oluşumudur. Karbonmonoksit toksisitesine bağlı aterogenezin artar ve programlanmış hücre ölümleri görülür. Uyarıcı bir aminoasit olan glutamat, N-metil-D-aspartat reseptörlerine bağlanır, hücre içi kalsiyum miktarında artar ve böylece programlanmış hücre ölümü meydana gelir. Kronik sigara kullanımı ve mesleki maruziyet gibi nedenlerle oluşan karbonmonoksit zehirlenmesi sonucunda salınan serbest oksijen radikalleri ve peroksinitrittir. Plazma lipoproteinlerini oksitleyerek damarlarda olan hasarı büyütebilir ve bu durum ileriki dönemde aterosklerotik değişikliklere neden olabilir.", "question": "Glutamatın hücrede bağlandığı reseptör nedir?", "answers": { "text": [ "N-metil-D-aspartat" ], "answer_start": [ 1626 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profili nedir?", "answers": { "text": [ "bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profilinde nelerin tahmini yapılır?", "answers": { "text": [ "suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profili oluşturmak için hangi özellikler dikkate alınır?", "answers": { "text": [ "suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profili hangi amaçla kullanılır?", "answers": { "text": [ "bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profili oluştururken hangi tür özellikler tahmin edilir?", "answers": { "text": [ "kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerini" ], "answer_start": [ 195 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profilinin başka bir tanımı nedir?", "answers": { "text": [ "işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profili oluşturulurken hangi coğrafi özellikler tahmin edilir?", "answers": { "text": [ "coğrafi konumu" ], "answer_start": [ 247 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profilinin amacı nedir?", "answers": { "text": [ "işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesi" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profili neleri tahmin eder?", "answers": { "text": [ "suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesi" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Suçlu profili, bir veya birçok suç işlemekten sorumlu olan kişilerin nitelikleri hakkında yapılan tahminlerin toplamına denir. Başka bir tanıma göre, işlenen suçun özelliklerine bakarak suçlunun kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin tahmin edilmesidir.", "question": "Suçlu profili oluştururken ne tür özelliklerinin değerlendirmesi yapılır?", "answers": { "text": [ "kişilik özelliklerinin, davranışsal özelliklerinin, coğrafi konumunun ve demografik özelliklerinin" ], "answer_start": [ 195 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada ne kadar hipotez öne sürülmüştür?", "answers": { "text": [ "pek çok" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "İnfantil hemanjiyomların patogenezinde hangi faktör önemli bir rol oynar?", "answers": { "text": [ "hipoksinin" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "İnfantil hemanjiyomların seyri kaç safhadan oluşur?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 342 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun hangi faktörleri etkilidir?", "answers": { "text": [ "anjiojenik faktörler" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "Histolojik incelemede infantil hemanjiyomda hangi hücreler görülmüştür?", "answers": { "text": [ "endotel hücreleri" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "İnfantil hemanjiyomların endotelyal hücre proliferasyonları hangi süreçten kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "vaskülogenez" ], "answer_start": [ 648 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "İnfantil hemanjiyomların seyri hangi iki fazdan oluşur?", "answers": { "text": [ "proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme)" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "İnfantil hemanjiyomların geleneksel düşünceye göre hangi süreçten kaynaklandığı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "anjiyogenezden" ], "answer_start": [ 626 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "Güncel kanıtlar infantil hemanjiyomların hangi süreçten kaynaklandığını göstermektedir?", "answers": { "text": [ "vaskülogenez" ], "answer_start": [ 648 ] } }, { "context": "İnfantil hemanjiyomun patogenezini açıklamada pek çok hipotez öne sürülmüştür, ancak infantil hemanjiyomların bütün özelliklerini açıklayabilecek tek bir teori bulunmamaktadır. IH'ların patogenezinde hipoksinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. İnfantil hemanjiyomların seyri proliferasyon (büyüme) ve involusyon (küçülme) olmak üzere iki safhadan oluşur. Proliferasyon fazında infantil hemanjiyomun salgıladığı anjiojenik faktörler etkilidir, histolojik incelemede kılcal lümenlerde yüzeysel proliferatif anjiyoblastik endotel hücreleri görülmüştür. Güncel kanıtlar, infantil hemanjiyomların geleneksel düşünce olarak anjiyogenezden ziyade vaskülogenezden kaynaklanan endotelyal hücrelerin proliferasyonları olduğunu göstermektedir.", "question": "İnfantil hemanjiyomun hangi hücrelerinin proliferasyonu olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "endotelyal hücrelerin" ], "answer_start": [ 676 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "Üriner sistemde taş oluşumunda hangi faktörler etkilidir?", "answers": { "text": [ "genetik ve çevresel" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "Taş oluşumuna neden olan lezyon hangi aşamada büyür?", "answers": { "text": [ "taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için ne ortaya atılmıştır?", "answers": { "text": [ "teoriler" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "Birinci yolda taş oluşumu hangi maddeden kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "kalsiyum fosfat" ], "answer_start": [ 321 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "Randall’ın plakları nerede oluşur?", "answers": { "text": [ "renal papillada" ], "answer_start": [ 305 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "İkinci yolda taş oluşumuna neden olan tuzlar ne oluşturur?", "answers": { "text": [ "Randall tıkaçlarını" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "Randall tıkaçları böbrekte hangi yapıyı tıkayabilir?", "answers": { "text": [ "toplayıcı tübülleri" ], "answer_start": [ 630 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "İkinci yolda taşlar nerede birikir?", "answers": { "text": [ "renal pelvis" ], "answer_start": [ 668 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "Üçüncü yolda taş oluşumunda hangi maddeler rol alır?", "answers": { "text": [ "az çözünen" ], "answer_start": [ 806 ] } }, { "context": "Üriner sistemde taş oluşumunda genetik ve çevresel faktörler etkilidir. Hastaların çoğunda taş öncülü bir lezyonun büyümesiyle üriner sistem taşları oluşur. Günümüzde taş oluşumunu açıklamak için çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bu teorilerden birinde taş oluşumu üç yolla tanımlanmıştır. Birinci yol; renal papillada kalsiyum fosfattan oluşan subepitelyal interstisyel plakların (Randall’ın plakları) giderek büyümesiyle taş oluşumudur. Bu plaklar Henle kulpunun ince kolundan kaynaklanır, taşın birikimi ve büyümesi için güçlü bir etmendir. İkinci yol; taş oluşumuna neden olan tuzların Randall tıkaçlarını oluşturup, böbrek toplayıcı tübüllerini tıkaması sonucu renal pelviste birikip taş oluşturmasıdır. Bu mekanizmada tübüler hasar ve fokal inflamasyon taş oluşumunu iyice artırır. Üçüncü yol ise; az çözünen ve taş oluşumunda rol alan maddelerin kristalizasyonu ile üriner taşların oluşumudur.", "question": "Taş oluşumunda kristalizasyon hangi yolla gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "Üçüncü yol" ], "answer_start": [ 790 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "ciddi hiponatremi" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Hafif hiponatremi hangi serum sodyum düzeylerinde görülür?", "answers": { "text": [ "130-135 mmol/L" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Akut hiponatremi ne kadar sürede gelişir?", "answers": { "text": [ "48 saat" ], "answer_start": [ 237 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Hiponatremi, oluş süresine göre nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik" ], "answer_start": [ 237 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Serum ozmolalitesine göre hiponatremi hangi kategorilere ayrılır?", "answers": { "text": [ "hipotonik, izotonik ve hipertonik" ], "answer_start": [ 362 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Plazma ozmolalitesi nasıl hesaplanır?", "answers": { "text": [ "Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)" ], "answer_start": [ 476 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Orta dereceli hiponatremi hangi serum sodyum aralığında sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "120-129 mmol/L" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Ciddi hiponatremi hangi serum sodyum düzeylerinde sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "130-135 mmol/L arası" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Kronik hiponatremi nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "daha uzun sürede gelişenler" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Hiponatremi serum sodyum düzeyine göre 130-135 mmol/L arası hafif, 120-129 mmol/L orta ve 120 mmol/L nin altıdaki değerler ise ciddi hiponatremi olarak sınıflandırılmıştır. Hiponatreminin oluş süresine bakılarak yapılan sınıflandırmada, 48 saat içinde gelişenler akut, daha uzun sürede gelişenler ise kronik olarak değerlendirilir. Serum ozmolalitesine göre ise hipotonik, izotonik ve hipertonik olarak sınıflandırılmaktadır. Plazma ozmolalitesi bu formülle hesaplanmaktadır: Plasma ozmolalitesi =( 2 x [Na+] ) + (glikoz ÷ 18 ) + (BUN ÷ 2.8)", "question": "Hipotonik, izotonik ve hipertonik sınıflandırması hangi kritere göre yapılır?", "answers": { "text": [ "Serum ozmolalitesine" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Retinal yırtıklar miyop hastaların yüzde kaçında tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "%11" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Retinal yırtıkların profilaktik tedavisi hangi konular arasında sayılmaktadır?", "answers": { "text": [ "tartışmalı" ], "answer_start": [ 94 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Retina dekolmanı tedavi zonunun neresinden gelişebilir?", "answers": { "text": [ "kenarından" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Profilaktik tedavi sonrası hangi komplikasyonlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı" ], "answer_start": [ 289 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler liflerin durumu nasıldır?", "answers": { "text": [ "zayıftır" ], "answer_start": [ 453 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Saydam lensin çıkarılmasında hangi iki ihtimal retina dekolmanı riskini artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali" ], "answer_start": [ 504 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak nedir?", "answers": { "text": [ "%1" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Miyop hastalarda kritik faktör nedir?", "answers": { "text": [ "miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk" ], "answer_start": [ 669 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk ne kadar artmaktadır?", "answers": { "text": [ "34 kat kadar" ], "answer_start": [ 786 ] } }, { "context": "Retinal yırtıklar miyop hastaların %11’inde tanımlanmış olup ve bunların profilaktik tedavisi tartışmalı konular arasında sayılmaktadır. Çünkü gelişen retina dekolmanının tedavi zonunun kenarından veya tedavi edilmemiş alanlardan olabildiği gözlenmiştir. Ayrıca profilaktik tedavi sonrası epiretinal membran, kistoid maküler ödem ve retina dekolmanı gibi komplikasyonlar görülebilmektedir. Bilindiği gibi miyop hastalarda lens kapsülü ve zonüler lifler zayıftır. Bu nedenle saydam lensin çıkarılmasında, arka kapsül yırtılması ve vitre kaybı ihtimali retina dekolmanı riskini artırmaktadır. Miyoplarda retina dekolmanı ihtimali yaklaşık olarak %1’dir. Bununla birlikte miyopinin derecesi, özellikle aksiyel uzunluk buradaki kritik faktördür. Yüksek miyoplarda düşük miyoplara göre risk 34 kat kadar artabilmektedir. Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ise %1-9,6’ya kadar yükselmektedir.", "question": "Miyop hastalarda kristalin lensin çıkarılması sonucunda retina dekolmanı riski ne kadar olabilir?", "answers": { "text": [ "%1-9,6" ], "answer_start": [ 899 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Keratokonus hangi bölgeyi etkileyen bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "santral korneanın inferior" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Keratokonus hastalığı ne ile karakterizedir?", "answers": { "text": [ "korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Keratokonus sıklıkla hangi dönemde ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "puberte döneminde" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Keratokonus hastalığı genellikle hangi yaştan sonra duraklama dönemine girer?", "answers": { "text": [ "40" ], "answer_start": [ 326 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Keratokonusun insidansı yapılan çalışmalarda kaç olarak saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "50-230/100.000" ], "answer_start": [ 736 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Keratokonus hastalığı en nadir hangi yaşta başlayabilir?", "answers": { "text": [ "50" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Keratokonus hastalığı hangi cinsiyette daha fazla görülmektedir?", "answers": { "text": [ "kadınlarda" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Keratokonus hastalığı kaç oranda bilateral olarak görülür?", "answers": { "text": [ "%85-90" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Keratokonusun tutulumunun ciddiyeti nasıl olabilir?", "answers": { "text": [ "asimetrik" ], "answer_start": [ 670 ] } }, { "context": "Keratokonus, tipik olarak santral korneanın inferiorunu etkileyen, korneanın dikleşmesi ve incelmesi ile karakterize myopi ve düzensiz astigmatizmaya sebebiyet veren ve ilerleyici, kornenanın inflamatuar olmayan bir hastalığıdır. Keratokonus, sıklıkla puberte döneminde ortaya çıkıp, tipik olarak ilerleme gösterip genellikle 40 yaşından sonra duraklama dönemine girmektedir. Ancak puberte öncesinde başladığı bildirilen olgular da vardır. Nadiren de olsa 50 yaşından sonra da başlayabilmektedir. Keratokonus, her iki cinsiyeti de etkilemekle birlikte, kadınlarda ufak bir üstünlükle daha fazla görülmektedir. Hastalık %85-90 oranında bilateral olup tutulumun ciddiyeti asimetrik olabilir. Keratokunusun insidansı, yapılan çalışmalarda 50-230/100.000, prevalansı ise 54,5/100.000 olarak saptanmıştır. Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde bu oranlarda artış beklenmektedir.", "question": "Yeni topografik tanı yöntemleri sayesinde ne beklenmektedir?", "answers": { "text": [ "bu oranlarda artış" ], "answer_start": [ 843 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar hangi bölgede olur?", "answers": { "text": [ "üst ekstremite" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırık türü nedir?", "answers": { "text": [ "üst ekstremite kırıkları" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Lateral kondil kırıkları hangi cinsiyette daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "erkek çocuklarda" ], "answer_start": [ 289 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Lateral kondil kırıkları en sık hangi yaş aralığında görülür?", "answers": { "text": [ "4-10 yaş arası" ], "answer_start": [ 376 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Lateral kondil kırıklarının ortalama görülme yaşı nedir?", "answers": { "text": [ "6" ], "answer_start": [ 146 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Lateral kondil kırıklarının en sık nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedi" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Lateral kondil kırıkları nasıl bir darbe ile de gerçekleşebilir?", "answers": { "text": [ "dirseğe direkt darbe" ], "answer_start": [ 517 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Jakob ve ark. lateral kondil kırığının oluşması için hangi mekanizmayı tanımlamıştır?", "answers": { "text": [ "zorlu varus deformitesi" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Lateral kondilin koptuğu avülsiyon tipi kırık ne olarak tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık" ], "answer_start": [ 848 ] } }, { "context": "Pediatrik popülasyonda en sık görülen kırıklar, %75‟e varan oranla üst ekstremite kırıklarıdır. Bunlar arasında en sık görülen kırıklar yaklaşık %60 oranla görülen suprakondiler kırıklar olup, ikinci sırada %15 ila 20 oranında görülen lateral kondil kırıklarıdır. Lateral kondil kırıkları erkek çocuklarda kız çocuklarına göre daha sık görülür ve en sık görüldüğü yaş aralığı 4-10 yaş arası olup, ortalama görülme yaşı 6’dır. Etiyolojisinde en sık sebep kol ekstansiyondayken elin üzerine düşmedir, ancak bu kırıklar dirseğe direkt darbe ile de gerçekleşebilir. Jakob ve ark., 1975’te lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını pediatrik kadavra örnekleri üzerinde incelemiş ve lateral kondil kırığının oluşması için tek mekanizmanın kol ekstansiyondayken ön kolun supinasyonu ile birlikte zorlu varus deformitesi olduğunu göstermiştir. Ekstansör kasların ve lateral kollateral ligament kompleksinin yapışma yerinden lateral kondilin “koptuğu” avülsiyon tipi bir kırık olarak tanımlamışlardır.", "question": "Jakob ve ark. lateral kondil kırıklarındaki yaralanma mekanizmasını ne üzerinde incelemiştir?", "answers": { "text": [ "pediatrik kadavra örnekleri" ], "answer_start": [ 639 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "D vitamininin rolü sadece ne ile sınırlı değildir?", "answers": { "text": [ "kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmek" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "D vitamini hangi ek özelliklere sahiptir?", "answers": { "text": [ "pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "Dünya genelinde kaç kişide D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir?", "answers": { "text": [ "bir milyarı aşkın" ], "answer_start": [ 248 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "D vitamini eksikliği ilk olarak kimler tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Whistler ve Glisson" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu nedir?", "answers": { "text": [ "serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmak" ], "answer_start": [ 475 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "şiddetli" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "Serum D vitamini düzeyinin 21-29 ng/ml olması neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "hafif eksiklik veya yetersizlik" ], "answer_start": [ 677 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm hangi durumlar hariç nadir görülmektedir?", "answers": { "text": [ "güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar" ], "answer_start": [ 774 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "D vitamini eksikliği hangi yaş gruplarında osteoporoz ve kırık riskini artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "yetişkin ve yaşlı bireylerde" ], "answer_start": [ 915 ] } }, { "context": "D vitamininin rolü sadece kalsiyum ve kemik metabolizmasını düzenleyerek kemik sağlığını idame ettirmekle sınırlı değildir, aynı zamanda pro-apopitotik, antienflamatuar ve immün-modülatuar özelliklere de sahip olduğu bilinmektedir. Dünya genelinde bir milyarı aşkın insanda D vitamini eksikliği ve yetersizliği olduğu tahmin edilmektedir. D vitamini eksikliği ilk olarak 1960’larda Whistler ve Glisson tarafından tanımlanmıştır. D vitamini eksikliğini saptamanın en iyi yolu serumda en fazla ve en stabil halde bulunan yarı ömrü 3 hafta olan 25 (0H)D3 düzeylerine bakmaktır. Serum D vitamini düzeyinin <10 ng/mL olması şiddetli, 10-20 ng/ml olması orta ve 21-29.9 ng/ml olması hafif eksiklik veya yetersizlik olarak bilinir. Günümüzde D vitamini eksikliğine bağlı raşitizm, güneş ışığından yeteri kadar faydalanamayan ve yetersiz D vitamini takviyesi alan toplumlar hariç, nadir görülmektedir. D vitamini eksikliği yetişkin ve yaşlı bireylerde osteoporoz ve kırık riskini arttırmaktadır.", "question": "D vitamini eksikliği ilk olarak hangi yıllarda tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1960’larda" ], "answer_start": [ 371 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "Meme kanseri kadınlarda ne tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "malign" ], "answer_start": [ 55 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü 2018 yılı için kaç yeni meme kanseri vakası öngörmektedir?", "answers": { "text": [ "2.088.849" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "2018 yılı için kaç meme kanserine bağlı ölüm öngörülmektedir?", "answers": { "text": [ "626.679" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "Meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde hangi sıraya yerleşmektedir?", "answers": { "text": [ "ilk sıraya" ], "answer_start": [ 249 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "İnsidans oranı insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde kaç olarak öngörülmektedir?", "answers": { "text": [ "54.4" ], "answer_start": [ 408 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk yüzde kaçtır?", "answers": { "text": [ "%5.03" ], "answer_start": [ 572 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "Meme kanseri insidans oranları hangi bölgelerde en yüksektir?", "answers": { "text": [ "Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa" ], "answer_start": [ 622 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "Mortalite için yaş standardize oran yüzde kaçtır?", "answers": { "text": [ "%13" ], "answer_start": [ 778 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "Meme kanserinin yüzde kaçından genetik ve herediter faktörler sorumludur?", "answers": { "text": [ "%5-10" ], "answer_start": [ 861 ] } }, { "context": "Meme kanseri dünya genelinde kadınlarda en sık görülen malign hastalıktır. Dünya Sağlık Örgütü, 2018 için 2.088.849 yeni meme kanseri ve 626.679 meme kanserine bağlı ölüm öngörmektedir. Bu veriler ile meme kanseri kadınlarda kansere bağlı ölümlerde ilk sıraya yerleşmektedir. İnsidans dünyanın farklı coğrafyalarında değişiklik göstermekte olup, insani gelişim endeksi yüksek veya çok yüksek olan bölgelerde 54.4, düşük veya çok düşük olanlarda ise 31.3 olarak öngörülürken, genel olarak yaş standardize oran 46.3’tür. Kadınlarda doğum ile 74 yaş arası kümülatif risk ise %5.03 olarak bildirilmektedir. İnsidans oranları; Kuzey Amerika, Avustralya/Yeni Zelanda ve Batı-Kuzey Avrupa’da en yüksek, Asya ve Sahra altı Afrika’da ise en düşüktür. Mortalite için yaş standardize oran %13, kümülatif risk ise %1.41’dir. Genetik ve herediter faktörler, meme kanserinin %5-10’undan sorumlu tutulmakla birlikte uluslararası ve etnik gruplar arası insidans farkında herediter olmayan faktörlerin temel belirleyici olduğu düşünülmektedir.", "question": "Meme kanseri insidans farkında temel belirleyici faktör nedir?", "answers": { "text": [ "herediter olmayan faktörler" ], "answer_start": [ 955 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "Akut romatizmal ateşin nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "üst solunum yolu enfeksiyonların" ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "Akut romatizmal ateş hangi organları ve dokuları tutar?", "answers": { "text": [ "Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını" ], "answer_start": [ 174 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "Akut romatizmal ateş hangi klinik belirtilerle karşımıza çıkabilir?", "answers": { "text": [ "kardit, artrit, kore" ], "answer_start": [ 237 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "Akut romatizmal ateşte kalıcı sekel hangi organa bağlıdır?", "answers": { "text": [ "kalp" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "RKH neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "kronik kapak hastalıkları" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "Akut romatizmal ateşin gelişimi için bilinen risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları" ], "answer_start": [ 474 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "Akut romatizmal ateşin hangi tür enfeksiyonlardan sonra ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "üst solunum yolu enfeksiyonların" ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "Kalıcı sekel akut romatizmal ateşin hangi tutulumuna bağlıdır?", "answers": { "text": [ "kalp" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "RKH hangi kapak hastalıklarını içerir?", "answers": { "text": [ "mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD)" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "Akut romatizmal ateş, AGBHS’nin neden olduğu tedavi edilmeyen veya yetersiz tedavi edilen üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ortaya çıkan inflamatuar bir hastalıktır. Kalbi, beyni, cilt altı bağ dokusunu ve kan damarlarını tutar; kardit, artrit, kore kliniği ile karşımıza çıkabilir ancak kalıcı sekel sadece kalp tutulumuna bağlıdır. RKH denildiğinde ise mitral yetersizlik (MY), aort yetersizliği (AY), mitral darlık (MD) gibi kronik kapak hastalıkları kastedilir. Yaşam koşulları, özellikle kalabalık hane halkı, yoksulluk, hijyen ve kötü yaşam standartları bu hastalıkların gelişimi için bilinen risk faktörleridir.", "question": "Kalıcı sekel neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "kalp tutulumuna" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "Uterin septum hangi gebelik sorunlarına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "prematüre doğuma" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "Uterin septumun tanısı genellikle hangi yöntemlerle konur?", "answers": { "text": [ "histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi" ], "answer_start": [ 152 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "Uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak nasıl yapılabilir?", "answers": { "text": [ "diagnostik laparoskopi" ], "answer_start": [ 333 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "Laparoskopide uterin septumda fundus nasıl izlenir?", "answers": { "text": [ "geniş fakat normal fundus" ], "answer_start": [ 400 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "Uterus bikornusta fundus nasıl bir şekildedir?", "answers": { "text": [ "kalp şeklindedir" ], "answer_start": [ 479 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "Uterin septumun tedavisi hangi yöntemle yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "histeroskopi" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "Uterin septumda histeroskopik cerrahi sırasında hangi teknik kullanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesi" ], "answer_start": [ 624 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "Uterin septum rezeksiyonu için bir alternatif tedavi yöntemi nedir?", "answers": { "text": [ "Laser desteğiyle" ], "answer_start": [ 806 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "İnsizyon hangi duvarlar arasında yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "anterior ve posterior" ], "answer_start": [ 900 ] } }, { "context": "Uterin septum, geç ikinci trimester gebelik kayıpları ve prematüre doğuma neden olan tedavi edilebilir bir faktördür. Uterin septumun tanısı genellikle histerosalpingografi veya diagnostik histeroskopi esnasında konur. Fakat bu çalışmalar ile uterin septum ile uterus bikornus arasındaki ayrım kesin olarak yapılamaz. Ayırıcı tanıda diagnostik laparoskopi yapılmalıdır. Laparoskopide uterin septumda geniş fakat normal fundus izlenirken, uterus bikornusta uterin fundus geniş ve kalp şeklindedir. Uterin septumun tedavisi histeroskopi ile yapılmalıdır ki bu prosedürde March ve İsrael tarafından belirlenen standart teknik, histeroskopik görüntü altında makas ile septumun kesilmesidir. Buna ek olarak rezektoskopla da insizyon yapılabilmektedir. Septum kolaylıkla elektrocerrahi olarak rezeke edilebilir. Laser desteğiyle yapılan septum rezeksiyonu bir diğer alternatif tedavi yöntemidir. İnsizyon, anterior ve posterior duvarlar arasında eşit mesafede yapılmalı ve fundusa kadar uzatılmalıdır. Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi uterin septumdur.", "question": "Histeroskopik cerrahiden en çok fayda gören anomali tipi nedir?", "answers": { "text": [ "uterin septum" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında enerji tüketiminin doğru belirlenmesinin önemi nedir?", "answers": { "text": [ "fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Yetersiz beslenme ne anlama gelir?", "answers": { "text": [ "belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması" ], "answer_start": [ 223 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Yetersiz beslenmenin immun sistem üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Yetersiz beslenme kaslarda hangi soruna yol açar?", "answers": { "text": [ "kas güçsüzlüğü" ], "answer_start": [ 528 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Yetersiz beslenme solunum fonksiyonlarına nasıl etki eder?", "answers": { "text": [ "solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu" ], "answer_start": [ 544 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında neye bağlı olarak azalma görülür?", "answers": { "text": [ "ödem" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Yetersiz beslenme hangi kardiyak soruna yol açar?", "answers": { "text": [ "miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debi" ], "answer_start": [ 797 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Yetersiz beslenmenin renal sistem üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "renal hasara bağlı metabolik asidoz" ], "answer_start": [ 852 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Yetersiz beslenmenin yağ ve kas kütlesi üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "yağ ve kas kütle kaybı" ], "answer_start": [ 889 ] } }, { "context": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında, metabolik gereksinimlerine göre enerji tüketiminin doğru olarak belirlenmesi, fazla veya az beslenme nedeniyle gözlenebilecek komplikasyonların önlenmesi için önemlidir. Yetersiz beslenme, belirlenen hedef enerjinin %70’den az sağlanması anlamına gelir. Hastalarda yetersiz beslenmeye bağlı olarak istenmeyen etkiler (immun sisteme negatif etki ederek enfeksiyon ve sepsis riskinin artması, yara yeri iyileşme süresinin uzaması, anastomozlarda komplikasyonlar, kaslarda oluşan atrofi nedeniyle kas güçsüzlüğü, solunum yollarında hücre rejenerasyonunda azalma, solunum fonksiyon bozukluğu, mekanik ventilatörden ayrılma süresinin uzaması, hipoalbuminemiye bağlı olarak plazma onkotik basıncında azalmaya sekonder ödem gelişmesi, gastrointestinal sistem bozukluğu, miyokard kontraktilitesi ve kardiyak debinin azalması, renal hasara bağlı metabolik asidoz, yağ ve kas kütle kaybı, iyileşme ve hastanede yatış süresinin uzaması) ve mortalite oranlarında artış gözlenir. Bu istenmeyen sonuçları azaltmak için YBÜ hastalarında beslenme desteğine en kısa sürede başlanmalıdır.", "question": "Yoğun bakım ünitesi hastalarında beslenme desteğine ne zaman başlanmalıdır?", "answers": { "text": [ "en kısa sürede" ], "answer_start": [ 1075 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "Termal yaralanmalar nasıl meydana gelir?", "answers": { "text": [ "bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "İnsan cildi kaç dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebilir?", "answers": { "text": [ "40" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "Hangi sıcaklıklar üzerinde doku hasarının artacağı belirtilmektedir?", "answers": { "text": [ "40 derece" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "Doku hasarının boyutu hangi faktörlere bağlı olarak değişir?", "answers": { "text": [ "temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "Termal yaralanmalar ne şekilde meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "bölgesel" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "Doku hasarı nelere bağlıdır?", "answers": { "text": [ "temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "Doku hasarının oluşmasında nesne ile cilt arasındaki ne önemlidir?", "answers": { "text": [ "mesafeye" ], "answer_start": [ 420 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "Doku hasarının boyutu yanan vücut bölgesine göre nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "etkilenen kişinin özelliklerine" ], "answer_start": [ 453 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "Doku hasarının boyutu, etkilenen kişinin neyine göre değişir?", "answers": { "text": [ "özelliklerine" ], "answer_start": [ 471 ] } }, { "context": "Termal (Isı) Yaralanmalar: Vücudun bölgesel olarak ısı, ateş, kostik madde veya radyoaktif ajanlarla karşılaşması sonucu olur. İnsan cildinin 40 dereceye kadar olan sıcaklıktan etkilenmeyebileceği veya tolere edebileceği, bunun üzerindeki sıcaklıklarda artarak doku hasarı oluşturacağı belirtilmektedir. Meydana gelen doku hasarının boyutunun temas eden nesnenin sıcaklığına, temas süresine ve nesne ile cilt arasındaki mesafeye, yanan vücut bölgesine, etkilenen kişinin özelliklerine göre değiştiği bildirilmektedir.", "question": "İnsan cildi kaç dereceye kadar sıcaklık değerini tolere edebilir?", "answers": { "text": [ "40" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisi neye bağlı olarak düzenlenmelidir?", "answers": { "text": [ "bireye göre" ], "answer_start": [ 185 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisinde en uygun tedavi nedir?", "answers": { "text": [ "farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonu" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisinde izlem neye göre yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisi bireye göre nasıl düzenlenmelidir?", "answers": { "text": [ "semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisinde farmakolojik tedavi hangi diğer tedavi ile kombine edilmelidir?", "answers": { "text": [ "nonfarmakolojik" ], "answer_start": [ 246 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisinde izlem neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisi bireysel olarak hangi faktörlere bağlı düzenlenir?", "answers": { "text": [ "semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisinde hangi iki tür tedavi kombinasyonu önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "farmakolojik ve nonfarmakolojik" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisi bireye özgü olarak hangi kriterlere göre belirlenmelidir?", "answers": { "text": [ "semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "AS tedavisi; semptom ve bulgular, hastalık aktivitesi ve şiddeti, işlevsel durum, deformiteler, genel sağlık durumu, eşlik eden komorbiditeler ve hastanın isteklerine bağlı olarak yani bireye göre düzenlenmelidir. En uygun tedavi farmakolojik ve nonfarmakolojik tedavilerin kombinasyonudur. Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine göre uygun izlem de önemlidir.", "question": "AS tedavisinde izlem neye göre belirlenir?", "answers": { "text": [ "Semptomlara, hastalığın şiddetine ve ilaç tedavisine" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Diyabet komplikasyonları nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "akut ve kronik" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Akut diyabet komplikasyonlarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "Diyabetik ketoasidoz" ], "answer_start": [ 101 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Kronik diyabet komplikasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "Makrovasküler komplikasyonlar" ], "answer_start": [ 229 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Makrovasküler komplikasyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Mikrovasküler komplikasyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Diyabet kontrol edilemezse hangi riskler artar?", "answers": { "text": [ "mortalite ve morbidite" ], "answer_start": [ 500 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Kan glukoz regülasyonu sağlanamadığında hangi hasarlar oluşabilir?", "answers": { "text": [ "mikro ya da makrovasküler hasarlar" ], "answer_start": [ 653 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Diyabetin kardiyovasküler hadiseler, körlük ve böbrek yetersizliği gibi durumlarla ilişkisi nedir?", "answers": { "text": [ "önde gelen sebeplerinden biridir" ], "answer_start": [ 804 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Akut diyabet komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi" ], "answer_start": [ 101 ] } }, { "context": "Diyabet komplikasyonları akut ve kronik olarak sınıflandırılır. A) Akut (metabolik) komplikasyonlar: Diyabetik ketoasidoz, Hiperosmolar hiperglisemik durum, Laktik asidoz, Hipoglisemi. B) Kronik (dejeneratif) komplikasyonlar: 1) Makrovasküler komplikasyonlar: Kardiyovasküler hastalıklar, Serebrovasküler hastalıklar, Periferik damar hastalığı. 2) Mikrovasküler komplikasyonlar: Diyabetik nefropati, Diyabetik retinopati, Diyabetik nöropati. Diyabetin tüm tiplerinde, diyabetin kontrolü sağlanamazsa mortalite ve morbidite riski artmaktadır, kan glukoz regülasyonunun sağlanamadığı durumlarda göz, böbrek, santral ve periferik sinir sistemini etkileyen mikro ya da makrovasküler hasarlar oluşabilir. Diyabet kardiyovasküler hadiselerin, körlüğün, böbrek yetersizliğinin ve alt ekstremite ampütasyonların önde gelen sebeplerinden biridir.", "question": "Diyabetik nöropati hangi tür komplikasyonlardan biridir?", "answers": { "text": [ "Mikrovasküler" ], "answer_start": [ 348 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Beslenme YBÜ yönetiminde nasıl bir rol oynar?", "answers": { "text": [ "tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Beslenme tedavisinin ana hedefleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Beslenme tedavisinin hedefleri neyle sağlanır?", "answers": { "text": [ "enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle" ], "answer_start": [ 333 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Metabolik stres hangi durumlara bağlı olarak ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 406 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Hangi tür travmalar metabolik strese yol açabilir?", "answers": { "text": [ "kafa travması, uzun kemik kırığı" ], "answer_start": [ 423 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Metabolik stres altındaki hastalarda ne ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu" ], "answer_start": [ 730 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Hangi sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir?", "answers": { "text": [ "kardiyopulmoner, renal veya hepatik" ], "answer_start": [ 814 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Beslenme desteği neye göre düzenlenmelidir?", "answers": { "text": [ "organ fonksiyon bozukluğu" ], "answer_start": [ 747 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Yanıkların hangi durumu metabolik strese yol açabilir?", "answers": { "text": [ "vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık" ], "answer_start": [ 508 ] } }, { "context": "Günümüzde YBÜ yönetiminin bileşeni olan beslenme, tedavinin desteklenmesinin yanı sıra önemli bir bölümü olarak kabul edilmektedir. Beslenme tedavisinin ana hedefleri arasında, yaşam için gerekli olan enerji gereksinimi karşılamak, mevcut olan dengeyi korumak, yaşam ve sağlık için gerekli bileşenleri sağlamak yer alır. Bu hedefler enerji gereksinimini ancak doğru belirlemekle sağlanır. Metabolik stres, majör travmalar (kafa travması, uzun kemik kırığı), cerrahi girişimler (toraks, abdominal), yanıklar (vücudun %25’inden fazlasında üçüncü derecede yanık) ve enfeksiyonlar (pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyonu) gibi birçok nedene bağlı olarak ortaya çıkabilir. Metabolik stres altındaki hastalarda, akut veya kronik organ fonksiyon bozukluğu ortaya çıkabilir. Hastalarda, genellikle kardiyopulmoner, renal veya hepatik sistemlerin hastalıkları klinik durumun kötüleşmesine neden olabilir ve beslenme desteğinin organ fonksiyon bozukluklarına göre düzenlenmesi önemli rol oynar.", "question": "Metabolik stres hangi tür enfeksiyonlara bağlı olarak ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "pulmoner, sepsis veya herhangi bir aktif sistemik enflamasyon" ], "answer_start": [ 578 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "Hastane enfeksiyonları (HE) ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "48-72 saat sonra" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "Hangi enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 191 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "Hastane enfeksiyonlarının tanımı son dönemlerde nasıl değiştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 587 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "İnkübasyon dönemi uzun olan enfeksiyonlar hangi durumda HE olarak kabul edilmez?", "answers": { "text": [ "Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "Hangi hastalıklar inkübasyon süresi uzun olduğu halde HE olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "Hepatit B ve C" ], "answer_start": [ 865 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "HE olarak kabul edilen enfeksiyonlar genellikle hastaneye başvuru sonrasında ne kadar süre içinde ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "48-72 saat" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "Hastanede alınıp inkübasyon süresi uzun olan hastalıklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Hepatit B ve C" ], "answer_start": [ 865 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "Hastane enfeksiyonlarının tanımı neden genişletilmiştir?", "answers": { "text": [ "Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden" ], "answer_start": [ 308 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "Erken taburcu olan bir hastada HE nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Hastane enfeksiyonları, hastanın hastaneye başvurmasından 48-72 saat sonra ortaya çıkan veya başvuru esnasında inkübasyon döneminde olmayan enfeksiyonlardır. Hastanede etkene maruz kalan ama erken taburcu olup, taburculuktan sonraki 10 gün içinde belirti veren enfeksiyonlar da HE olarak kabul edilmektedir. Hastaneler dışında hastaların bakımıyla ilgilenen rehabilitasyon merkezleri, yaşlılar evi, kimsesizler yurdu gibi yerlerde ayakta veya yatarak sağlık bakımı alan bütün kurumlarda da hastalar, enfeksiyon riskiyle karşılaşabildiğinden tanımlama son dönemlerde genişletilmiş ve de “sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar” olarak değiştirilmiştir. Hastane yatışından önce alınan, inkübasyon dönemi uzun olduğundan hastanede ortaya çıkan enfeksiyonlar HE olarak kabul edilmez. Buna karşılık hastanede alınan, inkübasyon süresi uzun olan bir takım hastalıklar (Hepatit B ve C gibi) HE olarak kabul edilir.", "question": "Sağlık hizmetiyle ilişkili enfeksiyonlar nerelerde ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "Hastane enfeksiyonları" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "Karaciğer metastazları genellikle nasıl lezyonlar şeklinde görülür?", "answers": { "text": [ "multifokal" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "Karaciğer metastazları hangi durumlarda tek soliter lezyon olarak görülebilir?", "answers": { "text": [ "birleşen lezyonlar" ], "answer_start": [ 104 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "Karaciğer metastazları hangi özellikleri içermez?", "answers": { "text": [ "Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı" ], "answer_start": [ 143 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hangi tür metastaz yapar?", "answers": { "text": [ "hipovasküler" ], "answer_start": [ 231 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "RCC, melanom ve tiroid kanseri hangi tür metastaz yapar?", "answers": { "text": [ "hipovasküler" ], "answer_start": [ 231 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "Meme kanseri hangi tür metastaz yapabilir?", "answers": { "text": [ "hipovasküler, hipervasküler" ], "answer_start": [ 231 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "Kistik metastazlar genellikle hangi tür tümörlerden kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "kistik malign tümörler" ], "answer_start": [ 541 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "Gastrointestinal stromal tümör ve malign melanom gibi solid kitlelerin ne tür metastazları görülebilir?", "answers": { "text": [ "kistik" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak nasıl beslenir?", "answers": { "text": [ "arteriyel kan akımı" ], "answer_start": [ 766 ] } }, { "context": "Karaciğer metastazları sıklıkla multifokal lezyonlar şeklinde görülürken bazen tek soliter lezyon ya da birleşen lezyonlar olarak görülebilir. Fonksiyonel hepatosit ve safra kanalı içermezler. Primer tümörün doku komponentine göre hipovasküler, hipervasküler ya da kistik olabilirler. Kolon, akciğer ve mide karsinomları sıklıkla hipovasküler metastaz yaparken; RCC, melanom, tiroid kanseri ve karsinoid tümörler sıklıkla hipervasküler metastaz yaparlar. Meme kanseri hipo ya da hipervasküler metastaz yapabilir. Kistik metastazlar sıklıkla kistik malign tümörlerden kaynaklanır. Gastrointestinal stromal tümör (GİST), malign melanom, karsinoid ve leiyomiyosarkom gibi solid kitlelerin de kistik metastazları görülebilir. Tüm karaciğer metastazları ağırlıklı olarak arteriyel kan akımı ile beslenir. Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar değişik fazlarda karakteristik özellikler gösterir.", "question": "Kontrast madde enjeksiyonu sonrası metastazlar ne gösterir?", "answers": { "text": [ "karakteristik özellikler" ], "answer_start": [ 864 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Bir yıllık spontan İSH insidansı nedir?", "answers": { "text": [ "100.000’de 24.6" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Bir yıllık sağ kalım oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%46" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Beş yıllık sağkalım oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%29.2" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Spontan İSH hangi ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir?", "answers": { "text": [ "az-orta gelişmiş ülkelerde" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Spontan İSH neden bir halk sağlığı sorunudur?", "answers": { "text": [ "ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Spontan İSH neden acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur?", "answers": { "text": [ "Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Nörolojik semptomlarla gelen hastada ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır" ], "answer_start": [ 625 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Spontan İSH'ların yaklaşık yüzde kaçında altta yatan vasküler patoloji olabileceği akılda tutulmalıdır?", "answers": { "text": [ "%15" ], "answer_start": [ 846 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Hangi vasküler patolojiler spontan İSH’da altta yatan nedenler olabilir?", "answers": { "text": [ "anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon" ], "answer_start": [ 886 ] } }, { "context": "Bir yıllık spontan İSH insidansı 100.000’de 24.6’dır. Bir yıllık sağ kalım oranı %46, beş yıllık sağkalım oranı %29.2’dir. Özellikle hipertansiyon ve diğer vasküler risk faktörleri yüksek olan az-orta gelişmiş ülkelerde daha yüksek oranda görülmektedir. Mortalite ve morbiditesi bu kadar yüksek olması, ciddi ekonomik sonuçlar doğurması sebebiyle bir halk sağlığı sorunudur. Spontan İSH acil değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Hastaların yaklaşık beşte biri acil servis departmanında nörolojik olarak bozulurken; üçte birinden fazlası ilk 24 saat içinde nörolojik olarak kötüleşir. Nörolojik semptomlarla gelen hastanın anamnezi alınmalı, hipertansiyon, kronik hastalıklar, ilaç kullanımı sorgulanmalı ve spontan İSH-iskemik SVO ayrımı yapmak için hızlıca BBT veya manyetik rezonans (MR) görüntüleme yapılmalıdır. Spontan İSH’ların yaklaşık %15’inde altta yatan vasküler patoloji (anevrizma, dural arteriovenöz vistül, arteriovenöz malformasyon) olabileceği akılda tutulmalı ve gerekiyorsa vasküler görüntüleme amaçlı BBT anjio yapılmalıdır.", "question": "Vasküler görüntüleme için hangi yöntem kullanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "BBT veya manyetik rezonans (MR)" ], "answer_start": [ 761 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "Meme kanseri kadınlarda hangi tür mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmektedir?", "answers": { "text": [ "kanserle ilişkili" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "Meme kanseri hangi bölgelerde en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir?", "answers": { "text": [ "ABD ve batı Avrupa" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "Meme kanserlerinin tanısında ve tedavisinde hangi gelişmeler sayesinde mortalite oranlarında düşüş gözlenmektedir?", "answers": { "text": [ "daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının" ], "answer_start": [ 214 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "Her yıl meme kanseri nedeniyle tahminen kaç ölüm gerçekleşmektedir?", "answers": { "text": [ "500 000" ], "answer_start": [ 355 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre ülkemizde bir yıl içerisinde kaç kadına meme kanseri tanısı konulmuştur?", "answers": { "text": [ "16 646" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "Kaç kadının ölümüne neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "3853" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "Meme kanseri gelişimi için araştırılan risk faktörleri arasında hangi faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır?", "answers": { "text": [ "genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel" ], "answer_start": [ 710 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsünün yanı sıra hangi faktörler yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon" ], "answer_start": [ 850 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "Meme kanseri risk faktörlerinden biri olan hormon replasman tedavisi ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "östrojen maruziyeti" ], "answer_start": [ 976 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlarda kanserle ilişkili mortalitenin en sık nedeni olarak bildirilmekte, ABD ve batı Avrupa’da en sık görülen kanser türü olarak görülmektedir. Meme kanserlerinin hem tanısında hem de tedavisinde daha iyi yöntemlerin ve tedavi yaklaşımlarının uygulanması sayesinde mortalite oranlarında son dönemlerde düşüş gözlenmekle birlikte her yıl 500 000’den fazla ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. Ülkemizde T.C. Sağlık Bakanlığı verilerine göre bir yıl içerisinde 16 646 kadına meme kanseri tanısı konulmuş, 3853 kadının ise ölümüne neden olarak kadınlarda en yüksek sayıda ölüme neden olan kanser türü olarak tespit edilmiştir. Meme kanseri gelişimi için çeşitli risk faktörleri araştırılmış, genetik, hormonal, psikolojik ve çevresel faktörlerin rolü olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Meme kanseri risk faktörleri arasında aile öyküsü, genetik yatkınlık, erken menarş, geç menapoz, çocuk sahibi olmama, ilk doğum yaşının ileri olması, hormon replasman tedavisi, östrojen maruziyeti ve göğüs bölgesine aşırı radyasyon yer almaktadır.", "question": "Meme kanserine neden olabilecek aşırı radyasyon hangi bölgeye uygulanmaktadır?", "answers": { "text": [ "göğüs bölgesine" ], "answer_start": [ 999 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Seyahat sağlığı hangi konuları içeren bir uzmanlık alanıdır?", "answers": { "text": [ "aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Seyahat sağlığı neden dinamik bir uzmanlık alanıdır?", "answers": { "text": [ "bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan" ], "answer_start": [ 229 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Uluslararası seyahatler hangi nedenlerle artmaya devam etmektedir?", "answers": { "text": [ "turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Yolcular seyahatlerinde hangi faktörlere bağlı olarak birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir?", "answers": { "text": [ "yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri" ], "answer_start": [ 693 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Seyahatin özellikleri arasında neler yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat" ], "answer_start": [ 774 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları zamanla nasıl bir değişim göstermektedir?", "answers": { "text": [ "zamanla değişim göstermektedir" ], "answer_start": [ 1031 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ne olabilir?", "answers": { "text": [ "ortadan kalkabilir" ], "answer_start": [ 1124 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Hiç görülmemiş yeni hastalıklar hangi bölgelerde ortaya çıkabilmektedir?", "answers": { "text": [ "diğer bazı bölgelerde" ], "answer_start": [ 1147 ] } }, { "context": "Seyahat sağlığı; aşılama gereklilikleri, dünyadaki bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi, ilaç dirençli enfeksiyonların değişen dağılımları, uluslararası ve yerel sağlık mevzuatları konularını içeren ve bu konularda güncel bilgiye ihtiyaç duyan dinamik bir uzmanlık alanıdır. Bireylerin seyahat etmelerindeki artışın nedenleri arasında; sanayileşme, ekonomide olan olumlu gelişmeler ve ulaşımın her alanındaki imkanların artışı sayılabilir. Uluslararası seyahatler başta turizm, yurtdışında iş olanakları, akraba ve arkadaş ziyareti, macera, sağlık turizmi, insani yardım veya misyonerlik gibi farklı bir çok nedenle önemli ölçüde artmaya devam etmektedir. Her yolcu yaşı, mevcut sağlık problemleri, aşılama durumu, yapacağı seyahatin özellikleri (süresi, gidilen ülkedeki endemik hastalıklar, seyahatin tipi, konaklama koşulları, kırsal-kentsel bölgeye seyahat gibi) göz önünde bulundurulduğunda birçok sağlık riski ile karşı karşıya kalabilir. Yolcuların karşılaşabilecekleri enfeksiyon hastalıkları da zamanla değişim göstermektedir. Bazı bölgelerde endemik olarak rastlanan hastalıklar zamanla ortadan kalkabilirken, diğer bazı bölgelerde hiç görülmemiş yeni hastalıklar ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Seyahat sağlığı hangi konuda güncel bilgiye ihtiyaç duyar?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı ve bulaşıcı olmayan sağlık risklerinin epidemiyolojisi" ], "answer_start": [ 51 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "Biyolojik ajanlar 2000/54/EC sayılı direktifte nasıl tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar" ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının kaç yolu vardır?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 378 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "Dolaylı yollarla biyolojik ajanlara maruziyetin kaynakları nelerdir?", "answers": { "text": [ "ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "Biyolojik ajanlar hangi sağlık sorunlarına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere" ], "answer_start": [ 734 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "İş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi neden gereklidir?", "answers": { "text": [ "Sağlık etkilerinden" ], "answer_start": [ 824 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "Biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özellikler nelerdir?", "answers": { "text": [ "çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği" ], "answer_start": [ 966 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "Biyolojik ajanlar için eksikliği bulunan ölçüm yöntemi nedir?", "answers": { "text": [ "standardize" ], "answer_start": [ 1215 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "Biyolojik ajanlar için genellikle hangi sınırlar belirlenmemiştir?", "answers": { "text": [ "mesleki maruz kalma" ], "answer_start": [ 1307 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "Hangi çalışanlar zararlı biyolojik ajanlara daha yüksek olasılıkla maruz kalabilmektedir?", "answers": { "text": [ "hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen" ], "answer_start": [ 1428 ] } }, { "context": "2000 yılında Avrupa Parlamentosu ve Konseyi tarafından yayınlanan 2000/54 / EC sayılı direktifin 2. Maddesinde biyolojik ajanlar; “herhangi bir enfeksiyon, alerji veya toksisiteyi tetikleyebilen, genetik olarak modifiye edilmiş olanlar, hücre kültürleri ve insan endoparazitleri dahil mikroorganizmalar” şeklinde tanımlanmıştır. Çalışanların biyolojik ajanlara maruz kalmasının üç yolu vardır; maruziyet biyolojik ajanla direkt çalışmaktan (laboratuvar, biyoteknoloji vb.), iş yeri materyalinin kontamine olmasından (katı atık toplama, kanalizasyon arıtma, tarım vb.) veya işin doğrudan bir sonucu olmayıp dolaylı yollarla maruziyetten (ısıtma, havalandırma, çalışma arkadaşının enfekte olması vb.) kaynaklanabilir. Biyolojik ajanlar hastalıklara, enfeksiyonlara, zehirlenmelere, alerjilere ve hatta kansere neden olabilir. Sağlık etkilerinden dolayı iş yerlerinde biyolojik ajanların risk değerlendirmesi ve yönetimi yasal bir gerekliliktir, ancak bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği nedeniyle biyolojik ajanları tehlikeli maddelerden ayıran özelliklere sahip oldukları için süreç karmaşık olabilir. Ayrıca biyolojik ajanlar için standardize ölçüm yöntemi eksikliği vardır ve genellikle biyolojik ajanlar için belirlenmiş mesleki maruz kalma sınırları yoktur. Biyolojik ajanlar çoğu çalışma alanında söz konusu olabilmekle birlikte; özellikle hayvanlarla çalışan, tarım-gıda endüstrisinde çalışan, insanlara bakım sağlayan, laboratuvarlarda çalışan, atık malzemeleri temizleyen veya işleyen bazı çalışanlar daha yüksek olasılıkla zararlı biyolojik ajanlara maruz kalabilmektedir.", "question": "Biyolojik ajanların risk değerlendirmesi süreci neden karmaşık olabilir?", "answers": { "text": [ "bu tür ajanların çeşitliliği ve bulaşıcılık, kuluçka süresi nedeniyle gecikmiş etki, kendi kendilerine çoğalma yeteneği" ], "answer_start": [ 949 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "DEHB etiyolojisinde hangi faktörlerin önemi giderek artmaktadır?", "answers": { "text": [ "genetik" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığı, normal popülasyona göre ne kadar daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "2-8 kat" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini ne kadar arttırmaktadır?", "answers": { "text": [ "%57" ], "answer_start": [ 299 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "İkiz çalışmalarında tek yumurta ikizlerinde konkordans hangi seviyede bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "0.80" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "Evlat edinen ailelere göre biyolojik akrabalarda DEHB sıklığı nasıldır?", "answers": { "text": [ "çok daha yüksek" ], "answer_start": [ 490 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan dopaminerjik genler hangileridir?", "answers": { "text": [ "DRD4, DAT1, DRD5, COMT" ], "answer_start": [ 587 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "Noradrenerjik sistemle ilgili DEHB etiyolojisinde araştırılan genler nelerdir?", "answers": { "text": [ "DBH, ADRA2A" ], "answer_start": [ 626 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "Serotonerjik sistemle ilgili DEHB etiyolojisinde araştırılan genler nelerdir?", "answers": { "text": [ "5-HTT, HTR1B, HTR2A" ], "answer_start": [ 653 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "Kolinerjik sistemle ilgili DEHB etiyolojisinde araştırılan gen hangisidir?", "answers": { "text": [ "CHRNA4" ], "answer_start": [ 686 ] } }, { "context": "DEHB etiyolojisinde genetik faktörlerin önemine yönelik kanıtlar giderek artmaktadır. DEHB tanılı çocukların kardeşlerinde ve ebeveynlerinde DEHB görülme sıklığının, normal popülasyona göre 2-8 kat daha yüksek olduğu bildirilmektedir. DEHB tanılı bir ebeveyne sahip olmak, çocukta DEHB olma riskini %57’e kadar arttırdığı belirtilmektedir. İkiz çalışmalarında; tek yumurta ikizlerinde konkordansın 0.80 seviyesinde olduğu ve biyolojik akrabalarda evlat edinen ailelere göre DEHB sıklığının çok daha yüksek olduğu saptanmıştır. DEHB etiyolojisinde en çok araştırılan genler dopaminerjik: DRD4, DAT1, DRD5, COMT; noradrenerjik: DBH, ADRA2A; seretonerjik: 5-HTT, HTR1B, HTR2A; kolinerjik: CHRNA4 ve santral sinir sistemi gelişim yolaklarında: SNAP25, BDNF genleridir.", "question": "Santral sinir sistemi gelişim yolaklarında DEHB etiyolojisinde araştırılan genler nelerdir?", "answers": { "text": [ "SNAP25, BDNF" ], "answer_start": [ 740 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Endometriozis nasıl tanımlanan bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Ektopik olarak yerleşen endometrial doku en çok nerede yer alır?", "answers": { "text": [ "pelvis" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Endometrial doku vücudun başka hangi bölgelerinde görülebilir?", "answers": { "text": [ "vücudun herhangi bir yerinde" ], "answer_start": [ 187 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun ne kadarını etkiler?", "answers": { "text": [ "%10" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Endometriozis nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik inflamatuar" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Endometriozis etyolojisi ile ilgili ne mevcuttur?", "answers": { "text": [ "teori" ], "answer_start": [ 389 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Hangi faktörler endometriozis oluşumunda etkin rol oynamaktadır?", "answers": { "text": [ "genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt" ], "answer_start": [ 515 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Endometriozis oluşumunu açıklamada neden hiçbir mekanizma tek başına yeterli değildir?", "answers": { "text": [ "hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişikliklerle ilgili ne aydınlatılamamıştır?", "answers": { "text": [ "sebep mi sonuç mu olduğu" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "Endometriozis; endometrial bezlerin ve stromanın uterus dışında yer almasıyla tanımlanan bir hastalıktır. Ektopik olarak yerleşen bu endometrial doku en çok pelviste yer almakla birlikte vücudun herhangi bir yerinde de görülebilir. Endometriozis üreme çağındaki popülasyonun yaklaşık olarak %10’unu etkileyen kronik inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis etyolojisi ile ilgili pek çok teori mevcuttur. Ancak hiçbir mekanizma tek başına endometriozis oluşumunu açıklamaya yetmemektedir. Endometriozis oluşumunda genetik yatkınlık ve endometrium dokusundaki yapısal anormallikler ile beraber bozulmuş immün yanıt da hastalığın oluşumunda etkin rol oynamaktadır. Endometriozisli hastaların immün sisteminde görülen değişiklikler birçok çalışma tarafından ele alınmıştır ancak saptanan farklılıkların sebep mi sonuç mu olduğu henüz aydınlatılamamıştır.", "question": "Endometriozis ile ilgili yapılan çalışmalarda hangi sistem üzerinde değişiklikler ele alınmıştır?", "answers": { "text": [ "immün" ], "answer_start": [ 603 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Sepsis ve septik şok nasıl durumlar olarak tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "tıbbi acil durumlar" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin neyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür?", "answers": { "text": [ "şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbidite" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Sepsisin daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için ne zorunlu hale gelmektedir?", "answers": { "text": [ "Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması" ], "answer_start": [ 215 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Sepsisin tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için ne yapmak gerekir?", "answers": { "text": [ "sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak" ], "answer_start": [ 459 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Sepsis ve septik şok tanımları ne zaman hızla gelişmiştir?", "answers": { "text": [ "1990'lı yılların başından" ], "answer_start": [ 541 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS) neden sepsis ve septik şok tanımlamasına dahil edilmemektedir?", "answers": { "text": [ "her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından" ], "answer_start": [ 635 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Sepsis ve septik şokun tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için ne zorunludur?", "answers": { "text": [ "doğru tanımlamak" ], "answer_start": [ 484 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Sepsis tanısı konduğunda tedaviye ne zaman başlanmalıdır?", "answers": { "text": [ "erken" ], "answer_start": [ 223 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada hangi teknolojiler yetersiz kalmıştır?", "answers": { "text": [ "Yaşam destek teknolojilerinde" ], "answer_start": [ 75 ] } }, { "context": "Sepsis ve septik şok, dünyadaki en önemli tıbbi acil durumlar arasındadır. Yaşam destek teknolojilerindeki ilerlemenin, şiddetli sepsisten kaynaklanan mortalite ve morbiditeyi azaltmada yetersiz olduğu görülmüştür. Sepsise erken tanı konması ve buna bağlı olarak tedaviye erken başlanması, daha iyi prognoz ve yüksek sağ kalım oranları için zorunlu hale gelmektedir. Her klinik durumda olduğu gibi tanı ve tedavi sürecinin en etkili şekilde devam etmesi için sepsis ve septik şoku da doğru tanımlamak gerekir. Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri hızla gelişmiştir. Sistemik enflamatuar yanıt sendromu (SIRS), her zaman enfeksiyondan kaynaklanmadığından artık bu tanımlamaya dahil edilmemektedir.", "question": "Sepsis ve septik şok tanımları 1990'lı yılların başından beri nasıl bir süreç geçirmiştir?", "answers": { "text": [ "hızla gelişmiştir" ], "answer_start": [ 572 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik skleroz (SSc) nasıl bir hastalık olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik skleroz (SSc) hangi tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik skleroz (SSc) hangi bulgularla karakterizedir?", "answers": { "text": [ "heterojen" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik skleroz (SSc) neden multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir?", "answers": { "text": [ "Farklı organları etkiler" ], "answer_start": [ 118 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik skleroz (SSc) nadir görülen bir hastalık olduğunda hangi veriler sınırlıdır?", "answers": { "text": [ "oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik skleroz (SSc) ile ilgili oküler tutulum verileri genellikle nereden elde edilmektedir?", "answers": { "text": [ "tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik skleroz (SSc) hastalığındaki oküler tutulum verilerinin genellendirilmesi neden sınırlıdır?", "answers": { "text": [ "bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik skleroz (SSc) nedir?", "answers": { "text": [ "jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik sklerozun (SSc) oküler tutulumla ilgili veriler neden genellendirilmesi sınırlıdır?", "answers": { "text": [ "tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (SSc), heterojen bulgular ile karekterize orijini bilinmeyen jeneralize bir bağ dokusu hastalığıdır. Farklı organları etkiler ve bu nedenle multidisipliner tanı ve tedavi yönetimi gerektirir. SSc nadir görülen bir hastalık olduğundan, oküler tutulumla ilgili verilerin çoğu tek vaka raporlarından veya küçük vaka çalışmalarından oluşur, bu da bulguların geniş bir hasta popülasyonuna genellendirilmesini sınırlandırır.", "question": "Sistemik skleroz (SSc) hastalığının orijini nedir?", "answers": { "text": [ "bilinmeyen" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı hangi diğer terimle de adlandırılır?", "answers": { "text": [ "fetal gelişim kısıtlılığı" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı (İUGK) neyi tanımlamak için kullanılan bir terimdir?", "answers": { "text": [ "fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "İUGK için en sık kullanılan tanım nedir?", "answers": { "text": [ "Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "Farklı bilimsel cemiyetler tarafından İUGK tanımı için kullanılan diğer persantil değerleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "25. ve 5. veya 3. persantilin altında" ], "answer_start": [ 400 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldüğünde ne olur?", "answers": { "text": [ "riskli pek çok infantın tanı alamaması" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda ne artmıştır?", "answers": { "text": [ "perinatal morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 772 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "Doğum ağırlığı 3 persantilin altında olan infantlarda hangi riskler artar?", "answers": { "text": [ "perinatal morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 772 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "İUGK tanısında persantil oranlarının düşürülmesi neye yol açar?", "answers": { "text": [ "riskli pek çok infantın tanı alamaması" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "İUGK tanımında ortalamanın kaç standart deviasyon (SD) altında olma durumu kullanılır?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 455 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişim kısıtlılığı, fetal gelişim kısıtlılığı olarak da adlandırılıp, genetik veya çevresel faktörler nedeniyle büyüme potansiyeline ulaşamamış bir fetüsü tanımlamak için kullanılan terimdir. Doğum ağırlığının gestasyonel yaş için 10.persantil ve altında olması İUGK için en sık kullanılan tanımdır. Ancak farklı bilimsel cemiyetler tarafından başka değerler de kullanılmaktadır. Bunlar 25. ve 5. veya 3. persantilin altında veya ortalamanın iki standart deviasyon (SD) altında olmasıdır. Tanı amaçlı kullanılan persantil oranları düşürüldükçe, gerçek hastaların yakalanma oranı artmakla birlikte bu durum riskli pek çok infantın tanı alamamasına neden olmaktadır. Doğum ağırlığı 10 persantilin altında olan infantlarda özellikle de 3 persantilin altında ise perinatal morbidite ve mortalitenin arttığı bildirilmiştir.", "question": "İUGK'li bebeklerde doğum ağırlığı hangi persantilin altında olduğunda riskler artar?", "answers": { "text": [ "3" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "Prostat kanseri erkeklerde ne sıklıkla tanı konulan bir kanserdir?", "answers": { "text": [ "ikinci" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "Prostat kanseri dünya genelinde en sık kaçıncı ölüm sebebidir?", "answers": { "text": [ "beşinci" ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "Kaç ülkede prostat kanseri en sık görülen kanserdir?", "answers": { "text": [ "105" ], "answer_start": [ 114 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "Kaç ülkede prostat kanseri kansere bağlı ölümlerde en sık sebeptir?", "answers": { "text": [ "46" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "2018 yılında dünya genelinde kaç yeni prostat kanseri olgusu meydana gelmiştir?", "answers": { "text": [ "1.276.106" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "2018 yılında prostat kanserine bağlı kaç ölüm meydana gelmiştir?", "answers": { "text": [ "358.989" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "Her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde hangi tanıyı almaktadır?", "answers": { "text": [ "Prostat kanseri" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "Her 41 erkekten biri prostat kanseri nedeniyle ne olmaktadır?", "answers": { "text": [ "ölüm" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye'de prostat kanseri insidansı kaç yeni vaka ile bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "17.332" ], "answer_start": [ 732 ] } }, { "context": "Prostat kanseri erkeklerde ikinci en sık tanı konulan kanser olup, dünya genelinde en sık beşinci ölüm sebebidir. 105 ülkede prostat kanseri en sık görülen kanser olup, 46 ülkede ise kansere bağlı ölümlerde en sık sebep olarak saptanmıştır. Uluslararası Kanser Araştırma Ajansı’nın GLOBOCAN istatistiklerine göre 2018 yılında tüm dünya genelinde 1.276.106 yeni prostat kanseri olgusu ve 358.989 prostat kanserine bağlı ölüm meydana geldiği hesaplanmıştır. Amerikan Kanser Derneği’nin istatistiklerine göre her dokuz erkekten biri hayatının bir döneminde prostat kanseri tanısı almakta olup, her 41 erkekten biri ise prostat kanseri nedeniyle ölmektedir. GLOBOCAN 2018 verilerine göre Türkiye’de prostat kanseri insidansı erkeklerde 17.332 yeni vaka ile, global veriler ile uyumlu olarak akciğer kanserinden sonra ikinci sıradadır. Ülkemizde erkek cinsiyet grubu içerisinde prostat kanserinin mortalitesi ise %6.9 ile sırasıyla akciğer, mide ve barsak kanserinden sonra dördüncü sıradadır.", "question": "Türkiye'de prostat kanserinin erkeklerdeki mortalitesi hangi kanser türlerinden sonra dördüncü sıradadır?", "answers": { "text": [ "akciğer, mide ve barsak kanserinden" ], "answer_start": [ 927 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsis nedir?", "answers": { "text": [ "vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsis nasıl meydana gelmektedir?", "answers": { "text": [ "zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde" ], "answer_start": [ 165 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsisin tedavi edilmemesi neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme" ], "answer_start": [ 275 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsis bir enfeksiyonun ne tür bir sonucudur?", "answers": { "text": [ "komplikasyonudur" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsis bulaşıcı mıdır?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı değildir" ], "answer_start": [ 381 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsisin etkenlerinin çoğu hangi tür enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır?", "answers": { "text": [ "bakteriyel enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsis yalnızca bakteriyel enfeksiyonlardan mı kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 478 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsis hangi tür enfeksiyonlardan kaynaklanabilir?", "answers": { "text": [ "viral ve fungal enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 507 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsis neden hayatı tehdit eden bir durumdur?", "answers": { "text": [ "vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Sepsis, vücudun bir enfeksiyona verdiği aşırı tepki sonucu hayatı tehdit eden tıbbi bir acil durumdur. Sepsis, mikroorganizmaların yaptığı enfeksiyon sonucu vücutta zincirleme bir reaksiyonu tetiklediğinde meydana gelmektedir. Zamanında tedavi edilmemesi sonucu sepsis hızla doku hasarına, organ yetmezliğine ve ölüme yol açabilmektedir. Sepsis, bir enfeksiyonun komplikasyonudur, bulaşıcı değildir. Sepsis etkenlerinin çoğu bakteriyel enfeksiyonlardan kaynaklanmaktadır, ancak COVID-19 veya influenza gibi viral ve fungal enfeksiyonlardan da kaynaklanabilmektedir.", "question": "Sepsisin etkenlerinin çoğu hangi enfeksiyon kaynaklıdır?", "answers": { "text": [ "bakteriyel" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "Multipl Skleroz hangi sistemi etkileyen bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "merkezi sinir sisteminin" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "Multipl Skleroz nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik, inflamatuar ve dejeneratif" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "Multipl Skleroz genellikle hangi yaş grubunda ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "genç erişkinlerde" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "Multipl Skleroz'un karakterize olduğu iki ana özellik nedir?", "answers": { "text": [ "multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyon" ], "answer_start": [ 136 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "2008 yılında dünya genelinde kaç MS hastası olduğu düşünülüyordu?", "answers": { "text": [ "2,1 milyon" ], "answer_start": [ 460 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "MS prevelansının en yüksek olduğu bölgeler nerelerdir?", "answers": { "text": [ "Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri" ], "answer_start": [ 608 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "MS prevelansının en yüksek olduğu ülke hangisidir?", "answers": { "text": [ "Norveç" ], "answer_start": [ 758 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "Amerika'daki çalışmada MS riskinin kadınlarda ne kadar daha fazla olduğu bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "3,1 kat" ], "answer_start": [ 929 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "Türkiye'de yapılan çalışmalarda ortalama MS prevalansı kaç olarak görülmektedir?", "answers": { "text": [ "50/100.000" ], "answer_start": [ 849 ] } }, { "context": "Multipl Skleroz, merkezi sinir sisteminin kronik, inflamatuar ve dejeneratif bir hastalığıdır. Sıklıkla ataklarla seyreder. Esas olarak multifokal inflamasyon ve demiyelinizasyonla karakterize olmakla birlikte ilerleyen dönemlerde aksonal harabiyete de neden olduğu gösterilmiştir. Multipl Skleroz çoğunlukla genç erişkinlerde ortaya çıkar ve etkilenen hastaların çoğunda klinik seyir ataklar ve iyileşmeler şeklinde izlenir. Tüm dünyada 2008 yılında yaklaşık 2,1 milyon MS hastası olduğu düşünülürken, bu sayı 2013 yılında 2,3 milyon olarak revize edilmiştir. MS prevelansının en yüksek saptandığı bölgeler Amerika kıtası ve kuzey ülkeleri olup, 100/100.000 ‘in üzerindedir. Güneye gidildikçe bu oran azalır. Tüm dünyada en yüksek prevelanslar 2014 yılında Norveç’ten 203/100.000, 2015 yılında İtalya’dan 148,5/100.000 ve 2016 yılında Amerika’dan 150/100.000 olarak bildirilmiştir. Amerika’daki çalışmada MS riskinin kadınlarda 3,1 kat daha fazla olduğu bildirilmiştir. Türkiye’de MS epidemiyolojisi ile ilgili çalışmalar oldukça kısıtlıdır. Çoğunluğu Marmara ve Karadeniz bölgesinde olmak üzere 2006-2018 yılları arasında yapılan bu çalışmalarda, İstanbul ve Karabük şehirleri hariç tutulduğunda, Türkiye’de ortalama MS prevalansının kabaca 50/100.000 olduğu görülmektedir. İstanbul ve Karabük şehirlerinde bu değerin iki kata kadar arttığı gözlenmektedir. İstanbul’da MS prevelansı 101.4/100.000 ile bilinen en yüksek değer olmuştur.", "question": "Türkiye'de MS prevalansının en yüksek olduğu şehir hangisidir?", "answers": { "text": [ "İstanbul" ], "answer_start": [ 1149 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) ne tür hastalıklardan korunmada kullanılır?", "answers": { "text": [ "fiziksel ve ruhsal" ], "answer_start": [ 36 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) hangi alanlarda kullanılır?", "answers": { "text": [ "sağlığın iyi sürdürülmesi" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) neye dayanır?", "answers": { "text": [ "farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere" ], "answer_start": [ 183 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıpta (GTT) kullanılan bilgi ve beceriler nasıl açıklanabilir?", "answers": { "text": [ "izahı yapılabilen veya yapılamayan" ], "answer_start": [ 242 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) Batı tıbbı ile nasıl bir ilişki içindedir?", "answers": { "text": [ "destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) hangi tıpla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "Batı tıbbın" ], "answer_start": [ 319 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) uygulamaları hangi temellere dayanır?", "answers": { "text": [ "farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere" ], "answer_start": [ 183 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıpta (GTT) izahı yapılamayan ne olabilir?", "answers": { "text": [ "bilgi, beceri ve uygulamaların" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıpta (GTT) kullanılan uygulamalar nasıl açıklanabilir?", "answers": { "text": [ "farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan" ], "answer_start": [ 183 ] } }, { "context": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) fiziksel ve ruhsal hastalıklardan korunma, bunlara tanı koyma, iyileştirme veya tedavi etmenin yanında sağlığın iyi sürdürülmesinde de kullanılan, farklı kültürlere özgü teori, inanç ve tecrübelere dayalı, izahı yapılabilen veya yapılamayan bilgi, beceri ve uygulamaların bütünüdür. Batı tıbbını destekleyici ve tamamlayıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel ve tamamlayıcı tıp (GTT) hangi tıbbı destekler?", "answers": { "text": [ "Batı tıbbı" ], "answer_start": [ 319 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obezite hangi tür sağlık sorunlarına neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorunu" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obezite nasıl bir hastalık olarak tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel" ], "answer_start": [ 212 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obeziteye neden olan temel problem nedir?", "answers": { "text": [ "artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obezite enerji homeostazındaki hangi duruma bağlıdır?", "answers": { "text": [ "dengesizlik" ], "answer_start": [ 427 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obezite tedavisinde öncelikli hedef nedir?", "answers": { "text": [ "artmış kalori alımı" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obezite tedavisinde hangi yöntemler geliştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "birçok diyet yöntemi" ], "answer_start": [ 547 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obezite tedavisinde geliştirilen diyet yöntemleri hangi hedefe yöneliktir?", "answers": { "text": [ "artmış kalori alımı" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obezitenin tüm dünyada artışı neyi doğurmuştur?", "answers": { "text": [ "farklı diyet arayışlarını" ], "answer_start": [ 635 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obezitenin tüm dünyada artışı nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "epidemik" ], "answer_start": [ 612 ] } }, { "context": "Obezite başta tip 2 diyabetes mellitus olmak üzere kardiyovasküler hastalıklar, hipertansiyon, hiperlipidemi, serebrovasküler hastalıklar, infertilite, çeşitli kanserler ve daha birçok sağlık sorununa neden olan önlenebilir, tedavi edilebilir, kompleks ve multifaktoriyel bir hastalıktır. Obeziteye neden olan temel problem artmış kalori alımı ve azalmış enerji harcanması olarak değerlendirilmekte olup enerji homeostazındaki dengesizlik olarak tanımlanabilmektedir. Obezite tedavisinde öncelikli hedef artmış kalori alımı olup bu hedefe yönelik birçok diyet yöntemi geliştirilmiştir. Bu hastalığın tüm dünyada epidemik olarak artışı farklı diyet arayışlarını doğurmuştur.", "question": "Obezite hangi hastalığa neden olan bir sağlık sorunudur?", "answers": { "text": [ "tip 2 diyabetes mellitus" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Obezitenin gelişimi nasıl bir süreç sonucu ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları neye dayanır?", "answers": { "text": [ "göreceli boyun ağırlığa oranına" ], "answer_start": [ 298 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Obezitenin yaygın tanımları hangi konuda yetersiz kalmaktadır?", "answers": { "text": [ "yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede" ], "answer_start": [ 344 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Kadınlarda obeziteyi belirlemede tanımlar ne tür sonuçlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "abartılı" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Obeziteye bağlı sağlık riskleri hangi tür obezite ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "abdominal" ], "answer_start": [ 586 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski neyi yansıtmayabilir?", "answers": { "text": [ "gerçekleri" ], "answer_start": [ 743 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Obezitenin gelişimine ne sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "enerji dengesizliği" ], "answer_start": [ 187 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Obezitenin tanımları hangi iki durumu belirlemede yetersizdir?", "answers": { "text": [ "yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu" ], "answer_start": [ 344 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Obezite tanımları kadınlar için ne tür sonuçlara sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "abartılı" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Obezitenin gelişimi muhtemelen besin gereksiniminden daha fazla miktarda besin alınması, gereken fiziksel aktiviteden daha az aktivite yapılarak daha az kalori harcanması sonucu gelişen, enerji dengesizliğine sebep olan bir sürecin beklenen sonucudur. Obezitenin yaygın olarak kullanılan tanımları göreceli boyun ağırlığa oranına dayanır fakat yağ oranını ya da yağlanmanın hangi bölgede olduğunu belirlemede etkin olarak kullanılamamaktadırlar. Bu nedenle, tanımlar, kadınlarda obeziteyi belirlemede erkeklere göre abartılı sonuçlara sebep olabilir. Obeziteye bağlı sağlık risklerinin abdominal obezite ile ilişkili olduğu bilinmekte olup obezite kriterleri içinde olup nonabdominal obezitesi olan kadın bireyler için hesaplanan sağlık riski gerçekleri yansıtmayacaktır.", "question": "Hangi tür obezite ile ilişkili sağlık riskleri bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "abdominal obezite" ], "answer_start": [ 586 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "Kardiyak iyon kanalları nerede yerleşmiş protein kompleksleridir?", "answers": { "text": [ "kardiyomiyositin sarkolemmasında" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "Kardiyak iyon kanalları ne sağlar?", "answers": { "text": [ "iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını" ], "answer_start": [ 135 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "Kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan nedir?", "answers": { "text": [ "aksiyon potansiyelleri" ], "answer_start": [ 232 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi nasıl sağlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleri" ], "answer_start": [ 351 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi neyi göstermektedir?", "answers": { "text": [ "depolarizasyonu" ], "answer_start": [ 472 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "ST-T segmenti neyi göstermektedir?", "answers": { "text": [ "repolarizasyonu" ], "answer_start": [ 506 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "Kardiyak iyon kanallarındaki işlev bozuklukları neye neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "QRS kompleksi elektrokardiyografik olarak neyi gösterir?", "answers": { "text": [ "depolarizasyonu" ], "answer_start": [ 472 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "Kardiyak iyon kanallarının işlev bozuklukları hangi segmentte anormalliklere yol açar?", "answers": { "text": [ "ST-T segmenti" ], "answer_start": [ 489 ] } }, { "context": "Kardiyak iyon kanalları, kardiyomiyositin sarkolemmasında yerleşmiş protein kompleksleridir. Santral porlar aracılığıyla seçici olarak iyonların hücre içine giriş ve çıkışlarını sağlarlar. Böylece kalbin uyumlu çalışmasını sağlayan aksiyon potansiyelleri meydana getirirler. Normal kardiyak ritmin sürdürülmesi, yani depolarizasyon ve repolarizasyon, farklı kardiyak bölgelerdeki bu iyon kanallarının işlevleriyle sağlanmaktadır. Elektrokardiyografik olarak QRS kompleksi depolarizasyonu, ST-T segmenti de repolarizasyonu göstermektedir. Kardiyak iyon kanalarındaki işlev bozuklukları bu segmentlerde anormalliklere ve aritmilere neden olmaktadır.", "question": "Kardiyak iyon kanalları hangi hücresel yapılarda bulunur?", "answers": { "text": [ "kardiyomiyositin sarkolemmasında" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligo hangi hücrelerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "melanositler" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligo nasıl bir hastalık olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "progresif seyirli edinsel" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligo hangi yapıları etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "deri ve mukozalardaki" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligoda nadiren nerelerde pigment kaybı görülebilir?", "answers": { "text": [ "saçlar ve gözlerde" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligo hangi yaşta ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "herhangi bir yaşta" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligo lezyonları vücudun neresinde ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "vücudun herhangi bir yerinde" ], "answer_start": [ 284 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligo ile ilişkili pigment kaybı genellikle hangi iki tür lekelerle karakterizedir?", "answers": { "text": [ "depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla" ], "answer_start": [ 108 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligo lezyonları vücudun neresinde ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "vücudun herhangi bir yerinde" ], "answer_start": [ 284 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligoda hangi hücresel yapıların kaybı yaşanır?", "answers": { "text": [ "melanositler" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Vitiligo, deri ve mukozalardaki fonksiyonel melanositlerin kaybına bağlı olarak ortaya çıkan keskin sınırlı depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla karakterize progresif seyirli edinsel bir hastalıktır. Nadiren saçlar ve gözlerde de pigment kaybı görülebilmektedir. Lezyonlar vücudun herhangi bir yerinde ve herhangi bir yaşta ortaya çıkabilmektedir.", "question": "Vitiligo genellikle hangi tür cilt lezyonlarıyla seyreder?", "answers": { "text": [ "depigmente veya hipopigmente makül ve yamalarla" ], "answer_start": [ 108 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "PKOS uzun dönemde hangi komplikasyonlarla sonuçlanabilir?", "answers": { "text": [ "metabolik ve kardiyovasküler" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "PKOS nasıl bir sendromdur?", "answers": { "text": [ "yaygın" ], "answer_start": [ 80 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "PKOS tanısı açısından neye sahip bir belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur?", "answers": { "text": [ "yüksek sensitivite ve spesifiteye" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda hangi düzeylerin incelenmesi hedeflenmiştir?", "answers": { "text": [ "serum insulin like peptide 5 (INSL5)" ], "answer_start": [ 256 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "Bu çalışmada hangi belirteç ile PKOS tanısı almış hastalarda incelenmesi hedeflenmiştir?", "answers": { "text": [ "serum insulin like peptide 5 (INSL5)" ], "answer_start": [ 256 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "INSL5'in hangi parametrelerle ilişkisi araştırılmıştır?", "answers": { "text": [ "AMH, hormonal ve metabolik" ], "answer_start": [ 330 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı neye konu olmuştur?", "answers": { "text": [ "birçok çalışmaya" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda ne araştırılması hedeflenmiştir?", "answers": { "text": [ "INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin" ], "answer_start": [ 321 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "PKOS tanısı almış hastalarda hangi peptid düzeyleri incelenmiştir?", "answers": { "text": [ "serum insulin like peptide 5" ], "answer_start": [ 256 ] } }, { "context": "PKOS uzun dönemde metabolik ve kardiyovasküler komplikasyonlarla sonuçlanabilen yaygın bir sendromdur. PKOS tanısı açısından yüksek sensitivite ve spesifiteye sahip belirteç arayışı birçok çalışmaya konu olmuştur. Bu çalışmada PKOS tanısı almış hastalarda serum insulin like peptide 5 (INSL5) düzeylerinin incelenmesi ve INSL5’in AMH, hormonal ve metabolik parametrelerle ilişkisinin araştırılması hedeflenmiştir.", "question": "INSL5'in ne ile ilişkisi araştırılmıştır?", "answers": { "text": [ "AMH, hormonal ve metabolik parametreler" ], "answer_start": [ 330 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "AKS'lerin erken tanınması ve tedavi edilmesi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan geleneksel yöntemler nelerdir?", "answers": { "text": [ "anamnez, fizik muayene, EKG" ], "answer_start": [ 148 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "Geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında ne yapmada yetersiz kalmaktadır?", "answers": { "text": [ "tanıyı koyma" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının yüzde kaçının acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir?", "answers": { "text": [ "%2-5" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "Hangi yöntemler tanıda önemli bir yardımcıdır?", "answers": { "text": [ "risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "Geleneksel yöntemler hastalar için neyde yetersizdir?", "answers": { "text": [ "tanıyı koyma" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının ne kadarının yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir?", "answers": { "text": [ "%2-5" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "AKS’lerin ne olması nedeniyle erken tanınması önemlidir?", "answers": { "text": [ "hayatı tehdit eden bir hastalık grubu" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "Hangi hastalık grubu için erken tanı ve tedavi önemlidir?", "answers": { "text": [ "AKS’ler" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "AKS’ler hayatı tehdit eden bir hastalık grubu olduğu için erken tanınması ve tedavi edilmesi önemlidir. Acile başvuran hastalarda tanıda kullanılan anamnez, fizik muayene, EKG gibi geleneksel yöntemler hastaların bir kısmında tanıyı koymada yetersiz kalmaktadır. Yapılan çalışmalar akut miyokard enfarktüsü hastalarının %2-5’inin acilden yanlış tanılarla taburcu edildiğini göstermektedir. Bu nedenle risk hesaplama sistemi ve biyokimyasal kardiyak belirteçler tanıda önemli bir yardımcıdır.", "question": "Hangi geleneksel yöntemler tanıyı koymada yetersiz kalabilmektedir?", "answers": { "text": [ "anamnez, fizik muayene, EKG" ], "answer_start": [ 148 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "Kronik ağrı nedir?", "answers": { "text": [ "bir hastalık sürecidir" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "Akut ağrı ile kronik ağrıyı birbirinden ayırmak neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "Değerlendirme kapsamı açısından" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı nasıl tanımlar?", "answers": { "text": [ "normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "En fazla benimsenen yaklaşıma göre kronik ağrı nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "3 ayı geçen ağrıyı" ], "answer_start": [ 384 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "Kronik ağrı hangi faktörlerden etkilenir?", "answers": { "text": [ "psikolojik ve sosyal" ], "answer_start": [ 510 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "Kronik ağrıya hangi tür uygulamalar kabul görmüştür?", "answers": { "text": [ "multidisipliner uygulamalar" ], "answer_start": [ 597 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "Uluslararası Ağrı Teşkilatı'na göre kronik ağrı ne zaman devam eden ağrıdır?", "answers": { "text": [ "normal iyileşme zamanı" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "Kronik ağrı hangi bileşenlerle karakterizedir?", "answers": { "text": [ "nörolojik, psikolojik ve fizyolojik" ], "answer_start": [ 36 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "Kronik ağrı sadece somatik patolojilerden mi etkilenir?", "answers": { "text": [ "psikolojik ve sosyal faktörlerden" ], "answer_start": [ 510 ] } }, { "context": "Kronik ağrı bir hastalık sürecidir, nörolojik, psikolojik ve fizyolojik bileşenler ile otonom bozukluğun kalıcı semptomudur. Değerlendirme kapsamı açısından, akut ağrıyla kronik ağrıyı birbirinden ayırmak önemlidir (25,26,27). Uluslararası Ağrı Teşkilatı kronik ağrıyı “normal iyileşme zamanı üzerinde devam eden ağrı” olarak tanımlar. Değişik yaklaşımlar olsa da en fazla benimsenen 3 ayı geçen ağrıyı kronik ağrı olarak kabul etmektir (24-26). Kronik ağrının sadece somatik patolojilerden değil aynı zamanda psikolojik ve sosyal faktörlerden de etkileniyor olmasının bilinmesiyle, kronik ağrıya multidisipliner uygulamalar çeşitli kapsamlı yaklaşımlarla kabul görmüştür.", "question": "Kronik ağrıyı ne açısından akut ağrıdan ayırmak neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "Değerlendirme" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Demir eksikliği anemisi hangi popülasyonlarda sık rastlanılan bir sorundur?", "answers": { "text": [ "pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Demir eksikliği anemisi kadınlarda en sık hangi sebepten dolayı görülür?", "answers": { "text": [ "menstrüasyon kanamaları" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Demir eksikliği anemisinin dört ana mekanizması nelerdir?", "answers": { "text": [ "Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı" ], "answer_start": [ 328 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Demir eksikliği anemisinin tanısı nasıl konulur?", "answers": { "text": [ "laboratuvar" ], "answer_start": [ 650 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Demir eksikliği anemisinin karakteristik laboratuvar bulguları nelerdir?", "answers": { "text": [ "hipokromi ve mikrositoz" ], "answer_start": [ 699 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Demir eksikliği anemisinin tedavisinde Dünya Sağlık Örgütü'nün öncelikli önerisi nedir?", "answers": { "text": [ "diyet bazlı yaklaşımdır" ], "answer_start": [ 930 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Diyetin yetersiz olması durumunda hangi tedavi önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "oral demir replasman tedavisi" ], "answer_start": [ 990 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Oral demir tedavisine yanıtsız olan veya tolere edemeyen hastalarda hangi tedavi tercih edilmelidir?", "answers": { "text": [ "intravenöz demir tedavisi" ], "answer_start": [ 1108 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Demir eksikliği anemisinin en sık sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "kan kaybıdır" ], "answer_start": [ 258 ] } }, { "context": "Demir eksikliği anemisi; pediatrik, adölesan, reprodüktif yetişkin ve geriatrik popülasyonda sık rastlanılan önemli bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği anemisi, en sık rastlanılan anemidir ve kadınlarda daha sık görülmektedir. Aneminin en sık sebebi kan kaybıdır ve menstrüasyon kanamaları kadınlardaki en sık sebeptir. Demir alım yetersizliği, azalmış demir emilimi, artmış demir ihtiyacı ve artmış demir kaybı demir eksikliğinin dört ana mekanizmasıdır. Klinik olarak geniş bir yelpazeye sahip olan demir eksikliği anemisi, bazı hastalarda asemptomatik seyredebilirken, bazılarında kalp yetersizliği bulguları ile prezente olabilir. Tanısı laboratuvar ile konulan demir eksikliği anemisi, hipokromi ve mikrositoz, serum demir ve ferritin düzeyinin azalması, transferrin satürasyonunda düşüş ve total demir bağlama kapasitesinde artış ile karakterizedir. Dünya Sağlık Örgütü’nün önerileri doğrultusunda öncelikli tedavi, diyet bazlı yaklaşımdır. Diyetin yetersiz olması durumunda, oral demir replasman tedavisi önerilmektedir. Oral demir tedavisine yanıtsız veya tedaviyi tolere edemeyen hastalarda intravenöz demir tedavisi tercih edilmelidir.", "question": "Demir eksikliği anemisi bazı hastalarda hangi bulgularla prezente olabilir?", "answers": { "text": [ "kalp yetersizliği" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığı olan hastalarda hangi semptomlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığı olan hastalarda tablo ağırlaştığında hangi durumlar başvuru nedeni olabilir?", "answers": { "text": [ "tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Komplet darlıklarda ne gelişebilir?", "answers": { "text": [ "akut üriner retansiyon" ], "answer_start": [ 439 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Komplet darlıklarda hangi tıbbi cihaza ihtiyaç duyulabilir?", "answers": { "text": [ "suprapubik mesane kateterine" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığında doğru tanı ve tedavi için ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Liken skleroziste tanıda önemli bir basamak nedir?", "answers": { "text": [ "inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu" ], "answer_start": [ 694 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Hangi durum uretra darlığı olan hastalarda akut üriner retansiyon riskini artırabilir?", "answers": { "text": [ "Komplet darlıklarda" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığı olan hastalarda liken sklerozis varlığında tanıda neye dikkat edilmelidir?", "answers": { "text": [ "inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu" ], "answer_start": [ 694 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığı olan hastalarda tekrarlayan hangi enfeksiyon görülebilir?", "answers": { "text": [ "üriner sistem enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Hangi tür kateter uretra darlığı olan hastalarda gerekebilir?", "answers": { "text": [ "suprapubik mesane kateterine" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığı olan hastalarda hangi semptomlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığı olan hastalarda tablo ağırlaştığında hangi durumlar başvuru nedeni olabilir?", "answers": { "text": [ "tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Komplet darlıklarda ne gelişebilir?", "answers": { "text": [ "akut üriner retansiyon" ], "answer_start": [ 439 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Komplet darlıklarda hangi tıbbi cihaza ihtiyaç duyulabilir?", "answers": { "text": [ "suprapubik mesane kateterine" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığında doğru tanı ve tedavi için ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Liken skleroziste tanıda önemli bir basamak nedir?", "answers": { "text": [ "inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu" ], "answer_start": [ 694 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Hangi durum uretra darlığı olan hastalarda akut üriner retansiyon riskini artırabilir?", "answers": { "text": [ "Komplet darlıklarda" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığı olan hastalarda liken sklerozis varlığında tanıda neye dikkat edilmelidir?", "answers": { "text": [ "anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu" ], "answer_start": [ 709 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Uretra darlığı olan hastalarda tekrarlayan hangi enfeksiyonlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "üriner sistem enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Uretra darlığı olan hastalar; idrar yaparken zorlanma, idrar akımında zayıflama, mesanenin tam boşaltılamaması hissi, işeme sonrası damlama, sık tuvalete gitme gibi alt üriner sistem semptom ve bulguları ile başvurabilirler. Bazen tablo daha da ağırlaşıp hastalar tekrarlayan üriner sistem enfeksiyonu, prostatit, epididimit, orşit, mesane taşı ve hatta postrenal akut böbrek yetmezliği de başvuru nedeni olabilir. Komplet darlıklarda ise akut üriner retansiyon gelişebilir ve suprapubik mesane kateterine ihtiyaç duyulabilir. Doğru tanı ve tedavi için ayrıntılı öykü alınmalı, detaylı fizik muayene yapılarak mea, penil ve skrotal patolojiler değerlendirilmelidir. Özellikle liken skleroziste inspeksiyon ve anterior uretradaki skar dokularının palpasyonu tanıda önemli bir basamaktır.", "question": "Hangi tür kateter uretra darlığı olan hastalarda gerekebilir?", "answers": { "text": [ "suprapubik mesane kateterine" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Pulmoner emboli (PE) nedir?", "answers": { "text": [ "hayatı tehdit edici bir klinik durumdur" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Pulmoner emboli en sık nereden kopan trombüs parçasına bağlı gelişir?", "answers": { "text": [ "alt ekstremite derin bacak venlerinden" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Pulmoner embolinin gelişme nedeni olan maddeler nelerdir?", "answers": { "text": [ "trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddeler" ], "answer_start": [ 105 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durum olan nedir?", "answers": { "text": [ "Pulmoner emboli" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Pulmoner embolinin %90 oranında gelişme nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "trombüs parçasına" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Venöz tromboembolizm (VTE) hangi durumların birlikte görüldüğü tabloya denir?", "answers": { "text": [ "PTE ve DVT" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Pulmoner emboli nasıl bir durumdur?", "answers": { "text": [ "hayatı tehdit edici" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Venöz tromboembolizm (VTE) nedir?", "answers": { "text": [ "PTE ve DVT" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Pulmoner emboli tanımında geçen trombüs dışı maddelere örnek nedir?", "answers": { "text": [ "yağ, hava, amniyotik sıvı" ], "answer_start": [ 132 ] } }, { "context": "Pulmoner emboli (PE) tanım olarak pulmoner arterin veya dallarından birinin vücudun başka yerinde oluşan trombüs veya trombüs dışı (yağ, hava, amniyotik sıvı vb.) maddelerle geçişinin engellenmesi ile oluşan ve acil tanı konulmadığı zaman hayatı tehdit edici bir klinik durumdur. Pulmoner emboli %90 oranında alt ekstremite derin bacak venlerinden kopan trombüs parçasına bağlı gelişmektedir. PTE ve DVT’nin birlikte görüldüğü tabloya ise venöz tromboembolizm (VTE) adı verilir.", "question": "Pulmoner emboli gelişiminde %90 oranında sorumlu olan damar yapısı nedir?", "answers": { "text": [ "alt ekstremite derin bacak venleri" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi nedir?", "answers": { "text": [ "açık cerrahi" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Varikosel tedavisinde kullanılan diğer yöntemler nelerdir?", "answers": { "text": [ "radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahi" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Açık cerrahi varikosel tedavisinde hangi yaklaşımlarla yapılabilmektedir?", "answers": { "text": [ "yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal" ], "answer_start": [ 159 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Varikosel tedavisinde amaç nedir?", "answers": { "text": [ "tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamak" ], "answer_start": [ 342 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj nasıl sağlanır?", "answers": { "text": [ "vas deferensin venlerinden" ], "answer_start": [ 447 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Varikosel tedavisinde açık cerrahi dışında hangi yöntemler uygulanabilir?", "answers": { "text": [ "radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahi" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Varikosel tedavisinde ameliyat sonrası hangi damarlar üzerinden drenaj sağlanır?", "answers": { "text": [ "vas deferensin venlerinden" ], "answer_start": [ 447 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Varikosel tedavisinde açık cerrahi hangi yaklaşımlar kullanılarak yapılabilir?", "answers": { "text": [ "yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal" ], "answer_start": [ 159 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Varikosel tedavisinde bağlanması gereken damarlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Varikosel tedavisinde en değerli tedavi yöntemi açık cerrahidir. Diğer yöntemler; radyolojik (perkütan embolizasyon) ve laparoskopik cerrahidir. Açık cerrahi; yüksek inguinal, inguinal, subinguinal ve skrotal yaklaşımla yapılabilmektedir. Varikosel tedavisinde amaç; testiküler arteri, lenf damarlarını, vas deferens ve damarlarını koruyarak tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamaktır. Ameliyat sonrası testiküler venöz drenaj, vas deferensin venlerinden olur.", "question": "Varikosel tedavisinde açık cerrahinin amacı nedir?", "answers": { "text": [ "tüm internal ve eksternal spermatik ven dallarını bağlamak" ], "answer_start": [ 342 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Enerji oluşumu sırasında canlıda hangi olaylar meydana gelir?", "answers": { "text": [ "metabolizma olayları" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Metabolizma esnasında hücrenin redoks durumu ne zaman değişir?", "answers": { "text": [ "oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Serbest radikaller hücresel makromolekülleri nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "okside" ], "answer_start": [ 322 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Oksidatif stres ne zaman meydana gelir?", "answers": { "text": [ "Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse" ], "answer_start": [ 342 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) hücrelerin hangi yapılarını olumsuz etkiler?", "answers": { "text": [ "DNA, lipid ve protein" ], "answer_start": [ 571 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Hangi moleküller oksidatif stres ile beraber meydana gelir?", "answers": { "text": [ "Serbest Oksijen Radikalleri" ], "answer_start": [ 498 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Hücrenin redoks durumu ne zaman değişime uğrar?", "answers": { "text": [ "Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) hangi hücresel bileşenleri olumsuz etkiler?", "answers": { "text": [ "DNA, lipid ve protein" ], "answer_start": [ 571 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Oksidatif stres nedir?", "answers": { "text": [ "Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse" ], "answer_start": [ 342 ] } }, { "context": "Canlıda yaşamın sürdürülmesi için enerji oluşumu sırasında metabolizma olayları meydana gelir. Metabolizma esnasında oksijen ürünlerinin fazla üretilmesi veya taşınmasının azalması durumunda hücrenin redoks durumu değişime uğrar. Serbest radikaller fazla olan enerjileriyle ve küçük boyutlarıyla hücresel makromolekülleri okside edebilirler. Çok fazla hücrenin kontrolsüz oksidasyonu gerçekleşirse, oksidatif stres diye adlandırdığımız olay meydana gelir. Oksidatif stres ile beraber meydana gelen Serbest Oksijen Radikalleri (SOR) diye adlandırılan moleküller özellikle DNA, lipid ve protein gibi hücrelerin yapılarını olumsuz etkilerler.", "question": "Serbest radikaller neyi okside edebilirler?", "answers": { "text": [ "hücresel makromolekülleri" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Diyabet hastalarında uzun dönemde hangi ek sorunlar ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Tip 2 DM hastalarının koroner arter hastalığı geliştirme riski diyabetik olmayan popülasyona göre ne kadar daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "2-4 kat" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "diyabete bağlı gelişen retinopati" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Glisemik kontrol sağlanması neyi en düşük düzeyde tutar?", "answers": { "text": [ "riski" ], "answer_start": [ 246 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Glisemik kontrolün sıkı sağlanması hangi riski azaltır?", "answers": { "text": [ "diyabete bağlı nefropati gelişim riskini" ], "answer_start": [ 471 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Diyabet hangi tür komplikasyonlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Tip 2 DM hastalarının koroner arter hastalığı geliştirme riski nedir?", "answers": { "text": [ "2-4 kat daha yüksektir" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Diyabet hastalarında glisemik kontrol sağlanması neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır" ], "answer_start": [ 471 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "diyabete bağlı gelişen retinopati" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "Diyabet, hastalarda uzun dönemde başta kardiyovasküler komplikasyonlar olmak üzere retinopati, nöropati, nefropati gibi ek sorunlara yol açabilir. Örneğin tip 2 DM hastaların, diyabetik olmayan popülasyona göre koroner arter hastalığı geliştirme riski 2-4 kat daha yüksektir. Erişkin yaştaki DM hastalarında en önemli körlük nedeni diyabete bağlı gelişen retinopatidir. Glisemik kontrol sağlanması bu riski en düşük düzeyde tutar. Glisemik kontrolün sıkı sağlanması yine diyabete bağlı nefropati gelişim riskini de azaltır.", "question": "Glisemik kontrolün sıkı sağlanması hangi komplikasyonun gelişim riskini azaltır?", "answers": { "text": [ "diyabete bağlı nefropati gelişim riskini" ], "answer_start": [ 471 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı nasıl bir eğilim göstermektedir?", "answers": { "text": [ "gün geçtikçe artmakta" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Yeme bozukluklarının görülme sıklığındaki artışın nedenleri arasında neler sayılabilir?", "answers": { "text": [ "tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazıları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması" ], "answer_start": [ 493 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları genelde hangi dönemlerde ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "ergenlik ya da erken erişkinlik" ], "answer_start": [ 733 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Anoreksiya nervoza (AN) genellikle hangi dönemde ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "erken-orta ergenlik" ], "answer_start": [ 950 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Blumia nervoza (BN) en sık hangi dönemlerde ortaya çıkmaktadır?", "answers": { "text": [ "geç ergenlik ve erken erişkinlik" ], "answer_start": [ 1002 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Yeme bozukluklarının çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde ortaya çıkabileceği durumlar var mıdır?", "answers": { "text": [ "bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir" ], "answer_start": [ 798 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Yeme bozuklukları neden daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskılar hangi kültürde artış göstermektedir?", "answers": { "text": [ "Batı kültürü" ], "answer_start": [ 348 ] } }, { "context": "Yeme bozukluklarının toplumda görülme sıklığı gün geçtikçe artmakta olup giderek daha ciddi bir sağlık sorunu oluşturmaktadır. Görülme sıklığındaki bu artışın pek çok nedeni olabilir. Bu nedenler arasında tanı koyma ve değerlendirme araçlarındaki gelişmeler, tedavi seçeneklerindeki ilerlemeler, hastalığa karşı giderek artan farkındalık düzeyi ve Batı kültürü toplumlarında kişinin başarılı ve mutlu hissetmek için uygun bir vücuda sahip olma şartını öne süren baskıların artışı sayılabilir. Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı, şişmanlamaktan korkma, kronik biçimde diyet yapma ve zayıf olmaya yönelten sosyal baskıların olması, yeme bozuklukları için belirtilmiş risk faktörlerinden bazılarıdır. Yeme bozuklukları genelde ergenlik ya da erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkar, ancak bazı bildirilen olgularda çocuklukta veya erişkinliğin ileri dönemlerinde de ortaya çıktığı gösterilmiştir. Anoreksiya nervoza (AN) genel olarak en sık erken-orta ergenlik, Blumia nervoza (BN) ise en sık geç ergenlik ve erken erişkinlik dönemlerinde ortaya çıkmaktadır.", "question": "Olumsuz beden imajı ve düşük benlik saygısı yeme bozuklukları için ne tür faktörlerdendir?", "answers": { "text": [ "risk faktörlerinden" ], "answer_start": [ 674 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Ağrı nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Acının her zaman hangi bileşenleri olduğu kabul edilir?", "answers": { "text": [ "hem fiziksel hem de duygusal" ], "answer_start": [ 138 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Ağrı hem fizyolojik hem de ne tür bir tepkidir?", "answers": { "text": [ "duygusal" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir mi?", "answers": { "text": [ "Bazı durumlarda" ], "answer_start": [ 272 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Yeni bilgiler ağrı deneyimini nasıl görmenin önemli olduğunu vurgulamaktadır?", "answers": { "text": [ "karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Ağrı deneyimini etkileyen faktörler nasıldır?", "answers": { "text": [ "bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir." ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Acının hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu ne zaman kabul edilir?", "answers": { "text": [ "her zaman" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Yaşanan ağrının “gerçek” olma durumu belirgin doku yaralanması olmadığında nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "daha az “gerçek” değildir" ], "answer_start": [ 370 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Ağrı hangi sistemlerin birden fazla alanında meydana gelen faktörlerden etkilenir?", "answers": { "text": [ "periferik ve merkezi sinir sisteminin" ], "answer_start": [ 428 ] } }, { "context": "Ağrı; “gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim” olarak tanımlanmaktadır. Acının her zaman hem fiziksel hem de duygusal bir bileşeni olduğu kabul edilir. Hem fizyolojik bir his hem de bu hisse karşılık duygusal bir tepkidir. Bazı durumlarda, belirgin doku yaralanması olmadığında da ağrı yaşanabilir. Ancak yaşanan bu ağrı daha az “gerçek” değildir. Yeni bilgiler ağrı deneyimini, periferik ve merkezi sinir sisteminin birden fazla alanında meydana gelen birçok faktörden etkilenen karmaşık bir nörobiyolojik deneyim olarak görmenin ne kadar önemli olduğunu vurgulamaktadır. Bu faktörlerin bazıları kolayca tanımlanabilirken bazıları henüz net değildir.", "question": "Ağrı nedir?", "answers": { "text": [ "gerçek ya da potansiyel doku hasarına bağlı hoş olmayan bir duyusal ve duygusal deneyim" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "Yaşlanma hangi mekanizmaların etkisi altında oluşan hasardan kaynaklanmaktadır?", "answers": { "text": [ "genetik, çevresel ve epigenetik" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "Kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet" ], "answer_start": [ 273 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "İskelet kası kaç ana tip kas lifi içerir?", "answers": { "text": [ "2" ], "answer_start": [ 677 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "Tip 1 miyofiberler hangi özelliklere sahiptir?", "answers": { "text": [ "yavaş kasılma hızına" ], "answer_start": [ 735 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "Yaşlanma ile tip 2 miyofiberlerde ne olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "azalma" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "Yaşlılarda hangi tür egzersizler korunur?", "answers": { "text": [ "yürüme" ], "answer_start": [ 1131 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "Histolopatolojik olarak yaşlanma ile kas kütlesinde ne tür değişiklikler görülür?", "answers": { "text": [ "kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu" ], "answer_start": [ 1278 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "Sarkopenide etkilenen kas lifleri hangi özelliklere sahiptir?", "answers": { "text": [ "hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri" ], "answer_start": [ 1487 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "Yaşlanma ile hangi miyofiberler nispeten korunur?", "answers": { "text": [ "Tip 1" ], "answer_start": [ 716 ] } }, { "context": "Yaşlanmanın genetik, çevresel ve epigenetik mekanizmaların etkisi altında oluşan çoklu mekanizmaların katkı sağladığı moleküler ve hücresel hasarın ömür boyu birikmesinden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu kümülatif moleküler ve selüler hasara çoklu fizyolojik sistemlerde fizyolojik rezervde azalma, azalmış fiziksel aktivite ve nutritional faktörlerin eşlik etmesi bozulmuş homeostaz ve dış stres etmenlerine artmış hassasiyet ile karakterize kırılganlık (frajilite) sendromunu oluşturur. İskelet kası kütle kaybı tüm yaş gruplarında biyolojik yaştan bağımsız olarak frajilite ve azalmış fizyolojik rezervin majör komponentidir. Histolojik olarak incelendiğinde iskelet kası 2 ana tip kas lifi (miyofiber) içerir: Tip 1 miyofiberler yavaş kasılma hızına sahiptir, oksidatif yolakları kullanır ve yorgunluğa dirençlidir. Tip 2 miyofiberler ise hızlı kasılma hızına sahiptir, glikolitik yolakları kullanır ve kolay yorulurlar. Yaşlanma ile tip 1 miyofiberler nispeten korunurken, yüksek yoğunluklu kas aktivitelerinde görevli tip 2 miyofiberlerde azalma olduğu düşünülmektedir. Zira yaşlılarda tip 1 miyofiberlerlerin kullanıldığı yürüme gibi egzersizler korunurken, tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu yüksek yoğunluklu aktivitelerde azalma olmaktadır. Histolopatolojik olarak kas kütlesinin kesitsel alanında azalma, motor ünitelerin miktarında azalma ve kas dokusunun ‘myosteatosis’ olarak adlandırılan lipit infiltrasyonu görülmektedir. Ayrıca ağırlıklı olarak sarkopenide etkilenen hızlı kasılan ve glikolitik kapasiteleri yüksek tip 2 fiberlerin boyut ve miktarında azalma, filamanlarda ve Z çizgisinde düzensiz görünüm, sarkoplazmik retikulum proliferasyonu ve lipofuskin akümülasyonu izlenir.", "question": "Yaşlılarda tip 2 miyofiberlerin sorumlu olduğu hangi aktivitelerde azalma olur?", "answers": { "text": [ "yüksek yoğunluklu" ], "answer_start": [ 980 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Endometriozis nedir?", "answers": { "text": [ "iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Endometriozis nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Endometriozis en sık hangi bölgelerde bulunur?", "answers": { "text": [ "pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Pelvik endometriotik implantlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "peritoneal, ovaryan ve rektovajinal" ], "answer_start": [ 444 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Endometriozis lezyonları hangi klinik durumlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Endometriozis lezyonları malign midir?", "answers": { "text": [ "yaygın olabilir" ], "answer_start": [ 626 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Endometriozis hangi hormonla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "östrojen" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Endometriozis vücudun hangi bölgelerinde bulunabilir?", "answers": { "text": [ "vücudun herhangi bir yerinde" ], "answer_start": [ 367 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Pelvik endometriotik implantlar kaça ayrılır?", "answers": { "text": [ "peritoneal, ovaryan ve rektovajinal" ], "answer_start": [ 444 ] } }, { "context": "Endometriozis, östrojene bağlı, iyi huylu, inflamatuar bir hastalıktır. Endometriozis, uterus kavitesi dışında başka bir yerde endometriyal gland ve stroman bulunması olarak tanımlanır. En sık pelvik bölgede overlerde, vezikouterin ve rektouterin boşluklarda, sakrouterin ligamanlarda, uterusun posteriorunda ve ligamentum latumun arka yüzeylerinde bulunur ancak vücudun herhangi bir yerinde de bulunabilir. Pelvik endometriotik implantlar peritoneal, ovaryan ve rektovajinal olmak üzere ayrılmıştır ve her birinin farklı endometriotik oluşumlar olduğu düşülmektedir. Endometriozis lezyonları malign olmamakla beraber yaygın olabilir ve dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite gibi klinik durumlara neden olabilir.", "question": "Endometriozis lezyonlarının neden olduğu klinik durumlardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "dismenore, disparoni, kronik ağrı ve infertilite" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "Nöromiyelitis optika (NMO) nedir?", "answers": { "text": [ "Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı" ], "answer_start": [ 124 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "Nöromiyelitis optika hangi yıl tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1894" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "Nöromiyelitis optika tanımını yapan kişi kimdir?", "answers": { "text": [ "Devic" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "Gault hangi eseri yayınlamıştır?", "answers": { "text": [ "De la neuro - myélite optique aiguë" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen vaka hangi hastalığı geçirmiştir?", "answers": { "text": [ "bilateral optik nörit ve miyelit atağı" ], "answer_start": [ 816 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "Nöromiyelitis optika tanımının kullanıldığı dönem hangi yılda başlamıştır?", "answers": { "text": [ "1894" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "Gault hangi yıl doktora tezini yayınlamıştır?", "answers": { "text": [ "1894" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "Optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak NMO terimini kullanmamış makaleler hangi yıldan önce yazılmıştır?", "answers": { "text": [ "1894" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "1844 yılında Cenevizli hekim Giovanni Battista Pescetto tarafından bildirilen vakada hangi durumlar birlikte görülmüştür?", "answers": { "text": [ "bilateral optik nörit ve miyelit atağı" ], "answer_start": [ 816 ] } }, { "context": "Nöromiyelitis optika (NMO), optik sinir ve medulla spinalis ağırlıklı tutulum gösteren, ciddi klinik ataklarla seyredebilen Merkezi Sinir Sistemi’nin (MSS) otoimmun, enflamatuar ve demiyelinizan hastalığı olarak tanımlanmaktadır. 1894 yılında Devic tarafından optik nörit ve miyelit ile prezente olan bir sendrom olarak Nöromiyelitis optika tanımlandı. Aynı yıl öğrencisi Gault tarafından “De la neuro - myélite optique aiguë “ adlı doktora tezi yayınladı. Her ne kadar nöromiyelitis optika tanımı bu dönemde kullanılmış olsa da 1894 tarihi öncesinde optik nörit ve miyelit kliniği birlikteliğini tanımlayan ancak bu terimi kullanmamış makalelerin olduğu bilinmektedir. Belki de en ilginç vakalardan biri Cenevizli bir hekim olan Giovanni Battista Pescetto tarafından 1844 yılında bildirilen 42 yaşındaki eş zamanlı bilateral optik nörit ve miyelit atağı geçiren erkek hastadır.", "question": "Gault'un doktora tezinin adı nedir?", "answers": { "text": [ "De la neuro - myélite optique aiguë" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Sekonder osteoporoz hangi nedenlere bağlı olarak gelişebilir?", "answers": { "text": [ "endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği neyi gösterir?", "answers": { "text": [ "böbrek hastalıkları" ], "answer_start": [ 299 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Transaminaz yükseklikleri hangi hastalıklarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "karaciğer hastalıkları" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Hiperkalsemi hangi durumlara işaret edebilir?", "answers": { "text": [ "primer hiperparatiroidizm veya malignite" ], "answer_start": [ 383 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Hipokalsemi neyin eksikliğine veya bozukluğuna bağlı olabilir?", "answers": { "text": [ "D vitamini" ], "answer_start": [ 457 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Alkalen fosfataz yüksekliği hangi hastalıklarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri" ], "answer_start": [ 534 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Hipoalbüminemi hangi duruma işaret edebilir?", "answers": { "text": [ "malnütrisyon" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Tiroid stimülan hormon düşüklüğü neyi gösterir?", "answers": { "text": [ "hipertiroidi" ], "answer_start": [ 674 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Anemi veya yüksek sedimentasyon değeri hangi hastalıkla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "multipl myelom" ], "answer_start": [ 727 ] } }, { "context": "Sekonder osteoporoz endokrin veya metabolik nedenlere, beslenme bozukluğu veya gastrointestinal problemlere, ilaçlara, kollajen metabolizma bozukluklarına ve bazı multsistemik hastalık tablolarına bağlı gelişebilir. Osteoporoz tanısı konulduktan sonra bakılan rutin tetkiklerde kreatinin yüksekliği böbrek hastalıkları, transaminaz yükseklikleri karaciğer hastalıkları, hiperkalsemi primer hiperparatiroidizm veya malignite, hipokalsemi malabsorpsiyon veya D vitamini eksikliği, hipofosfatemi osteomalazi, alkalen fosfataz yüksekliği karaciğer hastalıkları, Paget hastalığı, kırık veya diğer kemik patolojileri, hipoalbüminemi malnütrisyon, tiroid stimülan hormon düşüklüğü hipertiroidi, anemi veya yüksek sedimentasyon değeri multipl myelom, hipokalsiüri ise malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği açısından uyarıcı olmalıdır.", "question": "Hipokalsiüri neyi işaret edebilir?", "answers": { "text": [ "malabsorpisyon veya D vitamini eksikliği" ], "answer_start": [ 760 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası nasıl değişmektedir?", "answers": { "text": [ "hızla" ], "answer_start": [ 47 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "ABD'de yılda kaç acil servis başvurusu olmaktadır?", "answers": { "text": [ "110 milyondan fazla" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "Kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan en makul açıklamalardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır" ], "answer_start": [ 503 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "Kaliforniya'da 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında ne kadar artış olmuştur?", "answers": { "text": [ "%59" ], "answer_start": [ 713 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait verilere göre T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam kaç muayene yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "289.517.048" ], "answer_start": [ 863 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine göre toplam acil servis muayene sayısı kaçtır?", "answers": { "text": [ "84.545.429" ], "answer_start": [ 933 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait verilere göre acil servis muayenesi, toplam muayene sayısının yüzde kaçını oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "%28,58" ], "answer_start": [ 1023 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "En fazla muayene oranına sahip branş hangisidir?", "answers": { "text": [ "acil tıp" ], "answer_start": [ 1131 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "Acil tıptan sonra en fazla muayene oranına sahip ikinci branş hangisidir?", "answers": { "text": [ "iç hastalıkları" ], "answer_start": [ 1191 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "Aile hekimliği, muayene oranına sahip branşlar sıralamasında kaçıncı sıradadır?", "answers": { "text": [ "yirminci" ], "answer_start": [ 1321 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "ABD'de yılda kaç acil servis başvurusu olmaktadır?", "answers": { "text": [ "110 milyondan" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "Kaliforniya'da 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında ne kadar artış olmuştur?", "answers": { "text": [ "%59" ], "answer_start": [ 713 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait verilere göre T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam kaç muayene yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "289.517.048" ], "answer_start": [ 863 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "Toplam acil servis muayene sayısı 2017 yılı Ocak-Ekim döneminde ne kadardır?", "answers": { "text": [ "84.545.429" ], "answer_start": [ 933 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "2017 Yılı Ocak-Ekim döneminde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının yüzde kaçını oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "%28,58" ], "answer_start": [ 1023 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "En fazla muayene oranına sahip branş hangisidir?", "answers": { "text": [ "acil tıp" ], "answer_start": [ 1131 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "Aile hekimliği muayene oranına sahip branş sıralamasında kaçıncı sıradadır?", "answers": { "text": [ "yirminci" ], "answer_start": [ 1321 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklayan en makul açıklamalardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır" ], "answer_start": [ 503 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "İç hastalıkları branşı acil tıptan sonra kaçıncı sırada yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "ikinci" ], "answer_start": [ 1177 ] } }, { "context": "Acil serviste kritik bakım sunumunun manzarası hızla değişmektedir. Hastane ve acil servislerde giderek artan hasta sayısı sebebi ile acil servisler gittikçe kalabalıklaşmakta ve bu durum çözülememektedir. ABD'de yılda 110 milyondan fazla acil servis başvurusu olmaktadır. Acil servise başvuran ve yoğun bakım ünitesine (YBÜ) kabul edilen kritik hasta oranı da artmıştır. Acil serviste kritik hasta sayısındaki artışı açıklamaya çalışan birçok teori vardır. Bu gözlem için en makul açıklamalardan biri, artan yaşam beklentisinin, çok sayıda ve karmaşık tıbbi sorunu olan daha fazla sayıda hasta ile ilişkili olmasıdır. Sadece Kaliforniya'da, 1990'dan 1999'a kadar kritik hastaların acil servise başvuru sayısında %59'luk bir artış vardır. 2017 Yılı Ocak-Ekim dönemine ait veriler incelendiğinde T.C. Sağlık Bakanlığına bağlı hastanelerde toplam muayene sayısının 289.517.048 olduğu görülmüştür. Toplam acil servis muayene sayısı ise 84.545.429’dur. İlgili dönemde acil servis muayenesi tüm branşlara göre muayene sayısının %28,58’ini (Çocuk acil muayene dahil) oluşturmaktadır ve en fazla muayene oranına sahip branş sıralamasında acil tıp ilk sırada yer almaktadır. Bu sırayı ikinci olarak iç hastalıkları ve üçüncü olarak da çocuk sağlığı ve hastalıkları branşı takip etmektedir. Aile hekimliği ise branş sıralamasında yirminci sırada yer almaktadır.", "question": "2017 Yılı Ocak-Ekim döneminde en fazla muayene oranına sahip branş hangisidir?", "answers": { "text": [ "acil tıp" ], "answer_start": [ 1131 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "Nabız oksimetre hangi iki parametreyi ölçmek için kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "Konvansiyonel nabız oksimetrede SpO2 nasıl hesaplanır?", "answers": { "text": [ "iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek" ], "answer_start": [ 222 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "Günümüz teknolojisinde kaç dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları vardır?", "answers": { "text": [ "yediden fazla" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "Nabız oksimetre cihazları ile SpO2 dışında hangi ölçümler yapılabilmektedir?", "answers": { "text": [ "karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb)" ], "answer_start": [ 467 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "Klinik karar vermede hangi ölçümlerde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar mevcuttur?", "answers": { "text": [ "SpCO" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında kesinlik ne kadar saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "0.45" ], "answer_start": [ 788 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında hangi seviyelerin bilinmesi çok önemlidir?", "answers": { "text": [ "Hb seviyelerinin" ], "answer_start": [ 851 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile hangi ölçüm yapılabilmektedir?", "answers": { "text": [ "SpHb ölçümü" ], "answer_start": [ 935 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "Geleneksel nabız oksimetrede kullanılan dalga boyları nelerdir?", "answers": { "text": [ "kızıl ve kızılötesi" ], "answer_start": [ 245 ] } }, { "context": "Nabız oksimetre, klinik pratikte uzun süredir periferal kapiller oksijen satürasyonunu (SpO2) ve kalp hızını ölçmede kullanılmaktadır. Konvansiyonel nabız oksimetrede prob elin distal falanksına takılarak, vasküler yatağa iki farklı dalga boyu (kızıl ve kızılötesi) ışık gönderilerek SpO2 hesaplanır. Günümüz teknolojisinde artık iki dalga boyu yerini yediden fazla dalga boyu kullanabilen nabız oksimetre cihazları almıştır ve bu cihazlarla SpO2 ölçümünün ötesinde, karboksihemoglobin (SpCO), methemoglobin (SpMet) ve total hemoglobin (SpHb) ölçümleri yapılabilmektedir. Buna karşılık klinik karar vermede SpCO ölçümlerinde çok fazla hata olduğu ve güvenilirliğinin yeterli olmadığını gösteren çalışmalar da mevcuttur. SpMet ile kanda ölçülen methemoglobin (HbMet) arasında ise kesinlik 0.45 saptanmıştır. Yoğun bakım, cerrahi ve travma hastalarında Hb seviyelerinin bilinmesi çok önemlidir. Nabız oksimetrede sağlanan gelişmeler ile SpHb ölçümü yapılabilmektedir.", "question": "Nabız oksimetrede SpHb ölçümü hangi hastalar için önemlidir?", "answers": { "text": [ "Yoğun bakım, cerrahi ve travma" ], "answer_start": [ 807 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Üriner inkontinans (Üİ) hastada hangi alanlarda olumsuz etkilere neden olur?", "answers": { "text": [ "gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında" ], "answer_start": [ 80 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Uluslararası Kontinans Derneği (ICS) Üriner inkontinansı nasıl tarif etmiştir?", "answers": { "text": [ "istemsiz idrar kaçırma şikayeti" ], "answer_start": [ 285 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Üriner inkontinansın genel prevelansı gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda ne kadardır?", "answers": { "text": [ "%10-17" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Üriner inkontinans tedavisinin efektif yapılabilmesi için ne gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi" ], "answer_start": [ 720 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Üriner inkontinansın neden olduğu psikolojik sorunlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "anksiyete ve depresyonun" ], "answer_start": [ 936 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Üriner inkontinans (Üİ) hayatı tehdit eden bir sorun mudur?", "answers": { "text": [ "hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir" ], "answer_start": [ 847 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Üriner inkontinans (Üİ) hastaların cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir" ], "answer_start": [ 1083 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Üİ prevelansının hesaplanması hangi faktörlere bağlı olarak farklılık gösterir?", "answers": { "text": [ "sıklık, süre ve miktar" ], "answer_start": [ 460 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Üriner inkontinansın genel prevelansı hangi popülasyonda %10-17 olarak bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda" ], "answer_start": [ 597 ] } }, { "context": "Üriner inkontinans (Üİ), hastada hijyenik problemlere neden olmasının yanı sıra gerek iş hayatında gerekse kişinin sosyal yaşantısında birçok olumsuz etkisi olan bir rahatsızlıktır. Uluslararası Kontinans Derneği (International Continence Society: ICS) bu durumu, herhangi bir şekilde istemsiz idrar kaçırma şikayeti olarak tarif etmiştir. Üİ prevelansının hesaplanması, başta çalışmanın yapıldığı popülasyon olmak üzere, Üİ şiddetinin tespitinde kullanılacak sıklık, süre ve miktar gibi faktörlerin hangi kriterlere göre değerlendirileceğine bağlı olarak farklılık arz edecektir. Genel prevelans gebe olmayan yirmi yaş üzeri kadınlarda %10-17 olarak bildirilmiştir. Üİ tedavisinin efektif yapılabilmesi için, öncelikle bu hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi gerekmektedir. Üİ hayatı tehdit eden bir sorun olmasa da devamlı ıslaklık ve tahrişe bağlı rahatsızlıklar, anksiyete ve depresyonun da dâhil olduğu birçok psikolojik probleme neden olabilmektedir. Cinsel yaşamı ve günlük aktiviteleri etkilenen hastalar, su alımını kısıtlamakta, fiziksel ve mental olarak olumsuz etkilenmektedir.", "question": "Üriner inkontinans tedavisinin etkili olabilmesi için hastanın ne tür bilgilerinin belirlenmesi gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "hastalığının alt tiplerinin bilinmesi, muayene ve anamnez ile hastanın idrar kaçırma tipinin belirlenmesi" ], "answer_start": [ 723 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "Diabetes mellitus nedir?", "answers": { "text": [ "kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "Dünya genelinde 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında ne kadardır?", "answers": { "text": [ "%6,4" ], "answer_start": [ 344 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "Dünya genelinde 2019 yılında erişkinlerde diyabet prevalansı ne kadara yükselmiştir?", "answers": { "text": [ "%9,3" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "Dünya genelinde kaç milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir?", "answers": { "text": [ "463" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030 yılında ne kadar olacağı tahmin edilmektedir?", "answers": { "text": [ "578 milyon" ], "answer_start": [ 696 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "Türkiye'de 2002 yılında yapılan TURDEP çalışmasında diyabet prevalansı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "%7,2" ], "answer_start": [ 911 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "TURDEP-II çalışmasında 2010 yılında Türkiye'deki diyabet prevalansı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "%13,7" ], "answer_start": [ 959 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "Dünya genelinde 2045 yılında diyabetli yetişkin birey sayısının ne kadar olması bekleniyor?", "answers": { "text": [ "700 milyona" ], "answer_start": [ 716 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "Diyabetin ülkemizde nasıl bir trende sahip olduğu görülmektedir?", "answers": { "text": [ "hızla artan" ], "answer_start": [ 1047 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus; insülin eksikliği veya insülin etkisinde azalma (insülin direnci) nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasını etkileyen, sürekli tıbbi bakım gerektiren, kronik ve geniş spektrumlu bir metabolizma bozukluğudur. Dünya genelinde 216 ülkenin dahil edildiği 20-79 yaş arası diyabet prevalansı 2010 yılında %6,4 olarak bildirilmiştir. 2019’da bu oran erişkinlerin %9,3’üne yükselmiş olup dünya genelinde 463 milyon diyabet hastası olduğu tahmin edilmektedir. Uluslararası Diyabet Federasyonu’na ait olan bu güncel hesaplama, 2010’da hesaplanan 2025 tahminlerinin şimdiden üzerinde olduğumuzu göstermektedir. Dünyada diyabetli yetişkin birey sayısının 2030’da 578 milyon, 2045’te 700 milyona ulaşacağı tahmin edilmektedir. Ülkemizde 2002 yılında yapılan TURDEP (Türkiye Diyabet, Hipertansiyon, Obezite ve Endokrinolojik Hastalıklar Prevalans) çalışmasında diyabet prevalansı %7,2 olup 2010 yılındaki TURDEP-II çalışmasında %13,7 saptanmıştır. Bu veriler, dünyada bir epidemi halinde olan diyabetin ülkemizde de hızla artan bir prevalansa sahip olduğunu göstermektedir.", "question": "Dünya genelinde diyabet prevalansı 2010'da hangi yaş aralığında incelenmiştir?", "answers": { "text": [ "20-79" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Parkinson Hastalığı'nda rijidite görülme sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%89-99" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Rijidite genellikle nasıl başlar?", "answers": { "text": [ "unilateral" ], "answer_start": [ 124 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Hastalar rijiditeyi nasıl tanımlayabilir?", "answers": { "text": [ "subjektif sertlik veya kasılma" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Rijiditeye bağlı omuz ağrısına hangi yanlış tanılar konulabilir?", "answers": { "text": [ "artrit, bursit ya da rotator cuff" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Rijidite sıklıkla hangi postural deformitelerle birliktedir?", "answers": { "text": [ "boyun ve gövdede fleksiyon" ], "answer_start": [ 424 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Parkinson Hastalığı'nda rijidite hangi vücut bölgelerinde görülebilir?", "answers": { "text": [ "ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında" ], "answer_start": [ 202 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Rijiditenin yayılması genellikle nasıl bir süreç izler?", "answers": { "text": [ "unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir" ], "answer_start": [ 124 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Rijiditeye bağlı olarak omuzda oluşan ağrı yanlışlıkla hangi hastalıklarla karıştırılabilir?", "answers": { "text": [ "artrit, bursit ya da rotator cuff" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Rijiditenin Parkinson Hastalığı'nda en çok etkilediği postür nedir?", "answers": { "text": [ "boyun ve gövdede fleksiyon" ], "answer_start": [ 424 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı’nda rijidite görülme sıklığı yapılan çalışmalarda %89-99 arasında değişmektedir. Genellikle tremor gibi unilateral başlar ve daha sonra karşı tarafa yayılabilir. Hastalar rijiditeyi ekstremitelerde, boyunda, bazen de sırt kaslarında subjektif sertlik veya kasılma şeklinde tanımlayabilir. Rijiditeye bağlı omuz ağrısına yanlışlıkla artrit, bursit ya da rotator cuff tanısı konulabilir. Rijidite sıklıkla boyun ve gövdede fleksiyon gibi postural deformitelerle birliktedir.", "question": "Rijidite belirtileri hangi vücut bölgelerine yayılabilir?", "answers": { "text": [ "karşı tarafa" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "Parkinson Hastalığı'nda hangi tür semptomlar motor semptomlardan daha çok özürleyici olabilir?", "answers": { "text": [ "motor olmayan semptomlar" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "Non-motor semptomlar Parkinson Hastalığı'nın hangi evrelerinde görülmektedir?", "answers": { "text": [ "premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "Parkinson Hastalığı'nda non-motor semptomlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını" ], "answer_start": [ 73 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "NMS'ler ne zaman daha fazla üzerinde durulmaya başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "2000’li yıllardan" ], "answer_start": [ 389 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "NMS'lerin hastalık ilerledikçe nasıl bir seyir izlediği görülmüştür?", "answers": { "text": [ "hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "Parkinson Hastalığı'nda non-motor semptomları değerlendirmek için kullanılan ölçekler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ)" ], "answer_start": [ 633 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) ne için kullanılır?", "answers": { "text": [ "NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir" ], "answer_start": [ 804 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "Non-motor semptomlar Parkinson Hastalığı'nın hangi evresinde ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "premotor evresinde" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "NMS'lerin değerlendirilmesinde kullanılan ölçekler nedir?", "answers": { "text": [ "Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ)" ], "answer_start": [ 633 ] } }, { "context": "Parkinson Hastalığı klasik olarak hareket bozukluğu olarak tanımlansa da kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını içeren non-motor semptomlar (NMS), hastalığın hem premotor evresinde hem de bütün seyri boyunca görülmektedir. Parkinson hastalığında motor olmayan semptomlar, motor belirtilerden daha çok özürleyici semptomlar olarak karşımıza çıkabilir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra NMS’lerin daha fazla üzerinde durulmaya başlanmış ve yapılan çalışmalar sonucunda edinilen bilgiler bu semptomların hastalık ilerledikçe ortaya çıktığı ve motor semptomlar gibi dalgalanmalar gösterdiği yönünde olmuştur. Non motor Soru Formu (non-motor questionnaire: NMSQUEST), Non Motor Semptom Ölçeği (Non-motor Scale: NMS Scale), Birleşik Parkinson Hastalığı Değerlendirme Ölçeği (BPHDÖ) NMS’lerin değerlendirilmesinde kullanılan geçerliliği kanıtlanmış, özgül ölçeklerdir.", "question": "Parkinson Hastalığı'ndaki non-motor semptomlar nasıl tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "kognitif, duygudurum, otonomik disfonksiyon ve uyku bozukluklarını" ], "answer_start": [ 73 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) nedir?", "answers": { "text": [ "böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "HİGN tedavi edilmediğinde neye sahip olabilir?", "answers": { "text": [ "yüksek morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "HİGN altında yer alan hastalıklar kaç tip olarak sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "üç tip" ], "answer_start": [ 429 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "Tip 1 HİGN hangi hastalığı içerir?", "answers": { "text": [ "Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı" ], "answer_start": [ 460 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "HİGN hastaları hangi nonspesifik semptomlarla başvurabilir?", "answers": { "text": [ "Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı" ], "answer_start": [ 677 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "HİGN hangi ciddi bulgularla karşımıza çıkabilir?", "answers": { "text": [ "nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı" ], "answer_start": [ 775 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "HİGN'in Amerika Birleşik Devletleri'ndeki insidansı nedir?", "answers": { "text": [ "7/1.000.000" ], "answer_start": [ 915 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "HİGN hangi ırkta daha fazla görülmektedir?", "answers": { "text": [ "Beyaz" ], "answer_start": [ 933 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "HİGN hangi etnik kökene sahip kişilerde daha az görülmektedir?", "answers": { "text": [ "Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara" ], "answer_start": [ 933 ] } }, { "context": "Hızlı ilerleyen glomerülonefrit (HİGN) böbrek fonksiyonlarında kısa süre içerisinde ortaya çıkan hızlı bozulma, hematüri, nefritik düzeyde proteinüri ve oligo-anüri ile seyreden bir klinik tablodur. Tedavi edilmediğinde yüksek morbidite ve mortaliteye sahiptir. Hızlı ilerleyen glomerülonefrit tanımı altında etiyolojisi, patogenezi ve klinik bulguları farklı olan çok sayıda hastalık yer almaktadır. Bu hastalıklar temel olarak üç tip olarak sınıflandırılır: Anti-glomerüler bazal membran antikor hastalığı (tip 1), immün kompleks hastalıkları (tip 2) ve pauci-immün glomerülonefritler (tip 3). Hastalar altta yatan hastalığa bağlı olarak farklı şikayetlerle başvurabilirler. Ateş, halsizlik, eklem ağrısı ve kilo kaybı gibi nonspesifik semptomlarla başvurabilecekleri gibi nöbet, hemoptizi, bilinç kaybı gibi ciddi bulgularla da karşımıza çıkabilmektedirler. Amerika Birleşik Devletleri verilerine göre insidansı 7/1.000.000 ‘dur. Beyaz ırkta Afrika kökenli Amerikalılara göre daha fazla görülmektedir.", "question": "Tip 3 HİGN hangi hastalığı içerir?", "answers": { "text": [ "pauci-immün glomerülonefritler" ], "answer_start": [ 556 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, çocukluk çağı yaralanmalarının yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%3-10" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "GÜS yaralanmalarının en yaygın nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "künt travmalar" ], "answer_start": [ 123 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "Genitoüriner travmalarda erkekler mi yoksa kız çocuklar mı daha çok yaralanmaktadır?", "answers": { "text": [ "erkekler" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "Penetran travmalar genellikle hangi yaş grubunda daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "büyük çocuklarda" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "İzole genitoüriner sistem yaralanmaları genellikle ölüme neden olur mu?", "answers": { "text": [ "nadiren" ], "answer_start": [ 610 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranları ne kadardır?", "answers": { "text": [ "%7,4 ile %13,5" ], "answer_start": [ 878 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "Genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilecek bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması" ], "answer_start": [ 976 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "GÜST genellikle hangi durumla birlikte olduğundan gözden kaçırılabilir?", "answers": { "text": [ "başka sistem travmalar" ], "answer_start": [ 1191 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "Penetran travmaların GÜS yaralanmalarındaki oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%10" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "Genitoüriner Sistem (GÜS) yaralanmaları, tüm çocukluk çağı yaralanmalarının %3-10’luk kısmını oluşturmakta ve %90 oranında künt travmalara bağlı gelişmektedir. GÜS’de künt travmalar düşme, motorlu araç kazaları, spor yaralanmaları, fiziksel saldırı ve cinsel istismar sebebi ile oluşabilmektedir. Penetran travmalar %10 kadar sıklıktadır ve daha çok büyük çocuklarda görülmektedir. Genitoüriner travmalarda erkekler kız çocuklara göre daha çok yaralanmaktadırlar. Genitoüriner travma deyimi dış genitaller, üretra, mesane, üreter ve böbrek yaralanmalarını içermektedir. İzole genitoüriner sistem yaralanmaları nadiren ölüme neden olurken, daha nadir görülen üst ve alt genitoüriner sistemin birlikte yaralanmaları sıklıkla yaşamla bağdaşmayacak derecede ağır travmalarda ortaya çıkmaktadır. Çocuklarda pelvik kırığın eşlik ettiği genitoüriner travma oranlarının kaynaklara göre %7,4 ile %13,5 arasında değiştiği bildirilmiştir. Çocuğun hikâyesi ve fizik muayene bulgularında, bel veya sırt bölgesinde şiddetli ağrı, batında şişlik, bulantı, kusma, idrar tetkikinde hematüri görülmesi, şok bulgularının bulunması genitoüriner sistem travması (GÜST) varlığına işaret edebilir. GÜST genellikle başka sistem travmalarıyla birlikte olduğundan acil servisteki ilk müdahaleler sırasında gözden kaçırılabilir. Bu nedenle bahsedilen bulguları olan çocuklar olası GÜST yönünden ayrıntılı tetkiklerle incelenmelidir.", "question": "GÜST varlığına işaret eden çocuklar nasıl incelenmelidir?", "answers": { "text": [ "ayrıntılı tetkiklerle" ], "answer_start": [ 1368 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Tirotoksikoz belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Tirotoksikozda görülebilecek klinik bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Tirotoksikoz belirtileri arasında yer alan kardiyovasküler durumlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps" ], "answer_start": [ 160 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Tirotoksikoz belirtileri arasında kadınlarda görülebilecek durumlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Tirotoksikozda hangi bulgular klinik olarak değerlendirilebilir?", "answers": { "text": [ "tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Tirotoksikozda hangi bulgular klinik olarak değerlendirilebilir?", "answers": { "text": [ "tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Tirotoksikozun bulguları arasında neler vardır?", "answers": { "text": [ "tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Tirotoksikoz belirtileri arasında yer alan sindirim sistemi ile ilgili durum nedir?", "answers": { "text": [ "ishal" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Tirotoksikoz belirtileri arasında yer alan sindirim sistemi ile ilgili durum nedir?", "answers": { "text": [ "ishal" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Tirotoksikoz belirtileri arasında sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm sayılabilir. Klinik bulgular arasında ise tremor, taşikardi, sıcak ve nemli cildi içerebilir.", "question": "Belirtiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "sıcak intoleransı, çarpıntı, anksiyete, halsizlik, kilo kaybı, ishal, mental durum değişiklikleri, osteoporoz, kas zayıflığı, atriyal fibrilasyon, konjestif kalp yetmezliği, tromboembolik hastalık, kardiyovasküler kollaps, kadınlarda düzensiz menstrüel sikluslar ve ölüm" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Pelvik organ prolapsusu (POP) nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Pelvik organ prolapsusu tanısı nasıl konulmaktadır?", "answers": { "text": [ "valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek" ], "answer_start": [ 154 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Pelvik organ prolapsusu tanısında en sık yapılan muayene nedir?", "answers": { "text": [ "Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Anterior kompartman prolapsusu terimi neyi tarif eder?", "answers": { "text": [ "mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel)" ], "answer_start": [ 465 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Posterior kompartman prolapsusu neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel)" ], "answer_start": [ 465 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Sistosel ve rektosel terimleri hangi durumlar için kullanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "cerrahi ya da radyolojik görüntüleme" ], "answer_start": [ 668 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması nasıl adlandırılır?", "answers": { "text": [ "apikal kompartman prolapsusu" ], "answer_start": [ 846 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Pelvik organ prolapsusu gelişmesi için risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır" ], "answer_start": [ 932 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Sistosel ve rektosel terimleri neler için kullanılır?", "answers": { "text": [ "cerrahi ya da radyolojik görüntüleme" ], "answer_start": [ 668 ] } }, { "context": "Pelvik organ prolapsusu (POP), kadın pelvik organlarının vajen içine protrüde olması veya vajinal intraoitusu geçmesi olarak tanımlanır. Prolapsus tanısı valsalva sırasında üreme sisteminin spesifik segmentlerinin desensusunu ölçerek konulmaktadır. Bu konuda en sık yapılan muayene, Pelvik Organ Prolapsusu Kuantifiasyonu (POP-Q)’dur. Ayrıca Baden-Walker sınıflandırması gibi farklı sınıflandırma sistemleri de bulunmaktadır. Anterior kompartman prolapsusu terimi, mesanenin anterior vajinal duvardan herniye olmasını (sistosel), posterior kompartman prolapsusu, rektumun posterior duvardan herniye olmasını (rektosel) tarif etmektedir. Sistosel ve rektosel terimleri cerrahi ya da radyolojik görüntülemeye ait tanılar olup bu terimleri muayene bulgusu olarak kullanmak doğru değildir. Vajinal apeksin vajenin intraoitusa doğru herniye olması da apikal kompartman prolapsusu olarak adlandırılır. POP gelişmesi için risk faktörleri; ileri yaş, artmış parite (vajinal doğum), genetik ve ırksal faktörler, östrojen yetersizliği ve kollajen doku faktörleri, yetersiz pelvik taban kas gücü, sigara kullanımıdır.", "question": "Sistosel ve rektosel terimleri hangi tanılar için kullanılmamalıdır?", "answers": { "text": [ "muayene bulgusu olarak" ], "answer_start": [ 737 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Hipertansiyon hangi organlarda hasar oluşturarak yüksek mortalite ve morbiditeye yol açar?", "answers": { "text": [ "kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarı nedir?", "answers": { "text": [ "Sol ventrikül hipertrofisi" ], "answer_start": [ 160 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ) nasıl hesaplanır?", "answers": { "text": [ "Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı hangi durumlarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 498 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Hangi ilaçlar sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "antihipertansif" ], "answer_start": [ 628 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda hangi fonksiyonlarda bozulma görülür?", "answers": { "text": [ "sistolik" ], "answer_start": [ 795 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Hipertansif kalp hastalığının son evresi nedir?", "answers": { "text": [ "kalp yetmezliği" ], "answer_start": [ 992 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Framingham kohortunda sistolik kan basıncında 20 mmHg'lık artış neye işaret eder?", "answers": { "text": [ "kalp yetmezliği" ], "answer_start": [ 992 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunmayan ilaçlar hangileridir?", "answers": { "text": [ "Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar" ], "answer_start": [ 581 ] } }, { "context": "Hipertansiyon, kalp, böbrek, beyin, göz ve periferik damarlar gibi uç organlarda yol açtığı hasarlar sebebiyle mortalite ve morbiditesi yüksek bir hastalıktır. Sol ventrikül hipertrofisi (SVH), hipertansiyonun oluşturduğu en ciddi hedef organ hasarıdır. Ekokardiyografik olarak ölçülen sol ventrikül kitlesi ve bunun vücut yüzey alanına bölünmesi ile hesaplanan sol ventrikül kitle indeksi (SVKİ), hipertrofiyi daha erken dönemde belirlememize yardımcı olur. Sol ventrikül hipertrofisinin varlığı, kardiyovasküler morbidite ve mortalite ile sürekli ve güçlü bir ilişki halindedir. Sempatik aktiviteyi artıran ajanlar hariç, tüm antihipertansif ilaçların, sol ventrikül hipertrofisinin gerilemesine katkıda bulunduğu gösterilmiştir. Kontrolsüz hipertansiyon ve uzun süre devam eden SVH sonucunda sistolik fonksiyonlarda da bir bozulma görülür. Sol ventrikülde ilerleyici olarak gelişen dilatasyon ve pompa fonksiyonunun giderek azalması sonucunda hipertansif kalp hastalığının son evresi olan kalp yetmezliği ortaya çıkar. Framingham kohortunda, sistolik kan basıncında 20 mmHg’lık artış, kalp yetmezliği riskinde % 56’lık bir artışa işaret etmiştir.", "question": "Hipertansif kalp hastalığının hangi aşamasında kalp yetmezliği ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "son" ], "answer_start": [ 785 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "Shigella tanısı konmuş hastalar nasıl tedavi edilmelidir?", "answers": { "text": [ "antimikrobiyal ajan" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "Shigella tedavisinde hangi ilaç kullanılır?", "answers": { "text": [ "kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin" ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "E. coli hangi tür ishalin en sık nedenidir?", "answers": { "text": [ "bakteriyel" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "ETEC hangi bölgeyi etkileyerek ishal oluşturur?", "answers": { "text": [ "jejenum ve ileum mukozasını" ], "answer_start": [ 421 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "EHEC genellikle nasıl bir semptomla seyreden ishale yol açar?", "answers": { "text": [ "ateş" ], "answer_start": [ 594 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "EHEC hangi serotipe aittir?", "answers": { "text": [ "E. coli O157:H7" ], "answer_start": [ 783 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "EIEC hangi bakteriye benzer?", "answers": { "text": [ "Shigella" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "EPEC hangi tür ishale neden olur?", "answers": { "text": [ "Osmotik" ], "answer_start": [ 1237 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "EAEC yetişkinlerde neye neden olur?", "answers": { "text": [ "seyahat ishaline" ], "answer_start": [ 1311 ] } }, { "context": "Tedavi; Shigella tanısı konmuş tüm hastalar antimikrobiyal ajanla tedavi edilmelidir. Tedavi ile hastalık süresi kısalır. Tedavide kinolonlar kullanılır (Siprofloksasin 500 mg 3-5 gün). E. coli; E. coli bakteriyel ishalin en sık nedenidir. Enterotoksijenik E. Coli (ETEC), enterohemorajik E. coli (EHEC), enteroinvaziv E. coli (EİEC), enteropatojenik E. coli (EPEC) ve enteroagregatif E. Coli (EAEC). ETEC; primer olarak jejenum ve ileum mukozasını etkileyerek sekretuvar ishal oluşturur. Kontamine yiyecekler ve su bulaşmanın temel yoludur. Turist ishalinin %40-70 etkenidir. EHEC; genellikle ateş olmaksızın kanlı ishale yol açar. Sıklıkla besinlerle bulaşırsa da insandan insana da bulaşabilir. Başlıca hazır gıdalardan bulaşır. Hemorajik kolite neden olan EHEC kökenlerinin çoğu E. coli O157:H7 serotipine aittir. EIEC; Shigella’ya benzer. Kolon epitel hücrelerine invazyon gösterir ve epitel hücreleri içinde çoğalır. Kolonda ülserler oluşur. Başlıca taze peynir gibi kontamine yiyecek maddelerinin tüketilmesiyle salgına yol açmaktadır. Çocuklarda ve turistlerde hastalık yapar. EPEC; barsak epiteline sıkı bir şekilde yapışır, hücrelere invaze olmaz, oluşturduğu lezyonlar büyük miktarda absorpsiyon yüzeyinin kaybına neden olur. Osmotik ishal gelişir. EAEC; barsak epiteline invaze olmaz. Yetişkinlerde seyahat ishaline neden olur. ETEC, EPEC, EAEC özellikle ince barsağı, EİEC ve EHEC kalın barsağı tutar.", "question": "ETEC, EPEC ve EAEC hangi barsağı tutar?", "answers": { "text": [ "ince barsağı" ], "answer_start": [ 1367 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "Sistemik skleroz (Skleroderma) nedir?", "answers": { "text": [ "başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır" ], "answer_start": [ 37 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "Skleroderma kelimesi hangi dilden köken almıştır?", "answers": { "text": [ "Yunanca" ], "answer_start": [ 180 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "Sistemik skleroz ile ilgili ilk bilgiler hangi kişilere kadar uzanır?", "answers": { "text": [ "Hipokrat ve Gallen" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "Sistemik skleroz ilk kez kim tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Carlo Curzio" ], "answer_start": [ 373 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "Sklerodermie kelimesini ilk kez kim kullanmıştır?", "answers": { "text": [ "Gintrac" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "Sistemik sklerozun sistemik özelliklerini vurgulayan kişiler kimlerdir?", "answers": { "text": [ "Osler ve Matsui" ], "answer_start": [ 623 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "CREST Sendromu olarak isimlendirilecek sınırlı kutanöz formu kim tanımlamıştır?", "answers": { "text": [ "Winterbauer" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "Sistemik sklerozun ilk tanımı ne zaman yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "1753" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "Sclerodermie kelimesi ilk kez hangi yıl kullanılmıştır?", "answers": { "text": [ "1847" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "Sistemik skleroz (Skleroderma, SSc); başta deri olmak üzere çeşitli organların fibrozisi ve vaskülopati ile seyreden nadir görülen bir otoimmun bağ doku hastalığıdır. Skleroderma, Yunancada, skleras (sert) ve derma (deri) sözcüklerinden köken almıştır. Sistemik skleroz ile ilgili olabilecek ilk bilgiler, Hipokrat ve Gallen’e kadar uzanmakla beraber, ilk kez 1753 yılında Carlo Curzio tarafından cildinde sertleşme ve gerilmeden yakınan 17 yaşında bir kişide tariflenmiştir. 1800 yıllarında hastalığın terminolojisinde değişik isimler kullanılmıştır. “Sclerodermie” kelimesini ise, ilk kez 1847 yılında Gintrac kullanmış, Osler ve Matsui tarafından da hastalığın sistemik özellikleri vurgulanmıştır. Winterbauer, 1964 yılında, daha sonraları CREST Sendromu olarak isimlendirilecek olan sınırlı kutanöz formu tanımlamıştır.", "question": "Sistemik skleroz, hangi organda fibrozis ve vaskülopati ile seyreder?", "answers": { "text": [ "deri" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "WHO şiddeti nasıl tanımlamaktadır?", "answers": { "text": [ "iziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "WHO'ya göre şiddet kaç şekilde meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "dört" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "Şiddetin genel tanımına göre, mağdur-fail ilişkisine göre kaç alt tipe ayrılır?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "Bireyin kendisine yönelik şiddet hangi türlere ayrılır?", "answers": { "text": [ "Kendi kendine kötü muamele ve intihar" ], "answer_start": [ 866 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "Kişilerarası şiddet hangi alt gruplara ayrılır?", "answers": { "text": [ "Aile / partner ve topluluk" ], "answer_start": [ 986 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "Kişilerarası şiddet içinde aile/partner şiddeti hangi gruplara ayrılır?", "answers": { "text": [ "çocuk, partner, yaşlı" ], "answer_start": [ 1112 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "Kollektif (toplu) şiddet hangi alt gruplara ayrılır?", "answers": { "text": [ "Sosyal, politik ve ekonomik şiddet" ], "answer_start": [ 1410 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "Kollektif şiddete hangi örnekler verilebilir?", "answers": { "text": [ "nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti" ], "answer_start": [ 1647 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "Politik şiddet neleri içerir?", "answers": { "text": [ "savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları" ], "answer_start": [ 1755 ] } }, { "context": "Şiddet, Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından, “fiziksel güç veya iktidarın kasıtlı bir tehdit veya gerçeklik biçiminde kendine, bir başka kişiye, grup ya da topluluğa uygulanması sonucunda maruz kalanlarda yaralanmaya, ölüme, psikolojik zarara, gelişiminin kötü etkilenmesine veya mahrumiyete yol açması ya da açma olasılığı bulunması” durumu olarak tanımlanmaktadır. WHO’nun şiddet ve sağlık raporu (WRVH), şiddetin meydana geldiği durumları ve şiddet türleri arasındaki etkileşimleri anlamada yararlı bir şiddet tipolojisi sunmaktadır. Bu rapora göre şiddet dört şekilde meydana gelebilir; 1. Fiziksel şiddet 2. Cinsel şiddet 3. Psikolojik şiddet 4. Mahrum bırakarak/ihmal ederek şiddet. Ayrıca şiddetin genel tanımını mağdur-failin ilişkisine göre üç alt tipe böler; 1. Bireyin kendisine yönelik şiddet: Failin ve mağdurun aynı kişi olması durumundaki şiddettir. Kendi kendine kötü muamele ve intihar olmak üzere ikiye ayrılır. 2. Kişilerarası şiddet: Bireyler arasındaki şiddettir. Aile / partner ve topluluk şiddeti şeklimde iki alt gruba ayrılır. Aile / partner alt grubu kendi içinde üç gruba ayrılırken (çocuk, partner, yaşlı), topluluk alt grubu kendi içinde ikiye ayrılır (tanıdık, yabancı). Genç şiddeti, rastgele şiddet eylemleri, yabancı biri tarafından tecavüze ya da cinsel saldırıya uğramak ve mülkiyete yönelik şiddet gibi şiddet türleri topluluk şiddetine girer. 3. Kollektif (toplu) şiddet: Sosyal, politik ve ekonomik şiddet olmak üzere üç alt gruba ayrılır. Kollektif şiddet, daha geniş birey grupları ya da devletler tarafından işlenen olası şiddet nedenlerini tanımlamak için kullanılır. Organize gruplar tarafından işlenen nefret suçları, terör olayları ve mafya şiddeti kollektif şiddete örnek olarak verilebilir. Politik şiddet, savaşları ve ilgili şiddetli çatışmaları, devlet şiddetini büyük gruplar tarafından gerçekleştirilen benzer eylemleri içerir. Ekonomik şiddet, geniş grupların ekonomik kazanç sağlamaya yönelik saldırılarını içerir. Ekonomik şiddete; temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar örnek olarak verilebilir.", "question": "Ekonomik şiddete hangi tür saldırılar örnek verilebilir?", "answers": { "text": [ "temel hizmetlere ulaşmadan mahrum bırakma ve ekonomik bölünme yaratma gibi ekonomik faaliyetleri aksatmak amacıyla gerçekleştirilen saldırılar" ], "answer_start": [ 1988 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "zordur" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonlarda tedavi seçenekleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılmasının önemi nedir?", "answers": { "text": [ "Uygun tedaviyi seçebilmek" ], "answer_start": [ 361 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemenin önemi nedir?", "answers": { "text": [ "son derece önemlidir" ], "answer_start": [ 450 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Hangi durumlarda gastrointestinal subepitelyal lezyonlarda cerrahi rezeksiyon uygulanır?", "answers": { "text": [ "malign lezyonları" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların takibi hangi lezyonlar için geçerlidir?", "answers": { "text": [ "benign" ], "answer_start": [ 141 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların yönetiminde ne zordur?", "answers": { "text": [ "karakterizasyon" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların yönetiminde maligniteyi düşündüren neyi belirlemek önemlidir?", "answers": { "text": [ "şüpheli özellikleri" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması neye katkı sağlar?", "answers": { "text": [ "Uygun tedaviyi seçebilmek" ], "answer_start": [ 361 ] } }, { "context": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetimi zordur, tedavi seçenekleri malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir. Tüm bu veriler ışığında gastrointestinal subepitelyal lezyonların doğru sınıflandırılması önemlidir. Uygun tedaviyi seçebilmek için maligniteyi düşündüren şüpheli özellikleri belirlemek ise son derece önemlidir.", "question": "Gastrointestinal subepitelyal lezyonların karakterizasyonu ve yönetiminde tedavi seçenekleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "malign lezyonların cerrahi rezeksiyonundan benign lezyonların takibine ya da klinik olarak semptom varlığında yine cerrahi rezeksiyona kadar değişiklik gösterir" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "Diyabetik retinopati (DR) nedir?", "answers": { "text": [ "mikrovasküler komplikasyon" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "Diyabetik retinopati gelişme riski hangi faktörlerle doğru orantılı olarak artar?", "answers": { "text": [ "diyabetin süresi ve hiperglisemi" ], "answer_start": [ 451 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "Diyabetik retinopati, hangi hastalığın en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur?", "answers": { "text": [ "diabetes mellitusun" ], "answer_start": [ 132 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "Diyabetik retinopati dünya genelinde hangi popülasyonda önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir?", "answers": { "text": [ "çalışan" ], "answer_start": [ 313 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "20 yıllık diyabeti olan tip 1 diyabetlilerin yaklaşık yüzde kaçında DR geliştiği bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "%99" ], "answer_start": [ 625 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "Tip 2 diyabetlilerin yaklaşık yüzde kaçında belli derecede DR gelişmiştir?", "answers": { "text": [ "%80" ], "answer_start": [ 667 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "Diyabetik retinopati hangi kan damarlarını tutar?", "answers": { "text": [ "kapiller, arteriol ve venülleri" ], "answer_start": [ 37 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "Diyabetik retinopatinin oluşumunda hangi iki ana faktör etkilidir?", "answers": { "text": [ "hiperglisemi veya insülin yetersizliği" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "Diyabetik hastaların yaşam süresinin uzamasına neden olan faktör nedir?", "answers": { "text": [ "tedavi yöntemlerindeki gelişmeler" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "Diyabetik retinopati (DR), retinanın kapiller, arteriol ve venüllerini tutan, hiperglisemi veya insülin yetersizliği sonucu oluşan, diabetes mellitusun (DM) en sık görülen mikrovasküler komplikasyonudur. Diyabet hastalarının, tedavi yöntemlerindeki gelişmeler nedeniyle uzayan yaşam süreleri sonucu DR, özellikle çalışan popülasyonda dünya genelinde önde gelen körlük sebeplerinden biri haline gelmiştir. Diyabetik hastalarda retinopati gelişme riski diyabetin süresi ve hiperglisemi ile doğru orantılı olarak artar. Yapılan bir çalışmada 20 yıllık diyabeti olan hastaların diyabet tipine göre, tip 1 diyabetlilerin yaklaşık %99’unda ve tip 2 diyabetlilerin yaklaşık %80’inde belli derecede DR geliştiği bildirilmiştir.", "question": "Hangi diyabet tipine sahip hastaların %99’unda 20 yıl içinde DR geliştiği bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "tip 1" ], "answer_start": [ 595 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsi gebelik sırasında ne tür sonuçlar ortaya çıkarır?", "answers": { "text": [ "olumsuz" ], "answer_start": [ 102 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsi gelişen anneler hangi hastalıklar açısından yüksek risk taşır?", "answers": { "text": [ "kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsi sonucu bebekler nasıl doğar?", "answers": { "text": [ "düşük doğum ağırlığı" ], "answer_start": [ 349 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsi sonucu bebekler hangi risklerle karşı karşıya kalır?", "answers": { "text": [ "inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsi hem anne hem de fetus açısından ne tür bir ekonomik etki yaratır?", "answers": { "text": [ "ciddi yük" ], "answer_start": [ 666 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak ne tür riskler oluşturur?", "answers": { "text": [ "mortalite riski" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsi sonucu doğan bebeklerin erken yetişkinlik döneminde hangi hastalık riskleri artar?", "answers": { "text": [ "inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsi gelişen anneler için hangi kardiyovasküler riskler bulunur?", "answers": { "text": [ "kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsinin uzun vadeli etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Preeklampsi, gebelik sırasında oluşturduğu komplikasyonlara ek olarak, hem anne hem de fetus üzerinde olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmaktadır. Gebeliği sırasında preeklampsi gelişen anneler, kronik kalp yetmezliği, hipertansiyon ve inme dahil bir çok kardiyovasküler hastalık açısından yüksek risk taşımaktadır. Preeklampsinin sonucu olarak, bebekler düşük doğum ağırlığı ile doğmakta ve bundan dolayı da erken yetişkinlik dönemlerinde, inme, kalp hastalığı, metabolik bozukluklar açısından artmış risk taşımaktadırlar. Dolayısıyla bu hastalar, preeklampsinin oluşturduğu mortalite riskine ek olarak, yaşam boyu hem anne hem de fetus açısından topluma ekonomik olarak ciddi yük oluşturmaktadır.", "question": "Preeklampsi sonucu bebeklerde hangi doğum komplikasyonu yaygındır?", "answers": { "text": [ "düşük doğum ağırlığı" ], "answer_start": [ 349 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyon (PH) nedir?", "answers": { "text": [ "pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyon nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyonun morbidite ve mortalite oranları nasıldır?", "answers": { "text": [ "oldukça yüksek" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyonun tedavi stratejisinin belirlenmesinde hangi bulgular bir arada değerlendirilmelidir?", "answers": { "text": [ "klinik, laboratuvar ve görüntüleme" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyon (PH) hangi durumla sonuçlanabilir?", "answers": { "text": [ "pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyonun tanısı nasıl konulur?", "answers": { "text": [ "İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyon nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyon tedavisinde hangi bulguların değerlendirilmesi gerekir?", "answers": { "text": [ "klinik, laboratuvar ve görüntüleme" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyonun fizyopatolojik sonuçları nelerdir?", "answers": { "text": [ "pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliği" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon (PH) pulmoner vasküler direnç artışı ve sağ kalp yetersizliğine kadar ilerleyen hemodinamik ve fizyopatolojik bir durumdur. İstirahat halinde sağ kalp kateterizasyonuyla değerlendirilen ortalama pulmoner arter basıncının ≥25 mmHg olması olarak tanımlanır. Morbidite ve mortalitesi oldukça yüksek, kronik bir hastalık olup tedavi stratejisinin belirlenmesinde klinik, laboratuvar ve görüntüleme bulgularının bir arada değerlendirilmesi gerekir.", "question": "Pulmoner hipertansiyonun morbidite ve mortalitesi nasıldır?", "answers": { "text": [ "oldukça yüksek" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kanser nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kanserin %5-10'u neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "genetik yatkınlığa" ], "answer_start": [ 388 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kanserin büyük bir kısmı hangi faktörlere bağlıdır?", "answers": { "text": [ "çevresel ve yaşam biçimi" ], "answer_start": [ 438 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Hangi kimyasal maddeler kansere sebep olmaktadır?", "answers": { "text": [ "Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos" ], "answer_start": [ 818 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kanser oluşumuna katkıda bulunan çevresel faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar" ], "answer_start": [ 586 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kanserin çevresel ve kalıtsal faktörlere göre değişmesi neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "kanser türüne ve yaşanılan çevreye" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Hangi beslenme faktörleri kansere sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar" ], "answer_start": [ 644 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kanser oluşumunda genetik yatkınlık ne kadar etkilidir?", "answers": { "text": [ "%5-10" ], "answer_start": [ 380 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Asbestos kansere sebep olan hangi tür etkenler arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "kimyasal kanser yapıcı" ], "answer_start": [ 920 ] } }, { "context": "Kanser, yaşanılan çevrede karşılaşılan ve/veya hücrede ortaya çıkan, fiziksel kimyasal ya da biyolojik etkenlere maruz kalınması nedeniyle normal hücre Deoksiribonükleik asit’inin (DNA) değişime uğraması sonucu ortaya çıkan genetik bir hastalıktır. Çevresel ve kalıtsal faktörlerin kanser oluşumuna katkıları kanser türüne ve yaşanılan çevreye göre değişmektedir. Kanserin sadece %5-10’u genetik yatkınlığa bağlı iken, büyük bir kısmının çevresel ve yaşam biçimi faktörlerine bağlı olduğu bilinmektedir. Çevresel olarak maruz kaldığımız birçok kimyasal madde, kansere sebep olmaktadır. İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar gibi pek çok etmen de kansere sebep olan önemli çevresel faktörler arasında yer almaktadır. Sigara, alkol, hardal gazı, benzen, kömür tozu ve zifti, madeni yağlar, naftalin ve asbestos da diğer kimyasal kanser yapıcı etkenler olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kanser oluşumuna katkıda bulunan çevresel faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "İlaçlar ve yağlı yiyecekler, bazı küfler (aflatoksinler), iyottan fakir diyet, kırmızı etten zengin beslenme, yanmış yağları içeren gıdalar" ], "answer_start": [ 586 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi kimler tarafından yönetilmelidir?", "answers": { "text": [ "çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi hangi alanları kapsar?", "answers": { "text": [ "hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisi" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisinin amaçları nelerdir?", "answers": { "text": [ "ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır" ], "answer_start": [ 289 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi neye göre planlanır?", "answers": { "text": [ "hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtın" ], "answer_start": [ 519 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisinde uzun vadede ne sağlanmaya çalışılır?", "answers": { "text": [ "remisyonu" ], "answer_start": [ 351 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisinde normal büyüme-gelişmenin sağlanması hangi alanlarda önemlidir?", "answers": { "text": [ "fiziksel ve psikolojik" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisinde hangi tür komplikasyonların azaltılması hedeflenir?", "answers": { "text": [ "tedaviye bağlı" ], "answer_start": [ 403 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisinde hangi uzmanlık alanları yer alır?", "answers": { "text": [ "çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisinde fizik tedavi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanması" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi çocuk romatoloji uzmanı, göz hekimi, fizik tedavi uzmanı, çocuk psikiyatristinden oluşan ekip tarafından yönetilmelidir. Tedavi, hasta ve aile eğitimi, ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisiye kadar geniş bir spektrumu ele alır. Tedavinin amacı ağrının ve enflamasyonun kontrol altına alınması, uzun vadede remisyonun sağlanması, komplikasyonların önlenmesi, tedaviye bağlı komplikasyonların azaltılması, normal fiziksel ve psikolojik büyüme-gelişmenin sağlanmasıdır. Tedavi hastalığın tipine, prognozuna ve hastanın tedaviye yanıtına göre planlanır.", "question": "Juvenil idiyopatik artrit tedavisi hangi tedavi yöntemlerini içerir?", "answers": { "text": [ "ilaç tedavisi, fizik tedavi ve cerrahi tedavisi" ], "answer_start": [ 187 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Psödokist nedir?", "answers": { "text": [ "Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Psödokist gelişimi için genellikle ne kadar süre gereklidir?", "answers": { "text": [ "4 hafta" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Psödokist hangi durumlar sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır?", "answers": { "text": [ "Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Psödokistin tanısında hangi radyolojik yöntemler yardımcıdır?", "answers": { "text": [ "usg ve abdominal BT" ], "answer_start": [ 879 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Psödokistin klinik olarak neden olabileceği belirtiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Psödokist oluşumu nasıl bir olaydır?", "answers": { "text": [ "inflamatuar kaynaklı" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Psödokist tanısında kan amilaz düzeyinin rolü nedir?", "answers": { "text": [ "güvenilir" ], "answer_start": [ 639 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Hangi durumda psödokist cerrahi endikasyonu vardır?", "answers": { "text": [ "Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse" ], "answer_start": [ 1175 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Gerilemeyen psödokistler ne zaman takip edilir?", "answers": { "text": [ "5 cm’in altında ise" ], "answer_start": [ 1110 ] } }, { "context": "Psödokist: Hastaların %1-3’ünde psödokist gelişmekte. Pankreasın en sık rastlanan kistik lezyonudur. Psödokist oluşumu şikayetlerin ortaya çıkmasını takiben genellikle 4 hafta veya daha fazla süre gerektirir. Akut ve kronik pankreatit veya pankreas travması sonrası gelişen inflamatuar kaynaklı bir olaydır. Gerçek bir kist duvarı değildir ancak ondan daha sağlamdır.\n\nPsödokist klinik olarak bulantı, kusma, karın ağrısı, kusma, kilo kaybı, ateş, batında kitle ve hassasiyet, sarılık, asit, vena cava inferiora bası nedeniyle bacaklarda ödem, transvers kolon basısına bağlı ileus, enterik fistüle neden olabilir. Tanıda kan amilaz düzeyi güvenilir bir bulgu olup klinik bulgular düzelmesine rağmen amilazın 10 günden daha fazla süreyle yüksek kalması veya amilaz düştükten sonra tekrar yükselmesi psödokist düşündürür. Radyolojik olarak psödokistin tanısının konulabilmesi için usg ve abdominal BT yardımcı olmaktadır. Pre-operasyon dönemde psödokist hakkında lokasyon bilgi edinebilmek için rutin olmamakla birlikte ERCP yapılabilir.\n\nPsödokistler çoğunlukla spontan olarak geriler. Gerilemeyen kistler eğer 5 cm’in altında ise ve komplikasyon gelişmemiş ise takip edilir. Semptomların başlaması, kistin büyüklüğünde artış veya komplikasyon gelişirse cerrahi endikasyonu vardır.", "question": "Psödokistlerin çoğu nasıl bir süreç izler?", "answers": { "text": [ "spontan olarak geriler" ], "answer_start": [ 1061 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Transpulmoner basınç nedir?", "answers": { "text": [ "Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki fark" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Kompliyans neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı ne kadar olarak ifade edilir?", "answers": { "text": [ "200 mL/cmH2O" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artış akciğer hacminde ne kadar bir artışa karşılık gelir?", "answers": { "text": [ "200 ml" ], "answer_start": [ 371 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Akciğer kompliyansı hangi iki faktöre bağlıdır?", "answers": { "text": [ "alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimin" ], "answer_start": [ 467 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Akciğer dokusunun elastikiyetini hangi maddeler sağlar?", "answers": { "text": [ "elastin ve kollajen" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Kollajen neyi engeller?", "answers": { "text": [ "akciğerlerin aşırı genişlemesine" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Elastin dokular neyi sağlar?", "answers": { "text": [ "dokuların gerilmesini" ], "answer_start": [ 692 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet neye dayanır?", "answers": { "text": [ "su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine" ], "answer_start": [ 772 ] } }, { "context": "Akciğer Kompliyansı Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki farka transpulmoner basınç denir (alveoler basınç-plevral basınç). Kompliyans ise transpulmoner basınçtaki artma sonucu akciğerlerin genişleyebilme özelliğidir. Sağlıklı erişkin bir insanda akciğer kompliyansı 200 mL/cmH2O olarak ifade edilir. Bu transpulmoner basınçtaki 1 cmH2O artışın akciğer hacminin 200 ml artışı anlamına gelmektedir. Akciğer kompliyansı; akciğer dokusunun elastik özelliği ile alveol ve diğer akciğer boşluklarının içindeki sıvının yüzey gerilimine bağlıdır. 1) Akciğer dokusunun elastikiyetini elastin ve kollajen içeriği sağlamaktadır. Kollajen akciğerlerin aşırı genişlemesine engel olurken elastin dokuların gerilmesini sağlar. 2) Yüzey geriliminden kaynaklanan elastikiyet ise su moleküllerinin hava ile temas ettiklerinde birbirlerine yaklaşma özelliğine dayanmaktadır.", "question": "Transpulmoner basınç nedir?", "answers": { "text": [ "Plevral basınç ile alveoler basınç arasındaki fark" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "OLP lezyonları genelde hangi özelliğe sahiptir?", "answers": { "text": [ "karakteristik dağılım ve klinik görünüme" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "Klinik olarak OLP kaç tip olarak tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "7 tip" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "En sık görülen OLP tipi hangisidir?", "answers": { "text": [ "retiküler tip" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "OLP'nin hangi tipleri bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "OLP lezyonları genellikle nasıl görülür?", "answers": { "text": [ "mikst olarak" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "Retiküler lezyonlar OLP'de hangi lezyonlara çoğunlukla eşlik eder?", "answers": { "text": [ "eroziv" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "Retiküler lezyonlar OLP'nin hangi hastalıklardan ayrımında yardımcı olur?", "answers": { "text": [ "vezikülo-eroziv ve eritematöz" ], "answer_start": [ 395 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "OLP lezyonları izole olarak görülebilir mi?", "answers": { "text": [ "izole olarak da görülebilirler" ], "answer_start": [ 319 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "OLP lezyonları en sık hangi tip olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "retiküler" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "OLP lezyonları genelde karakteristik dağılım ve klinik görünüme sahiptir. Klinik olarak 7 tip tanımlanmıştır. En sık görülen retiküler tip, atrofik, plak, papüler, ülseratif ve büllöz olarak bildirilmiştir. Lezyonlar genellikle mikst olarak görülür ve retiküler lezyonlar çoğunlukla eroziv lezyonlara eşlik eder; ancak izole olarak da görülebilirler. Retiküler lezyonların eşlik etmesi, OLP’nin vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında yardımcı olmaktadır.", "question": "OLP lezyonlarının vezikülo-eroziv ve eritematöz hastalıklardan ayrımında hangi tip lezyonların eşlik etmesi yardımcı olur?", "answers": { "text": [ "retiküler" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "AP'de en önemli semptom nedir?", "answers": { "text": [ "şiddetli karın ağrısı" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "Hafif pankreatitli kişilerde ağrı ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "1-3 gün" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "Uzun süreli ağrı neyin göstergesidir?", "answers": { "text": [ "pankreatit" ], "answer_start": [ 154 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "Pankreatitli olguların yüzde kaçında kusma ve bulantı görülür?", "answers": { "text": [ "%80" ], "answer_start": [ 281 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "Pankreatitli olguların yüzde kaçında ateş bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "%90" ], "answer_start": [ 308 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "Yüksek ateş neyin teşhisi için yeterli değildir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyon" ], "answer_start": [ 361 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "Yüksek ateş hangi septik durumların belirtisi olabilir?", "answers": { "text": [ "abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "AP'deki ağrı hangi bölgeden başlar?", "answers": { "text": [ "epigastrik" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "AP'de ağrı hangi yönde yayılır?", "answers": { "text": [ "sırta" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "AP’de en önemli semptom; epigastrik bölgeden başlayarak sırta doğru, kuşak şeklinde yayılan künt ve batıcı tarzdaki şiddetli karın ağrısıdır. Ağrı, hafif pankreatitli kişilerde 1-3 gün sürerken, uzun süreli ağrı ciddi pankreatit göstergesidir (62). Pankreatitli olguların yaklaşık %80’inde kusma ve bulantı, %90’ında ise ateş bulunmaktadır. Yüksek ateş, sadece enfeksiyon teşhisi için yeterli değildir. Çünkü yüksek ateş; abse, infekte pankreatik nekroz, pnömoni ve kolanjit gibi septik durumların belirtisi de olabilir.", "question": "Hangi tür ağrı AP'nin en önemli semptomudur?", "answers": { "text": [ "karın ağrısı" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "otozomal resesif geçişli" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "KAH neyin sentezi için gerekli enzimlerin eksikliği sonucu oluşur?", "answers": { "text": [ "kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği" ], "answer_start": [ 36 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "KAH'ın genetik geçiş tipi nedir?", "answers": { "text": [ "otozomal resesif" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "KAH’ın virilizasyon yapan alt gruplarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "21-hidroksilaz eksikliği" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları nelerdir?", "answers": { "text": [ "21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliği" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "21-hidroksilaz eksikliği hangi hastalığın alt grubudur?", "answers": { "text": [ "KAH" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "KAH’ın alt gruplarından biri olan 11β-hidroksilaz eksikliği ne yapar?", "answers": { "text": [ "virilizasyon" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "KAH'ın virilizasyon yapan hangi alt grubu P450-oksidoredüktaz eksikliğidir?", "answers": { "text": [ "P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliği" ], "answer_start": [ 313 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği, KAH’ın hangi özelliğini gösterir?", "answers": { "text": [ "virilizasyon" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Konjenital adrenal hiperplazi (KAH) kolesterolden kortizol sentezi için gerekli enzimlerden herhangi birinin eksikliği sonucu oluşan otozomal resesif geçişli bir hastalıktır. KAH’ın virilizasyon yapan alt grupları ise 21-hidroksilaz eksikliği, 11β-hidroksilaz eksikliği, 3β-hidroksisteroid dehidrogenez eksikliği P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliğidir.", "question": "KAH'ın P450-oksidoredüktaz (POR) eksikliği ile ilgili olan alt grubu nedir?", "answers": { "text": [ "virilizasyon yapan alt grupları" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "halsizlik, sürekli yorgunluk hissi" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Anemili hastalarda en sık görülen fizik muayene bulgusu nedir?", "answers": { "text": [ "solukluk" ], "answer_start": [ 165 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Solukluk anemili hastalarda hangi bölgelerde tespit edilebilir?", "answers": { "text": [ "Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Anemili kadınlarda sıklıkla görülen menstruasyon bozukluğu nedir?", "answers": { "text": [ "amenore" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Anemi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir mi?", "answers": { "text": [ "Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık" ], "answer_start": [ 339 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olanlarda hangi belirtiler görülebilir?", "answers": { "text": [ "çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi" ], "answer_start": [ 467 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Ciddi ağır anemisi olan yaşlı bireylerde hangi semptomlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı" ], "answer_start": [ 566 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Anemisi olanlarda hafif düzeyde hangi böbrek problemi görülebilir?", "answers": { "text": [ "proteinüri" ], "answer_start": [ 777 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Ağır anemisi olanlarda böbrek fonksiyonlarında hangi değişiklik meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "konsantre etme yeteneğinde azalma" ], "answer_start": [ 800 ] } }, { "context": "Anemili hastalarda en sık görülen semptomlar halsizlik, sürekli yorgunluk hissi, kaslarda güçsüzlük olarak karşımıza çıkar. En sık görülen fizik muayene bulgusu ise solukluktur. Deride, konjunktivada, dudak ve ağız mukozasında, tırnaklarda tespit edilebilir. Kadınlarda sıklıkla amenore olmak üzere menstruasyon bozukluklarına neden olur. Bulantı, dispepsi, ishal veya kabızlık gibi sindirim sistemi problemlerine neden olabilir. Ağır anemisi ve kalp yetmezliği olan çarpıntı, efor dispnesi, taşikardi görülebilir. Ciddi ağır anemisi olan özellikle yaşlı bireylerde baş ağrısı, baş dönmesi, ayağa kalkmakla baygınlık hissi, kulaklarda uğultu, çınlama, gözünün önünde sinek uçuşması, uyuklama ve nadir olarak bilinç bulanıklığı görülebilir. Ağır anemisi olanlarda hafif düzeyde proteinüri ve böbreğin konsantre etme yeteneğinde azalma meydana gelebilir.", "question": "Anemisi olanlarda hangi solunum sistemi problemi görülebilir?", "answers": { "text": [ "efor dispnesi" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak ne yapılır?", "answers": { "text": [ "klinik evreleme" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Meme kanseri tedavi planı nasıl uygulanır?", "answers": { "text": [ "multidisipliner yaklaşımla" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Meme kanseri tedavisinde hastaların çoğunda ilk adım nedir?", "answers": { "text": [ "cerrahi yöntemler" ], "answer_start": [ 151 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi ne amaçla verilir?", "answers": { "text": [ "tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek" ], "answer_start": [ 250 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Cerrahi sonrası patologlar tarafından incelenen spesmenler nelerdir?", "answers": { "text": [ "tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali" ], "answer_start": [ 351 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Cerrahi sonrası patolojik incelemeden sonraki tedavi aşaması nedir?", "answers": { "text": [ "adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir" ], "answer_start": [ 490 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Neoadjuvan kemoterapi hangi hastalarda uygulanır?", "answers": { "text": [ "tümör boyutu büyük olan hastalarda" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Cerrahi sonrası spesmenlerin incelenmesi kimler tarafından yapılır?", "answers": { "text": [ "patologlar" ], "answer_start": [ 414 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Tedavide cerrahi yöntemler hangi aşamada uygulanır?", "answers": { "text": [ "ilk adım" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "Meme kanseri saptanan hastalara ilk olarak klinik evreleme yapılır ve daha sonra multidisipliner yaklaşımla tedavi planı uygulanır. Hastaların çoğunda cerrahi yöntemler tedavide ilk adım iken, tümör boyutu büyük olan hastalarda neoadjuvan kemoterapi tümörün boyutunu küçültüp cerrahiye uygun hale getirmek için verilmektedir. Cerrahi sonrası spesmen (tümör, sentinel lenf nodu ya da aksiller diseksiyon materyali) patologlar tarafından incelenir. Tedavide bundan sonraki aşama ise hastanın adjuvan kemoterapi, hormonoterapi ve radyoterapi alıp almayacağının belirlenmesidir.", "question": "Patologlar tarafından incelenen aksiller diseksiyon materyali hangi tedavi sürecine aittir?", "answers": { "text": [ "cerrahi" ], "answer_start": [ 151 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "CGB nedir?", "answers": { "text": [ "cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "CGB yakın zamana kadar nasıl sınıflandırılmaktaydı?", "answers": { "text": [ "farklı şekilde" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "CGB sınıflamasında zaman zaman ne yaşanmaktaydı?", "answers": { "text": [ "kavram karmaşası" ], "answer_start": [ 229 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "Yeni sınıflamaya göre 'intersex' terimi yerine hangi terim önerilmiştir?", "answers": { "text": [ "Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "Yeni sınıflamaya göre 'erkek yalancı hermafrodit' terimi yerine hangi terim önerilmiştir?", "answers": { "text": [ "46, XY CGB" ], "answer_start": [ 598 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "Yeni sınıflamaya göre 'dişi yalancı hermafrodit' terimi yerine hangi terim önerilmiştir?", "answers": { "text": [ "46, XY CGB" ], "answer_start": [ 598 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "Yeni sınıflamaya göre 'gerçek hermafrodit' terimi yerine hangi terim önerilmiştir?", "answers": { "text": [ "ovotestikuler CGB" ], "answer_start": [ 720 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "CGB sınıflaması konusunda ne yayınlanarak yeni bir öneri getirilmiştir?", "answers": { "text": [ "bir uzlaşı raporu" ], "answer_start": [ 271 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "Yeni CGB sınıflaması nerelerde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "pek çok merkezde" ], "answer_start": [ 358 ] } }, { "context": "CGB, cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar olarak tanımlanmaktadır. Yakın zamana kadar CGB farklı şekilde sınıflandırılmaktaydı ve bu sınıflamada zaman zaman kavram karmaşası yaşanmaktaydı. Bu konuda bir uzlaşı raporu yayınlanarak yeni sınıflama önerisi getirilmiş ve bu sınıflama hızla pek çok merkezde kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır. Yeni sınıflamaya göre daha önce kullanılan “intersex” terimi yerine “Cinsiyet Gelişim Bozuklukları (CGB)”; “erkek yalancı hermafrodit”, “yetersiz virilize erkek” terimleri yerine “ 46, XY CGB; “dişi yalancı hermafrodit”, ‘‘aşırı virilize XX dişi” terimi yerine “46, XX CGB; “gerçek hermafrodit” yerine “ovotestikuler CGB terimleri önerilmiştir.", "question": "CGB tanımlaması hangi durumları içerir?", "answers": { "text": [ "cinsiyet kromozomu, gonad ve dış genital yapının cinse ait özellikler taşımadığı veya atipik olduğu durumlar" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Kıkırdağın hangi karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi zordur?", "answers": { "text": [ "avasküler" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Olgun kıkırdak ne tür bileşenlerde değişiklik gösteren bölgelerden oluşur?", "answers": { "text": [ "hücre dışı matriks" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Her bölge hangi faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır?", "answers": { "text": [ "hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel" ], "answer_start": [ 246 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu ve eksik yeni matriks oluşumu hangi hastalığa yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "diz osteoartrit" ], "answer_start": [ 483 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Diz osteoartriti kişinin hayatını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "olumsuz" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Kıkırdak hasarlarının tedavisi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler" ], "answer_start": [ 483 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Kıkırdak defekt tedavisi neden zor olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "Kıkırdağın avasküler karakteri" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Kıkırdağın hangi özellikleri diz osteoartritine yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması" ], "answer_start": [ 344 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Olgun kıkırdak hangi yapılardan oluşur?", "answers": { "text": [ "farklı bölgelerden veya tabakalar" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Kıkırdağın avasküler karakteri nedeniyle kıkırdak defekt tedavisi oldukça güçtür. Olgun kıkırdak, hücre dışı matriks (ECM) bileşenlerinde ve bileşenlerin oryantasyonunda değişiklik gösteren farklı bölgelerden veya tabakalardan oluşur. Her bölge, hücresel, biyomoleküler, mekanik ve fiziksel faktörlerin benzersiz bir kombinasyonu ile sağlanır. Ekstraselüler matriksin enzimatik degradasyonu, eksik yeni matriks oluşumu, hücre ölümü ve kıkırdak hücrelerinin hipertrofik farklılaşması diz osteoartritine yol açıp, kişinin hayatını olumsuz etkilemektedir. Bu sebeple kıkırdak hasarlarının tedavisi, ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahiptir.", "question": "Ortopedik cerrahiler içinde önemli bir yere sahip olan tedavi nedir?", "answers": { "text": [ "kıkırdak hasarların" ], "answer_start": [ 564 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Tiroid nodüllerinin değerlendirilmesinde öykünün önemi nedir?", "answers": { "text": [ "her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Maligniteye işaret eden belirtiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "disfaji, disfoni ve dispne" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Büyük benign nodüller hangi semptomlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "disfaji, disfoni ve dispne" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Çocukluk veya adölesan dönemde radyoterapi uygulanması hangi riski artırır?", "answers": { "text": [ "malignite" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı hangi yaş gruplarında yüksektir?", "answers": { "text": [ "Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra" ], "answer_start": [ 611 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Hangi durumlarda var olan nodülün hızlı büyümesi malignite yönünden şüpheyi artırır?", "answers": { "text": [ "L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken" ], "answer_start": [ 799 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Ani başlayan ağrı ve hassasiyet hangi benign durumlarda görülebilir?", "answers": { "text": [ "subakut tiroidit, benign adenom veya kist" ], "answer_start": [ 921 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde hangi risk vardır?", "answers": { "text": [ "lenfoma" ], "answer_start": [ 1215 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı nedir?", "answers": { "text": [ "yüksektir" ], "answer_start": [ 740 ] } }, { "context": "Öykü her hastalıkta olduğu gibi tiroid nodüllerin değerlendirilmesinde de ve yukarıda belirtilen soruların cevaplandırılmasında da önemlidir. Her ne kadar benign-malign tiroid nodüllerin ayırımında öykü duyarlı bir yöntem olmasa da, öyküde maligniteye işaret eden belirtiler araştırılmalıdır. İlerleyen disfaji, disfoni ve dispne gibi bası semptomları var ise nodülün malign olma şüphesini artırır. Ancak benign, büyük nodüllerin de bu semptomlara neden olabileceği unutulmamalıdır. Çocukluk ya da adölesan döneminde baş ve boyuna yönelik radyoterapi uygulanması, tiroid nodüllerinde malignite riskini artırır. Erkeklerde, çocuk veya adölesan yaş grubunda (< 20 yaş) veya 60 yaşından sonra gelişen tiroid nodüllerinin malign olma olasılığı yüksektir. Yine var olan nodülün hızlı büyümesi, özellikle L-thyroxine (L-T4) tedavisi altında iken, malignite yönünden şüpheyi artırır. Yavaş veya ani başlayan ağrı ve hassasiyet, subakut tiroidit, benign adenom veya kist gibi benign durumların yanı sıra, nadir de olsa invaziv tiroid karsinomlarında da gelişebileceği unutulmamalıdır. Tiroid nodüllü hasta hipotiroidi veya hipertiroidi semptomları yönünden sorgulanmalıdır. Hashimoto tiroiditi zemininde gelişen nodüllerde lenfoma gelişme olasılığı vardır. Yine Graves hastalığı varlığında gelişen soğuk tiroid nodüllerin malign olma olasılığı yüksektir. Ailede benign nodüler tiroid hastalığı, Hashimoto tiroiditi veya diğer otoimmün hastalıkların olması nodülün benign olma yönünden anlam taşır. Ancak tiroid karsinomu bu hastalarda da olabilir. Hasta ailesel tiroid karsinomu yönünden sorgulanmalıdır. Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı, tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini gerektirir.", "question": "Ailede medüller tiroid karsinomu varlığı neyi gerektirir?", "answers": { "text": [ "tiroid nodüllü hastanın ailesel medüller karsinomu veya multipl endokrin neoplazi (MEN) tip 2A-2B yönünden değerlendirilmesini" ], "answer_start": [ 1639 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Endometrial poliplerin boyutları ne kadar olabilir?", "answers": { "text": [ "birkaç milimetreden santimetreye" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Endometrial poliplerin içerdikleri yapılar nelerdir?", "answers": { "text": [ "endometriyal bez, stroma ve kan damarları" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Endometrial poliplerin en sık görülen semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "anormal uterin kanama, pelvik ağrı" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Endometrial poliplerin malignite oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%0-12,9" ], "answer_start": [ 556 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Endometrial polip prevelansının ne kadar olduğu bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "% 7.8 ile % 34.9 arasında" ], "answer_start": [ 789 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır" ], "answer_start": [ 902 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Endometrial polip prevelansının hangi dönemde yaşa bağlı arttığı görülmektedir?", "answers": { "text": [ "üreme çağından itibaren" ], "answer_start": [ 1064 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde ne kadar etkilidir?", "answers": { "text": [ "%30-60" ], "answer_start": [ 1458 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Endometrial polip oluşumunun önlenmesinde koruyucu etkisi olabilecek ilaçlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronlar" ], "answer_start": [ 1753 ] } }, { "context": "Endometrial polipler tek ya da multiple olabilen, boyutları birkaç milimetreden santimetreye kadar ölçülen, sapsız veya saplı olabilen, intrauterin kavitedeki endometrial dokudan büyüyen yapılardır. Endometrial polipler endometriyal bez, stroma ve kan damarları içeren üzeri epitelle kaplı lokal büyümelerdir. Endometrial polipler asemptomatik olabilirler. Semptomları ise çoğunlukla anormal uterin kanama, pelvik ağrı olup daha az sıklıkla ise infertilite ile ilişkilidir. Malignite nadirdir. Bazı popülasyon bazlı çalışmalarda endometrial poliplerden %0-12,9 oranında malignite meydana gelebileceği bulunmuştur. Endometrial polip, çoğu zaman asemptomatik olduğu için insidansı tam olarak bilinmeyen yaygın bir jinekolojik hastalıktır. Prevelansının çalışılan popülasyona bağlı olarak % 7.8 ile % 34.9 arasında olduğu bildirilmektedir. Endometrial poliplerin gelişimindeki başlıca risk faktörleri; yaş, hipertansiyon, obezite ve tamoksifen kullanımıdır. Endometrial poliplerin gelişimindeki en önemli risk faktörü artan yaştır. Endometrial polip prevelansının üreme çağından itibaren yaşa bağlı artığı görülmektedir. Fakat postmenapozal dönemde prevelansının artması ya da azalması açık değildir. Endometrial poliplerin, diğer jinekolojik bening hastalıklar olan servikal polip, myom ve endometriyozis ile ilişkisi bulunmaktadır. Tamoksifen kullanımı endometrial poliplerin gelişiminde en spesifik risk faktörüdür ve class II çalışmasına göre prevelansı %30-60 arasındadır. Ancak hormon tedavisi ile endometrial polipler arasındaki olası bir ilişki hakkında veriler çelişkilidir. Çünkü bazı çalışmalar, hormon tedavisi kullanan kadınlarda endometrial polip prevalansının yüksek olduğunu bildirirken, bazı çalışmalar yüksek olmadığı bildirmektedir. Oral kontraseptiflerin yanı sıra yüksek antiöstrojenik aktiviteye sahip progesteronların endometriyal polip oluşumunun önlemesinde koruyucu etkisi olabilir. Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde ya da düşük riskli populasyonda profilakside etkili olduğuna dair yeterli bulgu yoktur.", "question": "Levonorgestrelli rahim içi araç kullanımının endometrial polip tedavisinde etkili olduğuna dair yeterli bulgu var mı?", "answers": { "text": [ "yeterli bulgu yoktur" ], "answer_start": [ 2051 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "BAB'ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişim nedir?", "answers": { "text": [ "oksidatif stres hasarı" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yayınladığı makalede BAB için potansiyel biyobelirteç olarak ne belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "oksidatif stres parametreleri" ], "answer_start": [ 246 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "BAB'ta hangi belirteçler araştırılmıştır?", "answers": { "text": [ "oksidatif stres hasarı" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "Reaktif oksijen türleri (ROS) nerede meydana gelir?", "answers": { "text": [ "mitokondriyal" ], "answer_start": [ 606 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar neye neden olur?", "answers": { "text": [ "dokularda oksidatif stres" ], "answer_start": [ 978 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "Oksidatif stres membranlarda neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "lipit peroksidasyonu" ], "answer_start": [ 1056 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "Beynin oksidatif strese karşı duyarlılığı neden yüksektir?", "answers": { "text": [ "vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanması" ], "answer_start": [ 1224 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "Oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini ne doğurmuştur?", "answers": { "text": [ "Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması" ], "answer_start": [ 1413 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "Oksidatif stresin sinyal iletimi üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur" ], "answer_start": [ 1123 ] } }, { "context": "BAB ta tutarlı olarak tespit edilen biyolojik değişimlerden biri oksidatif stres hasarıdır. Uluslararası Bipolar Bozukluk Derneği'nin yakın zamanda yayınlandığı bir makalede, diğer belirteçlerin yanı sıra, BAB için potansiyel biyobelirteç olarak oksidatif stres parametreleri de belirtilmiştir. BAB'ta birçok oksidatif stres belirteci araştırılmış olsa da, sonuçlar tutarlı olmamıştır; bazı çalışmalarda BAB deneklerinde DNA, RNA, proteinler ve lipitlerde oksidatif hasar tanımlanmış olmasına karşın, bazı çalışmalarda sadece bazı antioksidan enzimlerin seviyelerinin değiştiği bildirilmiştir. Bu sonuçlar mitokondriyal elektron taşıma zincirinde mitokondriyal DNA mutasyonları ve protein seviyelerinin azalması gibi kanıtlarla desteklenmektedir. Reaktif oksijen türleri (ROS) mitokondride meydana gelir ve süperoksit dismutaz (SOD), katalaz ve glutatyon peroksidaz gibi antioksidan enzimler tarafından elimine edilir. Antioksidan aktivite ve ROS üretimi arasındaki bozukluklar dokularda oksidatif stres oluşmasına neden olur. Oksidatif stres membranlarda lipit peroksidasyonuna yol açabilir, bu nedenle de sinyal iletimi, yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur. Bütün bu süreçler nöral hasar meydana getirir. Beyin, vücuttaki oksijenin büyük bir bölümünü kullanmasından dolayı oksidatif strese karşı özellikle duyarlıdır ve beynin oksidatif stresi tolere etmeye yönelik antioksidan kapasitesi sınırlıdır. Beynin oksidatif metabolizmadaki değişimlere olan duyarlılığı ve nöropsikiyatrik bozukluklarda artan sayıda nörodejeneratif değişimin saptanması, oksidatif hasarın nöropsikiyatrik hastalıkların etiyolojisinin bir parçası olduğu fikrini doğurmuştur.", "question": "Oksidatif stresin sinyal iletimi üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "yapısal plastisite ve hücre esnekliği bozulur" ], "answer_start": [ 1123 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Bronşektazi nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "ilerleyici" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Bronşektazi ilk olarak kim tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Laennec" ], "answer_start": [ 238 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Reid’in yaptığı anatomik sınıflama neye dayanır?", "answers": { "text": [ "patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Silendirik bronşektazi nedir?", "answers": { "text": [ "Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir" ], "answer_start": [ 519 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Tübüler bronşektazi hangi başka adla da anılır?", "answers": { "text": [ "Silendirik bronşektazi" ], "answer_start": [ 495 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Tübüler bronşektazi diğer adı nedir?", "answers": { "text": [ "Silendirik bronşektazi" ], "answer_start": [ 495 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Kistik (sakküler) bronşektazi nasıl bir formdur?", "answers": { "text": [ "ağır" ], "answer_start": [ 899 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Kistik bronşektazi bronşları nasıl bir görünüme getirir?", "answers": { "text": [ "üzüm salkımını andıran" ], "answer_start": [ 966 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Bronşektazi hangi yıl Laennec tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1819" ], "answer_start": [ 225 ] } }, { "context": "Bronşektazi, tekrarlayan enfeksiyonlara bağlı olarak bronşial peribronşial dokunun inflamatuvar yıkımı ile beraber görülen ve hava yollarının geri dönüşümsüz genişlemesi ile karakterize ilerleyici bir hastalıktır. İlk olarak 1819 yılında Laennec tarafından tanımlanan bronşektazi, daha sonradan 1950 yılında Reid tarafından tanımlanmaya başlanmıştır. Reid’in yaptığı anatomik sınıflama en sık kullanılan sınıflama olup patolojik bulguları, radyolojik bulgularla korele eden bir sınıflamadır. a) Silendirik bronşektazi: Bronş uniform olarak genişlediğinde kullanılan bir terimdir. Enine kesit çapı artan bronş basitçe genişlemiştir, tübüler bronşektazi olarak da adlandırılır. b) Variköz bronşektazi: Bronşların geri dönüşümsüz genişler. Bronşlar, bacaklarda görülen varisli damarlar gibi hem genişlemiş hem de duvarları düzensizleşmiştir. c) Kistik (sakküler) bronşektazi: Bronşektazinin görülen en ağır formudur. Bronşlar içi püy dolu kistik yapı haline gelmiştir, üzüm salkımını andıran bir görünüm oluşturabilirler. Bronşlardaki dilatasyon akciğer periferine doğru artar ve bronşlar balon görünümdeki boşluklarda sonlanırlar.", "question": "Bronşlardaki dilatasyon kistik bronşektazide nasıl ilerler?", "answers": { "text": [ "akciğer periferine" ], "answer_start": [ 1043 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "Yara iyileşmesi hangi tıp dalının temelinde yer alan bir konudur?", "answers": { "text": [ "Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "Yaranın onarım şekli nasıl sıralanır?", "answers": { "text": [ "basitten komplekse doğru" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "Flep operasyonlarının başarı yüzdesini etkileyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar" ], "answer_start": [ 563 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "iskemiye sekonder" ], "answer_start": [ 930 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "İskemi sırasında hücresel hasara yol açan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü" ], "answer_start": [ 1026 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "Düşük kan akımı neye yol açar?", "answers": { "text": [ "nötrofil aktivasyonu" ], "answer_start": [ 1190 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "Yara iyileşmesini iyileştirmek için hangi faktörler araştırılmıştır?", "answers": { "text": [ "farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri" ], "answer_start": [ 1315 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "Yara onarımında kullanılan teknikler nelerdir?", "answers": { "text": [ "primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarım" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "İskemiye bağlı olarak ne ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "oksijen radikalleri" ], "answer_start": [ 992 ] } }, { "context": "Yara iyileşmesi Plastik ve Rekonstrüktif cerrahinin temelinde yer alan bir konudur. Bu dalın gelişmesi ile temel tıp tarihinden süregelen yara ve yara iyileşmesi konusunda farklı yöntem ve teknikler ortaya çıkmıştır. Yaranın en sade haliyle onarım şekli basitten komplekse doğru sıralanırsa primer onarım, greft ile onarım ve flep ile onarımdır. Her ne kadar flep ile defekt onarımı en sık kullanılan doku onarım tekniklerinden olsa da bu operasyonların başarı yüzdesi lokal ve sistemik faktörlerden yüksek oranda etkilenir. Başarıyı etkileyen faktörler arasında lokal hipoksi, anemi, diabet, immün baskılanma, romatizmal hastalıklar, malnütrisyon, radyasyon, sistemik hastalıklar gibi pek çok faktör mevcuttur. Bu faktörlerin yarattığı istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla farklı teknikler kullanılarak alıcı ve verici bölgenin durumu ideale yaklaştırılmaya çalışılır. Flep operasyonları sonrası ortaya çıkan doku ölümünün iskemiye sekonder olduğu düşünülmüştür. İskemiye bağlı olarak oksijen radikalleri ortaya çıkar. Adenozin trifosfatın yıkımı, enerjinin tükenimi ve kalsiyumun hücre içine göçü iskemi sırasındaki hücresel hasara yol açar. İskemi ile ortaya çıkan düşük kan akımı nötrofil aktivasyonuna ve buna bağlı hücre aracılıklı yıkıma yol açar. Mevcut durumu daha iyi hale getirmek amacıyla pek çok farmakolojik ajan, yöntem ve büyüme faktörleri araştırılmıştır.", "question": "Flep operasyonları sonrası istenmeyen kayıpların azaltılması amacıyla ne yapılır?", "answers": { "text": [ "farklı teknikler kullanılarak" ], "answer_start": [ 780 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Epilepsi tedavisinde son zamanlarda hangi diyetler tekrar kullanılmaya başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık)" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Ketojenik diyette hangi besin gruplarının oranı yüksektir?", "answers": { "text": [ "yağ, düşük protein ve karbonhidratlar" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Ketojenik diyet ve açlık ile hangi metabolik süreçlerin arttığı düşünülür?", "answers": { "text": [ "lipit metabolizmasını" ], "answer_start": [ 475 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Ketozis yapan diyetlerle immün sistem hangi düzeylere adapte olur?", "answers": { "text": [ "düşük glukoz" ], "answer_start": [ 596 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Ketojenik diyetlerde metabolizma hangi yönlere kayar?", "answers": { "text": [ "mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis" ], "answer_start": [ 648 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Kritik hastalığı olanlarda diyetin akut inflamasyon cevabına etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "artmış ya da azalmış şekilde" ], "answer_start": [ 864 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Diyetin inflamasyon cevabındaki değişimde hangi zaman dilimlerinin etkisi vardır?", "answers": { "text": [ "postprandiyal veya postabsortif" ], "answer_start": [ 933 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Ketojenik diyetler hangi tür hastalıklarda kullanılmaya başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "epilepsi" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Ketojenik diyette hangi sürecin inflamasyonu azalttığı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis" ], "answer_start": [ 648 ] } }, { "context": "Diyet uygulamaları epilepsi tedavisinde, cerrahi tedavi ve yeni antiepileptik ilaçların artan sayısına rağmen son zamanlarda tekrar güncellik kazandığı için ketojenik diyetler ve kalorisi kısıtlanmış standart diyetler (açlık) yeniden kullanılmaya başlanmıştır. Bu diyetlerin faydalı sonuçları genellikle ketozise bağlanmaktadır. Ketojenik diyette yüksek yağ, düşük protein ve karbonhidratların aynen açlıkta olduğu gibi ketozise neden olduğu öne sürülmüştür. Bu diyetler ile lipit metabolizmasının arttığı ve inflamatuar hastalıkların azaldığı düşünülür. Ketozis yapan bu diyetlerle immün sistem düşük glukoz düzeylerine adapte olur ve metabolizma mitokondriyal yağ asiti oksidasyonu, ketogenezis ve ketolizis yönüne doğru kayarak inflamasyonu azaltır. Ancak kritik hastalığı olanlarda diyetle doku tiplerine ve enfeksiyon çeşitlerine göre akut inflamasyon cevabı artmış ya da azalmış şekilde gerçekleşebilir. Bu cevabın değişiminde postprandiyal veya postabsortif zamanlarında etkisinin olduğu çok yeni literatürlerde dikkat çekmeye başlamıştır.", "question": "Ketozis yapan diyetler nasıl bir etki gösterir?", "answers": { "text": [ "inflamasyonu azaltır" ], "answer_start": [ 731 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Postoperatif bulantı ve kusma ne zaman görülür?", "answers": { "text": [ "operasyondan sonraki ilk iki saatte" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Postoperatif bulantı ve kusmanın oranı nedir?", "answers": { "text": [ "ortalama %34-36" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Postoperatif bulantı ve kusma hangi hastalarda morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır?", "answers": { "text": [ "şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Uzun ve inatçı kusmalar yaşlılar ve çocuklarda neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "dehidratasyon" ], "answer_start": [ 391 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Postoperatif bulantı ve kusma hastanın hastaneden taburculuğunu nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Postoperatif bulantı ve kusmanın önlenmesinde neye neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "yeni arayışların doğmasına" ], "answer_start": [ 650 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Postoperatif bulantı ve kusma hastane giderlerini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "arttırabilmektedir" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Postoperatif bulantı ve kusmanın hastane giderine etkisi nasıldır?", "answers": { "text": [ "arttırabilmektedir" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Postoperatif bulantı ve kusmanın özellikle hangi hasta grubunda aspirasyona neden olarak morbiditeyi arttırır?", "answers": { "text": [ "şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Postoperatif bulantı ve kusma birçok sebebe bağlı, sık karşılaşılan (ortalama %34-36) ve özellikle operasyondan sonraki ilk iki saatte görülen bir problemdir. Postoperatif bulantı ve kusma, şuuru kapalı, laringeal refleksleri yetersiz hastalarda aspirasyona neden olarak morbidite ve mortaliteyi arttırmaktadır. Uzun, inatçı kusmalar yaşlılarda ve çocuklarda hem elektrolit imbalansı hem de dehidratasyona neden olabilmektedir. Bulantı, öğürme veya kusma, hastanın derlenme odasından ayrılış süresini ve hastaneden taburculuğunu geciktirerek hastane giderlerini ve nozokomiyal enfeksiyonları arttırabilmektedir. Tüm bu sebepler POBK’nın önlenmesinde yeni arayışların doğmasına neden olmuştur.", "question": "Postoperatif bulantı ve kusmanın hastane giderlerine nasıl etkisi olabilir?", "answers": { "text": [ "arttırabilmektedir" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Aort kapak hastalıklarında tedavi yöntemleri neye göre değişiklik göstermektedir?", "answers": { "text": [ "hastalığın derecesine" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Aort kapak hastalıklarında tedavi yöntemleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "perkütan ya da cerrahi müdahale" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Müdahale edilmesine karar verilen hastalarda ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "risk sınıflaması" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Karar aşamasında hangi uzmanlardan oluşan bir kardiyak takım olmalıdır?", "answers": { "text": [ "kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezist" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Klinikte imkan varsa hangi uzmanlar kardiyak takıma dahil edilebilir?", "answers": { "text": [ "geriatrist, nörolog ve nefrolog" ], "answer_start": [ 596 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Aort kapak hastalıklarında hangi müdahale yöntemleri uygulanabilir?", "answers": { "text": [ "perkütan ya da cerrahi" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Aort kapak hastalıklarında ideal kardiyak takım hangi uzmanlardan oluşur?", "answers": { "text": [ "kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezist" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Aort kapak hastalıklarında kardiyak takıma hangi uzmanlar eklenebilir?", "answers": { "text": [ "geriatrist, nörolog ve nefrolog" ], "answer_start": [ 596 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Aort kapak hastalığında tedavi yöntemine neye göre karar verilir?", "answers": { "text": [ "hastalığın ciddiyetine" ], "answer_start": [ 158 ] } }, { "context": "Aort kapak hastalıkları olan insanların hastalığın derecesine göre tedavi yöntemlerinde değişiklik göstermekte olup, sadece takip medikal tedavi ile takip ve hastalığın ciddiyetine göre perkütan ya da cerrahi müdahale gerekebilir. Müdahale edilmesine karar verilen hastaların risk sınıflaması yapıldıktan sonra müdahale çeşidine karar verilmelidir. Bu karar aşamasında ideal olarak kalp cerrahi, girişimsel kardiyolog, kardiyak ekokardiyografiyi iyi yapıp değerlendiren kardiyolog ve kalp cerrahisi ile ilgilenen bir kardiyak anestezistten oluşan kardiyak takım olmalıdır. Kliniğin imkanına göre geriatrist, nörolog ve nefrolog da olabilir.", "question": "Risk sınıflaması yapıldıktan sonra neye karar verilmelidir?", "answers": { "text": [ "müdahale çeşidine" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyete nedir?", "answers": { "text": [ "duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyete bozukluğu ne anlama gelir?", "answers": { "text": [ "belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyetenin fizyolojik belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme" ], "answer_start": [ 212 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyetenin psikolojik belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyete ile korku arasındaki fark nedir?", "answers": { "text": [ "kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi" ], "answer_start": [ 514 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyete bozukluğu hangi durumları içerir?", "answers": { "text": [ "sıkıntı ve işlev bozukluğu" ], "answer_start": [ 171 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyete durumunda benlik nasıl hisseder?", "answers": { "text": [ "kendini tehdit altında" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyetenin psikolojik belirtileri nedir?", "answers": { "text": [ "sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyetenin kaynağı nedir?", "answers": { "text": [ "tehlike" ], "answer_start": [ 537 ] } }, { "context": "Anksiyete duygulanımda kaygı, korku, sıkıntı, bunaltı hali, benliğin kendini tehdit altında hissettiği gerilim durumudur. Anksiyete bozukluğu ise anksiyete bağlı belirgin sıkıntı ve işlev bozukluğu anlamındadır. Çarpıntı, nefes almada zorluk, boğuluyormuş gibi hissetme, hızlı hızlı nefes alma, kalp hızının artması, ellerde ve ayaklarda titreme, aşırı terleme gibi fizyolojik belirtileri yanında sıkıntı, heyecan, aniden çok kötü bir şey olacakmış hissi ve korkusu gibi psikolojik belirtileri vardır. Anksiyeteyi kaynağı bilinmeyen bir tehlike beklentisi ile sınırlandırarak korkudan ayırt edebiliriz.", "question": "Anksiyete bozukluğunun fizyolojik belirtilerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "ellerde ve ayaklarda titreme" ], "answer_start": [ 317 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "Kalp yetmezliği nedir?", "answers": { "text": [ "klinik bir sendrom" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "Kalp yetmezliğinin tipik semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk" ], "answer_start": [ 197 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "Kalp yetmezliğinde hangi bulgular gözlenir?", "answers": { "text": [ "artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "AKY nedir?", "answers": { "text": [ "Kalp yetmezliği" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "Kalp yetmezliği semptomlarının hızlı başlangıçlı olması durumu ne olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "AKY" ], "answer_start": [ 369 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "Kalp yetmezliğine hangi kardiyak anormallikler neden olabilir?", "answers": { "text": [ "yapısal veya fonksiyonel" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "Kalp yetmezliğinin dinlenme ya da efor sırasında hangi duruma yol açar?", "answers": { "text": [ "düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçlar" ], "answer_start": [ 111 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "Kalp yetmezliği semptomlarının kötüleşmesi durumu nasıl adlandırılır?", "answers": { "text": [ "Kalp yetmezliği" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "Kalp yetmezliğinde artmış intrakardiyak basınçların tipik semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk" ], "answer_start": [ 197 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği; yapısal veya fonksiyonel kardiyak anormalliklerin neden olduğu, dinlenme ya da efor sırasında düşük kardiyak output (CO) ve artmış intrakardiyak basınçların ile tipik semptomlara (nefes darlığı, ayak bileği ödemi ve yorgunluk) eşlik eden bulgularla (artmış juguler venöz dolgunluk, pulmoner raller ve periferik ödem) karakterize klinik bir sendromdur. AKY, kalp yetmezliği semptom ve bulgularının hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi olarak ifade edilebilir.", "question": "AKY'de semptomlar nasıl bir başlangıç gösterir?", "answers": { "text": [ "hızlı başlangıçlı olması ya da kötüleşmesi" ], "answer_start": [ 414 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "DM nedir?", "answers": { "text": [ "heterojen metabolik bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 215 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "DM'nin karakterize özelliği nedir?", "answers": { "text": [ "hiperglisemi" ], "answer_start": [ 282 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "DM'nin kronik komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati" ], "answer_start": [ 341 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "DM hangi makrovasküler hastalıkların oluşmasına neden olur?", "answers": { "text": [ "serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları" ], "answer_start": [ 455 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "Makrovasküler hastalıklar DM'de nasıl bir seyir izler?", "answers": { "text": [ "ağır" ], "answer_start": [ 603 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "DM'nin neden olduğu bozukluklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "karbonhidrat, yağ ve protein metabolizması" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "DM'nin kronik komplikasyonları arasında hangi mikrovasküler hastalıklar yer alır?", "answers": { "text": [ "nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati" ], "answer_start": [ 341 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "DM hangi hücrelerden sekrete edilen hormonun eksikliği ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "beta hücrelerinden" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "DM'nin etkilediği metabolizmalar nelerdir?", "answers": { "text": [ "karbonhidrat, yağ ve protein" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "DM, pankreasın beta hücrelerinden sekrete edilen insülin hormonunun mutlak ya da kısmi eksikliği veya hedef organdaki etkisizliği sonucu karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmasında oluşan bozukluklar ile seyreden heterojen metabolik bir hastalıktır. Karakterize bir özelliği olan hiperglisemisi ile DM’nin kronik komplikasyonlarından olan nefropati, periferik ve otonom nöropati, retinopati gibi mikrovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Bunun yanında serebrovasküler hastalıklar, periferik damar hastalıkları ve koroner kalp hastalıkları gibi makrovasküler hastalıkların da daha erken oluşmasına ve ağır seyretmesine neden olur.", "question": "DM'nin makrovasküler komplikasyonlarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "koroner kalp hastalıkları" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamolün analjezik gücü NSAİİ'lere göre nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha zayıftır" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamol neden sıklıkla tercih edilir?", "answers": { "text": [ "daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamolün moleküler yapısı nasıldır?", "answers": { "text": [ "düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamolün pKa değeri nedir?", "answers": { "text": [ "9.7" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamolün yarı ömrü nasıldır?", "answers": { "text": [ "kısadır" ], "answer_start": [ 295 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamolün fizyolojik pH değerlerinde iyonize olma durumu nasıldır?", "answers": { "text": [ "iyonize değildir" ], "answer_start": [ 356 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamol hücre zarından nasıl geçebilir?", "answers": { "text": [ "pasif difüzyon" ], "answer_start": [ 391 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamol hangi moleküler özelliklere sahiptir?", "answers": { "text": [ "düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamolün diğer analjeziklerden farkı nedir?", "answers": { "text": [ "daha zayıftır" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Parasetamolün analjezik gücüne bakacak olursak, NSAİİ'lerden veya selektif COX-2 inhibitörlerinden daha zayıftır, ancak daha iyi tolere edildiği düşünüldüğü için sıklıkla tercih edilir. Parasetamol moleküler yapı olarak düşük moleküler ağırlığa sahip ve zayıf bir asittir (pKa 9.7) ve yarı ömrü kısadır. Bu nedenle, temel olarak fizyolojik pH değerlerinde iyonize değildir ve hücre zarından pasif difüzyonla geçebilir.", "question": "Parasetamolün tolere edilebilirliği nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha iyi tolere edildiği" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "Tükenmişlik kavramı bilimsel yayınlara ilk olarak ne zaman girmiştir?", "answers": { "text": [ "1974" ], "answer_start": [ 51 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "Herbert J. Freudenberger tükenmişliği nasıl tanımlamaktadır?", "answers": { "text": [ "enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak" ], "answer_start": [ 166 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "Pines ve Aronson tükenmişliği nasıl tanımlamaktadır?", "answers": { "text": [ "bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır" ], "answer_start": [ 314 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "Tükenmişlik durumu nelere neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "strese, umutsuzluğa, çaresizliğe" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "Bakker ve ark. tükenmişliği nasıl kavramlaştırmıştır?", "answers": { "text": [ "işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak" ], "answer_start": [ 506 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "Günümüzde en yaygın kabul gören tükenmişlik tanımı kime aittir?", "answers": { "text": [ "C. Maslach" ], "answer_start": [ 643 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "C. Maslach tükenmişliği kaç boyutta tanımlamaktadır?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 175 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "Maslach'a göre tükenmişlik en çok hangi meslek gruplarında görülmektedir?", "answers": { "text": [ "işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda" ], "answer_start": [ 687 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "Tükenmişliğin en yaygın kabul gören tanımı neleri içermektedir?", "answers": { "text": [ "duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi" ], "answer_start": [ 755 ] } }, { "context": "Tükenmişlik kavramı, bilimsel yayınlara ilk olarak 1974 yılında “Personel Tükenmişliği” adlı makale ile girmiştir. Herbert J. Freudenberger bu makalede tükenmişliği, enerji, güç veya kaynaklar üzerindeki aşırı taleplerden dolayı tükenmeye başlamak olarak tanımlanmaktadır. Pines ve Aronson’a göre ise tükenmişlik, bir şevk, enerji, idealizm, perspektif ve amaç kaybıdır. Sürekli strese, umutsuzluğa, çaresizliğe neden olan fiziksel, duygusal ve zihinsel bir tükenme durumudur. Bakker ve ark. tükenmişliği; işle ilgili negatif deneyimlerin sonucu ortaya çıkan bir sendrom olarak kavramlaştırmışlardır. Günümüzde en yaygın kabul gören tanım ise C. Maslach’a aittir. Maslach tükenmişliği, “işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi” şeklinde üç boyutta tanımlanmaktadır.", "question": "Tükenmişlik kavramı ilk olarak hangi makalede yer almıştır?", "answers": { "text": [ "Personel Tükenmişliği" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Sağlık hizmetleri finansmanı neyi belirleyen unsurlardan biridir?", "answers": { "text": [ "ülkenin sağlık sisteminin performansını" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Sağlık hizmetleri finansmanı bireysel ve toplumsal olarak neleri etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Sağlık sisteminin finanse edilme durumu neyin anahtar belirleyicisidir?", "answers": { "text": [ "toplum sağlığı ve refahını" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Sağlık hizmetleri finansmanı toplumun hangi yönünü etkiler?", "answers": { "text": [ "sağlık düzeyini" ], "answer_start": [ 275 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Finansal riske karşı korumayı hangi unsur etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "Sağlık hizmetleri finansmanı" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Sağlık hizmetlerinin verimliliğini etkileyen unsur nedir?", "answers": { "text": [ "Sağlık hizmetleri finansmanı" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Sağlık hizmetleri finansmanı, sunulan hizmetlerin hangi yönünü etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "verimliliğini" ], "answer_start": [ 251 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu hangi kavramların belirleyicisidir?", "answers": { "text": [ "toplum sağlığı ve refahını" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Sağlık hizmetleri finansmanı hangi hizmetlerin var olmasını etkiler?", "answers": { "text": [ "Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan" ], "answer_start": [ 102 ] } }, { "context": "Sağlık hizmetleri finansmanı, ülkenin sağlık sisteminin performansını belirleyen unsurlardan biridir. Bireysel ve toplumsal olarak ihtiyaç duyulan hizmetlerin var olmasını, var olan hizmetlere erişimi, kaliteli hizmet kullanımını, sunulan hizmetlerin verimliliğini, toplumun sağlık düzeyini ve finansal riske karşı korumayı etkilemektedir. Kısacası bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu toplum sağlığı ve refahının anahtar belirleyicisi konumundadır.", "question": "Bir sağlık sisteminin finanse edilme durumu neyin anahtar belirleyicisidir?", "answers": { "text": [ "toplum sağlığı ve refahını" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "Miyofasiyal ağrı sendromu (MAS) hangi özelliklerle karakterize edilir?", "answers": { "text": [ "hiperirritabl TN’ler" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "MAS nasıl bir kas-iskelet sistemi sorunu olarak düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "non-inflamatuar" ], "answer_start": [ 134 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "MAS tanılı hastalar hangi semptomlardan yakınırlar?", "answers": { "text": [ "ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon" ], "answer_start": [ 222 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "MAS tanılı hastalarda görülebilecek otonomik disfonksiyon belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "Miyofasiyal ağrı sendromu kısaca nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "MAS tanılı hastalarda seyrek olarak hangi semptomlar görülmektedir?", "answers": { "text": [ "otonomik disfonksiyon" ], "answer_start": [ 301 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "MAS hastalarında görülen kas spazmı ve güçsüzlük hangi sendromun belirtileridir?", "answers": { "text": [ "Miyofasiyal ağrı sendromu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "Miyofasiyal ağrı sendromunun inflamatuar olup olmadığı hakkında ne düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "non-inflamatuar" ], "answer_start": [ 134 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "MAS tanılı hastalarda görülen vazomotor semptomlar hangi tür disfonksiyonun bir parçasıdır?", "answers": { "text": [ "otonomik disfonksiyon" ], "answer_start": [ 301 ] } }, { "context": "Miyofasiyal ağrı sendromu, hiperirritabl TN’ler ile karakterize, ağrı, azalmış ağrı eşiği ve hareket kısıtlılığı ile kendini gösteren non-inflamatuar olduğu düşünülen bir kas-iskelet sistemi sorunudur. MAS tanılı hastalar ağrı, kas spazmı, duyarlılık, hareket kısıtlılığı, güçsüzlük ve seyrek de olsa otonomik disfonksiyon (anormal terleme, lakrimasyon artışı, dermal flashing, vazomotor semptomlar, ısı değişikliği vb) semptomlarından yakınırlar.", "question": "MAS tanılı hastalarda hareket kısıtlılığı hangi sendromun bir belirtisidir?", "answers": { "text": [ "Miyofasiyal ağrı sendromu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "Optik sinirin uzunluğu yaklaşık ne kadardır?", "answers": { "text": [ "40 mm" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "Optik sinirin ortalama çapı kılıfla birlikte ne kadardır?", "answers": { "text": [ "4 mm" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "Optik sinir ve kılıfı arasında ne kadar genişlikte bir subaraknoid alan bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "0.1-0,2 mm" ], "answer_start": [ 132 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "İntrakranial basınç arttığında ne olur?", "answers": { "text": [ "BOS geçişi" ], "answer_start": [ 247 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "İntrakranial basınç artışı dural kılıfta neye neden olur?", "answers": { "text": [ "genişleme" ], "answer_start": [ 342 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "Dural kılıftaki genişlemeden etkilenen kısım nerede bulunur?", "answers": { "text": [ "globun 3 mm posteriorundaki" ], "answer_start": [ 383 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "OSKÇ hangi kısımdan ölçülür?", "answers": { "text": [ "globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi" ], "answer_start": [ 383 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "OSKÇ'nin normal değeri kaç mm olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "5 mm" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda ne gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "KİB’in >20 mmHg" ], "answer_start": [ 586 ] } }, { "context": "Optik sinir uzunluğu yaklaşık 40 mm olup ortalama çapı ise kılıfla birlikte 4 mm, kılıfsız 3 mm’dir. Optik sinir ve kılıfı arasında 0.1-0,2 mm genişliğinde subaraknoid alan bulunmaktadır. İntrakranial basınç arttığında perinöral subaraknoid alana BOS geçişi olur. Böylece optik sinir etrafındaki basınç artış gösterir. Bu durum dural kılıfta genişlemeyle sonuçlanır. Bu genişlemeden globun 3 mm posteriorundaki dural kılıf kesimi etkilenir ve OSKÇ da bu kısımdan ölçülür. OSKÇ normal değeri 5 mm olarak kabul edilmektedir. Yapılan bir çalışmada OSKÇ’nin 5 mm’den fazla olduğu vakalarda KİB’in >20 mmHg olduğunu göstermiştir.", "question": "OSKÇ normal değeri nedir?", "answers": { "text": [ "5 mm" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler nerelerden toplanmaktadır?", "answers": { "text": [ "acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Son 10 yılda anafilaksi sıklığına ilişkin hangi tespit yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "tüm yaş gruplarında giderek arttığı" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Anafilaksi sıklığı son yayınlara göre ne kadardır?", "answers": { "text": [ "50-112/100.000/yıl" ], "answer_start": [ 358 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkında artan sayıda veriler hangi kaynaklara dayanarak toplanmıştır?", "answers": { "text": [ "acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Anafilaksi sıklığının artmasına bağlı olarak hangi tespit yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "tüm yaş gruplarında" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Tahmini anafilaksi prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "% 0.3-5.1" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında artmasına neden olan faktör nedir?", "answers": { "text": [ "verilerin artmasına" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Son yayınlara göre anafilaksi sıklığı hangi aralıkta belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "50-112/100.000/yıl" ], "answer_start": [ 358 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Tahmini anafilaksi prevalansı ne kadar olarak belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "% 0.3-5.1" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "Anafilaksi epidemiyolojisi hakkındaki veriler acil servisler, bölgesel ve ulusal veri tabanları ve sağlık bakım organizasyonları gibi çeşitli kaynaklardan toplanmaktadır. Artan sayıda yayınlar sayesinde son 10 yılda verilerin artmasına bağlı anafilaksi sıklığının tüm yaş gruplarında giderek arttığı tespit edilmiştir. Son yayınlara göre, anafilaksi sıklığı 50-112/100.000/yıl, tahmini prevalans % 0.3-5.1'dir.", "question": "Son 10 yılda artan sayıda yayınlar hangi konuda verilerin artmasına neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "Anafilaksi" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talasemi dünyada nasıl bir hastalık olarak öngörülmektedir?", "answers": { "text": [ "genetik" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talasemi dünya nüfusunun yüzde kaçını etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "%3" ], "answer_start": [ 93 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talasemi özellikle hangi bölgelerde endemik olarak görülür?", "answers": { "text": [ "Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talaseminin dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde yüksek sıklıklara ulaşmasının nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından" ], "answer_start": [ 290 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talasemi son yıllarda hangi kıtalarda daha sık görülmeye başlamıştır?", "answers": { "text": [ "Avrupa ve Amerika" ], "answer_start": [ 484 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talaseminin Avrupa ve Amerika kıtalarında görülme sıklığının artmasının nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "yoğun göçler" ], "answer_start": [ 517 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talasemi hangi hastalıktan korunmada avantaj sağlayan heterozigotlar nedeniyle yaygınlaşmıştır?", "answers": { "text": [ "falciparum malaryanın" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talasemi hangi bölgelerde endemik olarak bulunur?", "answers": { "text": [ "Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talasemi hangi kıtalarda son yıllarda daha sık görülmeye başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Avrupa ve Amerika" ], "answer_start": [ 484 ] } }, { "context": "Talasemi dünyada en sık görülen genetik hastalık olarak öngörülmektedir. Tüm dünya nüfusunun %3 ‘ünü etkilemekle beraber, özellikle Türkiye’nin de içinde bulunduğu Akdeniz Havzası, Ortadoğu, Hindistan, Güneydoğu Asya ve Tropikal Afrika’da endemik olarak görülür. Birçok farklı mutant alel, heterozigotların bir ölçüde falciparum malaryanın etkilerinden korunmuş olmasından dolayı, dünyanın tropikal ve subtropikal bölgelerinde seçilerek çok yüksek sıklıklara ulaşmıştır. Son yıllarda Avrupa ve Amerika kıtalarında da yoğun göçler nedeniyle görülme sıklığı artmıştır.", "question": "Talasemi dünya nüfusunun yüzde kaçını etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "%3" ], "answer_start": [ 93 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda enfeksiyon sıklığı ve şiddeti neden artmaktadır?", "answers": { "text": [ "savunma sistemlerinin bozulmuş olması" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "Ne artmaktadır?", "answers": { "text": [ "aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "İmmün yetmezlikli hastalar neden patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar?", "answers": { "text": [ "sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği ve etkinliği hakkında ne söylenebilir?", "answers": { "text": [ "veriler kısıtlı" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda yapılan çalışmalar genelde nasıl hasta gruplarını içermektedir?", "answers": { "text": [ "küçük hasta grupları" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "Neden aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır?", "answers": { "text": [ "savunma sistemlerinin bozulmuş olması" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "İmmün yetmezlikli hastalarda patojenlere maruz kalma riski hangi faktöre bağlıdır?", "answers": { "text": [ "sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların immünojenik etkisi hakkında ne söylenebilir?", "answers": { "text": [ "güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlı" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda yapılan çalışmalar genelde nasıl hasta gruplarını içermektedir?", "answers": { "text": [ "küçük hasta grupları" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır; bu nedenle bu hasta grubunun aşılanması önemlidir. Bu hastalar aynı zamanda sağlık kuruluşlarında sık bulunmaları nedeniyle patojenlere daha fazla maruz kalmaktadırlar. Bağışıklık sistemi zayıflamış hastalarda aşıların güvenliği, immünojenik etkisi ve etkinliği hakkında veriler kısıtlıdır, yapılmış olan çalışmalar genelde küçük hasta grupları içermektedir.", "question": "İmmün yetmezlikli hasta grubunda aşılanmanın önemi hangi faktörle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "savunma sistemlerinin bozulmuş olması nedeniyle aşı ile önlenebilir enfeksiyon sıklığı ve şiddeti artmaktadır" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazlar hangi antibiyotik gruplarını hidrolize edebilir?", "answers": { "text": [ "geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazlar karbapenemlerin dışında hangi antibiyotikleri etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisin" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazlar hangi özellikleri nedeniyle geniş direnç spektrumuna sahiptir?", "answers": { "text": [ "hidrolize edebilir" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazlar neden geniş direnç spektrumuna sahiptir?", "answers": { "text": [ "hidrolize edebilir" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazların direnç spektrumu nasıldır?", "answers": { "text": [ "geniş" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazlar karbapenemleri nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "hidrolize" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazlar hangi tip sefalosporinleri hidrolize edebilir?", "answers": { "text": [ "oksiimino-sefalosporinler" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazların hidrolize edebildiği penisilinlerin spektrumu nasıldır?", "answers": { "text": [ "geniş" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazların sahip olduğu direnç spektrumu ne kadar geniştir?", "answers": { "text": [ "oldukça geniş" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Karbapenemazlar, yalnızca karbapenemleri değil aynı zamanda geniş spektrumlu penisilinler, oksiimino-sefalosporinler ve sefamisinleri de hidrolize edebilir. Bu nedenle oldukça geniş direnç spektrumununa sahiptirler.", "question": "Karbapenemazlar sefamisinleri nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "hidrolize" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Kronik öksürük hangi durumlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Kronik öksürük yaşam kalitesini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "olumsuz etkileyen bir yakınma" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Kronik öksürüğün uyku kalitesine etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Öksürük nedeniyle bireyler ne gibi uyku sorunu yaşayabilir?", "answers": { "text": [ "verimsiz" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Kronik öksürüğün neden olduğu iş gücü kaybı, hangi diğer durumlarla birlikte anılmaktadır?", "answers": { "text": [ "sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Kronik öksürük bireylerin sabah nasıl hissetmesine neden olabilir?", "answers": { "text": [ "yorgun ve dinlenmemiş" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Kronik öksürüğün olumsuz etkilediği iki ana alan nedir?", "answers": { "text": [ "yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir" ], "answer_start": [ 151 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Kronik öksürüğün uykuya dalma üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir" ], "answer_start": [ 307 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Bireyler, kronik öksürük nedeniyle geceleri nasıl etkilenebilir?", "answers": { "text": [ "sık sık uyanabilir" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Kronik öksürüğün varlığı, sağlık maliyeti, gereksiz ilaç kullanımı ve iş gücü kaybı gibi durumlara neden olabilmektedir. Kronik öksürük, uzun süren ve yaşam kalitesini olumsuz etkileyen bir yakınma olmasının yanı sıra uyku kalitesini de olumsuz etkileyebilir. Öksürükten dolayı bireyler sık sık uyanabilir, tekrar uykuya dalmakta güçlük çekebilir ve verimsiz bir uyku sonrası sabah yorgun ve dinlenmemiş olarak uyanabilir.", "question": "Kronik öksürüğün sağlık maliyeti ve iş gücü kaybı dışında neden olabileceği bir durum nedir?", "answers": { "text": [ "gereksiz ilaç kullanımı" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "Obsesif kompulsif bozukluk nedir?", "answers": { "text": [ "obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "OKB’nin ana özellikleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "obsesyon ve kompulsiyonlardır" ], "answer_start": [ 232 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "Obsesyon kelimesi hangi dilden gelmektedir?", "answers": { "text": [ "Latince" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "Obsesyon kelimesinin kökeni nedir?", "answers": { "text": [ "Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere”" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "Obsesyon genellikle hangi tür düşünceler, dürtüler veya imgeler olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "egodistonik" ], "answer_start": [ 546 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "Kompulsiyon kelimesinin kökeni nedir?", "answers": { "text": [ "compellere" ], "answer_start": [ 671 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "Kompulsiyonlar neden ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla" ], "answer_start": [ 764 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "Kompulsiyonlar ne tür eylemlerle kendini gösterir?", "answers": { "text": [ "yineleyen motor ve zihinsel" ], "answer_start": [ 867 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "Obsesyonun kişinin zihninden uzaklaştıramadığı düşünceler nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "egodistonik" ], "answer_start": [ 546 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk, obsesyon ve/veya kompulsiyonlar ile seyreden, genellikle süreğen bazen de epizodik özellik gösteren, kişide sıkıntıya neden olan, işlevselliğini bozan psikiyatrik bir hastalıktır. OKB’nin ana özellikleri obsesyon ve kompulsiyonlardır. Kelime anlamı olarak obsesyon Latince kuşatma anlamında olan “obsideratum” / “obsidere” ‘den gelmektedir. Çoğu kez anksiyeteyi tetikleyen, kişinin baskılayamadığı, rahatsız edici, tekrarlayıcı, kişinin anlamsız olduğunu bilmesine rağmen istemli çaba ile zihninden uzaklaştıramadığı, egodistonik düşünce, dürtü ya da imgelerdir. Kompulsiyon ise, kelime anlamı olarak bir şey yapmaya zorlanmak anlamına gelen “compellere” kelimesinden gelmektedir. Kompulsiyonlar obsesyonlara tepki olarak ortaya çıkan, bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek amacıyla yineleyen motor ve zihinsel eylemlerdir.", "question": "Kompulsiyonların amacı nedir?", "answers": { "text": [ "bu düşünceleri zihinden uzaklaştırmak, obsesyonların yol açtığı sıkıntıyı azaltmak, yok etmek" ], "answer_start": [ 764 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "Kronik böbrek hastalığı nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "Kronik böbrek hastalığının en az ne kadar süre boyunca devam eden bir bozulma olması gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "3 ay" ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "Kronik böbrek hastalığı hangi organın yapısı veya işleyişinde bozulma ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "böbrek" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) kaç mL/dk/1.73 m2'nin altına inmesi kronik böbrek hastalığı olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "60" ], "answer_start": [ 225 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "National Kidney Foundation hangi yıl KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin kılavuz yayınlamıştır?", "answers": { "text": [ "2002" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "2012 yılında hangi konferansta KBH kılavuzu modifiye edilmiştir?", "answers": { "text": [ "Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında" ], "answer_start": [ 467 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "Kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken hangi kriter temel alınmaktadır?", "answers": { "text": [ "glomerüler filtrasyon hızına" ], "answer_start": [ 635 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "Evre 5 KBH'nin tanımı nedir?", "answers": { "text": [ "GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evre" ], "answer_start": [ 704 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "Evre 5 KBH'de glomerüler filtrasyon hızı kaç mL/dk/1.73 m2'nin altına düşer?", "answers": { "text": [ "15" ], "answer_start": [ 712 ] } }, { "context": "Kronik böbrek hastalığı, nefronların kronik, progresif ve geri dönüşümsüz kaybı ile karakterize; etyolojisi ne olursa olsun, en az 3 ay süren böbrek yapı veya işleyişindeki bozulma ve/veya glomerüler filtrasyon hızının (GFH) 60 ml/dk/1,73 m2'nin altına inmesi durumu olarak tanımlanmaktadır. National Kidney Foundation Kidney Disease Outcomes Quality Initiative tarafından KBH'nin tanımı ve evrelemesine ilişkin 2002 yılında kılavuz yayınlamış ve en son 2012 yılında Kidney Disease Improving Global Outcome Tartışma Konferansında bu kılavuz modifiye edilmiştir. Bu kılavuza göre kronik böbrek hastalığı sınıflandırılırken temel olarak glomerüler filtrasyon hızına göre kategorize edilmiştir. Evre 5 KBH, GFH'nin 15 mL/dk/1.73 m2'nin altına indiği ve hayatın idamesi için renal replasman tedavilerinin (RRT) gereksinim duyulduğu evredir.", "question": "Evre 5 KBH'de hangi tedavilere gereksinim duyulur?", "answers": { "text": [ "renal replasman tedavilerinin" ], "answer_start": [ 771 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigara kullanımına bağlı olumsuz etkiler nasıl düzelmektedir?", "answers": { "text": [ "sigaranın bırakılması" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigaranın bırakılması en fazla hangi yaşta yarar sağlamaktadır?", "answers": { "text": [ "genç" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigaranın orta yaşta bırakılması ne gibi sonuçlar doğurmaktadır?", "answers": { "text": [ "riskin ortadan kalktığı" ], "answer_start": [ 244 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigara bırakıldıktan ne kadar süre sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir?", "answers": { "text": [ "15 yıl" ], "answer_start": [ 290 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigaranın bırakılması vücuttaki olumsuz etkiler üzerinde ne gözlemlenir", "answers": { "text": [ "düzeldiği" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigara bırakıldıktan sonra ölüm riski hangi bireylerle aynı oranlara gelmektedir?", "answers": { "text": [ "hiç sigara içmemiş" ], "answer_start": [ 314 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigara ne zaman bırakıldığında en fazla yarar sağlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "genç yaşta" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigara kullanımına bağlı olumsuz etkilerin düzelmesi nasıl gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "sigaranın bırakılmasıyla" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigara bırakıldığında vücutta oluşan riskler ne zaman ortadan kalkmaktadır?", "answers": { "text": [ "orta yaşlarda" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Sigara kullanımına bağlı vücutta oluşan olumsuz etkilerin çoğunun, sigaranın bırakılmasıyla düzeldiği gözlenmiştir. Sigaranın genç yaşta bırakılmasıyla en fazla yararın sağlandığı gözlenmekle birlikte orta yaşlarda bırakmanın sonucunda da çoğu riskin ortadan kalktığı görülmüştür. Ortalama 15 yıl sonra ölüm riski hiç sigara içmemiş bireylerle aynı oranlara gelmektedir.", "question": "Sigara bırakıldıktan kaç yıl sonra ölüm riski azalır?", "answers": { "text": [ "15" ], "answer_start": [ 290 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Nargile içicileri nargileyi nasıl görmektedir?", "answers": { "text": [ "çok daha masum" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Nargile de diğer tütün ürünleri gibi ne tür bir etkiye sahiptir?", "answers": { "text": [ "bağımlılık yapıcı" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Nargilenin sağlık açısından zararları neyle gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "bilimsel çalışmada" ], "answer_start": [ 224 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Nargile kullanımının hangi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Nargile kullanımı hangi kanser risklerini arttırmaktadır?", "answers": { "text": [ "akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri" ], "answer_start": [ 612 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Nargile kullanımı kanser riskini kaç kat arttırmaktadır?", "answers": { "text": [ "13 kat" ], "answer_start": [ 668 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Nargile kullanımının hangi sağlık sorunlarına neden olduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara" ], "answer_start": [ 693 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü’nün Küresel Tütün Salgını Raporu'na göre nargile kullanımı hangi hastalıklarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler" ], "answer_start": [ 868 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Nargile kullanımının küçük hava yolları üzerine ne tür etkileri vardır?", "answers": { "text": [ "olumsuz etkileri" ], "answer_start": [ 1006 ] } }, { "context": "Nargile, özellikle nargile içicileri arasında sigaraya göre çok daha masum olarak görülmektedir. Halbuki nargile de diğer tütün ürünleri gibi bağımlılık yapıcı etkiye sahiptir ve nargilenin sağlık açısından zararları birçok bilimsel çalışmada gösterilmiştir. Her ne kadar nargile ile ilgili epidemiyolojik çalışmalar göreceli olarak az olsa da ve hala bu konuda birçok çalışmaya ihtiyaç duyulsa da nargile kullanımının maligniteler, kardiyovasküler sistem hastalıkları ve nikotin bağımlılığı gibi önemli sağlık sorunları ile ilişkili olduğu bilinmektedir. Yapılan çalışmalarda görülmektedir ki nargile kullanımı akciğer, ağız, mesane, özofagus ve mide kanseri riskini 13 kat arttırmaktadır ve çeşitli solunum yolu ve kardiyovasküler hastalıklara neden olmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün 2008 yılında yayınladığı Küresel Tütün Salgını Raporu’na göre nargile kullanımı akciğer hastalıkları, kardiyovasküler hastalıklar ve kanserler ile ilişkilidir. Nargile kullanımının özellikle küçük hava yolları üzerine olumsuz etkileri olmasının yanı sıra düzenli kullanımında oksidatif stresi artırıcı etkileri olduğu da bilinmektedir.", "question": "Nargile kullanımının düzenli kullanımında neyi artırıcı etkileri vardır?", "answers": { "text": [ "oksidatif stresi" ], "answer_start": [ 1064 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler nelerdir?", "answers": { "text": [ "invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesi" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımda entübasyona ilişkin öneri nedir?", "answers": { "text": [ "Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "Sedasyonun minimize edilmesiyle ilgili hangi adımlar önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir" ], "answer_start": [ 444 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "Fiziksel kondisyonun korunması ve iyileştirilmesi için hangi uygulama önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır" ], "answer_start": [ 837 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesini en aza indirmek için ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır" ], "answer_start": [ 985 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "Yatak başı kaç derece yükseltilmelidir?", "answers": { "text": [ "30-45" ], "answer_start": [ 1124 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "Ventilatör devrelerinin ne zaman değiştirilmesi gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa" ], "answer_start": [ 1225 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyonu için hangi rehber takip edilmelidir?", "answers": { "text": [ "CDC/HICPAC" ], "answer_start": [ 1359 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "Hangi durumlarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir?", "answers": { "text": [ "Kontrendikasyon olmayan hastalarda" ], "answer_start": [ 513 ] } }, { "context": "Ventilatör ilişkili pnömoni gelişiminin önlenmesindeki temel hedefler; invaziv mekanik ventilasyon süresinin kısaltılması ve havayollarının endojen ve ekzojen flora bakterileri ile kontaminasyonunun engellenmesidir. VİP’ten korunmaya yönelik yaklaşımlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir. 1) Temel uygulamalar: a) Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir. b) Sedasyon minimize edilmelidir. Mümkün olduğunca ventilatöre bağlı hastalara sedatif verilmemelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez sedasyona ara verilmelidir. Kontrendikasyon olmayan hastalarda günde bir kez ekstübasyona hazır olup olmadığı değerlendirilmelidir. Spontan uyandırma denemeleri ile spontan nefes alma denemeleri birlikte yürütülmelidir. c) Fiziksel kondisyon korunmalı ve iyileştirilmelidir. Erken egzersiz programı ve mobilizasyona başlanması sağlanmalıdır. d) Endotrakeal tüp kafı üzerinde sekresyonların birikmesi en aza indirilmelidir. 48-72 saatten daha fazla entübe kalması öngörülen hastalarda, subglottik drenaj girişi olan endotrakeal tüp kullanılmalıdır. e) Yatak başı 30-45 derece yükseltilmelidir. f) Ventilatör devreleri devamlı kullanılmalıdır. Ventilatör devreleri sadece görünür şekilde kirli veya çalışmıyorsa değiştirilmelidir. Respiratuvar bakım ekipmanının sterilizasyon ve dezenfeksiyonu için CDC/HICPAC rehberi takip edilmelidir.", "question": "VİP’ten korunmada noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyonun rolü nedir?", "answers": { "text": [ "Mümkünse entübasyondan kaçınılmalı ve noninvaziv pozitif basınçlı ventilasyon tercih edilmelidir" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Melazma tedavisinin ana ilkeleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması" ], "answer_start": [ 87 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Melazma nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "tedaviye dirençli, tekrarlayan" ], "answer_start": [ 224 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Melazma tedavisinde ne aydınlatılamamıştır?", "answers": { "text": [ "patogenezi" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Melazma tedavisinde hangi tür yöntemler kullanılmaya başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "kombine ya da ardışık olarak" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Koyu ten tiplerinin melazma tedavisindeki zorlukları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Neden kombinasyon tedavisi zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır?", "answers": { "text": [ "Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması" ], "answer_start": [ 752 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Melazmanın patogenezi ne durumdadır?", "answers": { "text": [ "henüz tam olarak aydınlatılamamıştır" ], "answer_start": [ 285 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Melazma tedavisi nasıl bir süreçtir?", "answers": { "text": [ "uzun ve sabır gerektiren" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Melazma tedavisinde karşılaşılan en büyük zorluk nedir?", "answers": { "text": [ "Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "Melazma tedavisi, uzun ve sabır gerektiren bir süreçtir. Tedavi ana ilkeleri arasında; güneşten korunma, melanosit aktivitesinin inhibisyonu, melanin sentezinin inhibisyonu ve melaninin ortadan kaldırılması vardır. Melazma; tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır. Bu da, genel olarak, tüm hastalarda etkin bir tedavi yönteminin geliştirilmesine engel olmaktadır. Dirençle karşılaşılması ve tekrarlaması nedeniyle melazma tedavisinde kullanılabilecek birçok yöntem geliştirilmiş ve bu yöntemler kombine ya da ardışık olarak kullanılmaya başlanmıştır. Artan postinflamatuvar hiperpigmentasyon (PIH) riski nedeniyle özellikle koyu ten tiplerinin (Fitzpatrick tip IV ila VI) tedavisi daha zordur. Dünyaca kabul görmüş tek başına etkili bir tedavisi olmaması nedeniyle kombinasyon tedavisi, zorlu vakalar için en iyi yaklaşımdır.", "question": "Melazmanın tedavisi neden zorlayıcıdır?", "answers": { "text": [ "tedaviye dirençli, tekrarlayan bir hastalıktır ve patogenezi henüz tam olarak aydınlatılamamıştır" ], "answer_start": [ 224 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "Sarılık nedir?", "answers": { "text": [ "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "Sarılık yenidoğanlarda ne zaman gözle görünür hale gelir?", "answers": { "text": [ "Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında" ], "answer_start": [ 110 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "Sarılık yenidoğanlarda nasıl karşılaşılan bir durumdur?", "answers": { "text": [ "sık karşılaşılan" ], "answer_start": [ 247 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "Hayatın ilk haftasında yenidoğanların ne kadarında sarılık görülür?", "answers": { "text": [ "%60-80" ], "answer_start": [ 342 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "Hiperbilirubinemili hastaların kaçta kaçı fototerapiye ihtiyaç duyar?", "answers": { "text": [ "%10-15" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre nasıl farklılık gösterir?", "answers": { "text": [ "daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "Sarılık çoğu zaman zararlı bir durum mudur?", "answers": { "text": [ "zararsız" ], "answer_start": [ 281 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "TSB seviyesinin kaç mg/dl'yi aşması sarılığın gözle görünür hale gelmesine neden olur?", "answers": { "text": [ "5–7" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "Prematüre bebeklerde sarılık görülme olasılığı nedir?", "answers": { "text": [ "%80" ], "answer_start": [ 370 ] } }, { "context": "Serum düzeyinin artması nedeniyle bilirubinin deri ve skleralarda gözle görünür hale gelmesine sarılık denir. Total serum bilirubin (TSB) seviyesi yenidoğanlarda 5–7 mg/dl’yi aştığında sarılık gözle görünür hale gelir. Sarılık yenidoğan döneminde sık karşılaşılan fakat çoğu zaman zararsız bir durumdur. Hayatın ilk haftasında yenidoğanların %60-80’inde, prematürelerin %80’inden daha fazlasında görülür. Hiperbilirubinemili hastaların %10-15’i fototerapiye ihtiyaç duyar. Prematüre bebeklerde TSB yüksekliği term bebeklere göre daha fazla, daha uzun süreli ve nörolojik hasar birlikteliği daha fazladır.", "question": "Hangi hastalar fototerapiye ihtiyaç duyar?", "answers": { "text": [ "Hiperbilirubinemi" ], "answer_start": [ 405 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "Obezite DSÖ tarafından nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin yüzde kaçı obezdir?", "answers": { "text": [ "%13" ], "answer_start": [ 221 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "TURDEP 1 çalışmasına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%22" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "Santral obezite kadınlarda ve erkeklerde yüzde kaç olarak tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "%16,9" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "METSAR verilerine göre obezite sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%30.3" ], "answer_start": [ 465 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "METSAR verilerine göre obezite sıklığı erkeklerde nedir?", "answers": { "text": [ "%20,6" ], "answer_start": [ 495 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "Obezitenin sınıflandırılmasında en yaygın olarak hangi parametre kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "BMI" ], "answer_start": [ 573 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "BMI nasıl hesaplanır?", "answers": { "text": [ "kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek" ], "answer_start": [ 611 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "Obezite sınıflaması neye göre yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "BMI" ], "answer_start": [ 573 ] } }, { "context": "Obezite dünya sağlık örgütü (DSÖ) tarafından sağlığı bozacak şekilde vücutta anormal ya da aşırı yağ birikimi olarak tanımlanmaktadır. DSÖ verilerine göre 2014 yılında 18 yaşın üzerindeki bireylerin %39’u fazla kilolu ve %13’ü ise obezdir. Ülkemizde TURDEP 1 çalışması sonuçlarına göre 20 yaş üzerindeki bireylerde obezite sıklıgı %22, santral obezite %34,3 (kadınlarda %48,4 ve erkeklerde %16,9) olarak tesbit edilmiştir. METSAR verilerine göre de obezite sıklığı %30.3 oranındadır (erkeklerde %20,6 ve kadınlarda %39,9). Obezitenin sınıflandırılmasından en yaygın olarak BMI parametresi kullanılmaktadır. BMI kg cinsinden vücut ağırlığının, boyun metre cinsinden karesine bölünerek hesaplanır (kg/m2). Obezite sınıflaması BMI’ne göre yapılmaktadır.", "question": "2014 yılında 18 yaş üzeri bireylerin yüzde kaçı fazla kiloludur?", "answers": { "text": [ "%39" ], "answer_start": [ 199 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Hepatit C Virüsü neden önemli bir patojendir?", "answers": { "text": [ "akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Hepatit C Virüsü gelişmiş ülkelerde hangi durumun önde gelen nedenidir?", "answers": { "text": [ "karaciğer naklinin" ], "answer_start": [ 194 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Her yıl yaklaşık kaç kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir?", "answers": { "text": [ "700 000" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Dünya nüfusunun yaklaşık yüzde kaçı Hepatit C Virüsü ile enfektedir?", "answers": { "text": [ "%3" ], "answer_start": [ 380 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre kaç kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir?", "answers": { "text": [ "71 milyon" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Hepatit C Virüsü enfeksiyonunun prevalansı hangi bölgede %1'in altındadır?", "answers": { "text": [ "Kuzey Avrupa" ], "answer_start": [ 607 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Türkiye'de Hepatit C Virüsü enfeksiyonu prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "%1" ], "answer_start": [ 623 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'nün 2016 yılında oluşturduğu hedefler nelerdir?", "answers": { "text": [ "teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir" ], "answer_start": [ 943 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'nün 2030 yılına kadar hedeflediği azaltma oranları nelerdir?", "answers": { "text": [ "%65" ], "answer_start": [ 1222 ] } }, { "context": "Hepatit C Virüsü, akut ve kronik hepatit yapması, yüksek oranda kronikleşme göstermesi, siroza, hepatoselüler karsinoma ve ölüme neden olması açısından önemli bir patojendir. Gelişmiş ülkelerde karaciğer naklinin önde gelen nedenidir. Her yıl yaklaşık 700 000 kişi Hepatit C Virüsü ilişkili nedenlerle hayatını kaybetmektedir. Mevcut ülke verilerine göre dünya nüfusunun yaklaşık %3'ü Hepatit C Virüsü ile enfektedir. Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre 71 milyon kişinin Hepatit C Virüsü enfeksiyonu olduğu tahmin edilmektedir. Coğrafi farklılıklara bağlı olarak değişiklik göstermekle birlikte prevalans, Kuzey Avrupa'da %1'in altında, Kuzey Afrika'da %3'ün üzerinde ve Ortadoğuda %1 ile %12 arasındadır. Türkiye'de ise prevelans %1'dir. Dünya Sağlık Örgütü 2016 yılında tüm olguları saptayarak ve tedavi ederek 2030 yılına kadar başat halk sağlığı tehditi olarak hepatit C virüs enfeksiyonunu yok edecek hedefler oluşturmuştur. Bu hedefler teşhis konmamış Hepatit C Virüsü infeksiyonlarını saptamak, Hepatit C Virüsü pozitif hastalar arasında aktif infeksiyonları teşhis etmek ve aktif infeksiyonların antiviraller ile tedavi etmektir. Hedefler dahilinde 2030'a kadar kronik hepatit enfeksiyonu insidansı %90 mortalite %65 oranında azaltılmış olacak, önleme ve tedavi servislerine evrensel ulaşım sağlanacaktır.", "question": "Hepatit C virüs enfeksiyonunun ortadan kaldırılması için 2030 yılına kadar ne sağlanacaktır?", "answers": { "text": [ "evrensel ulaşım" ], "answer_start": [ 1284 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi hangi yaklaşımla ele alınmaktadır?", "answers": { "text": [ "multidisipliner" ], "answer_start": [ 217 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Nöral tüp defektlerinin tedavisinde hangi tıbbi alanlar yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Nöral tüp defektlerinin tedavisinde hangi tür klinikler yer alır?", "answers": { "text": [ "neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi klinikleri" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Son yıllardaki gelişmeler nöral tüp defektlerinde hangi iki durumu azaltmıştır?", "answers": { "text": [ "mortalite ve morbidite" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Nöral tüp defektlerinin tedavisinde hangi cerrahi dallar yer alır?", "answers": { "text": [ "ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi son yıllarda nasıl bir değişim göstermiştir?", "answers": { "text": [ "azalmıştır" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi hangi uzmanlık alanlarını içerir?", "answers": { "text": [ "neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Son yıllarda nöral tüp defektlerinde ne tür bir azalma olmuştur?", "answers": { "text": [ "mortalite ve morbidite" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Nöral tüp defektlerinin tedavisinde multidisipliner yaklaşımda hangi klinikler yer alır?", "answers": { "text": [ "neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi kliniklerinin de içinde olduğu geniş bir multidisipliner yaklaşım gerektirmektedir. Son yıllardaki gelişmelerle nöral tüp defektlerinin mortalite ve morbiditesi azalmıştır.", "question": "Nöral tüp defektlerinin tedavisi için gerekli olan multidisipliner yaklaşım neyi gerektirir?", "answers": { "text": [ "neonataloji, pediatri, nöroşirürji, pediatrik cerrahi, ortopedi, pediatrik üroloji, radyoloji, fizik tedavi ve rehabilitasyon, plastik cerrahi klinikleri" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Yanık nasıl tariflenmektedir?", "answers": { "text": [ "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Yanık ne tür bir travma olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "ağır" ], "answer_start": [ 132 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Yanık hala neye sebep olmaya devam etmektedir?", "answers": { "text": [ "yüksek mortalite ve morbidite" ], "answer_start": [ 251 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Gelişen doku hasarının boyutları nelere bağlı olarak değişiklik göstermektedir?", "answers": { "text": [ "olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi neyi değiştirir?", "answers": { "text": [ "gelişen sistemik cevabın boyutlarını" ], "answer_start": [ 535 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Yanık travması sonrasında vücutta hangi tür cevaplar gelişmektedir?", "answers": { "text": [ "lokal ve sistemik" ], "answer_start": [ 618 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Lokal olarak görülen temel değişiklik nedir?", "answers": { "text": [ "koagülasyon nekroz" ], "answer_start": [ 753 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Sistemik değişiklikler ne ile başlayan bir sürece sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "interstisyel mesafeye sıvı kaçışı" ], "answer_start": [ 804 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Yanık şoku tablosuna hangi faktörlerin aktivasyonu ile ulaşılabilir?", "answers": { "text": [ "inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının" ], "answer_start": [ 860 ] } }, { "context": "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon ile gelişen doku hasarı olarak tariflenen yanık; bireylerin hayatta başına gelebilecek en ağır travmalardan birisidir. Günümüzde tüm dünyadaki bilimsel ve teknolojik alanlardaki gelişmelere rağmen yanık halen yüksek mortalite ve morbidite nedeni olmaya devam etmektedir. Gelişen doku hasarının boyutları olaya neden olan ajanın tipine, ısı seviyesine ve maruz kalınan süreye göre değişiklikler göstermektedir. Yanığa neden olan ajanın vücutla temas süresi ve yanıktan etkilenen yüzey alanı da gelişen sistemik cevabın boyutlarını değiştirir. Yanık travması sonrasında vücutta lokal ve sistemik cevaplar gelişmektedir. Lokal olarak görülen temel değişiklik ciltte epidermis, dermis ve subkutan dokularda gelişen koagülasyon nekrozudur. Sistemik değişiklikler ise interstisyel mesafeye sıvı kaçışı ile başlayan süreçten inflamatuar mediatörlerin ve stres hormonlarının da aktivasyonu ile yanık şoku tablosuna kadar ulaşabilir.", "question": "Yanık hangi unsurlarla tariflenmektedir?", "answers": { "text": [ "Kimyasal ajan, ısı, elektrik ve radyasyon" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı ne zamandan beri etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "çok eski çağlardan" ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Günümüzde en sık görülen patolojilerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Üriner sistem taş hastalığı" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Üriner sistem taşlarının görülme sıklığı neye göre değişiklik göstermektedir?", "answers": { "text": [ "Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Avrupa ülkeleri ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i hangi bileşenlerden oluşmaktadır?", "answers": { "text": [ "kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Kuzey Amerika'da üriner sistem taşı görülme sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%13" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Kadınlara göre yetişkin erkeklerde üriner sistem taş hastalığı oluşma riski ne kadardır?", "answers": { "text": [ "üç kat daha fazladır" ], "answer_start": [ 785 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Çocuklarda üriner sistem taş hastalığı her iki cinsiyette de nasıl görülmektedir?", "answers": { "text": [ "yakın oranda" ], "answer_start": [ 840 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Üriner sistem taşları en sık hangi yaş aralığında görülmektedir?", "answers": { "text": [ "20-50" ], "answer_start": [ 938 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Dünyada üriner sistem taşı görülme sıklığı Suudi Arabistan'da nedir?", "answers": { "text": [ "%20" ], "answer_start": [ 657 ] } }, { "context": "Üriner sistem taş hastalığı insanlığı çok eski çağlardan beri etkilemiştir. Günümüzde de en sık görülen üriner sistem patolojilerindendir. Dünyanın değişik coğrafi bölgelerinde üriner sistem taşı görülme sıklığı değişkenlik gösterirken taşların yerleşim yeri ve kimyasal bileşenleri de farklılıklar göstermektedir. Yapılan çalışmalarda Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika’da mevcut üriner taşların %70-80’i kalsiyum oksalat ya da kalsiyum-oksalat-fosfat karışımı şeklinde oluşurken, saf kalsiyum oksalat taşlarına daha az sıklıkla rastlanmaktadır. Dünyada görülme sıklığına baktığımızda Kuzey Amerika’da %13, Asya’da %1-5 Avrupa’da %5-9, Suudi Arabistan’da %20 gibi sonuçlar karşımıza çıkmaktadır. Yaşam boyu üriner sistem taş hastalığı oluşma riski yetişkin erkeklerde kadınlara göre üç kat daha fazladır. Çocuklarda ise her iki cinste de yakın oranda görülmektedir. Üriner sistem taşları her yaş grubunda görülebilmekle birlikte en sık 20-50 yaşları arasında görülmektedir.", "question": "Saf kalsiyum oksalat taşlarına hangi bölgelerde daha az sıklıkla rastlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "Avrupa ülkelerinde ve Kuzey Amerika" ], "answer_start": [ 336 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Prolaktinomalı hastalar genellikle hangi bulgularla başvururlar?", "answers": { "text": [ "hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine" ], "answer_start": [ 36 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı en sık görülen bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "galaktore, oligo/amenore ve infertilite" ], "answer_start": [ 141 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Erkeklerde prolaktinomaya bağlı olarak en sık görülen bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Kitle etkisine bağlı bulgular hangi faktöre göre değişmektedir?", "answers": { "text": [ "adenom boyutuna" ], "answer_start": [ 340 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Kitle etkisine bağlı olarak ortaya çıkabilecek başlıca bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Prolaktinomalı hastalarda hangi bulgular adenom boyutuna göre değişiklik gösterir?", "answers": { "text": [ "kitle etkisine" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Erkeklerde prolaktinomalı hastalarda görülen hipogonadizme ne eşlik eder?", "answers": { "text": [ "libido kaybı, oligo/azoospermi" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Prolaktinomalı hastalarda kadınlarda hangi bulgular infertilite ile birlikte görülür?", "answers": { "text": [ "galaktore, oligo/amenore" ], "answer_start": [ 141 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Kitle etkisine bağlı bulgular arasında hangi nörolojik sorunlar yer alır?", "answers": { "text": [ "görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Prolaktinomalı hastalar, genellikle hiperprolaktinemiye ve kitle etkisine bağlı bulgularla başvururlar. Kadınlarda hiperprolaktinemiye bağlı galaktore, oligo/amenore ve infertilite; erkeklerde libido kaybı, oligo/azoospermi ile ortaya çıkan hipogonadizm ve erektil disfonksiyon en sık görülen bulgulardır. Kitle etkisine bağlı bulgular ise adenom boyutuna göre değişmekle birlikte başlıca; görme alanı defektleri, baş ağrısı, oftalmopleji ve hipopitüitarizmi içerir.", "question": "Prolaktinomalı erkek hastalarda hangi cinsel işlev bozukluğu görülür?", "answers": { "text": [ "erektil disfonksiyon" ], "answer_start": [ 257 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "Pulmoner hipertansiyon nasıl karekterize edilir?", "answers": { "text": [ "pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "Pulmoner hipertansiyon nasıl sonuçlanabilir?", "answers": { "text": [ "akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle" ], "answer_start": [ 123 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%96" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "Pulmoner hipertansiyonun fizyopatolojisi hakkında ne bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "net olarak aydınlatılabilmiş değildir" ], "answer_start": [ 451 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizma nedir?", "answers": { "text": [ "damar direncinde artma" ], "answer_start": [ 734 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "Pulmoner hipertansiyonun yedi yıllık sağ kalım oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%79" ], "answer_start": [ 386 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "Pulmoner hipertansiyonun tanısından sonra üç yıllık sağ kalım oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%89" ], "answer_start": [ 313 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "Pulmoner hipertansiyon tedavisi zor bir hastalık olarak neden tanımlanır?", "answers": { "text": [ "akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen" ], "answer_start": [ 123 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "Pulmoner hipertansiyonda pulmoner damarlarda yeniden yapılanma neye neden olur?", "answers": { "text": [ "damar direncinde artma" ], "answer_start": [ 734 ] } }, { "context": "Pulmoner hipertansiyon; pulmoner arter basıncında ve pulmoner vasküler rezistansta (PVR) ilerleyici artış ile karekterize, akciğer damarlarında yeniden yapılanma, kalp yetersizliği ve ölümle sonuçlanabilen tedavisi zor bir hastalıktır. Tanı sonrası bir yıllık sağ kalım oranının %96; üç yıllık sağ kalım oranının %89; beş yıllık sağ kalım oranının %81 ve yedi yıllık sağ kalım oranının %79 olduğu bilinmektedir. Pulmoner hipertansiyon fizyopatolojisi net olarak aydınlatılabilmiş değildir. Distal pulmoner arterlerde medial hipertrofi, intimada proliferatif ve fibrotik değişiklikler, perivasküler inflamatuvar infiltrasyon, vazokonstriksiyon, tromboz, adventisyal kalınlaşma ve sonuç olarak pulmoner damarlarda yeniden yapılanma ile damar direncinde artma PH’un histopatolojisinde rol oynayan başlıca mekanizmalardır.", "question": "Pulmoner hipertansiyon tanısı konulduktan sonra beş yıllık sağ kalım oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%81" ], "answer_start": [ 348 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Kawasaki hastalığı hangi yaş grubunu öncelikle etkiler?", "answers": { "text": [ "beş yaş altındaki" ], "answer_start": [ 74 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Kawasaki hastalığı ne tür bir hastalık olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "akut sistemik vaskülit" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Kawasaki hastalığının tanısı neye dayanır?", "answers": { "text": [ "klinik bulgulara" ], "answer_start": [ 325 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Kawasaki hastalığının etiyolojisi net olarak ortaya konmuş mudur?", "answers": { "text": [ "etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış" ], "answer_start": [ 113 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Kawasaki hastalığı hangi damarları etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "kalp ve orta çaplı arterlerde" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Kawasaki hastalığı tedavi edilmezse ne olabilir?", "answers": { "text": [ "komplikasyonlara yol açabilir" ], "answer_start": [ 630 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Kawasaki hastalığının neden olduğu inflamasyonun sonucu ne olabilir?", "answers": { "text": [ "koroner arter anevrizmalarına" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Kawasaki hastalığının tanısı için gereken ana belirti nedir?", "answers": { "text": [ "beş gün veya daha uzun süren ateş" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Kawasaki hastalığının asıl belirtisi nedir?", "answers": { "text": [ "beş gün veya daha uzun süren ateş" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Kawasaki hastalığı, akut sistemik vaskülit ile karakterize olup öncelikle beş yaş altındaki çocukları etkileyen, etiyolojisi henüz net olarak ortaya konamamış bir hastalıktır. Kawasaki hastalığı, kalp ve orta çaplı arterlerde inflamasyona neden olarak koroner arter anevrizmalarına yol açabilir. Kawasaki hastalığının tanısı klinik bulgulara dayanır ve beş gün veya daha uzun süren ateşin yanı sıra aşağıdaki kriterlerden en az dördünün varlığı gereklidir: bilateral konjunktival konjesyon, ağız ve boğazda değişiklikler, ekstremite değişiklikleri, polimorf döküntü ve servikal lenfadenopati. Tedavi edilmezse, Kawasaki hastalığı komplikasyonlara yol açabilir ve mortalite oranı artar.", "question": "Tedavi edilmezse Kawasaki hastalığını neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "komplikasyonlara" ], "answer_start": [ 630 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Multikistik displastik böbrek (MKDB) ne tür bir anomali olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Böbrek displazisi nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "Anormal metanefrik farklılaşma" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Böbrek displazisi hangi klinik durumlarla kendini gösterir?", "answers": { "text": [ "hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi" ], "answer_start": [ 217 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "multikistik displastik böbrek" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Multikistik displastik böbrek ne ile karakterize edilir?", "answers": { "text": [ "displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Multikistik displastik böbrek hangi durum ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "üreteral ya da üreteropelvik atrezi" ], "answer_start": [ 641 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Multikistik displastik böbreğin diğer adları nelerdir?", "answers": { "text": [ "multikistik böbrek displazisi" ], "answer_start": [ 751 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "Multikistik displastik böbrek" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Bebeklikte en sık görülen kistik malformasyon nedir?", "answers": { "text": [ "Multikistik displastik böbrek" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Renal displazinin bir tipi olan multikistik displastik böbrek (MKDB), böbrek ve idrar yollarının en sık saptanan konjenital anomalilerinden biridir. Anormal metanefrik farklılaşma olarak tanımlanan böbrek displazisi, hipoplazi, multikistik displazi ve aplazi gibi bir dizi klinik durumla kendini gösterir. Genel olarak, böbrek displazisi çocuklarda son dönem böbrek hastalığının önde gelen nedenidir. Multikistik displastik böbrek; displastik parankim ile ayrılan farklı büyüklükte, çok sayıda, birbiriyle bağlantılı olmayan kistlerin varlığı ve normal bir pelvikalisiyel sistemin olmaması ile karakterize edilen renal displazidir. Bu durum üreteral ya da üreteropelvik atrezi ile ilişkilidir ve etkilenen böbrek işlevsizdir. Multikistik böbrek ya da multikistik böbrek displazisi olarak da adlandırılır. Multikistik displastik böbrek, yenidoğan döneminde abdominal kitlenin en sık nedenidir ve bebeklikte en sık görülen kistik malformasyondur.", "question": "Multikistik displastik böbrekte etkilenen böbrek nasıldır?", "answers": { "text": [ "işlevsiz" ], "answer_start": [ 713 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Sirozlu hastanın yönetimindeki major hedeflerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Karaciğeri süperimpoze olabilecek durumlardan koruma amacı hangi hastalığın yönetiminde yer alır?", "answers": { "text": [ "Siroz" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Hangi ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği gösterilememiştir?", "answers": { "text": [ "Antifibrotik" ], "answer_start": [ 408 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Kompanse sirozun tedavisinde altta yatan hangi hastalığın tedavisi örnek olarak verilmiştir?", "answers": { "text": [ "hepatit B veya C" ], "answer_start": [ 622 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Dekompanse sirozun tedavisi hangi hedefe yöneliktir?", "answers": { "text": [ "spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını" ], "answer_start": [ 959 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Sirozun komplikasyonlarını yönetme amacı hangi hastalığın yönetiminde bir hedeftir?", "answers": { "text": [ "Siroz" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Sirozlu hastalarda hangi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi önemlidir?", "answers": { "text": [ "varis kanaması ve hepatoselüler karsinom" ], "answer_start": [ 820 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Sirozlu hastalarda hangi faktörlerden uzak durulması gereklidir?", "answers": { "text": [ "alkol, hepatotoksik ilaçlar" ], "answer_start": [ 721 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Karaciğer transplantasyonu ile ilgili hangi konuların belirlenmesi gereklidir?", "answers": { "text": [ "uygunluğunu ve optimal zamanını" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "Sirozlu hastanın yönetiminde major hedefler: \n• Karaciğer hastalığını yavaşlatmak veya geri döndürmek \n• Karaciğeri süperimpoze olabilecek diğer durumlardan korumak \n• Kullanılan ilaç dozlarını uygun dozlarda ayarlamak \n• Semptom ve laboratuar anormalliklerini yönetmek \n• Sirozun komplikasyonlarını önlemek, tanımak ve tedavi etmek \n• Karaciğer transplantasyonu uygunluğunu ve optimal zamanını belirlemek \n\nAntifibrotik ilaçların kalıcı olarak fibrozisi düzelttiği ya da sirotik hastalarda yaşam beklentisini arttırdığı gösterilememiştir. Kompanse sirozun tedavisi günümüzde altta yatan hastalığı tedavi ederek (örneğin; hepatit B veya C'nin antiviral tedavisi ile) fibrozisin azaltılması ve dekompansasyonun önlenmesi, alkol, hepatotoksik ilaçlar gibi karaciğer hastalığını ağırlaştıracak faktörlerden uzak durulması, varis kanaması ve hepatoselüler karsinom gibi durumların erken görüntülenmesi ve tedavi edilmesi ile olur. Dekompanse sirozun tedavisi ise spesifik dekompansasyon nedenlerinin ortadan kaldırılmasını hedef alır.", "question": "Fibrozisin azaltılması hangi tür sirozun tedavisinde hedeflenir?", "answers": { "text": [ "Kompanse" ], "answer_start": [ 540 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Nikotin sigara dumanı içinde beyne nasıl ulaşır?", "answers": { "text": [ "kan beyin bariyerini aşarak" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Nikotin uykuyu düzenleyen mekanizmaları nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Nikotin hangi nörotransmitterleri salgılatır?", "answers": { "text": [ "başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler" ], "answer_start": [ 348 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Nikotin neyi etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "REM uykusunu ve uyku verimini" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Mccarley ve Hobson’un modeline göre nikotin hangi uykuyu inhibe eder?", "answers": { "text": [ "yavaş dalga" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesi hangi mekanizmaya bağlanır?", "answers": { "text": [ "kolinerjik" ], "answer_start": [ 583 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Sigaranın kronik maruziyeti hangi duyarlılığı azaltır?", "answers": { "text": [ "hipoksi" ], "answer_start": [ 795 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Hipoksi duyarlılığındaki azalma hangi duruma neden olabilir?", "answers": { "text": [ "sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler" ], "answer_start": [ 900 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Sigaranın uykuyu etkilemesinde nikotin dışında hangi faktör etkili olabilir?", "answers": { "text": [ "kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapması" ], "answer_start": [ 774 ] } }, { "context": "Nikotin sigara dumanı içinde kan beyin bariyerini aşarak beyne girebilen en önemli maddedir. Bağımlılık yapıcı olmasının yanında uykuyu düzenleyen mekanizmaları da bozmaktan sorumludur. Nikotinin uykuyla ilişkisi dopamin üzerindeki etkisinden kaynaklandığı tahmin edilmektedir. Nikotin beyindeki nikotinikasetil kolin reseptörlerini stimule ederek başta dopamin olmak üzere çeşitli nörotransmitterler salınır. Bu etkilere bağlı olarak nikotin uyku düzenleyici mekanizmalarla etkileşir, REM uykusunu ve uyku verimini etkileyebilir. Mccarley ve Hobson’un modeline göre; nikotine bağlı kolinerjik stimulasyonun uyanmaları artırıp yavaş dalga uykusunu inhibe etmesi sigara içicilerinde azalmış öznel uyku kalitesini açıklar. Sigaranın uykuyu etkilemesindeki diğer bir neden de; kronik maruziyetinin hipoksi duyarlılığında azalma yapmasıdır. Hipoksi duyarlılığında azalmayla solunumun kısa süreli durması sonucu hipoksiyle indüklenen uyarılmada gecikmeler olabilir. Bu yüzden de uyku verimsizliği ve kötü uyku kalitesi olabilir.", "question": "Sigara içicilerinde nasıl uyku kalitesine sahiptir?", "answers": { "text": [ "kötü" ], "answer_start": [ 995 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "Serebral Palsi hangi beyin hasarına bağlı olarak oluşur?", "answers": { "text": [ "progresif olmayan bir hasara" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "Serebral Palsi'deki motor bozukluklara hangi problemler eşlik eder?", "answers": { "text": [ "duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri" ], "answer_start": [ 235 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "Serebral Palsi tablosu ne zaman oluşan beyin lezyonlarında görülür?", "answers": { "text": [ "doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "Beynin erken gelişim dönemi ne zaman sona erer?", "answers": { "text": [ "18 ay" ], "answer_start": [ 547 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "SP olarak adlandırılan lezyonlar hangi özelliğe sahiptir?", "answers": { "text": [ "ilerleyici olmayan" ], "answer_start": [ 593 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "Serebral Palsi, hangi gelişim dönemindeki beyin hasarları sonucu oluşur?", "answers": { "text": [ "fetal veya infant beyninde" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "Serebral Palsi, hangi tür gelişim bozukluklarına neden olur?", "answers": { "text": [ "hareket ve postür" ], "answer_start": [ 144 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "SP olarak adlandırılan lezyonlar hangi yaşa kadar oluşabilir?", "answers": { "text": [ "6" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "Serebral Palsi'nin eşlik ettiği problemler nelerdir?", "answers": { "text": [ "duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler" ], "answer_start": [ 235 ] } }, { "context": "Serebral Palsi, gelişmekte olan fetal veya infant beyninde progresif olmayan bir hasara bağlı olarak oluşan, aktivite kısıtlılığına neden olan, hareket ve postür gelişimi bozukluğudur. Serebral palsi'deki motor bozukluklara çoğunlukla duyusal ve algısal problemler, kognitif bozukluklar, iletişimsel ve davranışsal problemler, epilepsi ve sekonder kas-iskelet sistemi problemleri eşlik eder. Serebral Palsi tablosu doğum öncesinde, doğum sırasında ve doğum sonrası erken dönemde oluşan beyin lezyonlarında görülür. Beynin erken gelişim dönemi ilk 18 ay olmakla birlikte 6 yaşa kadar oluşan ve ilerleyici olmayan beyin lezyonlarının tümü SP olarak adlandırılır.", "question": "Serebral Palsi tablosu neye bağlı olarak gelişir?", "answers": { "text": [ "beyin lezyonları" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Servikal distoni hangi kasları etkiler?", "answers": { "text": [ "boyun ve omuz" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Servikal distoni başın nasıl bir postürüne neden olur?", "answers": { "text": [ "anormal" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Servikal distoninin prevelansı nedir?", "answers": { "text": [ "9/100.000" ], "answer_start": [ 212 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Servikal distoni başın hangi hareketlerine neden olabilir?", "answers": { "text": [ "başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis)" ], "answer_start": [ 260 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde ne tür bozukluklar ileri sürülmektedir?", "answers": { "text": [ "duyusal-motor entegrasyon" ], "answer_start": [ 528 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Distonik kasılmaların şiddetini azaltan manevralar ne olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "sensory trick" ], "answer_start": [ 673 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Servikal distoni hangi tür distonidir?", "answers": { "text": [ "fokal" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Servikal distoni hangi sistemdeki inhibisyon kaybı ile ilişkilendirilir?", "answers": { "text": [ "santral sinir sisteminde" ], "answer_start": [ 475 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Servikal distonili hastaların çoğu hangi manevralarla rahatlayabilir?", "answers": { "text": [ "duysal manevralar" ], "answer_start": [ 653 ] } }, { "context": "Servikal distoni boyun ve omuz kaslarını etkileyen, tekrarlayıcı özellikte, klonik ve tonik hareketlere yol açarak başın anormal postürüne neden olan fokal bir distonidir. Servikal distoninin prevelansı yaklaşık 9/100.000 olarak bulunmuştur. Servikal distoni, başın rotasyonuna (tortikollis), boyun fleksiyonuna (anterokollis) veya ekstansiyonuna (retrokollis), başın yana dönmesine (laterokollis) neden olabilir. Primer ve izole distonilerin patofizyolojisinde temel olarak santral sinir sisteminde yaygın inhibisyon kaybı ile duyusal-motor entegrasyonda bozukluklar ileri sürülmektedir. Bununla ilişkili olarak distonik kasılmaların şiddetini azaltan duysal manevralar (“sensory trick”) Servikal distonili hastaların çoğunu rahatlatabilir.", "question": "Servikal distoni başın rotasyonuna hangi terimle ifade edilir?", "answers": { "text": [ "tortikollis" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Obstruktif uyku apne sendromu nasıl tanımlanan bir sendromdur?", "answers": { "text": [ "uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Obstruktif uyku apne sendromunun major semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlama" ], "answer_start": [ 202 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Sık tekrarlayan apneler sonucunda hangi durumlar meydana gelir?", "answers": { "text": [ "hipoksemi ve/veya hiperkarbi" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Sempatik aktivasyon artışına hangi mekanizmalar aracılık eder?", "answers": { "text": [ "hem periferik hem de santral kemoreseptörler" ], "answer_start": [ 322 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Obstruktif uyku apne sendromu hangi risk faktörlerine bağlı olarak gelişir?", "answers": { "text": [ "obezite ve erkek cinsiyet" ], "answer_start": [ 716 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Gündüz aşırı uykululuk hangi sendromun semptomudur?", "answers": { "text": [ "Obstruktif uyku apne sendromu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Üst solunum yolunun genişliğini azaltan faktörler hangi sendroma eğilimi artırır?", "answers": { "text": [ "Obstruktif uyku apne sendromu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Obstruktif uyku apne sendromu hangi kardiyovasküler sorunlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "morbiditelere" ], "answer_start": [ 509 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Hipoksemi ve/veya hiperkarbi nelere yol açar?", "answers": { "text": [ "sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere" ], "answer_start": [ 380 ] } }, { "context": "Obstruktif uyku apne sendromu; uyku sırasında tekrarlayan üst solunum yolu obstrüksiyonu epizotları ve sıklıkla arteriyel oksijen saturasyonunda azalma ile tanımlanan bir sendromdur. Major semptomları, gündüz aşırı uyku hali, tanıklı apne ve horlamadır. Sık tekrarlayan apneler sonucunda olan hipoksemi ve/veya hiperkarbi hem periferik hem de santral kemoreseptörler aracılığıyla sempatik aktivasyon artışına, gündüz aşırı uykululuğa, kognitif fonksiyon bozukluğuna, depresyon yatkınlığına ve kardiyovasküler morbiditelere neden olmaktadır. Üst solunum yolunun (ÜSY) genişliğini azaltan veya kollabe olmasını kolaylaştıran faktörler Obstruktif uyku apne sendromuna eğilimi artırmaktadır. En belirgin risk faktörleri obezite ve erkek cinsiyettir.", "question": "Obstruktif uyku apne sendromuna yatkınlığı artıran en belirgin risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "obezite ve erkek cinsiyet" ], "answer_start": [ 716 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Tenofovir disoproksil fumarat ne tür bir analoğudur?", "answers": { "text": [ "asiklik nükleotid" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Tenofovir disoproksil fumarat hangi hastalığın tedavisinde kullanılan bir anti-retroviraldir?", "answers": { "text": [ "HIV" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Tenofovir disoproksil fumarat'ın HBV DNA’yı baskılamadaki etkisi hangi ilaca benzer?", "answers": { "text": [ "adefovir" ], "answer_start": [ 145 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Tenofovir disoproksil fumarat hangi tip HBV'ye karşı etkilidir?", "answers": { "text": [ "Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip" ], "answer_start": [ 166 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Tenofovir disoproksil fumarat’ın oral dozu nedir?", "answers": { "text": [ "300 mg" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Tenofovir disoproksil fumarat hangi organ üzerinden atılmaktadır?", "answers": { "text": [ "böbrek" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Tenofovir disoproksil fumarat’ın kullanımı hangi hastalarda doz azaltımı gerektirir?", "answers": { "text": [ "GFR’si 50’nin altında olan hastalarda" ], "answer_start": [ 460 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Tenofovir disoproksil fumarat hangi enzimleri inhibe eder?", "answers": { "text": [ "HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı" ], "answer_start": [ 622 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Tenofovir disoproksil fumarat hangi hastalıkların tedavisinde temel ilaçlardan biridir?", "answers": { "text": [ "Kronik hepatit B ve HIV" ], "answer_start": [ 678 ] } }, { "context": "Tenofovir disoproksil fumarat asiklik nükleotid analoğu olup HIV tedavisinde kullanılan potent anti-retroviraldir. HBV DNA’yı baskılamada etkisi adefovire benzerdir. Lamivudin rezistant tip ve vahşi tip HBV’ye karşı etkili olup adefovire yanıtı kısıtlı ve yavaş olanlarda etkilidir. Oral dozu günde 1 defa olup 300 mg’dır. Tedavi 48 haftadır. Aç veya tok karnına alınabilir. Karaciğer yetmezliğinde doz değişikliği gerekmez. Tenofovir böbrekten atılmakta olup GFR’si 50’nin altında olan hastalarda doz azaltımı/düzenlemesi gerekmektedir. Fankoni sendromu, osteomalazi ve akut böbrek yetmezliği görülebilir(30). Tenofovir, HBV DNA polimeraz ve reverze transkriptazı inhibe eder. Kronik hepatit B ve HIV tedavisinde kullanılan temel ilaçlardan birisidir. Güncel tedavi rehberleri, rezistans olmayan durumlarda tenofovir tedavisini birinci basamak tedavi olarak kronik hepatit B’nin tedavisinde önermektedirler.", "question": "Güncel tedavi rehberleri tenofovir tedavisini hangi durumda birinci basamak tedavi olarak önermektedir?", "answers": { "text": [ "rezistans olmayan durumlarda" ], "answer_start": [ 779 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "yenidoğanın geçici takipnesi" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Yenidoğanın geçici takipnesi nasıl bir durumdur?", "answers": { "text": [ "klinik" ], "answer_start": [ 246 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Yenidoğanın geçici takipnesi hangi yenidoğanlarda sıklıkla görülmektedir?", "answers": { "text": [ "term ya da geç preterm yenidoğanlarda" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Yenidoğanın geçici takipnesi gelişiminde önemli risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi" ], "answer_start": [ 329 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Fetal akciğer sıvısının geri emiliminde hangi kanallar etkilidir?", "answers": { "text": [ "epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP)" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma nedir?", "answers": { "text": [ "Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin" ], "answer_start": [ 739 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen hangi değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir?", "answers": { "text": [ "endokrinolojik" ], "answer_start": [ 960 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Epinefrin, oksijen, glukokortikoid ve tiroid hormonları neyi artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini" ], "answer_start": [ 1171 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Yenidoğanın geçici takipnesi (YGT) nedir?", "answers": { "text": [ "fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur" ], "answer_start": [ 130 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde en sık görülen solunum sıkıntısı nedeni yenidoğanın geçici takipnesi (YGT)’dir. Yenidoğanın geçici takipnesi, fetal akciğer sıvısının yetersiz ve/veya gecikmiş geri emilimine bağlı olarak gelişen akciğer ödemi ile karakterize klinik bir durumdur. Sıklıkla term ya da geç preterm yenidoğanlarda görülmektedir. Elektif sezaryen (C/S), preterm doğum, erkek cinsiyet, çoğul gebelik, diyabetik anne bebeği olma ve makrozomi YGT gelişiminde önemli risk faktörlerindendir. Fetal akciğer sıvısının geri emilim mekanizmaları tam olarak açıklanamamakla birlikte özellikle distal hava yollarındaki sıvı; başta epitelyal Na+ kanalı (ENaC) olmak üzere, Na+-K+-ATPaz ve aquaporinler (AQP) gibi çeşitli kanallar ile temizlenmektedir. Akciğer epitel hücrelerinde sodyum (Na+)’un ve beraberinde suyun aktif olarak geri emilmesinin, fetal akciğer sıvısının temizlenmesinde esas mekanizma olduğu düşünülmektedir. Doğuma yakın ve doğum esnasında meydana gelen endokrinolojik değişiklikler fetusun dış ortama hazırlanmasında önemlidir. Epinefrin, oksijen (O2), glukokortikoid ve tiroid hormonları akciğer sıvısının temizlenmesini sağlayan Na+ pompa aktivitesini uyararak, Na+ ve beraberinde suyun geri emilimini artırmaktadır.", "question": "Yenidoğanın geçici takipnesi en sık hangi cinsiyette görülmektedir?", "answers": { "text": [ "erkek" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Asetabulum vücudun hangi eklemine yuva görevi yapar?", "answers": { "text": [ "kalça" ], "answer_start": [ 53 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Asetabulum kırıkları genellikle nasıl bir travma ile meydana gelir?", "answers": { "text": [ "yüksek enerjili" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Asetabulum kırıkları hangi tür yaralanmalarla birliktelik gösterir?", "answers": { "text": [ "ek sistem yaralanmaları" ], "answer_start": [ 198 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Teknolojinin ilerlemesi ile hangi kazaların sayısı ve şiddeti artmıştır?", "answers": { "text": [ "Trafik, iş kazaları" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Travmalar sonrası kırık ve sakatlıklar nasıl bir yapıya bürünmüştür?", "answers": { "text": [ "komplike" ], "answer_start": [ 443 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Asetabulum kırıkları son yıllarda nasıl bir değişim göstermiştir?", "answers": { "text": [ "daha sık karşılaşılan" ], "answer_start": [ 578 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Tanı araçlarındaki ilerlemeler ne yapabilme olanağını sunmuştur?", "answers": { "text": [ "daha ayrıntılı tanımlamalar" ], "answer_start": [ 650 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Tanı araçlarındaki ilerlemeler tedavi planlaması ve başarısı ile nasıl bir paralellik göstermiştir?", "answers": { "text": [ "aynı paralelliği göstermemiştir" ], "answer_start": [ 745 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı neye sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "hasta ve hekim açısından önemli sorunlara" ], "answer_start": [ 891 ] } }, { "context": "Asetabulum, vücudun en kuvvetli ve büyük eklemi olan kalça eklemine yuva görevi yapar. Bu kuvvetli yapısından dolayı asetabulum kırıkları sıklıkla yüksek enerjili bir travma ile meydana gelirler ve ek sistem yaralanmalarıyla birliktelik gösterirler. Teknolojinin ilerlemesine paralel olarak da özellikle yüksek enerjili kazaların (Trafik, iş kazaları vb.) sayısı ve şiddeti artmıştır. Bu nedenle, travmalar sonrası kırık ve sakatlıklarda daha komplike bir yapıya bürünmüşlerdir. Bunların sonucu olarak önceki yıllarda daha az sayılarda görülen asetabulum kırıkları son yıllarda daha sık karşılaşılan kırıklar olmuştur. Tanı araçlarındaki ilerlemeler daha ayrıntılı tanımlamalar yapabilme olanağını sunmasına rağmen tedavi planlaması ve başarısı aynı paralelliği göstermemiştir. Tüm eklem içi kırıklarda olduğu gibi tedavi sonrası gelişebilecek artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı hasta ve hekim açısından önemli sorunlara sebep olabilir.", "question": "Tüm eklem içi kırıklarda tedavi sonrası ne gelişebilir?", "answers": { "text": [ "artrit ve fonksiyonel sonuçların başarısızlığı" ], "answer_start": [ 844 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "sirkadiyen ritim bozulmalarına" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Sirkadiyen ritim bozulmaları uyku üzerinde nasıl bir etkiye sahiptir?", "answers": { "text": [ "uyku kalitesini ve miktarını bozar" ], "answer_start": [ 206 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Sirkadiyen ritim bozulmaları hangi semptomlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk" ], "answer_start": [ 244 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik vücut için neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "önemli bir strese" ], "answer_start": [ 384 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış neyi değiştirir?", "answers": { "text": [ "sosyal ve çevresel zamanlama" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Zaman çizelgesindeki değişim neye yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına" ], "answer_start": [ 587 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Uyku yoksunluğu gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "artırabilir" ], "answer_start": [ 812 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde ne artabilir?", "answers": { "text": [ "kaza miktarını" ], "answer_start": [ 797 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Zaman çizelgesindeki değişim uyku üzerinde nasıl bir etki yapar?", "answers": { "text": [ "bozulma" ], "answer_start": [ 62 ] } }, { "context": "Gün ışığından yararlanma zamanındaki değişim sirkadiyen ritim bozulmalarına ve buna bağlı olarak sağlık üzerinde zararlı etkilere neden olabilir. Uyku gecikmesinin neden olduğu sirkadiyen ritim bozulmaları uyku kalitesini ve miktarını bozar ve yorgunluk, baş ağrısı, dikkat ve uykusuzluk gibi çeşitli semptomlara yol açabilir. Zaman çizelgesinde küçük bir değişiklik bile, vücut için önemli bir strese neden olabilir. Gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış, sosyal ve çevresel zamanlamayı yılda iki kez değiştirir. Daha önceki çalışmalara göre, zaman çizelgesindeki bu değişim uyku bozulmasına ve sirkadiyen ritmin parçalanmasına yol açmaktadır. Uyku yoksunluğu motivasyon, dikkat ve uyanıklığı azalttığından, gün ışığından yararlanma zamanına geçiş ve çıkış tarihinden sonraki günlerde kaza miktarını artırabilir.", "question": "Sirkadiyen ritim bozulmaları neye yol açar?", "answers": { "text": [ "uyku kalitesini ve miktarını bozar" ], "answer_start": [ 206 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "mRNA düzeyinde tespit ile PMI tahmininde dar bir sürenin tespitinde neyin mümkün olamayacağı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "direkt bir ilişki" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "Ölümle birlikte hangi aktivite hızlı bir şekilde başlamaktadır?", "answers": { "text": [ "RNaz" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "RNaz aktivitesi RNA kalitesini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "değişen derecelerde" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "mRNA ürün miktarının tespitinde ne gibi sonuçlar üretilebilir?", "answers": { "text": [ "hatalı" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "Degrade RNA ile çalışırken qPCR’da kullanılacak primer neyin çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir?", "answers": { "text": [ "bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin" ], "answer_start": [ 449 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata neye neden olacaktır?", "answers": { "text": [ "kantitatif verilerin yanlış yorumlanması" ], "answer_start": [ 561 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "RNA kalitesini etkileyen faktör nedir?", "answers": { "text": [ "RNaz aktivitesi" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "qPCR’da kullanılacak primer neyin bozulmasına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "diğer genlerin de çoğaltılması" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata neyi etkiler?", "answers": { "text": [ "kantitatif verilerin yanlış yorumlanması" ], "answer_start": [ 561 ] } }, { "context": "Herhangi bir genin mRNA düzeyinde tespit edilmesi ile PMI tahmininde özellikle dar bir sürenin tespitinde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olamayacağı düşünülmektedir. Zira, özellikle ölümle birlikte RNaz aktivitesi hızlı bir şekilde başlayarak RNA kalitesini değişen derecelerde etkilemekte bu durum da mRNA ürün miktarının tespitinde hatalı sonuçların üretilmesiyle sonuçlanabilmektedir. Degrade RNA ile çalışılırken qPCR’da kullanılacak primer, bütünlüğü bozulmuş diğer genlerin de çoğaltılmasıyla sonuçlanabilir. RT-qPCR’da üretilen ürün miktarındaki hata kantitatif verilerin yanlış yorumlanmasına neden olacaktır.", "question": "mRNA düzeyinde tespit ile PMI tahmininde direkt bir ilişki kurmanın mümkün olmadığı hangi durumlarda düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "dar bir sürenin tespitinde" ], "answer_start": [ 79 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Malnutrisyon vücutta neyi etkiler?", "answers": { "text": [ "her sistemi" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Malnutrisyon neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "ağır komplikasyonlar" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimleri neyi yakalayamaz?", "answers": { "text": [ "sağlıklı beslenen çocukları" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Uzun dönemde beslenme yoksunluğu hangi gelişim alanlarını etkiler?", "answers": { "text": [ "bilişsel, duygusal, toplumsal" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Beslenme yoksunluğu bağışıklık sistemini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "olumsuz" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır" ], "answer_start": [ 420 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin neyi gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı" ], "answer_start": [ 123 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Beslenme yoksunluğu hangi kapasiteyi etkiler?", "answers": { "text": [ "çalışma kapasitesini" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Hangi durum malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde gözden geçirilmelidir?", "answers": { "text": [ "her sistemi" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "Malnutrisyon, vücutta her sistemi etkiler ve ağır komplikasyonlara neden olabilir. Ağır beslenme bozukluğu olan bebeklerin bilişsel gelişimlerinin sağlıklı beslenen çocukları yakalayamadığı gösterilmiştir. Uzun dönemde beslenme yoksunluğu bilişsel, duygusal, toplumsal gelişimi, okul başarısı ve eğitim durumunu, bağışıklık sistemini, dolayısıyla çalışma kapasitesini olumsuz etkiler. Malnutrisyonlu çocuğun tedavisinde her sistem ayrı ayrı gözden geçirilmeli ve tedavi buna göre planlanmalıdır.", "question": "Beslenme yoksunluğu eğitim durumunu nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "olumsuz" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre kaç gruba ayrılır?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları hangi durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak sınıflandırılabilir?", "answers": { "text": [ "revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Intraoperatif komplikasyonlar arasında hangi durum yer alır?", "answers": { "text": [ "dura zedelenmesi" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Postoperatif komplikasyonlar arasında hangi durum yer alır?", "answers": { "text": [ "cihaz hataları" ], "answer_start": [ 522 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Intraoperatif komplikasyonlar arasında fasiyal sinir ile ilgili ne tür bir komplikasyon bulunur?", "answers": { "text": [ "hasarı" ], "answer_start": [ 403 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Postoperatif komplikasyonlar arasında hangi enfeksiyon türü yer alır?", "answers": { "text": [ "otitis media" ], "answer_start": [ 538 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Koklear implant cerrahisinde BOS kaçağı hangi komplikasyon türüne girer?", "answers": { "text": [ "postoperatif komplikasyonlar" ], "answer_start": [ 85 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Flep enfeksiyonları hangi komplikasyon türüne girer?", "answers": { "text": [ "Postoperatif komplikasyonlar" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Koklear implant cerrahisinde elektrodun parsiyel yerleştirilmesi hangi komplikasyon türüne girer?", "answers": { "text": [ "Intraoperatif komplikasyonlar" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "Koklear implant cerrahisinin komplikasyonları gelişme zamanına göre intraoperatif ve postoperatif komplikasyonlar olarak iki gruba ayrılır. Ayrıca revizyon cerrahi gerektirip gerektirmeme durumuna göre majör ve minör komplikasyonlar olarak da sınıflandırılabilir. Intraoperatif komplikasyonlar arasında dura zedelenmesi, elektrodun parsiyel yerleştirilmesi, elektrodun yerleştirilememesi, fasiyal sinir hasarı, korda timpani hasarı, timpanik anulus hasarı ve BOS kaçağı yer alır. Postoperatif komplikasyonlar arasında ise cihaz hataları, otitis media, elektrodun yerinden çıkması, fasiyal sinir uyarılması veya parestezisi, flep enfeksiyonları, hematom, tinnitus ve vertigo bulunur.", "question": "Postoperatif komplikasyonlar arasında hangi durum sinir uyarılması ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "fasiyal sinir uyarılması" ], "answer_start": [ 581 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Diyabetes Mellitus hangi bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açar?", "answers": { "text": [ "insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Diyabetes Mellitus nasıl bir bozukluktur?", "answers": { "text": [ "kronik bir metabolizma bozukluğudur" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Diyabetes Mellitus hangi cinsiyetlerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "hem kadın hem de erkeklerde" ], "answer_start": [ 242 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Uzun süreli Diyabetes Mellitus hastalarında hangi nöropatiler gelişebilir?", "answers": { "text": [ "periferik ve otonom" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Diyabetes Mellitus hastalarında körlükle sonuçlanabilen hangi durum gelişebilir?", "answers": { "text": [ "retinopati" ], "answer_start": [ 638 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Diyabetes Mellitus hastalarında böbrek yetmezliğine neden olan hangi durum gelişebilir?", "answers": { "text": [ "nefropati" ], "answer_start": [ 682 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Diyabetes Mellitus hastalarında hangi işlev bozukluğu oluşabilir?", "answers": { "text": [ "Cinsel işlev bozukluğu" ], "answer_start": [ 782 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Diyabetes Mellitus hastalarında hangi hastalıkların insidansı artmıştır?", "answers": { "text": [ "aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık" ], "answer_start": [ 834 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Diyabetes Mellitus bireyin yaşam kalitesini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "önemli derecede" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Diyabetes Mellitus, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki bozukluklar nedeniyle karbonhidrat, yağ ve proteinden yeterince yararlanamamak gibi sorunlara yol açan, sürekli tıbbi bakımın gerektiği, kronik bir metabolizma bozukluğudur. DM, hem kadın hem de erkeklerde yaşamın herhangi bir döneminde ortaya çıkabilen, ciddi komplikasyonlara neden olan, bireyin yaşam kalitesini önemli derecede etkileyen ve ilerleyen dönemlerde yeti yitimine kadar giden kayıplara yol açan, sık görülen bir hastalıktır. Uzun süreli DM hastalarında ayak ülserlerine ve amputasyonlarına yol açan riskli periferik ve otonom nöropatiler, körlükle sonuçlanan retinopati ve böbrek yetmezliği nedeni olan nefropati gelişebilir. Gastrointestinal, genitoüriner, kardiyovasküler komplikasyonlar gelişebilir. Cinsel işlev bozukluğu oluşabilir. DM’li hastalarda aterosklerotik kardiyovasüler hastalık ve buna bağlı hipertansiyon ve serebrovasküler hastalık insidansı artmıştır.", "question": "Diyabetes Mellitus hastalığı ilerleyen dönemlerde nelere yol açabilir?", "answers": { "text": [ "yeti yitimine" ], "answer_start": [ 429 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik nedir?", "answers": { "text": [ "ekspiratuar hava akımı kısıtlanması" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "Hava yolları obstrüksiyonu KOAH'da hangi hasar ve hastalığa sekonder olarak gelişir?", "answers": { "text": [ "Proteolitik akciğer parankim hasarı" ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis neye yol açar?", "answers": { "text": [ "hava yollarının daralması" ], "answer_start": [ 275 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu neye neden olur?", "answers": { "text": [ "ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "KOAH'da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler nelerdir?", "answers": { "text": [ "aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyon" ], "answer_start": [ 568 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "KOAH’ta iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunan ne tür bir inflamasyon geliştiği kanıtlanmıştır?", "answers": { "text": [ "sistemik" ], "answer_start": [ 809 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "KOAH'ta gelişen sistemik inflamasyon hangi komorbiditelerin şiddetini artırabilir?", "answers": { "text": [ "iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon" ], "answer_start": [ 947 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "KOAH'ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu nedir?", "answers": { "text": [ "ekspiratuar hava akımı kısıtlanması" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, KOAH'ta hangi test sonuçları ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma" ], "answer_start": [ 1335 ] } }, { "context": "KOAH'da saptanan temel fizyopatolojik değişiklik, ekspiratuar hava akımı kısıtlanmasıdır. Proteolitik akciğer parankim hasarı ve küçük hava yolu hastalığına sekonder olarak hava yolları obstrüksiyonu gelişir. Küçük hava yollarındaki inflamasyon ve peribronşiyal fibrozis, bu hava yollarının daralmasına yol açmaktadır. KOAH'ın temel özelliği olan kronik hava yolu obstruksiyonu, ekspiratuar akım hızında azalmaya, ventilasyonun dağılımında ve gaz değişiminde bozulmaya ve akciğerlerde aşırı havalanmaya neden olur. KOAH’da akciğerlerde görülen diğer değişiklikler ise aşırı mukus sekresyonu, gaz değişim anormallikleri, vasküler değişiklikler ve buna bağlı gelişen pulmoner hipertansiyondur. KOAH’ta akciğerler ve hava yollarındaki inflamasyonun yanı sıra, mekanizması kesin olmamakla birlikte düşük şiddetli sistemik bir inflamasyon geliştiği de kanıtlanmıştır. Sistemik inflamasyon iskelet kas atrofisi ve kaşeksi gelişimine katkıda bulunmakta, iskemik kalp hastalığı, kalp yetmezliği, osteoporoz, anemi, diyabet, metabolik sendrom ve depresyon gibi komorbiditelerin gelişimini başlatabilmekte veya şiddetini artırabilmektedir. KOAH’ın en belirgin fizyopatolojik bulgusu eforla daha da belirginleşen ekspiratuvar hava akımı kısıtlanmasıdır. Küçük hava yollarındaki inflamasyon, peribronşiyal fibrozis, luminal eksüdasyon yaygınlığı, birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü (FEV1), birinci saniye Zorlu Ekspirasyon Volümü/Zorlu Vital Kapasite (FEV1/FVC) oranındaki azalma ve muhtemelen KOAH’ın tipik bir özelliği olan hızlanmış FEV1 azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir.", "question": "KOAH'ta FEV1 azalması ne ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "hızlanmış FEV1 azalması" ], "answer_start": [ 1519 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "Leptin hangi doku tarafından salgılanır?", "answers": { "text": [ "beyaz yağ dokusu" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "Leptin beyinde neyin düzenlemesini sağlar?", "answers": { "text": [ "enerji homeostazını" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "Artmış yağ depoları leptin üretimini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir" ], "answer_start": [ 179 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "Leptin hormon ve sitokin olarak ne tür bir role sahiptir?", "answers": { "text": [ "ikili" ], "answer_start": [ 369 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "Leptin sitokin olarak inflamatuar cevabı nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "arttırır" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "Otizm tanısı alan çocuklarda hangi tür bir bozukluğa dair kanıtlar bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "immünolojik fonksiyon bozukluğu" ], "answer_start": [ 665 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "OSB'li çocuklarda hangi tür sitokin seviyelerinin artmış olduğu gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "proinflammatuar" ], "answer_start": [ 773 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "OSB olan çocuklarda leptin seviyesi sağlıklı çocuklara göre nasıl bir değişiklik göstermiştir?", "answers": { "text": [ "artmış" ], "answer_start": [ 158 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "Ghrelin neyi uyaran bir hormondur?", "answers": { "text": [ "gıda alımını uyaran oreksijenik" ], "answer_start": [ 1083 ] } }, { "context": "Leptin, temel olarak beyaz yağ dokusu tarafından salgılanır ve beyinde enerji homeostazının düzenlemesini sağlar. Pozitif enerji dengesi ile ilişkilendirilen artmış yağ depoları, leptin üretimini ve dolaşımdaki seviyelerini yükseltir. Bu durum genellikle beslenmeyi azaltan ve enerji harcanmasına teşvik eden bir yanıtı tetiklemektedir. Leptin hormon ve sitokin olarak ikili bir role sahiptir. Hormon olarak, termoregülasyonu içeren mekanizmalar yoluyla enerji homeostazını modüle eder; sitokin olarak leptin, inflamatuar cevabı arttırır. TNF-a, IL-6 ve IL-12 dahil olmak üzere çok sayıda inflamatuar sitokinin salgılanmasını düzenler. Otizm tanısı alan çocuklarda immünolojik fonksiyon bozukluğu olduğuna dair kanıtlar bulunmaktadır. Bazı çalışmalar ise OSB’li çocuklarda proinflammatuar sitokin seviyelerinin artmış olduğunu, anti-inflammatuar sitokin seviyelerinin ise azalmış olduğunu göstermiştir. Leptin ve OSB arasında ilişki olabileceği düşünülerek yapılan bazı çalışmalarda, OSB olan çocuklarda sağlıklı çocuklara göre artmış leptin seviyesi olduğu gösterilmiştir. Ghrelin, gıda alımını uyaran oreksijenik bir hormondur. Ghrelin seviyeleri açlık durumlarında ve yiyecek alımı beklentisi durumlarında artar ve sonrasında düşer. OSB patogenezinde yer alabileceği düşünülerek 2014 yılında yapılan bir çalışmada, ghrelin düzeyi OSB’li çocuklarda kontrol grubuna göre daha düşük seviyede bulunmuştur.", "question": "2014 yılında yapılan bir çalışmada OSB'li çocuklarda ghrelin düzeyi kontrol grubuna göre nasıl bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "daha düşük seviyede" ], "answer_start": [ 1372 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "RHK'nın erken evrede genel olarak nasıl olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "asemptomatik" ], "answer_start": [ 84 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "RHK'da semptomlar genellikle ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "tümörün lokal büyümesi ile" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "Klasik olarak tanımlanan RHK bulguları nelerdir?", "answers": { "text": [ "yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüri" ], "answer_start": [ 229 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "RHK'da hematüri hastaların yüzde kaçında görülmektedir?", "answers": { "text": [ "%40" ], "answer_start": [ 461 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "Batında kitle nedeniyle başvuru genellikle hangi tümörlerle ilgilidir?", "answers": { "text": [ "böbreğin alt kutubunda yerleşmiş" ], "answer_start": [ 520 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "RHK'da kitlenin palpasyonu hangi hastalarda daha kolaydır?", "answers": { "text": [ "zayıf yetişkinlerde" ], "answer_start": [ 597 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "Erkek hastaların yüzde kaçında genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir?", "answers": { "text": [ "%11" ], "answer_start": [ 719 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "RHK'da sol taraflı varikosel hangi duruma bağlı olarak gelişir?", "answers": { "text": [ "renal vendeki obstruksyona" ], "answer_start": [ 783 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "RHK'lı hastalarda anemi yüzde kaçında görülmektedir?", "answers": { "text": [ "%29-88" ], "answer_start": [ 1267 ] } }, { "context": "Böbreklerin retroperitoneal yerleşimine bağlı olarak RHK, erken evrede genel olarak asemptomatikdir, semptomlar ise tümörün lokal büyümesi ile ortaya çıkan bası, invazyon ve uzak metastazlarla ilgilidir. Klasik olarak tanımlanan yan ağrısı, palpe edilebilir bir kitle ve hematüriden oluşan bulgular, günümüzde hastaların çok az bir kısmında izlenir (%9) ve genelde lokal ileri evre hastalığın bir göstergesidir. Hematüri en sık başvuru semptomu olup hastaların %40’da görülmektedir. Batında kitle nedeni ile başvuru ise böbreğin alt kutubunda yerleşmiş tümörler ile ilgilidir. Kitlenin palpasyonu zayıf yetişkinlerde daha kolaydır. Kitle genelde düzgündür, hassasiyet yoktur ve solunumla hareket eder. Erkek hastaların %11’de genellikle sol taraflı varikosel görülmektedir, bu durum renal vendeki obstruksyona ve gonadal venden akımın olmamasına bağlıdır. İnferior vena cava tutulumuna bağlı alt ekstremitelerde ödem, asit, hepatik disfonskyon ve pulmoner ödem olabilir. Hastaların bir kısmında paraneoplastik semptomlar görülmektedir. Bunlar eritoropoetin, parathormon benzer peptid (PTHrP), gonadotropin, adrenokortikotropik hormon (ACTH)-benzeri madde, renin, glukagon, insulin gibi bazı hormonların ektopik salınımına bağlı olarak gelişmektedir. Anemi hastaların %29-88’inde görülmektedir. Normositer ve mikrositer olabilmekle beraber çoğunlukla kronik hastalık anemisi şeklindedir. %1-5 hastalarda ise eritropoetin salınımına bağlı eritrositoz gelişebilmekte.", "question": "RHK'lı hastalarda eritropoetin salınımına bağlı olarak hangi durum gelişebilir?", "answers": { "text": [ "eritrositoz" ], "answer_start": [ 1437 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle nasıldır?", "answers": { "text": [ "sinsi" ], "answer_start": [ 49 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalığında çocukların tanı alması ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "genellikle gecikir" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalığı çocuklarda hangi nonspesifik bulgular ile başlayabilir?", "answers": { "text": [ "davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler" ], "answer_start": [ 173 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalığının klasik bulguları nelerdir?", "answers": { "text": [ "sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı" ], "answer_start": [ 380 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalığında tanı koymayı kolaylaştıran nedir?", "answers": { "text": [ "daha kolaydır" ], "answer_start": [ 541 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalığı olan daha küçük çocuklarda hangi problemler olabilir?", "answers": { "text": [ "mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde" ], "answer_start": [ 578 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalarında gözle ilgili ne tür anormallikler olabilir?", "answers": { "text": [ "Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma" ], "answer_start": [ 881 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalarında ekzoftalmus nasıl görülür?", "answers": { "text": [ "genelde hafiftir" ], "answer_start": [ 1029 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi hakkında ne düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu" ], "answer_start": [ 1130 ] } }, { "context": "Graves hastalığında klinik belirtiler genellikle sinsidir. Semptomlar ve bulgular erişkindekine benzer olmasına rağmen çocukların tanı alması genellikle gecikir. Çocuklarda davranış değişiklikleri, hiperaktivite, okul başarısında azalma, duygusal değişiklikler gibi nonspesifik bulgular ile başlayabilir ve bu dönemde tanı gözden kaçabilir. Graves hastalığının klasik bulgularını sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, terleme, tremor, kas güçsüzlüğü, halsizlik, iştah artışına rağmen kilo kaybı oluşturur. Bu şikayetlerin varlığında tanı koymak daha kolaydır. Daha küçük çocuklarda mental retardasyon, hiperaktivite, kronik ishal ve dil gelişiminde problemler olabilir. Hastaların çoğunda gözle ilgili anormallikler mevcuttur. Göz aşağı doğru baktığında üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag), konverjans bozukluğu, üst göz kapağında retraksiyon ve göz kırpmada seyrekleşme olur. Gözde ağrı, göz kapağında eritem, ekstraoküler kas fonksiyonlarında ve görme keskinliğinde azalma görülebilir. Ekzoftalmus çoğu hastada olur, ancak genelde hafiftir. Graves hastalığında gelişen oftalmopatinin etiyopatogenezi henüz tam bilinmese de; etkilenen her iki dokuda da benzer antijenler olduğu ve immün yanıtın tiroid bezi ile birlikte gözü de tuttuğu düşünülmektedir.", "question": "Graves hastalığında gözün aşağı doğru bakmasıyla hangi bulgu görülür?", "answers": { "text": [ "üst göz kapağında takipte gecikme (lid lag)" ], "answer_start": [ 750 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "ALS nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "nörodejeneratif" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "ALS hangi nöronu etkiler?", "answers": { "text": [ "üst motor nöronlar" ], "answer_start": [ 130 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "ALS hangi yaş grubunda daha belirgindir?", "answers": { "text": [ "İleri" ], "answer_start": [ 271 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "Motor bulguların bir bölgeden başlayıp diğer bölgelere yayıldığı durumda hangi hastalık düşünülmelidir?", "answers": { "text": [ "ALS" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "Klasik ALS tanımında hangi bilgiler yetersizdir?", "answers": { "text": [ "başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "ALS neye göre bir hastalıktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder?", "answers": { "text": [ "öz nitelikler göz önüne alındığında" ], "answer_start": [ 662 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "ALS neden alt gruplara ayrılabilir?", "answers": { "text": [ "alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur." ], "answer_start": [ 802 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "ALS'nin üst motor nöronları tutan hücrelere verilen isim nedir?", "answers": { "text": [ "Betz hücreleri" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "ALS'nin alt motor nöronları tutan hücrelere verilen isim nedir?", "answers": { "text": [ "α motor nöron" ], "answer_start": [ 198 ] } }, { "context": "ALS ilerleyici ve ölümcül, nörodejeneratif bir hastalıktır. Hastalık hem motor korteksteki “Betz hücreleri” olarak isimlendirilen üst motor nöronları, hem de beyin sapı ve omurilik ön boynuzundaki “α motor nöron” olarak isimlendirilen alt motor nöronları birlikte tutar. İleri yaş grubundaki hastalarda, motor bulguların bir bölgeden başlayıp “bulaşıcı” şekilde diğer bölgelere yayıldığı durumda, ALS’yi ön planda düşünmek gerekir. Ancak yukardaki “klasik” ALS’yi tanımlamaya yetebilecek bilgiler başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular gibi birçok konuda hastalığın heterojenitesini kapsamaktan uzaktır. Bu öz nitelikler göz önüne alındığında ALS bir hastalık olmaktan çok bir sendrom olarak nitelendirilmeyi hak eder. Çünkü bu özelliklerine göre alt gruplara ayrılabilecek kadar farklı klinik tabloları mevcuttur.", "question": "Klasik ALS tanımında heterojeniteyi kapsayamayan bilgiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "başlangıç yaşı, yeri, ilerleme hızı, motor nöron tutulum patterni, eşlikçi non-motor bulgular" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde hangi bölgelerde ekimoz ve kanamalar görülebilir?", "answers": { "text": [ "göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası sternum ve kot kırıkları hangi yaş grubunda nadirdir?", "answers": { "text": [ "çocuklarda" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "Çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda hangi bulguların ayırt edilmesi önemlidir?", "answers": { "text": [ "Sternum ve kot kırıkları" ], "answer_start": [ 295 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "Yaşlılarda kardiyopulmoner resüsitasyon sırasında hangi kemiklerde kırıklar görülebilir?", "answers": { "text": [ "toraks kemiklerinde" ], "answer_start": [ 606 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "KPR sonrası gözde hangi bulgular ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "peteşiler ve intraoküler kanamalar" ], "answer_start": [ 656 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kardiyovasküler sistemle ilgili görülebilecek hasarlardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "sağ atrium rüptürü" ], "answer_start": [ 914 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak ne görülebilir?", "answers": { "text": [ "perikardiyal kanama ve ekimozlar" ], "answer_start": [ 1161 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu nereye karışabilir?", "answers": { "text": [ "pulmoner dolaşıma" ], "answer_start": [ 1272 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "İntrakardiyak enjeksiyonla ne görülür?", "answers": { "text": [ "perikardiyal kanama ve ekimozlar" ], "answer_start": [ 1161 ] } }, { "context": "Şiddetli kardiyopulmoner resüsitasyon uygulanan kişilerde göğüs ön duvarında ekimoz, göğüs cilt-cilt altı dokularında ve pektoral kaslarda kanamalar, hemotoraks, pnömotoraks, akciğerlerde kontüzyonlar ve laserasyonlar, sternum ve kaburga hatta omurga kırıkları ve perikartta kanama görülebilir. Sternum ve kot kırıkları çocuklarda nadirdir, bununla birlikte kotların ve sternokostal kıkırdakların bükülebilirliği nedeniyle bazen meydana geldikleri inkar edilemez. Ancak çocuk istismarı iddiası bulunan vakalarda bunu ayırt etmek önemlidir. Yaşlılarda ise daha az bir enerji ile uygulanan resüsitasyonlarda toraks kemiklerinde kırıklar görülebilir. Gözdeki peteşiler ve intraoküler kanamalar, şiddetli hapşırma veya öksürme sonrası olduğu gibi KPR sonrası ortaya çıkabilir. Hatta bu bulguların boğmaca hastalığı sırasında ortaya çıktığı iyi bilinir. Kardiyovasküler sistemle ilgili birçok hasar görülebilir. Bunlar sağ atrium rüptürü, travmatik ventrikuloseptal rüptür, sol ventrikül rüptürü (vertebral osteofitiz daha çok eşlik eder), çıkan aort rüptürü, kapak hasarları (özellikle prostetik kapaklarda) şeklinde görülür. İntrakardiyak enjeksiyona bağlı olarak perikardiyal kanama ve ekimozlar görülebilir. Kardiyopulmoner resüsitasyon sonrası kemik iliğindeki yağ dokusu pulmoner dolaşıma karışabilir. Kemik iliği embolileri, genellikle küçük çaplı pulmoner arterlerde görülseler bile koroner ve serebral arterlerde de izlenebildikleri gibi sıklıkla yağ embolileri ile beraber görülürler. Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular göğüs cildi üzerinde abrazyon ve defibrilatör yanık izleridir.", "question": "Resüsitasyon sonrası göğüs üzerindeki en sık bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "abrazyon ve defibrilatör yanık izleri" ], "answer_start": [ 1565 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "Epikardiyal yağ dokusu ile ilişkisi gösterilmiş olan hastalık nedir?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler hastalıklarla" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan maddeler nelerdir?", "answers": { "text": [ "adipokinler" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "KBY hastalarında kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı nasıl değişmiştir?", "answers": { "text": [ "normal popülasyona göre artmıştır" ], "answer_start": [ 340 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "Adipokinlerin görev aldığı fizyolojik işlemlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "kan basıncının düzenlenmesi" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "Artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı hangi popülasyonda bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "Diyaliz dışı" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "Diyaliz hastalarında epikardiyal yağ dokusu ile aritmi ilişkisi üzerine yapılmış herhangi bir çalışma var mı?", "answers": { "text": [ "herhangi bir çalışma bulunmamaktadır" ], "answer_start": [ 742 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "Bu çalışmada neyin ilişkisi incelenmek istenmiştir?", "answers": { "text": [ "epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişki" ], "answer_start": [ 830 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "KBY hangi tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik inflamatuar" ], "answer_start": [ 242 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "Adipokinler, glukoz-lipid metabolizması gibi hangi olaylarda görev alır?", "answers": { "text": [ "inflamatuar olaylar ve koagülasyon" ], "answer_start": [ 488 ] } }, { "context": "Epikardiyal yağ dokusu, son yıllarda gündem konusu olan ve kardiyovasküler hastalıklarla ilişkisi gösterilmiş bir organdır. Epikardiyal yağ dokusundan salgılanan adipokinler, inflamasyon ve kronik hastalıklar ile yakından ilişkilidir. KBY de kronik inflamatuar bir hastalıktır ve bu hastalarda kardiyovasküler hastalıkların görülme sıklığı normal popülasyona göre artmıştır. Adipokinlerin, kan basıncının düzenlenmesi, insülin duyarlılığı, glukoz-lipid metabolizması, damarsal yapılanma, inflamatuar olaylar ve koagülasyon gibi birçok fizyolojik işlemde görev aldıkları bilinmektedir. Diyaliz dışı hasta popülasyonunda artmış epikardiyal yağ doku miktarının aritmi gelişimini kolaylaştırdığı bilinmektedir ancak diyaliz hastalarında yapılmış herhangi bir çalışma bulunmamaktadır. Biz de bu çalışmada hemodiyalize giren hastalarda epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı arasındaki ilişkiyi incelemeyi planladık.", "question": "Hemodiyalize giren hastalarda hangi iki değişken arasındaki ilişki incelenmek istenmiştir?", "answers": { "text": [ "epikardiyal yağ dokusu kalınlığı ile aritmi varlığı" ], "answer_start": [ 830 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyon" ], "answer_start": [ 86 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "Hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri olan parametreler nelerdir?", "answers": { "text": [ "doku markırlar" ], "answer_start": [ 225 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "Meme kanserinde hangi doku markırları kullanılır?", "answers": { "text": [ "ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "ER ve PR ne konusunda belirleyicidir?", "answers": { "text": [ "etkinliği" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "HER2 pozitifliği ne konusunda öngördürücüdür?", "answers": { "text": [ "sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri" ], "answer_start": [ 555 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "Meme kanserinde patolojik incelemelerde hangi sınıflandırma kullanılır?", "answers": { "text": [ "TNM" ], "answer_start": [ 63 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "Meme kanserinde tümör morfolojisi ve histolojik grade gibi faktörler neyi etkiler?", "answers": { "text": [ "Meme kanseri prognozunu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "Patolojik incelemelerde değerlendirilen doku markırlarının hangi iki sağlık durumu üzerinde etkisi vardır?", "answers": { "text": [ "hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK)" ], "answer_start": [ 246 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "HER2 nedir?", "answers": { "text": [ "Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Meme kanseri prognozunu etkileyen patolojik faktörler; tümörün TNM sınıflandırılması, tümör morfolojisi, histolojik grade’i ve peritümöral lenfovasküler invazyondur. Patolojik incelemelerde değerlendirilen diğer parametreler doku markırları olup hastalıksız sağkalım (HSK) ve genel sağkalım (GSK) açısından önemli etkileri vardır. Bu amaçla kullanılan doku markırları ER (Östrojen Reseptörü), PR (Progesteron Reseptörü), ve HER2 (Human Epidermal Growth Faktör Reseptör 2)’dir. ER ve PR etkinliği konusunda belirleyicidir. Diğer yandan HER2 pozitifliği de sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması ve etkinlikleri konusunda öngördürücüdür.", "question": "Meme kanserinde sistemik tedavi ve HER2 hedefleyen ajanların kullanılması konusunda öngördürücü olan nedir?", "answers": { "text": [ "HER2 pozitifliği" ], "answer_start": [ 535 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Obezite hangi tür hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı olmayan hastalıklar" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Obezite ile ilişkili hastalıklarda hangi iki durumun önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 110 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Obezitenin daha çok etkilediği sistem nedir?", "answers": { "text": [ "KVH" ], "answer_start": [ 224 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Obezite değerlendirilmesinde hangi komplikasyonlara daha çok önem verilmektedir?", "answers": { "text": [ "metabolik" ], "answer_start": [ 515 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Psikolojik komplikasyonlar obezite değerlendirilmesinde nasıl bir konumda yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir" ], "answer_start": [ 567 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Obezite ve depresyon arasında nasıl bir ilişki tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı" ], "answer_start": [ 640 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında ne gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "düşüşler" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Obezite hangi tür hastalıkların etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır?", "answers": { "text": [ "çeşitli kanserlerin" ], "answer_start": [ 832 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Obezitenin morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması neyi tekrar gündeme getirmektedir?", "answers": { "text": [ "koruyucu hekimliğin önemini" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Obezite bulaşıcı olmayan hastalıklar açısından önemli bir risk faktörüdür. Obezite ile ilişkili hastalıklarda morbidite ve mortalitesinin önlenebilir olması koruyucu hekimliğin önemini tekrar gündeme getirmektedir. Daha çok KVH olmak üzere, serebrovasküler hastalık (SVH), endokrin sistem, solunum sistemi, genitoüriner sistem (GÜS), gastrointestinal sistem (GİS), kas ve iskelet sistemi ve bilimum tüm sistemleri etkilemektedir. Aşağıda bu hastalıklar ayrıntılı olarak ele alınmıştır. Obezite değerlendirilmesinde metabolik komplikasyonlara daha çok önem verilirken psikolojik komplikasyonlar göz ardı edilmektedir. Yapılan araştırmalarda obezitenin depresyonu artırdığı, depresyonun da obeziteyi artırdığı tespit edilmiştir. Yine başka bir çalışmada kilo veren bireylerde Beck depresyon skorlarında düşüşler gözlenmiştir. Obezite çeşitli kanserlerin etiyolojisinden de sorumlu tutulmaktadır.", "question": "Yapılan araştırmalarda obezitenin hangi durumu artırdığı tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "depresyonu" ], "answer_start": [ 651 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Ürtiker tedavisinde öncelikle ne yapılması gerekir?", "answers": { "text": [ "hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılması" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Ürtiker tedavisinde ilk aşamadan sonra ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "semptomlara yönelik farmakolojik tedavi" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Akut ürtikerli hastaların pek çoğunda hangi etyolojik faktörler bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi" ], "answer_start": [ 245 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Kronik ürtikerde (KÜ) neyi saptamak daha zordur?", "answers": { "text": [ "tetikleyici neden" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Kronik ürtikerde (KÜ) altta yatabilecek başlıca nedenler nelerdir?", "answers": { "text": [ "ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Fiziksel ürtikerlerde ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır" ], "answer_start": [ 615 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Akut ürtikerli hastalarda sıkça karşılaşılan anamnez türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyon, ilaç veya gıda" ], "answer_start": [ 245 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Ürtiker tedavisinde tetikleyici faktörlerin saptanmasının ardından hangi tür tedavi uygulanmalıdır?", "answers": { "text": [ "farmakolojik" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Kronik ürtikerde (KÜ) tetikleyici faktörlere yönelik hangi tür önlemler alınmalıdır?", "answers": { "text": [ "etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme" ], "answer_start": [ 526 ] } }, { "context": "Ürtiker tedavisinde öncelikle yapılması gereken hastalığı tetikleyici faktörlerin saptanıp ve bunlardan kaçınılmasıdır. Ardından semptomlara yönelik farmakolojik tedavi planlanmalıdır. Özellikle akut ürtikerli hastaların pek çoğunda etyoloji de enfeksiyon, ilaç veya gıda anamnezi bulunmaktadır. KÜ’de ise tetikleyici neden saptamak daha zordur. Altta yatabilecek ilaç, gıda, katkı maddeleri, enfeksiyonlar, sistemik ve otoimmün hastalıklar gibi başlıca nedenler bu açıdan dikkatle sorgulanmalı ve tetikleyici faktöre yönelik etkeni kesme veya hastalığı tedavi etme gibi önlemler alınmalıdır. Fiziksel ürtikerlerde fiziksel uyaranlardan kaçınılmalıdır.", "question": "Fiziksel ürtikerlerde kaçınılması gereken nedir?", "answers": { "text": [ "fiziksel uyaranlardan" ], "answer_start": [ 615 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "Anevrizma oluşumu hangi tür faktörleri içeren bir süreçtir?", "answers": { "text": [ "genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "İntrakraniyal anevrizma (İA) gelişim riskini artıran çevresel faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon" ], "answer_start": [ 103 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "İA'ların kalıtımsal yönünü destekleyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı" ], "answer_start": [ 217 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "Arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda nasıl bir rol oynadığı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 493 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı olarak oluşan hemodinamik stres neyi tetikleyebilir?", "answers": { "text": [ "damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları" ], "answer_start": [ 601 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "Hangi tür bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır?", "answers": { "text": [ "anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma" ], "answer_start": [ 708 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "İA'ların gelişiminde genetik faktörlerin yanı sıra hangi faktörler de etkilidir?", "answers": { "text": [ "çevresel" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hangi stres damar duvarında dejeneratif mekanizmaları tetikleyebilir?", "answers": { "text": [ "hemodinamik" ], "answer_start": [ 583 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "İA'ların kalıtımsal yönünü destekleyen hangi vakalar vardır?", "answers": { "text": [ "ailesel anevrizma" ], "answer_start": [ 310 ] } }, { "context": "Anevrizma oluşumu genetik, anatomik ve çevresel risk faktörlerini içeren multifaktöriyel bir süreçtir. Sigara, alkol kullanımı, hiperlipidemi ve hipertansiyon gibi çevresel faktörler İA gelişim riskini artırmaktadır. Çeşitli kalıtımsal hastalıklarla birliktelik göstermesi ve sistemik bir hastalıktan bağımsız ailesel anevrizma vakalarının varlığı İA’ların kalıtımsal yönünü desteklemektedir. Genetik ve çevresel faktörlere ek olarak, arteriyel bifürkasyon morfolojisinin anevrizma oluşumunda önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Bifürkasyon geometrisinde bozulmaya bağlı oluşan hemodinamik stres damar duvarında fokal dejeneratif mekanizmaları tetikleyerek anevrizma oluşumuna yol açabilir. Bu nedenle, anevrizma varlığı ile arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırma, İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesinde yardımcı olacaktır.", "question": "Arter bifürkasyonlarının geometrik ilişkisine odaklanan bir araştırmanın hangi konuda yardımcı olacağı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "İA'ların patogenezinde ve oluşumunun öngörülmesi" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "SP hangi nöronların zedelenmesi sonucu gelişir?", "answers": { "text": [ "üst motor nöronlar" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "Üst motor nöronların istemli hareket üzerindeki görevi nedir?", "answers": { "text": [ "aktive etme" ], "answer_start": [ 141 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "Üst motor nöronların spinal kordun ön boynuzundaki nöronlar üzerindeki görevi nedir?", "answers": { "text": [ "spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama" ], "answer_start": [ 195 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda ne olur?", "answers": { "text": [ "ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "Üst motor nöron hasarında kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılarda ne olur?", "answers": { "text": [ "azalır" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "Üst motor nöron hasarı kas kontrolü üzerinde nasıl bir etki yapar?", "answers": { "text": [ "bozukluklar" ], "answer_start": [ 526 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "Serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktör nedir?", "answers": { "text": [ "Hipoksi ve iskemi" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "Hipoksi nedir?", "answers": { "text": [ "Oksijenizasyonda azalma" ], "answer_start": [ 729 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "İskemi nedir?", "answers": { "text": [ "dokunun kanlanmasında azalma" ], "answer_start": [ 762 ] } }, { "context": "SP, beyin korteksindeki üst motor nöronların (1.motor nöron) zedelenmesi ya da lezyonu sonucu gelişir. Üst motor nöronların istemli hareketi aktive etme görevleri mevcuttur. Ayrıca bu nöronların spinal kordun ön boynuzundaki ikinci motor nöronların aktivitelerini baskılama görevi de vardır. Üst motor nöronlarda hasarlanma olduğunda; ikinci motor nöron üzerindeki baskılayıcı fonksiyonlarda bozulma meydana gelir ve korteksten kortikospinal ve retikülospinal yollarla iletilen uyarılar azalır. Sonuçta kas kontrolü anlamında bozukluklar meydana gelir; alfa ve gama nöronlarının over-aktivasyonu ile kas tonusu artar ve hareketin motor kontrolü bozulur. Hipoksi ve iskemi, serebral palsi patogenezindeki en önemli iki faktördür. Oksijenizasyonda azalma hipoksi, dokunun kanlanmasında azalma iskemi olarak belirtilmiştir. Hipoksik iskemik ensefalopati bu iki faktörün birleşimi ile oluşan santral sinir sistemi hasarı olarak bilinmektedir.", "question": "Hipoksik iskemik ensefalopati nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "santral sinir sistemi hasarı" ], "answer_start": [ 888 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu kaç evrede incelenmektedir?", "answers": { "text": [ "üç evrede" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu evreleri hangi tablo ile özetlenmiştir?", "answers": { "text": [ "Tablo 2.2" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Basillerin inhale edilmesiyle hangi evre sağlanmış olur?", "answers": { "text": [ "temas" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Temas halindeki kişilerin tüberküloz araştırılmasında hangi yöntemler kullanılır?", "answers": { "text": [ "TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Bulaş evresinde akciğer grafisi nasıl olur?", "answers": { "text": [ "normaldir" ], "answer_start": [ 566 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi ne kadar sürebilir?", "answers": { "text": [ "2-12 hafta" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Subklinik evrede çocuklarda nadiren hangi semptomlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "ateş ve öksürük" ], "answer_start": [ 772 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Hangi testler subklinik evrede pozitifleşir?", "answers": { "text": [ "İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT" ], "answer_start": [ 964 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Subklinik evrede akciğer grafilerinde neler görülebilir?", "answers": { "text": [ "lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom" ], "answer_start": [ 1074 ] } }, { "context": "Çocuklarda tüberküloz enfeksiyonu üç evrede incelenmektedir: temas, enfeksiyon ve hastalık. Çocukluk Çağı ve Tüberkülozunda Evreler ve Özellikleri Tablo 2.2’de özetlenmiştir. Erişkin veya adolesan bir hasta ile aynı ortamda bulunma sonrası basillerin inhale edilmesiyle temas sağlanmış olur. Tüberküloz şüphesi olan çocuklarla temas halindeki kişilerin TDT, akciğer grafisi ve fizik muayeneden oluşan temaslı araştırılmasının yapılması yeni bulaşları önlemede çok önemlidir.\n\nBulaş evresinde hastalığa dair herhangi bir klinik bulgu olmadığı gibi akciğer grafisi de normaldir. Basilin inhalasyonu sonrası testin pozitifleşmesi 2-12 hafta sürebileceğinden TDT negatiftir. Basilin primer odakta çoğalarak bölgesel lenf noduna yayıldığı subklinik evredir. Çocuklarda nadiren ateş ve öksürük görülebilir. Temastan 2-12 hafta sonra geç tip aşırı duyarlılık reaksiyonuyla kazeöz özellik kazanarak sınırlandırılan lezyonlarda basiller hala canlılığını koruyabilmektedir. İnterferon gama salınım testi (IGST) ve TDT bu evrede pozitifleşir. Akciğer grafileri normal olabileceği gibi lenf nodunda kalsifikasyon veya granülom görülebilir. Bu çocuklar hasta olmadıkları için bulaştırıcı değillerdir. Temas ve enfeksiyon dönemlerinde koruyucu tedavi alınması gerekmektedir. Tedavi almayan çocukların, en yüksek risk ilk iki yılda olmak üzere, hasta olma olasılıkları mevcuttur. Bağışıklık yanıtı basili sınırlandıramadığında; basil akciğer parankimi içerisinde çoğalmaya devam eder. Akciğer parankimi içerisinde infiltrasyon alanları, lenf nodlarında büyüme meydana gelir. Bağışıklığı baskılanmamış çocuklarda hastalık gelişme riski yaş küçüldükçe artar.", "question": "Çocuklarda tüberküloz hastalığı geliştirme riski yaşla nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "yaş küçüldükçe artar" ], "answer_start": [ 1620 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomlarının prognozu diğer meme karsinomu tiplerine göre nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha kötüdür" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde tümör immün-mikroçevresinin rolü nedir?", "answers": { "text": [ "oldukça önemlidir" ], "answer_start": [ 206 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomlarında tümör immün-mikroçevresi ne tür bir faktör olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "prognostik" ], "answer_start": [ 289 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomlarında immünoterapötik ajanlar için ne tür bir hedef olabilir?", "answers": { "text": [ "potansiyel bir hedef olabileceği" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomlarında tümör immün-mikroçevresi ne tür bir faktör olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "prognostik" ], "answer_start": [ 289 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomlarında prognozun belirlenmesinde hangi mikroçevre önemli rol oynar?", "answers": { "text": [ "Tümör immün-mikroçevresi" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomlarında hangi tip tedavi ajanlar hedef alınabilir?", "answers": { "text": [ "immünoterapötik ajanlar" ], "answer_start": [ 321 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomlarının prognostik faktörü nedir?", "answers": { "text": [ "Tümör immün-mikroçevresi" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomlarında immünoterapötik ajanların etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "potansiyel bir hedef olabileceği" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz, diğer meme karsinomu tiplerine göre daha kötüdür. Tümör immün-mikroçevresinin içeriği ve etkileri, triple negatif meme karsinomu olgularının medikal yönetiminde oldukça önemlidir. Tümör immün-mikroçevresinin triple negatif meme karsinomlarında prognostik bir faktör olduğu ve immünoterapötik ajanlar için potansiyel bir hedef olabileceği düşünülmektedir.", "question": "Triple negatif meme karsinomlarında prognoz neye göre daha kötürüdr?", "answers": { "text": [ "diğer meme karsinomu tiplerine" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Polikistik Over Sendromu ilk kez ne zaman ve kim tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1935" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Polikistik Over Sendromu'nun tanımlandığı triad nedir?", "answers": { "text": [ "amenore, obezite ve hirsutizm" ], "answer_start": [ 72 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Polikistik Over Sendromu günümüzde nasıl bir hastalık olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "multisistem reprodüktif-metabolik hastalık" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Polikistik Over Sendromu’nun başlıca klinik belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilite" ], "answer_start": [ 778 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Polikistik Over Sendromu’nda overlerin anatomik yapısı nasıl görüntülenebilir?", "answers": { "text": [ "ultrasonografi" ], "answer_start": [ 915 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Polikistik Over Sendromu'nda bulunan metabolik bozukluklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "insülin direnci, dislipidemi ve obezite" ], "answer_start": [ 1090 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Polikistik Over Sendromu'nun klinik fenotipinin oluşumuna yardım eden faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormallikler" ], "answer_start": [ 1162 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Polikistik Over Sendromu’nda sorumlu mekanizmalar tam olarak açıklığa kavuşmuş mudur?", "answers": { "text": [ "halen tam açık değildir" ], "answer_start": [ 1255 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular, günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ne kadarını oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "ancak az bir" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu, ilk kez 1935‘de Stein ve Levanthal tarafından amenore, obezite ve hirsutizm triadı olarak tanımlanmıştır (Stein, 1935). Stein ve Levanthal’ın tanımladığı olgular günümüzde kullanılan tanı kriterlerine göre Polikistik Over Sendromu’lu olguların ancak az bir kısmını oluştururlar. Ovaryan hiperandrojenizm olarak da anılan bu sendrom heterojen bir hasta grubunu kapsamaktadır. Heterojenlik, klinik prezentasyon, serum androjen düzeyleri ve overyan morfolojide ortaya çıkabilir. Bu nedenle Polikistik Over Sendromu’lu olgularda sendroma özgü semptom ve bulguların hepsi bulunmayabilir. Günümüzde Polikistik Over Sendromu, multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır. Başlıca klinik belirtileri; hiperandrojenizm, düzensiz menstrüasyon ve infertilitedir. Bu semptomları gösteren kadınların overleri polikistiktir ve bu anatomik yapı ultrasonografi ile görüntülenebilir, ancak polikistik ovaryan morfolojisi bu klinik belirtileri göstermeyen kadınlarda da bulunabilir. Birlikte bulunan metabolik bozukluklar, insülin direnci, dislipidemi ve obezitedir. Polikistik Over Sendromu’da hipotalamik-hipofizer-overyan-adrenal fonksiyonlardaki anormalliklerden sorumlu mekanizmalar halen tam açık değildir. Tüm bu faktörler klinik fenotipin oluşumuna yardım edebilir ve uzun dönem sağlıkla ilgili riskler artabilir.", "question": "Polikistik Over Sendromu’nun gelecekteki tanımlamalar için ne kadar açık olduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "multisistem reprodüktif-metabolik hastalık olarak tanımlanır ve gelecekte yeni tanımlamalara da açıktır" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel tıp ne amaçla kullanılır?", "answers": { "text": [ "fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel tıp hangi temellere dayanarak geliştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "deneyimlere ve gözlemler" ], "answer_start": [ 183 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Tamamlayıcı tıp ne ile birlikte kullanılan yöntemleri ifade eder?", "answers": { "text": [ "Geleneksel tıp" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Tamamlayıcı tıp yöntemleri ne amaçla kullanılır?", "answers": { "text": [ "modern tıp tedavisine ilave olarak" ], "answer_start": [ 423 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Tamamlayıcı tıp modern tıbbın yerine mi geçer?", "answers": { "text": [ "modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte" ], "answer_start": [ 537 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Tamamlayıcı tıp yöntemlerinin etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı" ], "answer_start": [ 660 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel tıp, açıklanabilir olsun ya da olmasın, hangi unsurların bir toplamıdır?", "answers": { "text": [ "bilgi, beceri ve uygulamalar" ], "answer_start": [ 233 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Tamamlayıcı tıp, modern tıp tedavisine nasıl bir katkı sağlar?", "answers": { "text": [ "destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir" ], "answer_start": [ 613 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Tamamlayıcı tıbbın yürütülme şekli nasıldır?", "answers": { "text": [ "modern tıp tedavisine ilave" ], "answer_start": [ 423 ] } }, { "context": "Geleneksel tıp, fiziksel ve zihinsel hastalıkların iyileştirilmesi, tedavi edilmesi veya sağlığın korunması amacıyla kullanılan, açıklanabilir olsun ya da olmasın çeşitli kültürlerde deneyimlere ve gözlemlere dayanarak geliştirilmiş bilgi, beceri ve uygulamalar toplamıdır. Tamamlayıcı tıp kavramı ise daha farklı anlamlar taşır. Tamamlayıcı tıp; geleneksel tıp ile birlikte kullanılan, iyileştirici özellikler barındıran, modern tıp tedavisine ilave olarak kullanılan yöntemler olarak tanımlanabilir. Başka bir deyişle tamamlayıcı tıp, modern tıbbın yerine değil onun ile birlikte, ona paralel olarak yürütülen, destekleyici, tedaviyi olumlu yönde arttırıcı, belirtileri ve/veya tedavinin yan etkilerini azaltıcı yöntemlerdir.", "question": "Geleneksel tıpta hangi hastalık türleri hedef alınır?", "answers": { "text": [ "fiziksel ve zihinsel hastalıkların" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık nedir?", "answers": { "text": [ "medikal bir sendrom" ], "answer_start": [ 194 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık hangi yaş grubunda görülür?", "answers": { "text": [ "ilerleyen" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık sendromunun sonucu ne olabilir?", "answers": { "text": [ "bağımlılık ve/veya ölümle" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık hangi sistemlerdeki fizyolojik rezervde azalma ile ilgilidir?", "answers": { "text": [ "iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki" ], "answer_start": [ 249 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık sonucunda hangi durumlara uyum bozukluğu oluşur?", "answers": { "text": [ "akut stres, travma, hastalık" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık sendromu hangi mekanizmanın düzenlenmesinde bozulma olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "kompleks adaptif sistemin" ], "answer_start": [ 492 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık sendromunda neler tetikleyici olabilir?", "answers": { "text": [ "minör stresör olaylar" ], "answer_start": [ 577 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık sendromunda minör stresör olayların etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "homeostatik rezervleri tüketir" ], "answer_start": [ 662 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık sendromunda hangi fonksiyonların kaybı görülür?", "answers": { "text": [ "dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "Kırılganlık; ilerleyen yaşla birlikte bireyin çoklu nedenlere bağlı olarak azalmış dayanıklılık, kuvvet kaybı ve psikolojik fonksiyon kaybı sonucunda artmış bağımlılık ve/veya ölümle sonuçlanan medikal bir sendromdur. Bir diğer tanımda kırılganlık; iskelet-kas sistemi, metabolik ve immun sistemdeki fizyolojik rezervde azalmanın neticesi olarak akut stres, travma, hastalık durumlarına uyum bozukluğudur. Bu sendrom birçok fizyolojik sistemin ve insan organizmasının direnç mekanizması olan kompleks adaptif sistemin düzenlenmesinde bozulmadır. Bu kümülatif düşüş neticesinde minör stresör olaylar bireyin sağlık durumunda orantısız değişiklikleri tetikleyerek homeostatik rezervleri tüketir.", "question": "Kırılganlık sendromunun neticesinde neler tüketilir?", "answers": { "text": [ "homeostatik rezervleri" ], "answer_start": [ 662 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) nelerdir?", "answers": { "text": [ "renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "CAKUT hangi organlarla ilgili patolojileri kapsar?", "answers": { "text": [ "böbrek, üreter, mesane ve üretra" ], "answer_start": [ 47 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "CAKUT çocukluk çağında hangi hastalığın en sık görülen nedenlerinden biridir?", "answers": { "text": [ "kronik böbrek yetmezliği" ], "answer_start": [ 410 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "Vezikoüreteral reflü (VUR) hangi hastalık grubunun bir parçasıdır?", "answers": { "text": [ "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT)" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "CAKUT hangi anomalilerden biri olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "Posterior üretral valv (PUV) hangi patolojiler arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT)" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "CAKUT'un kapsadığı hastalıklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili" ], "answer_start": [ 47 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "CAKUT'un çocukluk çağında en sık neden olduğu durum nedir?", "answers": { "text": [ "kronik böbrek yetmezliği" ], "answer_start": [ 410 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "Renal hipodisplazi, hangi hastalık grubunun bir parçasıdır?", "answers": { "text": [ "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT)" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT) böbrek, üreter, mesane ve üretrayla ilgili; renal agenezi, renal hipodisplazi, antenatal hidronefroz (AH), multikistik displastik böbrek (MKDB), posterior üretral valv (PUV), vezikoüreteral reflü (VUR), üreteropelvik bileşke darlığı, ektopik böbrek ve at nalı böbrek gibi patolojileri kapsayan geniş bir hastalık grubunu içerir ve çocukluk çağında en sık görülen kronik böbrek yetmezliği nedenlerinden birisidir.", "question": "Ektopik böbrek hangi patolojiler içinde yer alır?", "answers": { "text": [ "Üriner sistemin konjenital anomalileri (CAKUT)" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "1970 yılından bu yana fetal ağırlığı belirlemek için kaç formül üretilmiştir?", "answers": { "text": [ "onlarca" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "Üretilen formüllerin fetal ağırlığı belirlemede ne gibi bir başarısı vardır?", "answers": { "text": [ "hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "Formüllerin verimliliği neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "birçok faktör" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "Formüllerin verimliliğini etkileyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "Ölçümlerin verimliliği hangi faktörlere bağımlıdır?", "answers": { "text": [ "kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "Fetal ağırlığı belirleme formüllerinde hangi faktörler verimliliği etkiler?", "answers": { "text": [ "kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "Formüllerin verimliliğini etkileyen etnik özellikler hangi faktörler arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "incelenen popülasyonun etnik özellikleri" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "Formüllerin verimliliğini etkileyen eğitim düzeyi hangi faktörler arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "Formüllerin verimliliğini etkileyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "1970 yılından başlayarak günümüze kadar onlarca formül üretilmesine rağmen, bu formüllerin hiçbiri fetal ağırlığı belirlemede ideal düzeylere erişememiştir. Üretilen bu formüllerin verimliliğinin birçok faktörden bağımlı olduğu yapılan çalışmalarda gösterilmiştir. Bu faktörlere kullanılan parametre sayısı, ölçümlerin standardizasyonu, incelenen popülasyonun etnik özellikleri, örnekleme sayısı, operatörün değişkenliği ve eğitim düzeyi, teknoloji, fetal ağırlık aralığı (veya gestasyonel yaş) ve ölçüm ile doğum zamanı arasındaki süre gibi farklılıklar dahildir.", "question": "Fetal ağırlık aralığı hangi faktörler arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "gestasyonel yaş" ], "answer_start": [ 478 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "İntrauterin İnseminasyon (IUI) nedir?", "answers": { "text": [ "semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "IUI işlemi sırasında hangi araç kullanılır?", "answers": { "text": [ "kateter" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "IUI işlemi ile ne amaçlanır?", "answers": { "text": [ "gebelik şansını arttırmak" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "IUI işleminde semene ne yapılır?", "answers": { "text": [ "özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "IUI işleminde sperm nereye bırakılır?", "answers": { "text": [ "uterin kaviteye" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "IUI işlemi ile hangi bölgeye sağlıklı spermler yaklaştırılmaya çalışılır?", "answers": { "text": [ "fertilizasyon bölgesine" ], "answer_start": [ 212 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "IUI işlemi ile gebelik şansı nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "arttırmak" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "IUI işlemi neyi hedefler?", "answers": { "text": [ "sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "IUI işleminde kullanılan kateterin özelliği nedir?", "answers": { "text": [ "semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "İntrauterin İnseminasyon (IUI), semenin özel işlemlerden geçirildikten sonra yine özel bir kateter kullanılarak uterin kaviteye bırakılması işlemidir. IUI işlemi ile amaçlanan mümkün olduğu kadar sağlıklı spermi fertilizasyon bölgesine yaklaştırmak ve gebelik şansını arttırmaktır.", "question": "IUI işleminin amacı nedir?", "answers": { "text": [ "gebelik şansını arttırmak" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Preeklamptik olgularda hangi durum doku hasarına yol açar?", "answers": { "text": [ "iskemi reperfüzyon" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Uterin arter direncinin artması nelere neden olur?", "answers": { "text": [ "vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Preeklamptik olgularda oksidatif stres ile maternal dolaşıma neler salınır?", "answers": { "text": [ "serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1)" ], "answer_start": [ 288 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Preeklampside hangi vasküler bozukluklar gelişir?", "answers": { "text": [ "endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Plasentasyon bozukluğu hangi olumsuz gebelik sonuçları ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğum" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Preeklampside gebeliğe özgü yeniden yapılanmada hangi bölgelerde sorun vardır?", "answers": { "text": [ "trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde" ], "answer_start": [ 753 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Preeklampside hangi tip doku hasarı görülür?", "answers": { "text": [ "iskemi reperfüzyon" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Preeklampside hangi faktörlerin salınımı oksidatif stres ile artar?", "answers": { "text": [ "serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1" ], "answer_start": [ 288 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Preeklamptik olgularda hangi fizyolojik süreçte sorun vardır?", "answers": { "text": [ "gebeliğe özgü yeniden yapılanma" ], "answer_start": [ 798 ] } }, { "context": "Preeklamptik olgularda spiral arterlerin dalgalı kan akımı nedeniyle iskemi reperfüzyon tipi doku hasarı ortaya çıkar. Bununla ilişkili uterin arter direncinin artması, vazokonstriksiyona artmış sensitiviteye ve kronik plasental iskemiye neden olur. Oksidatif stres ile maternal dolaşıma serbest O2 radikalleri, oksijenize lipidler, sitokinler ve VEGF-1 (vasküler endotelyal growth faktör-1) salınır. Bu anormallikler neticesinde endotel fonksiyon bozukluğu, vasküler geçirgenlik artışı, trombofili ve hipertansiyon gelişir. Plasentasyon bozukluğu, preeklampsi ile birlikte birçok olumsuz gebelik sonucu ile de ilişkilidir. Bunlar ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğumdur. Preeklampside, trofoblastik invazyonda ve spiral arterlerde gebeliğe özgü yeniden yapılanmada sorun vardır.", "question": "Preeklampsi ile birlikte görülebilen olumsuz gebelik sonuçları nelerdir?", "answers": { "text": [ "ikinci trimesterde fetal ölüm, plasenta dekolmanı, preeklampsi, erken membran rüptürü ve preterm doğum" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "Kolorektal kanser Türkiye'de erkek ve kadınlarda ne sıklıkta görülmektedir?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 84 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "2018 yılında Türkiye'de toplam kaç kanser vakası olmuştur?", "answers": { "text": [ "210.537" ], "answer_start": [ 146 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "KRK, Türkiye'deki kanser vakalarının yüzde kaçını oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "%9,5" ], "answer_start": [ 179 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "KRK, kansere bağlı ölümler arasında Türkiye'de hangi sıradadır?", "answers": { "text": [ "ikinci" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "Dünya genelinde 2018 yılında kaç kişi KRK nedeniyle hayatını kaybetmiştir?", "answers": { "text": [ "835.000" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "KRK gelişme riski hangi faktörlerden etkilenir?", "answers": { "text": [ "çevresel hem de genetik" ], "answer_start": [ 547 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "KRK'nın en sık görüldüğü yerler nerelerdir?", "answers": { "text": [ "Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "KRK'nın en az görüldüğü yerler nerelerdir?", "answers": { "text": [ "Afrika ve Güney Asya" ], "answer_start": [ 708 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "Coğrafi farklılıklar hangi faktörlere atfedilebilir?", "answers": { "text": [ "yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına" ], "answer_start": [ 800 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser yaygın ve ölümcül bir hastalıktır. Türkiye’de erkek ve kadınlarda üçüncü sıklıkta görülmektedir. 2018 yılında Türkiye’de toplam 210.537 kanser vakasından 20.031(%9,5)ini KRK oluşturmaktadır. Kansere bağlı toplam ölümlerin ikinci en sık nedenidir. KRK insidansı ve mortalitesi dünya genelinde değişkenlikler göstermekle birlikte erkeklerde en sık tanı alan üçüncü ve kadınlarda ikinci kanserdir. Dünya genelinde 2018 yılında 1.8 milyon yeni tanı alan hasta ile birlikte 835.000 kişinin ölümüne yol açmıştır. KRK gelişme riski hem çevresel hem de genetik faktörlerden etkilenir. En yüksek sıklıkta görüldüğü yerler Yeni Zelanda, Avustralya, Avrupa ve Kuzey Amerika en az görüldüğü yerler ise Afrika ve Güney Asya’dır. Bu coğrafi farklılıklar genetik olarak duyarlılığın arka planında yeme alışkanlıkları ve çevresel faktörlerin farkına atfedilebilir. Ayrıca düşük sosyoekonomik düzey KRK için bir risk faktörüdür. Bir çalışmada düşük sosyoekonomik düzeydekilerde yüksek sosyoekonomik imkanlara sahip olanlara göre KRK gelişme riski %30 daha fazladır.", "question": "Düşük sosyoekonomik düzey KRK için nasıl bir risk faktörüdür?", "answers": { "text": [ "%30 daha fazla" ], "answer_start": [ 1048 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "En sık görülen bulgu nedir?", "answers": { "text": [ "Vaginal kanama" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "Vakaların yüzde kaçında vaginal kanama izlenir?", "answers": { "text": [ "% 72-84" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "Kanama ile beraber sık rastlanan durum nedir?", "answers": { "text": [ "vezikül düşürmek" ], "answer_start": [ 93 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "Molar dokunun desiduadan ayrılması sonucu ne gelişir?", "answers": { "text": [ "maternal damar yataklarından gelişen kanama" ], "answer_start": [ 192 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "Vaginal kanama uzun süre devam ederse ne gelişebilir?", "answers": { "text": [ "anemi" ], "answer_start": [ 322 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan gebelere ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "jinekolojik ultrasonografi" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "Komplet mol hidatiformda uterin kavite içinde ne izlenir?", "answers": { "text": [ "multipl ekolar" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "Parsiyel mol hidatiformda plasental doku içinde ne görülür?", "answers": { "text": [ "fokal kistik alanlar" ], "answer_start": [ 711 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "Parsiyel mol hidatiformda gebelik kesesinin çapında ne izlenir?", "answers": { "text": [ "fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış" ], "answer_start": [ 711 ] } }, { "context": "Vaginal kanama en sık görülen bulgudur ve vakaların % 72-84’ünde izlenir. Kanama ile beraber vezikül düşürmek de sık rastlanan bir durumdur. Molar dokunun desiduadan ayrılması ile açığa çıkan maternal damar yataklarından gelişen kanama, endometrial kaviteyi distansiyona uğratabilir. Vaginal kanama uzun süre devam ederse anemi (hemoglobin < 10g/100ml) gelişebilir. Gebeliğin ilk yarısında vaginal kanaması olan tüm gebelere jinekolojik ultrasonografi yapılmalıdır. Komplet mol hidatiform ultrasonografik olarak incelendiğinde, uterin kavite içerisinde multipl ekolar izlenir. Bunun nedeni, koryonik villusların yaygın hidropik şişmeye maruz kalmasıdır. Parsiyel mol hidatiformda ise, plasental doku içerisinde fokal kistik alanlar görülür ve gebelik kesesinin transvers çapında artış izlenir. Her iki bulgunun da görülmesi durumunda parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer % 90’dır.", "question": "Parsiyel mol hidatiform için pozitif prediktif değer yüzde kaçtır?", "answers": { "text": [ "% 90" ], "answer_start": [ 887 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "Meme karsinomu tedavisinde hangi tedavi seçenekleri kullanılır?", "answers": { "text": [ "cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "Tedavi şekilleri neye göre değişmektedir?", "answers": { "text": [ "Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "Hedefe yönelik tedavide hangi durumların belirlenmesi büyük öneme sahiptir?", "answers": { "text": [ "östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda hangi tedaviler ön plandadır?", "answers": { "text": [ "tamoksifen" ], "answer_start": [ 550 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "HER2 ekspresyonu artmış olgularda hangi tedaviler prognoz üzerine olumlu sonuçlar vermektedir?", "answers": { "text": [ "trastuzumab ve lapatinib" ], "answer_start": [ 636 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları ne için hedef olmuştur?", "answers": { "text": [ "immunoterapi" ], "answer_start": [ 771 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "Mevcut kanser tedavileri normal hücrelerde ne oluşturduğu için immunoterapi umut vericidir?", "answers": { "text": [ "ciddi toksisite" ], "answer_start": [ 864 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "İmmunoterapi yöntemi neden yeterli olmamaktadır?", "answers": { "text": [ "tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri" ], "answer_start": [ 1004 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "İmmunoterapi ilaçlarının hangi yan etkileri mevcuttur?", "answers": { "text": [ "ciddi immünolojik yan etkileri" ], "answer_start": [ 1161 ] } }, { "context": "Meme karsinomu tedavisinde cerrahi, radyoterapi, hormonal tedavi, kemoterapi ve hedefe yönelik tedavi seçenekleri kullanılır. Tümörün tipi, tümör boyutu, tümörün evresi, tümörde hormon reseptörleri ve HER2 ekspresyon durumu, hastanın yaşı, in situ karsinomun varlığı, lenf nodu metastazı varlığı, uzak metastaz varlığına göre tedavi şekilleri ve kombinasyonları değişmektedir. Hedefe yönelik tedavide östrojen-progesteron hormon reseptörlerinin ve HER2 ekpresyon durumunun belirlenmesi büyük öneme sahiptir. ER ve/veya PR pozitif saptanan hastalarda tamoksifen gibi hormonal tedaviler ön plandadır. HER2 ekspresyonu artmış olgularda da trastuzumab ve lapatinib gibi tedavilerle prognoz üzerine olumlu sonuçlar alınmaktadır. Tümör hücrelerinin immuniteden kaçış noktaları immunoterapi için hedef olmuştur. Mevcut kanser tedavileri yan etki olarak normal hücrelerde ciddi toksisite oluşturduğu için immunoterapi ilaçları umut vericidir. Ancak bu tedavi yöntemi yeterli olmamaktadır. Bunun nedeni olarak da tümör mikroçevresinde yer alan hücrelerin plastisite yetenekleri olduğu düşünülmektedir. Ayrıca bu ilaçların normal immun sistemi de etkilemelerinden dolayı ciddi immünolojik yan etkileri de mevcuttur.", "question": "İmmunoterapi ilaçları hangi sistemi etkilediği için ciddi immünolojik yan etkilere sahiptir?", "answers": { "text": [ "normal immun sistemi" ], "answer_start": [ 1113 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra ne ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir?", "answers": { "text": [ "kolonoskopik görüntüleme" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği bölgeler nerelerdir?", "answers": { "text": [ "rektum ve/veya sol kolon" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Ülseratif kolit tutulum yerine göre kaç gruba ayrılır?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Ülseratif kolit aktivite düzeyine göre hangi gruplara ayrılır?", "answers": { "text": [ "remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık" ], "answer_start": [ 463 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Hastalık seyrine göre kaç gruba ayrılır?", "answers": { "text": [ "dört" ], "answer_start": [ 556 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Ülseratif kolitte tedavi planlanmadan önce hangi faktörler hesaplanır?", "answers": { "text": [ "ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri" ], "answer_start": [ 919 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi nedir?", "answers": { "text": [ "hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir" ], "answer_start": [ 1179 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Ülseratif kolitte tedavi planlaması neye göre değişir?", "answers": { "text": [ "hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Ülseratif kolitte hastalık seyrine göre kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup hangisidir?", "answers": { "text": [ "tekrarlayan semptomları olan grup" ], "answer_start": [ 764 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit tanısı yapıldıktan sonra, kolonoskopik görüntüleme ile hastalığın dağılımı ve yaygınlığı teşhis edilmelidir. En önemli soru hastalığın bölgesel tedavinin varabildiği rektum ve/veya sol kolon tutulumlu olması veya bölgesel tedavinin varamadığı transvers kolona ve çıkan kolona uzanım göstermesidir ki buna göre tedavi planlaması değişir. Ülseratif kolit tutulum yerine göre proktit, sol kolit, pankolit olmak üzere üç gruba, aktivite düzeyine göre remisyon, hafif düzeyde hastalık, orta düzeyde hastalık ve ağır düzeyde hastalık olmak üzere dört gruba ayrılır. Hastalık seyrine göre ise ilk ataktan sonra asemptomatik seyir gösteren grup, zamanla aktivitesi şiddetlenen grup, kronik devamlı semptom gösteren grup ve kronik bazı dönem yok olup sonra tekrarlayan semptomları olan grup olmak üzere dört gruba ayrılır. Bu farklı klinik durumların tespiti yapıldıktan sonra tedavi planlanır. Bunlara ilaveten ekstraintestinal bulgular, hastanın yaşı, komorbiditeler, daha önce geçirilmiş operasyonlar, ilaç allerjisi, hayat biçimi ve bireysel tedavi tercihleri gibi faktörler hesaplanarak kişi için optimal tedavi düzenlenir. Ülseratif kolitte ilaç tedavisinin hedefi; hastanın en kısa zamanda remisyona girmesini sağlamak, sağlıklı hayat süresini artırmak, uzun dönem steroid kullanım gereksinimini azaltmak, hastalığa bağlı komplikasyonları ve tedavide kullanılan ilaçların olası yan etkilerini engellemektir.", "question": "Hastalık seyrine göre asemptomatik seyir gösteren grup ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "ilk ataktan sonra" ], "answer_start": [ 602 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "Tümöre bağlı kanamanın ÜGİS kanamaları içindeki görülme sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "% 1-5" ], "answer_start": [ 80 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "Tümöre bağlı kanamada kanama hangi iki nedenden kaynaklanabilir?", "answers": { "text": [ "yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan" ], "answer_start": [ 154 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "Hangi tür maligniteler ÜGİS kanamasına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "Özellikle hangi gruptaki hastalarda tümöre bağlı kanama akla getirilmelidir?", "answers": { "text": [ "HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda" ], "answer_start": [ 500 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "Kanser hastalarında bazen ilk bulgu ne olabilir?", "answers": { "text": [ "kanamaları" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "ÜGİS kanaması olan hastaların % kaçında neden olarak tümör tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "5" ], "answer_start": [ 84 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "Tümöre bağlı kanaması olan hastaların % kaçında öncesinde tümör tanısı bulunmuyordu?", "answers": { "text": [ "% 79" ], "answer_start": [ 760 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Tümöre Bağlı Kanama" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "Lezyon ne tür olabilir?", "answers": { "text": [ "benign ya da malign" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Tümöre Bağlı Kanama ÜGİS kanamalarının nadir nedenlerinden olup görülme sıklığı % 1-5 arasında değişmektedir. Lezyon benign ya da malign olabilir. Kanama yaygın mukozal ülsere lezyondan veya kitle tarafından erozyona uğramış bir damardan kaynaklanabilir. Adenokarsinom, gastrointestinal stromal tümör, lenfoma, Kaposi sarkom da dahil hemen hemen GİS’i tutabilen maligniteler kanamaya neden olabilir. Diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda akla getirilmelidir. Kanser hastalarında bazen ilk bulgu kanama olabilir. Bir çalışmada ÜGİS kanaması olan hastaların % 5’inde neden olarak tümör tespit edilmiş ve tümöre bağlı kanaması olan hastaların % 79’unun öncesinde tümör tanısı bulunmuyormuş.", "question": "Tümöre bağlı kanamada hangi durum, diğer kanser tiplerine göre daha az sıklıkta görülmesine rağmen akla getirilmelidir?", "answers": { "text": [ "vasküler yapısı nedeniyle özellikle HIV enfeksiyonu olan immün sistemi baskılanmış hastalarda" ], "answer_start": [ 464 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Siroz gelişen hastaların yaşam beklentisi nasıldır?", "answers": { "text": [ "kısalmıştır" ], "answer_start": [ 105 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Siroz Amerika Birleşik Devletleri’nde tüm ölüm sebepleri arasında kaçıncı sıradadır?", "answers": { "text": [ "sekizinci" ], "answer_start": [ 184 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Sirozun majör komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendrom" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Dekompanse siroz olarak kabul edilmek için hangi koşul gereklidir?", "answers": { "text": [ "Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise" ], "answer_start": [ 444 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Dekompanse siroz gelişmesine katkıda bulunabilecek faktörlerden bazıları nelerdir?", "answers": { "text": [ "kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyon" ], "answer_start": [ 614 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Dekompanse siroz riski artmış olan hasta grubu hangisidir?", "answers": { "text": [ "obez hastalar" ], "answer_start": [ 705 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Hangi durumlar tek başına geliştiğinde dekompanse siroz olarak adlandırılmaz?", "answers": { "text": [ "Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati" ], "answer_start": [ 853 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Siroz komplikasyonlarının birçoğu hangi durum sonucunda gelişir?", "answers": { "text": [ "portal hipertansiyon" ], "answer_start": [ 1047 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Portal hipertansiyona bağlı olarak hangi bozukluklar ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar" ], "answer_start": [ 1247 ] } }, { "context": "Siroz gelişen hastalar birçok komplikasyon açısından risk altındadır ve bu hastaların yaşam beklentileri kısalmıştır. Amerika Birleşik Devletleri’nde siroz tüm ölüm sebepleri arasında sekizinci sıradadır ve yılda yaklaşık 66,000 ölümden sorumlu olduğu tahmin edilmektedir. Sirozun majör komplikasyonları varis kanaması, asit, spontan bakteriyel peritonit, hepatik ensefalopati, hepatoselüler karsinom, hepatorenal ve hepatopulmoner sendromdur. Bu komplikasyonlardan biri gelişmiş ise hastalar dekompanse siroz olarak kabul edilir. Birçok faktör dekompansasyon gelişmesine katkıda bulunabilir. Bunların başlıcaları kanama, enfeksiyon, alkol kullanımı, ilaçlar, dehidratasyon ve konstipasyondur. Ek olarak, obez hastalar dekompansasyon için artmış riske sahiptir. Dekompansasyon gelişen hastalar karaciğer transplantasyonu açısından değerlendirilmelidir. Portal ven trombozu ve kardiyomiyopati sirozun diğer önemli komplikasyonlarındandır, ancak tek başına bunların gelişmesi dekompanse siroz olarak adlandırılmaz. Siroz komplikasyonlarının birçoğu portal hipertansiyon (portal venöz sistemde basınç artışı) neticesinde gelişir. Portal hipertansiyona bağlı olarak venöz kollateraller ile asit ve diğer komplikasyonların patogenezine katkıda bulunan dolaşımsal, vasküler, fonksiyonel ve biyokimyasal bozukluklar ortaya çıkar. Siroz hastaları komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli ve komplikasyon gelişimini önleyebilecek önlemler erken dönemlerde alınmalıdır.", "question": "Siroz hastaları açısından ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "komplikasyon gelişimi açısından takip edilmeli" ], "answer_start": [ 1339 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Solunum nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Solunum sistemi hangi yapıları içerir?", "answers": { "text": [ "akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun neye neden olur?", "answers": { "text": [ "solunum yetmezliğine" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Solunum yetmezliği hangi işlevlerdeki bozukluğa bağlı olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Solunum yetmezliğinde PaO2 ve PaCO2 seviyeleri nasıl olur?", "answers": { "text": [ "45 mmHg’nın üzerinde" ], "answer_start": [ 682 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Atmosfer gazları dokulara nasıl ulaşır?", "answers": { "text": [ "solunum sistemi ve kan aracılığıyla" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Solunum sisteminin hangi bileşenleri solunum kasları ile birlikte çalışır?", "answers": { "text": [ "akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Solunum yetmezliği neyin yetersiz kalmasına bağlı olarak gelişir?", "answers": { "text": [ "ventilasyon ve gaz alışverişinin" ], "answer_start": [ 403 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Oksijenizasyon bozukluğu solunum yetmezliğine nasıl katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması" ], "answer_start": [ 628 ] } }, { "context": "Solunum, atmosfer gazlarının solunum sistemi ve kan aracılığıyla dokulara ulaşması, kimyasal reaksiyonla hücrelere girmesi ve burada oluşacak gazların tekrar kan ve solunum sistemi yoluyla atmosfere atılması olarak tanımlanır. Solunum sistemi akciğer, göğüs duvarı, solunum kasları, santral sinir sistemi, periferik ve spinal sinirleri içermektedir. Sistemin herhangi bir basamağında oluşabilecek sorun ventilasyon ve gaz alışverişinin yetersiz kalmasına ve solunum yetmezliğine neden olur. Solunum yetmezliği solunum sisteminin oksijenizasyon ve/veya karbondioksit eliminasyon işlevlerinde meydana gelen bozukluğa bağlı olarak PaO2’nin 60 mmHg’nın altında olması ve/veya PaCO2’nin 45 mmHg’nın üzerinde olmasıdır.", "question": "Solunum sisteminin işlevlerindeki bozukluklar hangi iki gazın seviyelerini etkiler?", "answers": { "text": [ "oksijenizasyon ve/veya karbondioksit" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "Midenin en sık görülen malign tümörü nedir?", "answers": { "text": [ "adenokarsinomlar" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "GK'lerin %90'ını hangi tümörler oluşturur?", "answers": { "text": [ "adenokarsinomlar" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "Adenokarsinomlar hangi etyogeneze sahiptir?", "answers": { "text": [ "multifaktoriyal" ], "answer_start": [ 118 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "Lauren'in ünlü gözlemi hangi iki morfolojik görünüm üzerine yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "intestinal ve diffüz" ], "answer_start": [ 183 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "Lauren mide kanserlerindeki gözlemini yaptığında Finlandiya'daki en sık mide kanseri neredeydi", "answers": { "text": [ "Finlandiya" ], "answer_start": [ 273 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "Kardia yerleşimli adenokarsinomlar en çok hangi zemin üzerinde gelişir?", "answers": { "text": [ "Barret özofagus" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "Distal özofagus adenokarsinomunun risk faktörleri ile hangi kanserin risk faktörleri benzerdir?", "answers": { "text": [ "Kardia yerleşimli adenokarsinomlar" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "Gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilen kanser nedir?", "answers": { "text": [ "Kardia yerleşimli adenokarsinomlar" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "Mide kanseri hangi ülkede en sık görülen kanser olarak belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "Finlandiya" ], "answer_start": [ 273 ] } }, { "context": "Midenin en sık malign tümörü adenokarsinomlardır. GK’lerin %90’ını oluştururlar. Genetik ve çevresel etkenleri içeren multifaktoriyal etyogeneze sahiptir. Lauren mide kanserlerindeki intestinal ve diffüz morfolojik görünümler üzerine ünlü gözlemini yaptığında mide kanseri Finlandiya’daki en sık kanserdi. Kardia yerleşimli adenokarsinomlar daha çok Barret özofagus zemininde gelişmekte olup distal özofagus adenokarsinomun risk faktörleri ile benzer risk faktörlerine sahiptir. Bu iki kanser gastroözefagial bileşke kanseri olarak değerlendirilmektedir.", "question": "Mide kanserlerinde gözlenen iki morfolojik görünüm hangileridir?", "answers": { "text": [ "intestinal ve diffüz" ], "answer_start": [ 183 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "Obezite nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "Vücutta artmış yağ miktarı" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "Obezite yalnızca hangi yaş grubunda değil, aynı zamanda çocukluk çağında da ortaya çıkan bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "yetişkinlerde" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre kaç milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir?", "answers": { "text": [ "43" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "Türkiye'de 11 yaş grubundaki erkek çocukların obezite oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%14" ], "answer_start": [ 434 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "2009 yılı verilerine göre Türkiye'deki çocuklarda obezite prevelansı nedir?", "answers": { "text": [ "%16,1" ], "answer_start": [ 669 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "Cinsiyetlere göre obezite prevelansı kızlarda ne olarak tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "%23,9" ], "answer_start": [ 753 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "Obezite tanısında sık kullanılan güvenilir metot nedir?", "answers": { "text": [ "beden kitle indeksi (BKİ)" ], "answer_start": [ 803 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "BKİ nasıl hesaplanır?", "answers": { "text": [ "ağırlık/boy2 (kg/m2)" ], "answer_start": [ 893 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "BKİ'nin yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmesi nedeniyle ne belirlenmiştir?", "answers": { "text": [ "BKİ persantilleri" ], "answer_start": [ 1136 ] } }, { "context": "Vücutta artmış yağ miktarı olarak tanımlanabilen obezite, yalnızca yetişkinlerde değil çocukluk çağında bile ortaya çıkan metabolik bir hastalıktır. Dünya sağlık örgütünün 2010 verilerine göre 43 milyon okul öncesi çocuk fazla kilolu veya obezdir ve 1990 yılı ile kıyaslandığında ise bu oranda %4,2’lik artış görülmektedir. Türkiye’de 2001 ile 2002 yılları arasında yapılan çalışmaya göre 11 yaş grubundaki kızların %7’si, erkeklerin %14’ü, 13 yaş grubundaki çocuklardan kızların %7’si, erkeklerin %13’ü, 15 yaş grubundaki çocuklardan kızların %5’i, erkeklerin ise %14’ü obezdir. Dünya sağlık örgütü 2009 yılı verilerine göre Türkiye’deki çocuklarda obezite prevelansı %16,1’dir. Cinsiyetlere göre bakıldığında ise prevelans, erkeklerde %15,6, kızlarda %23,9 olarak tespit edilmiştir. Obezite tanısında beden kitle indeksi (BKİ) erişkin yaş grubu için sık kullanılan güvenilir bir metottur ve ağırlık/boy2 (kg/m2) olarak hesaplanır. BKİ güvenli, basit, ucuz ve kolay uygulanabilir olması nedeni ile yaygın olarak çocuklar için de kullanılabilir fakat BKİ yaşa ve cinse göre değişkenlik gösterebilmektedir. Bu nedenle yaşa ve cinse göre BKİ persantilleri belirlenmiştir ve obezite tanısında bu persantil çizelgesinde %85'in üzerinde kalanlar aşırı kilolu ve %95'in üzerinde kalanlar ise obez olarak değerlendirilmektedir. Çocuklar için kullanılabilen diğer bir antropometrik yöntem ise boya göre ağırlık ölçümüdür. Bu ölçüm çocuğun boyunun boy persantil çizelgesinde denk geldiği 50. persantile karşılık gelen 50 persantildeki ağırlıktan saptığı miktarın hesaplanmasıdır. RA'ın %120'nin üzerinde olması obezite olarak kabul edilir.", "question": "RA'ın %120'nin üzerinde olması ne olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "obezite" ], "answer_start": [ 49 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Astımlı çocukların yüzde kaçında belirtiler beş yaşından önce gelişir?", "answers": { "text": [ "80" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Hastalık özellikle hangi yaş gruplarında yanlış tanı alır?", "answers": { "text": [ "bebeklerde ve küçük çocuklarda" ], "answer_start": [ 105 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "öksürük ve hışıltı" ], "answer_start": [ 330 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Astımdan şüphelenmek için öksürüğün hangi özelliklere sahip olması gerekir?", "answers": { "text": [ "Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü" ], "answer_start": [ 362 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Çocukluk çağı astımının en önemli özelliği nedir?", "answers": { "text": [ "hışıltı" ], "answer_start": [ 341 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Astımda en sık şikayet edilen bulgu nedir?", "answers": { "text": [ "öksürük" ], "answer_start": [ 330 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Wheezing nedir?", "answers": { "text": [ "yüksek perdeli, müzikli bir ses" ], "answer_start": [ 826 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Wheezing hangi yaş grubunda en önemli semptom olarak görülür?", "answers": { "text": [ "beş" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Astımın hırıltısı hangi durumlarda duyulabilir?", "answers": { "text": [ "uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum" ], "answer_start": [ 925 ] } }, { "context": "Astımlı çocukların yaklaşık yüzde 80’inde beş yaşından önce belirtiler gelişir, ancak hastalık özellikle bebeklerde ve küçük çocuklarda sıklıkla yanlış tanı alır veya astımdan şüphelenilmez. Astım bulgularının varlığını değerlendirmek, doğru tanı koymada önemli bir ilk adımdır. Çocukluk çağı astımının en sık görülen belirtileri öksürük ve hışıltıdır. Öksürük: Üç haftadan uzun süren, mevsimsel tekrarlayan, spesifik maruziyetler sonrası oluşan (örneğin, soğuk hava, egzersiz, gülme, alerjene maruz kalma veya ağlama) veya gece öksürüğü varlığında astımdan şüphelenmek gerekir. Astımda hışıltı çocukluk çağı astımının en önemli özelliği olarak kabul edilse de öksürük en sık şikayet edilen bulgudur. Wheeze: Beş yaş altı astımlı çocuklarda görülen en önemli semptom olan wheezing, hava yollarının daralması ile ortaya çıkan, yüksek perdeli, müzikli bir sestir. Astımın hırıltısı, hava yollarının tıkanıklık derecesine göre, uykuda, günlük aktivite esnasında, gülerken, ağlarken hem inspiryum hem de ekspiryum da duyulabilir.", "question": "Astımda hışıltının duyulma sıklığı neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "hava yollarının tıkanıklık derecesine" ], "answer_start": [ 881 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu neyi ifade etmektedir?", "answers": { "text": [ "hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini" ], "answer_start": [ 41 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu hangi sistemin hastalıklarının tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir?", "answers": { "text": [ "hematopoetik" ], "answer_start": [ 41 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "Hematopoetik kök hücreler hangi kaynaklardan alınabilir?", "answers": { "text": [ "kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı" ], "answer_start": [ 104 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "Hangi tip hastalıklar için allojenik ve otolog HKHT terapötik bir seçenek haline gelmiştir?", "answers": { "text": [ "lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda" ], "answer_start": [ 462 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu dünya genelinde ne tür hastalıkların tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir?", "answers": { "text": [ "konjenital ve edinilmiş" ], "answer_start": [ 319 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonunun amacı nedir?", "answers": { "text": [ "kemik iliğini yeniden oluşturmak" ], "answer_start": [ 165 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "HKHT'nin iki ana tipi nedir?", "answers": { "text": [ "Allojenik ve otolog" ], "answer_start": [ 406 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "Allojenik ve otolog HKHT hangi durumlarda terapötik bir seçenek olarak kullanılır?", "answers": { "text": [ "başka türlü tedavi edilemeyen" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "Allojenik ve otolog HKHT'nin kullanımındaki artış hangi hastalık gruplarında görülmektedir?", "answers": { "text": [ "lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda" ], "answer_start": [ 462 ] } }, { "context": "Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, hematopoetik progenitör hücrelerin herhangi bir kaynaktan (örn.kemik iliği, periferik kan, göbek kordon kanı) veya donörden kemik iliğini yeniden oluşturmak için verilmesini ifade etmektedir. Hematopoetik kök hücre transplantasyonu, dünya genelinde hematopoetik sistemin birçok konjenital ve edinilmiş hastalığın tedavisi için yaygın bir prosedür haline gelmiştir. Allojenik ve otolog HKHT, başka türlü tedavi edilemeyen lösemi, solid tümör, immün yetmezlik, hemoglobinopati ve metabolik hastalıklarda giderek artan sayıda hasta için terapötik bir seçenek haline gelmiştir.", "question": "Hematopoetik progenitör hücreler hangi sistemin bir parçasıdır?", "answers": { "text": [ "hematopoetik" ], "answer_start": [ 41 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Kawasaki Hastalığı hangi damarları tutar?", "answers": { "text": [ "orta çaplı damarları" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Kawasaki Hastalığı en çok hangi dönemde görülür?", "answers": { "text": [ "erken çocukluk döneminde" ], "answer_start": [ 93 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Kawasaki Hastalığı ilk kez hangi ülkede ve ne zaman tarif edilmiştir?", "answers": { "text": [ "Japonya" ], "answer_start": [ 329 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Kawasaki Hastalığı olan çocukların otopsisinde hangi anormallikler görülmüştür?", "answers": { "text": [ "koroner arter anevrizması" ], "answer_start": [ 483 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Kawasaki Hastalığı Türkiye'de ilk kez ne zaman görülmüştür?", "answers": { "text": [ "1976" ], "answer_start": [ 587 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Kawasaki Hastalığı Asya kökenlilerde mi yoksa diğer bölgelerde mi daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "Asya kökenlilerde daha sık" ], "answer_start": [ 689 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Japonya'daki Kawasaki Hastalığı yıllık insidansı nedir?", "answers": { "text": [ "67:100.000" ], "answer_start": [ 784 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Kawasaki Hastalığı en sık hangi yaş grubunda görülür?", "answers": { "text": [ "altı ay ile beş yaş arasındaki" ], "answer_start": [ 886 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Kawasaki Hastalığının diğer adları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu" ], "answer_start": [ 937 ] } }, { "context": "Kawasaki Hastalığı, etiyolojisi halen gizemini koruyan, orta çaplı damarları tutan, daha çok erken çocukluk döneminde görülen bir vaskülitik sendromdur. Klasik olarak ateş, eksudatif olmayan konjonktival konjesyon, mukokutanöz lezyonlar ve servikal lenfadenopati ile seyreden ve kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. İlk kez Japonya’da 1967 yılında 50 Japon çocukta tarif edilmiştir. Başlangıçta benign bir hastalık olduğu düşünülse de KH olan çocukların %20-25’inin otopsisinde koroner arter anevrizması ve anormalliklerinin görülmesi ile ciddiyeti anlaşılmıştır. Ülkemizde ilk kez 1976 yılında görülmüş olup, insidansı ve hastalığın seyri hakkında yeteri kadar veri bulunmamaktadır. Asya kökenlilerde daha sık olmak üzere tüm dünyada gözlenmektedir. Yıllık insidansı Japonya’da 67:100.000 iken, Amerika’da 18,1:100.000’dir. Japonya ve Asya’da daha sık görülen hastalık, özellikle altı ay ile beş yaş arasındaki çocuklarda görülür. Akut Febril Vaskülit, Infantil Poliarteritis Nodosa ve Mukokutanöz Lenf Nodu Sendromu olarak da adlandırılabilir. Çocukluk çağında Henoch Schonlein vaskülitinden sonra en sık görülen ikinci vaskülit nedenidir.", "question": "Kawasaki Hastalığı, çocukluk çağında en sık görülen kaçıncı vaskülit nedenidir?", "answers": { "text": [ "ikinci" ], "answer_start": [ 1120 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "SÜİ nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "SÜİ hangi durumlarda meydana gelir?", "answers": { "text": [ "efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "SÜİ, hastaların ne kadarında görülür?", "answers": { "text": [ "%50" ], "answer_start": [ 227 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "SÜİ en sık hangi yaş grubunda görülür?", "answers": { "text": [ "45-49" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "SÜİ genç hastalarda en sık görülen hangi tür üriner inkontinans tipidir?", "answers": { "text": [ "en sık saptanan Üİ" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "SÜİ'nin tanımı neye dayanır?", "answers": { "text": [ "karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "SÜİ, hangi yaş aralığında en yaygın olarak tespit edilir?", "answers": { "text": [ "45-49" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "Stres üriner inkontinans hangi davranışlarla tetiklenir?", "answers": { "text": [ "gülme, öksürme veya hapşırma" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "SÜİ, kaçıncı yaş aralığında en çok görülür?", "answers": { "text": [ "45-49" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "SÜİ, efor sırasında, gülme, öksürme veya hapşırma ile oluşan karın içi basıncın artması sonucu, detrusor kontraksiyonu olmaksızın istemsiz idrar kaçırma olarak tanımlanabilir. Üriner inkontinans tanısı alan hastaların yaklaşık %50’si SÜİ’dir. SÜİ genç hastalarda en sık saptanan Üİ tipidir ve genellikle 45-49 yaş arasında görülür.", "question": "SÜİ’nin oluşumunda detrusor kasılmasının rolü nedir?", "answers": { "text": [ "detrusor kontraksiyonu olmaksızın" ], "answer_start": [ 96 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Acil ambulans hizmeti nedir?", "answers": { "text": [ "toplum sağlığı hizmetidir" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Acil ambulans hizmetinin kulanım oranı nelere göre değişebilir?", "answers": { "text": [ "kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Acil servislerin hastanelerdeki rolü nedir?", "answers": { "text": [ "toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümler" ], "answer_start": [ 572 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Acil tıp servislerin diğer tıp alanlarından farkı nedir?", "answers": { "text": [ "fiziksel yapı ve personel gücü" ], "answer_start": [ 723 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Kaliteli bir acil tıp hizmeti için neler gereklidir?", "answers": { "text": [ "fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü" ], "answer_start": [ 857 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına ne zaman başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "kırk yıl önce" ], "answer_start": [ 1119 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasında hangi ülkeler öncülük yapmıştır?", "answers": { "text": [ "Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya" ], "answer_start": [ 1147 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Türkiye'de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ne zaman başlamıştır?", "answers": { "text": [ "25 yıl önce" ], "answer_start": [ 1297 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Acil ambulans hizmeti nasıl önemli bir toplum sağlığı hizmetidir?", "answers": { "text": [ "kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Acil ambulans hizmeti; kişinin hayatını tehdit eden durumlarda veya acil sağlık hizmetine ihtiyaç duyulan hallerde, hastanın mümkün olan en hızlı şekilde acil servise ulaştırılması ve bu ulaşım sürecinde olay yerinden başlayarak acil servise kadar süren yaşam desteğinin sağlandığı önemli bir toplum sağlığı hizmetidir. Halkın bu hizmeti kulanım oranı kişilerin sosyoekonomik şartlarına, sağlık hizmetlerine ulaşım süresine, yaşına ve geçirdiği kazanın veya hastalığının derecesine göre değişebilir. Acil servisler hastanelerin halka açılan pencereleridir ve hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölümlerdir. Başvuran hastaların çoğuna hızlı, doğru ve kesintisiz hizmet sunma zorunluluğu, acil tıp servislerin fiziksel yapı ve personel gücü bakımından diğer tıp alanlarından farklı olmasını gerektirmektedir. Kaliteli bir acil tıp hizmeti için fiziki şartları iyi bina, tıbbi donanım, kalifiye insan gücü yanında o bölgede acil servise başvuran hasta özelliklerinin de iyi biliniyor olması gerekir. Tüm bu ihtiyaçlar doğrultusunda acil tıbbın dünya genelinde ayrı bir klinik olarak tanımlanmasına yaklaşık kırk yıl önce başlanmıştır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD), İngiltere, Kanada ve Japonya bu konuda öncülük yapmışlardır. Türkiye’de acil tıbbın klinik olarak tanımlanması ise 25 yıl önce başlamıştır.", "question": "Hastanelerin toplumla ilişkisinin en fazla olduğu bölüm hangisidir?", "answers": { "text": [ "Acil servisler" ], "answer_start": [ 500 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "Multipl skleroz (MS) nedir?", "answers": { "text": [ "kronik otoimmün bir hastalığıdır" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "Multipl skleroz (MS) hangi yaş aralığında daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "20-40" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "Multipl skleroz (MS) hangi cinsiyette daha yaygındır?", "answers": { "text": [ "kadınlarda" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "Multipl sklerozun (MS) en yaygın klinik alt tipi hangisidir?", "answers": { "text": [ "relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS)" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "RRMS'li hastaların %50'si kaç yıl içinde SPMS formuna dönüşmektedir?", "answers": { "text": [ "10-15" ], "answer_start": [ 543 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "Primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu hangi hastalarda görülmektedir?", "answers": { "text": [ "%15" ], "answer_start": [ 625 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "Multipl skleroz (MS) nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik otoimmün" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "Multipl skleroz (MS) hastalığı en sık kimlerde görülür?", "answers": { "text": [ "kadınlarda" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "SPMS formuna dönüşme oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%50" ], "answer_start": [ 533 ] } }, { "context": "Multipl skleroz (MS), öncelikle genç erişkinleri etkileyen merkezi sinir sisteminin (MSS) inflamatuvar, demiyelinizan ve aksonal dejenerasyonu ile seyreden kronik otoimmün bir hastalığıdır. 20-40 yaş arasında sıklığı artan bu hastalık; özellikle reprodüktif dönemdeki kadınlarda erkeklere kıyasla 3 kat daha sık görülür. Hastalığın tanımlanan birçok klinik alt tipi mevcuttur. Bu alt tipleri içinde %80 oranında relaps ve remisyonlarla seyreden multipl skleroz (RRMS) hastalığın en büyük bölümünü oluşturmaktadır. RRMS'li hastaların %50'si de 10-15 yıl içinde sekonder progresif MS formuna (SPMS) dönüşmektedir. Geriye kalan %15'inde ise başlangıçtan itibaren ilerleyici bir klinik gösteren primer progresif multipl skleroz (PPMS) formu görülmektedir.", "question": "PPMS formu hastaların yüzde kaçında görülür?", "answers": { "text": [ "%15" ], "answer_start": [ 625 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD) nedir?", "answers": { "text": [ "önemli bir sağlık sorunudur" ], "answer_start": [ 124 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "GKD'de erken tanı ve tedavi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "anahtar rol oynamaktadır" ], "answer_start": [ 236 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "GKD tedavisinde amaç nedir?", "answers": { "text": [ "stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "Erken dejeneratif artrit gelişimi nasıl engellenir?", "answers": { "text": [ "konsantrik redüksiyon sağlanarak" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli ne zaman en üst düzeydedir?", "answers": { "text": [ "doğuşta" ], "answer_start": [ 534 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "Doğumdan sonraki hangi dönemde konservatif yöntemlere yanıt oldukça iyidir?", "answers": { "text": [ "18 aya kadar" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "Asetabulum ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı hangi dönemden sonra yetersiz kalmaktadır?", "answers": { "text": [ "18 aya kadar olan" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "İleride gelişebilecek hangi tehlikelerden bahsedilmektedir?", "answers": { "text": [ "rezidüel bir displazi ya da subluksasyon" ], "answer_start": [ 835 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "GKD tedavisinde amaçlanan sonuç nedir?", "answers": { "text": [ "stabil ve uyumlu bir kalça eklemi" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi (GKD), ülkemizdeki insidansı göz önünde bulundurulduğunda halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur. Tanımlama olarak oldukça geniş bir yelpazeyi kapsayan GKD’de, erken tanı ve tedavi anahtar rol oynamaktadır. GKD tedavisinde amaç konsantrik redüksiyon sağlanarak, asetabuler bozukluğun ve patolojik yapıların düzeltilmesi ile stabil ve uyumlu bir kalça eklemi sağlamaktır. Böylece erken dejeneratif artrit gelişimi engellenmiş olacaktır. Kalça ekleminin normal gelişme potansiyeli doğuşta en üst düzeydedir. Doğumdan 18 aya kadar olan dönemde kalçada olan bu mükemmel gelişme potansiyeli konservatif yöntemlere yanıtın oldukça iyi olmasını sağlamaktadır. Ancak bu dönemden sonra asetabulumun ve femur başının konservatif yöntemlere yanıtı yetersiz kalmakta ve ileride gelişebilecek rezidüel bir displazi ya da subluksasyon tehlikesiyle karşılaşılmaktadır.", "question": "GKD'nin ülkemizdeki durumu nedir?", "answers": { "text": [ "halen istenilen başarıya ulaşılamamış önemli bir sağlık sorunudur" ], "answer_start": [ 86 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "Ektopik gebelik nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "Ektopik gebeliğin en sık görüldüğü yer neresidir?", "answers": { "text": [ "fallop tüpleri" ], "answer_start": [ 86 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "Ektopik gebeliğin nadir de olsa görülen türü hangisidir?", "answers": { "text": [ "heterotopic" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "20. yüzyılın ortalarında ektopik gebeliğin prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "her 20/1000 gebelik" ], "answer_start": [ 530 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "Konsepsiyonların yaklaşık yüzde kaçı ektopik gebeliktir?", "answers": { "text": [ "%2" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "Birinci trimesterde acil servise başvuran gebelerde ektopik gebelik prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "%6-16" ], "answer_start": [ 752 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "Ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği" ], "answer_start": [ 215 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "Ektopik gebeliğin görülme sıklığında son yıllarda nasıl bir değişiklik olmuştur?", "answers": { "text": [ "artış" ], "answer_start": [ 451 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "Ektopik gebelik genellikle hangi trimesterde vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuranlarda görülür?", "answers": { "text": [ "Birinci trimester" ], "answer_start": [ 630 ] } }, { "context": "Ektopik gebelik, fertilize olmuş ovumun blastokist evresinde uterus dışında, sıklıkla fallop tüplerinde (%98) implante olması olarak tanımlanmaktadır. Bunun dışında ektopik gebeliğin ekstrauterin lokalizasyonlarda; servikal, interstisial, abdominal, ovaryan, intraligamenter, histerotomi skar gebeliği ve nadir de olsa görülen heterotopic (hem intrauterin hem de extrauterin) olma olasılığı mevcuttur. Son yıllarda, ektopik gebelik görülme sıklığında artış izlenmektedir. 20 yüzyılın ortalarına doğru ektopik gebeliğin prevalansı her 20/1000 gebelik olarak hesaplanmıştır. Yani konsepsiyonların yaklaşık %2'si ektopik gebeliktir. Birinci trimesterde; vaginal kanama ve karın ağrısı ile acil servise başvuran gebeler arasında ektopik gebelik prevalansı %6-16 arasında değişmektedir.", "question": "Ektopik gebeliğin nadir görülen türü nedir?", "answers": { "text": [ "heterotopic" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Akut pankreatit nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "inflamatuar" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Akut pankreatit nasıl gelişir?", "answers": { "text": [ "pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Akut pankreatit hangi belirti ile kendini gösterir?", "answers": { "text": [ "şiddetli karın ağrısı" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Son yıllarda akut pankreatit ile ilgili ne tür bir gelişme yaşanmıştır?", "answers": { "text": [ "mortalite azalmaktadır" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Ağır pankreatitli hastaların yüzde kaçı hafif seyirlidir?", "answers": { "text": [ "%70-80" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Ağır pankreatitli hastaların yüzde kaçı ağır seyretmektedir?", "answers": { "text": [ "%20-30" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için ne geliştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "skorlama sistemi" ], "answer_start": [ 537 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Ağır seyirli pankreatiti erken saptamak neden zor olabilir?", "answers": { "text": [ "çok sayıda parametre içerdiğinden" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Akut pankreatitte hangi tür komplikasyonlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "lokal ve sistemik" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Akut pankreatit pankreasta inaktif halde bulunan enzimlerin çeşitli nedenlerle aktif hale gelerek pankreası otodijesyona uğratmaları sonucu gelişen, şiddetli karın ağrısı ile kendini gösteren, lokal ve sistemik komplikasyonları olan mortalite ve morbiditesi ile yüksek inflamatuar bir hastalıktır. Son yıllarda teşhis ve tedavi olanaklarının artması ile mortalite azalmaktadır. Ağır pankreatitli hastaların %70-80’i hafif seyirliyken, %20-30’luk bölümü ağır seyretmektedir. Ağır seyirli pankreatiti erken dönemde saptamak için çok fazla skorlama sistemi geliştirilmiştir. Ancak bunlar çok sayıda parametre içerdiğinden ağır seyirli hastaları erken saptamakta yeterince elverişli değildir.", "question": "Akut pankreatit ile ilgili son yıllarda yaşanan gelişme nedir?", "answers": { "text": [ "mortalite azalmaktadır" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "Bel ağrısı (BA) nasıl tanımlanabilmektedir?", "answers": { "text": [ "12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "İnsanların yaşamının herhangi bir döneminde BA yaşama oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%70-90" ], "answer_start": [ 124 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "Akut BA olgularının ne kadarı ilk akut atak sırasında iyileşir?", "answers": { "text": [ "%75-85" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "Akut BA yaşayanların yüzde kaçında bir yıl içinde ikinci atak görülmektedir?", "answers": { "text": [ "%38" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "Kronik BA olanların yüzde kaçında aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "%81" ], "answer_start": [ 461 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "Acil servise başvuran BA'lar endüstrileşmiş toplumlarda, neden önemli bir sorundur?", "answers": { "text": [ "iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle" ], "answer_start": [ 642 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "BA, dünya genelinde hangi hastalıktan sonra ikinci sırada yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "üst solunum yolu enfeksiyonlarından" ], "answer_start": [ 725 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "Tüm insanların yaklaşık yüzde kaçı hayatının bir döneminde BA çekmektedir?", "answers": { "text": [ "%80" ], "answer_start": [ 821 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "Her yıl toplumun yüzde kaçı BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır?", "answers": { "text": [ "%2-5" ], "answer_start": [ 901 ] } }, { "context": "Bel ağrısı (BA), 12. kosta ile inferior gluteal bölge arasında lokalize olan ağrı şeklinde tanımlanabilmektedir. İnsanların %70-90’lık kısmının yaşamının herhangi bir döneminde en az bir kez BA yaşadıkları gözlenmiştir. Akut BA olgularının %75-85’i ilk akut atak sırasında, 6-8 hafta içerisinde herhangi bir tedaviye gerek kalmadan iyileşebilmelerine rağmen, %38’lik bir kısmında bir yıl içinde ikinci atak, subakut BA olanların %41’inde ve kronik BA olanların %81’inde aynı yıl içinde yeni akut atak ortaya çıkabilmektedir. Acil servise başvuran BA’lar, genel olarak yaşamı tehdit etmese de gelişmiş ve özellikle endüstrileşmiş toplumlarda, iş gücü kaybı ve tedavi masrafları sebebiyle önemli bir sorundur. BA, tüm dünyada, üst solunum yolu enfeksiyonlarından sonra ikinci sırada yer almaktadır. Tüm insanların yaklaşık %80’i hayatının bir döneminde bir süre de olsa BA çekmektedir. Her yıl toplumun %2-5’i BA nedeniyle hastaneye başvurmaktadır. ABD’de her yıl yaklaşık 2,6 milyon kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır.", "question": "ABD’de her yıl yaklaşık kaç kişi BA sebebiyle acil servislere başvurmaktadır?", "answers": { "text": [ "2,6 milyon" ], "answer_start": [ 971 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Graves oftalmopati (GO) nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "otoimmün inflamatuvar bir hastalık" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Göz tutulumu Graves oftalmopati (GO) durumunda hangi hastalıkla birlikte görülebilir?", "answers": { "text": [ "hipertiroidi" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Graves hastalarında oftalmopati sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%25-50" ], "answer_start": [ 349 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Graves oftalmopati patogenezinde hangi mekanizma düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye" ], "answer_start": [ 547 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Graves oftalmopatisi olan hastaların çoğunluğunda oküler tutulum nasıl seyreder?", "answers": { "text": [ "hafif" ], "answer_start": [ 646 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Graves oftalmopatisinde ciddi görme bozuklukları hangi durumlarda meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "optik nöropati" ], "answer_start": [ 722 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Graves oftalmopatinin görüldüğü diğer tiroid rahatsızlığı nedir?", "answers": { "text": [ "Hashimoto tiroiditi" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Graves hastalarında oftalmopati tutulum şekli nasıldır?", "answers": { "text": [ "tek ya da çift taraflı" ], "answer_start": [ 370 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Graves oftalmopatinin patogenezinde neyin inflamasyona neden olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "orbita dokusunda genişlemeye" ], "answer_start": [ 561 ] } }, { "context": "Graves oftalmopati (GO), altta yatan nedenlerin halen açıklanmaya devam edildiği otoimmün inflamatuvar bir hastalık tanımlanmaktadır. Göz tutulumu sıklıkla hipertiroidi ile birlikte seyretmekte, ötiroidi veya kronik otoimmün tiroidite bağlı hipotroidi (Hashimoto tiroiditi) durumlarında da görülebilmektedir. Graves hastalarında oftalmopati sıklığı %25-50 oranında olup tek ya da çift taraflı tutulum gösterebilmektedir. Graves oftalmopati patogenezinde tiroid ve orbital dokuya ait ortak bir otoantijenin, lenfositleri uyararak meydana getirdiği inflamasyonun orbita dokusunda genişlemeye neden olduğu düşünülmektedir. Hastalarının çoğunluğunda hafif, kendini sınırlayan bir oküler tutulum görülmesine rağmen; %3-7’sinde optik nöropati, korneanın açıkta kalması gibi nedenlere bağlı olarak ciddi görme bozuklukları meydana gelebilmektedir.", "question": "Graves oftalmopatide ciddi görme bozuklukları hangi oranlarda ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "%3-7" ], "answer_start": [ 711 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Ürolitiazis'in Türkçe isimlendirmesi nedir?", "answers": { "text": [ "üriner sistem taş hastalığı" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimali nedir?", "answers": { "text": [ "%10-15" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Pediatrik taş hastalığının endemik olduğu bölgeler hangileridir?", "answers": { "text": [ "Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde" ], "answer_start": [ 317 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Pediatrik ürolitiyazis insidansı neye göre artmaktadır?", "answers": { "text": [ "doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır" ], "answer_start": [ 429 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Pediatrik ürolitiyazis prevalansı gelişmekte olan ülkelerde ne kadardır?", "answers": { "text": [ "%5-15" ], "answer_start": [ 610 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Pediatrik taş hastalığı insidansı ve prevalansı hangi ülkelerde artmaktadır?", "answers": { "text": [ "gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde" ], "answer_start": [ 714 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Taş hastalığıyla başa çıkabilmek için ne hakkında bilgi sahibi olunmalıdır?", "answers": { "text": [ "tanı ve tedavinin modern ilkeleri" ], "answer_start": [ 861 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Çocuklarda taş oluşumu hangi durumlarla daha sık birliktelik göstermektedir?", "answers": { "text": [ "anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla" ], "answer_start": [ 1140 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Çocuklarda taş oluşumu hangi riskle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "rekürrens" ], "answer_start": [ 1256 ] } }, { "context": "Ürolitiazis (üriner sistem taş hastalığı) bulunan kişiler gündelik üroloji pratiğinin önemli bir kısmını oluşturmakla birlikte bir insanın hayatı boyunca üriner sistem taş hastalığı ile karşılaşma ihtimalinin %10-15 olduğu bildirilmiştir. Dünya genelindeki yaygınlığına bakıldığında özellikle pediatrik taş hastalığı Türkiye’de, Pakistan’da ve bazı Güney Asya, Afrika ve Güney Amerika ülkelerinde endemik olduğu görülmektedir ve doğuya, güneye gidildikçe insidansı artmaktadır. Özellikle pediatrik ürolitiyazis gelişmekte olan ve gelişmiş ülkeler arasında geniş varyasyon göstermekte olup prevalansı sırasıyle %5-15, %1-5 arasındadır. Mevcut güncel çalışmalar pediatrik taş hastalığı insidansının ve prevalansının gelişmekte olan ülkelerin yanı sıra batı ülkelerinde de giderek arttığını ortaya koymaktadır. Bu hastalıkla en iyi biçimde başa çıkılabilmesi için tanı ve tedavinin modern ilkeleri hakkında bilgi sahibi olunması ve taş oluşumunda etiyolojik faktörlerin ve metabolik risk değerlendirmesinin nasıl yürütüleceği konusunda temel bir anlayış kazanılması gerekmektedir. Erişkinlerle kıyaslandığında özellikle çocuklarda taş oluşumu anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla daha sık birliktelik göstermekte ve yüksek oranda rekürrens riski vardır.", "question": "Erişkinlerle kıyaslandığında çocuklarda taş oluşumu hangi faktörlerle daha sık ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "anatomik ve metabolik anormallikler veya enfeksiyöz hastalıklarla" ], "answer_start": [ 1140 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "Metal dökümde kullanılan ısı ve kimyasalların açığa çıkardığı atıklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.)" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "Metal döküm sırasında açığa çıkan atıklar solunum yollarında hangi etkilere yol açabilir?", "answers": { "text": [ "irritasyon" ], "answer_start": [ 242 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "İnflamasyonun en iyi göstergesi nedir?", "answers": { "text": [ "inflamatuvar hücrelerinin tayini" ], "answer_start": [ 372 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "Son yıllarda inflamasyonun incelenmesi için hangi yöntem ilgi uyandırmıştır?", "answers": { "text": [ "soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "Nitrik oksit soluk havasında ne zaman yükselmektedir?", "answers": { "text": [ "kronik maruziyet" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "İnflamasyonun incelenmesinde nitrik oksit düzeyinin önemi nedir?", "answers": { "text": [ "invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "Bronşiyal biyopsi materyallerinde neyin tayini inflamasyonun en iyi göstergesidir?", "answers": { "text": [ "inflamatuvar hücrelerinin" ], "answer_start": [ 372 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "Metal döküm sırasında hangi tür atıklar solunum yollarını etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.)" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "Nitrik oksit hangi durumlarda inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselir?", "answers": { "text": [ "kronik maruziyet" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "Metal dökümde metali veya alaşımı eritmek için kullanılan ısı ve çeşitli kimyasallar etkisiyle açığa çıkan katı (kum, filtre tozu, metal vb.), sıvı (kimyasal, boya, yağ vb.) ve gaz (metal dumanı, CO vb.) atıklar nedeniyle, solunum yollarında irritasyon ve sonraki dönemde inflamasyon meydana gelebilir. İnflamasyonun en iyi göstergesinin bronşiyal biyopsi materyallerinde inflamatuvar hücrelerinin tayini olmasına rağmen, özellikle son yıllarda invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi nedeniyle soluk havasındaki nitrik oksit düzeyinin incelenmesi, bilim dünyasında ilgi uyandırmış ve birçok araştırmaya konu olmuştur. Nitrik oksit, hem erken dönemde irritasyona yanıt olarak hem de kronik maruziyette inflamatuvar hücrelerden salınarak soluk havasında yükselmektedir.", "question": "İnflamasyonun bronşiyal biyopsi yerine soluk havasından incelenmesinin avantajı nedir?", "answers": { "text": [ "invazif olmaması ve kolay uygulanabilmesi" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "İskemi nedir?", "answers": { "text": [ "" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "İskemi hangi durumlarda akut olabilir?", "answers": { "text": [ "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "İskemi hangi durumlarda kronik olabilir?", "answers": { "text": [ "kladikasyoda" ], "answer_start": [ 271 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "Bir organı besleyen kan akımındaki azalma neye sebep olur?", "answers": { "text": [ "hücre zedelenmesi" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "İskemik hasarın boyutu neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "hipoksinin derinliğine ve şiddetine" ], "answer_start": [ 453 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "İskemik hasarda hücre ölümüne yol açan etkenler nelerdir?", "answers": { "text": [ "hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "Reperfüzyon nedir?", "answers": { "text": [ "İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına" ], "answer_start": [ 626 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "Kan akımının tekrar başlaması iskemik hasarı nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara" ], "answer_start": [ 835 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "İskeminin zararlı etkileri nasıl adlandırılır?", "answers": { "text": [ "İR hasarı" ], "answer_start": [ 1003 ] } }, { "context": "Dokunun oksijen ve diğer metabolitlere olan ihtiyaçlarının dolaşım tarafından sağlanamaması ve bu süreçte oluşan atık ürünlerin yine dolaşım tarafından uzaklaştırılamaması iskemi olarak tanımlanır. İskemi, inmede, kardiyak ve bağırsak infarktüsünde olduğu gibi akut veya kladikasyoda olduğu gibi kronik olabilir. Bir organı besleyen kan akımındaki azalma geri dönüşümlü veya dönüşümsüz bir şekilde hücre zedelenmesine sebep olur. İskemik hasarın boyutu hipoksinin derinliğine ve şiddetine bağlıdır. İskemiye bağlı doku hasarında hücresel enerji depolarının boşalması ve toksik metabolitlerin birikmesi hücre ölümüne yol açar. İskemi oluşmuş dokudaki kan dolaşımının ilaçlarla veya mekanik müdahalelerle yeniden sağlanmasına reperfüzyon denir. İskemi sonrası kan akımının tekrar başlaması paradoksal olarak iskeminin oluşturduğu hasarı artırır ve iskemik dokularda iskeminin oluşturduğu hasardan daha fazla hasara yol açabilir. İskemi ve reperfüzyon (İR) periyotlarından oluşan bu zararlı etkilerin tümü İR hasarı olarak adlandırılır.", "question": "İskemi ve reperfüzyon periyotlarından oluşan zararlı etkilerin adı nedir?", "answers": { "text": [ "İR hasarı" ], "answer_start": [ 1003 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hashimoto tiroiditi nedir?", "answers": { "text": [ "otoimmun bir hastalık" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hashimoto tiroiditi hangi yaş grubunda görülür?", "answers": { "text": [ "orta" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hashimoto tiroiditi kadınlarda mı erkeklerde mi daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "kadınlarda" ], "answer_start": [ 317 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler nelerdir?", "answers": { "text": [ "cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler" ], "answer_start": [ 538 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki nasıl gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesi" ], "answer_start": [ 873 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hashimoto tiroiditi hangi başka isimlerle de adlandırılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hashimoto tiroiditi genel populasyonun yüzde kaçında yaygındır?", "answers": { "text": [ "%2’sinden fazlasında" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hashimoto tiroiditi hastalığı genellikle nasıl seyreder?", "answers": { "text": [ "asemptomatik" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki dışında başka hangi faktörlerle ilişkili olabilir?", "answers": { "text": [ "yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları" ], "answer_start": [ 1008 ] } }, { "context": "Hashimoto tiroiditi otoimmun bir hastalık olup toplumda görülen hipotiroidinin en sık sebebidir. Kronik lenfositik tiroidit veya otoimmun tiroidit olarak da adlandırılan bu hastalık en sık orta yaş grubunda olmak üzere her yaş grubunda görülebilir. Genel populasyonun %2’sinden fazlasında görülen Hashimoto tiroiditi kadınlarda erkeklerden daha sıktır. Genellikle asemptomatik seyreden bu hastalık şu şekillerde prezante olabilir: ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr. Hipotiroidik hastalardaki en belirgin şikayetler; cilt kuruması, hafızada zayıflama, düşünce yavaşlaması, kas güçsüzlüğü, halsizlik, kas krampları, soğuk intoleransı, gözlerde şişlik, kabızlık, ses kabalaşması, depresyon, eklem ağrıları, menstrüel düzensizlikler olarak tespit edilmiştir. Hipotiroidi ile endotel disfonksiyonu arasındaki ilişki ise hormon replasman tedavisinden sonra endotele bağlı vazodilatasyonun iyileşmesiyle gösterilmiştir. Bu ilişki sadece tiroid hormonlarının direkt etkisi dışında aynı zamanda yüksek serum lipit seviyeleri, Hashimoto tiroiditindeki otoimmünite ve birtakım inflamasyon markerları ile de ilşkili olabilir.", "question": "Hashimoto tiroiditi hastalığının prezante olma şekilleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ötroidi ve guatr, subklinik hipotiroidi, adolesan guatr" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "Kronik otitis media (KOM) nedir?", "answers": { "text": [ "orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "KOM'un temel belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "KOM ne kadar süren bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "3 aydan daha uzun" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "KOM neyle tamamen düzelmez?", "answers": { "text": [ "medikal tedavi" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "KOM'a neden olan faktörler arasında neler sayılmaktadır?", "answers": { "text": [ "genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler" ], "answer_start": [ 406 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "KOM etyopatogenezinde önemli yer tutan anatomik yapılar nelerdir?", "answers": { "text": [ "östaki tüpü ve mastoid hücreler" ], "answer_start": [ 774 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "Östaki tüpünün hangi işlevleri bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon)" ], "answer_start": [ 858 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "Mastoid hücre sistemi hangi görevi yerine getirir?", "answers": { "text": [ "gaz değişimi ve transferinde" ], "answer_start": [ 1114 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü nasıl bir sistem gibi çalışır?", "answers": { "text": [ "tek bir sistem" ], "answer_start": [ 1199 ] } }, { "context": "Kronik otitis media(KOM); kulak zarı perforasyonu, kulak akıntısı ve işitme kaybı ile karakterize, 3 aydan daha uzun süren ve medikal tedavi ile tamamen düzelmeyen orta kulaktaki enflamatuar bir süreçtir. KOM ülkemiz ve dünya çapında sık görülen bir hastalık olmasına rağmen; kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini açıklamaya yönelik bir çok teori ortaya atılmıştır. Şuçlanan faktörler arasında genetik, çevresel ve kraniofasial anatomik faktörler yer almaktadır. Kronik süreci başlatmada bu faktörlerin bir çoğu bir arada bulunabileceği gibi, hastalığın progresyonunda her biri bağımsız olarak da yer alabilmektedir. Kraniofasial anatomik yapılar KOM etyopatogenezinde önemli yer tutmaktadır. Kraniofasial yapılar ile ilgili en çok çalışılan ve suçlanan yapılar östaki tüpü ve mastoid hücrelerdir. Östaki tüpünün üç ana işlevi mevcuttur. Bunlar, orta kulağı havalandırma(ventilasyon), orta kulaktaki sekresyonların atılmasını sağlamak(drenaj) ve orta kulağı nazofaringeal sekresyonlar ve patojenlerden korumak(proteksiyon) olarak sayılabilir. Mastoid hücre sistemi ise, mukoza yüzey alanını arttırarak gaz değişimi ve transferinde rol oynar. Orta kulak, mastoid ve östaki tüpü bir arada tek bir sistem gibi çalışarak orta kulaktaki basıncın dengelenmesini sağlarlar.", "question": "KOM'un dünyada yaygın bir hastalık olmasına rağmen neyin açıklanması için teoriler ortaya atılmıştır?", "answers": { "text": [ "kulak hastalıklarının neden kronik hale geldiğini" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "Meme kanseri kadınlar arasında nasıl bir kanser tipidir?", "answers": { "text": [ "en sık görülen" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "Kadınlarda kanserden ölümlerin ne kadarı meme kanseri nedeniyle olmaktadır?", "answers": { "text": [ "yaklaşık üçte birini" ], "answer_start": [ 94 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "Meme kanserinin cerrahi tedavisinde hangi yöntemler sırasıyla tercih edilmiştir?", "answers": { "text": [ "radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi" ], "answer_start": [ 192 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı kimler tarafından gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "Fisher ve arkadaşları" ], "answer_start": [ 315 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "MKC ilk tanımlandığında hangi yöntemle birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilmiştir?", "answers": { "text": [ "kadranektomi" ], "answer_start": [ 498 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "Lumpektomide cerrahi sınırın kaç mm’lik olması onkolojik olarak güvenli kabul edilmiştir?", "answers": { "text": [ "10" ], "answer_start": [ 821 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusuna göre invaziv meme kanseri için onkolojik olarak yeterli kabul edilen nedir?", "answers": { "text": [ "lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması" ], "answer_start": [ 988 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın azalması hangi onkolojik sorunu beraberinde getirmiştir?", "answers": { "text": [ "temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır" ], "answer_start": [ 1270 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "Pozitif cerrahi sınır durumu ne gibi sonuçlara yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez" ], "answer_start": [ 1435 ] } }, { "context": "Meme kanseri kadınlar arasında en sık görülen kanser tipi olup kadınlarda kanserden ölümlerin yaklaşık üçte birini oluşturmaktadır. Son yüzyılda meme kanserinin cerrahi tedavisinde sırasıyla; radikal mastektomi, modifiye radikal mastektomi ve son olarak da meme koruyucu cerrahi/MKC yönünde tercih edilir olmuştur. Fisher ve arkadaşları tarafından geniş serili prospektif randomize çalışmalarında MKC’nin mastektomi kadar sağkalım ve yerel kontrol sağladığı gösterilmiştir. MKC ilk tanımlandığında kadranektomi gibi kanserli doku ile birlikte geniş bir sağlam doku eksizyonu önerilirken günümüzde kanserli doku ile birlikte az miktarda sağlam dokunun çıkarılmasını içeren lumpektominin yeterli olduğu kabul edilmektedir. MKC’de onkolojik cerrahi sınırın tümörden uzaklığı giderek azalmıştır. Önceleri lumpektomide tümöre 10 mm’lik cerrahi sınırın negatif olmasının onkolojik olarak güvenli olacağı düşünülürken; 2015 yılında yayınlanan St. Gallen konsensusunda invaziv meme kanseri için, lumpektomi materyalindeki mürekkeple boyalı sınırda tümör hücresi olmaması onkolojik olarak yeterli kabul edilmiştir (3). Meme koruyucu cerrahide cerrahi sınırın giderek azalması pratik uygulamada bazı onkolojik sorunları da beraberinde getirmiştir. Bunlardan en önemlisi onkolojik temiz cerrahi sınırın sağlanmasıdır. Parafin blok ile yapılan son patolojik değerlendirmede, cerrahi sınırda tümör hücresi saptanması durumu (pozitif cerrahi sınır) lokal tümor nüksü ve düşük sağ kalım oranı gibi onkolojik olarak kabul edilemez sonuçlara yol açmaktadır (4). Benzer sonuçlar Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmadada gösterilmiş, MKC yapılan hastalarda cerrahi sınırdaki pozitifliğin aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma ile ilişkili olduğu belirtilmiştir.", "question": "Schnitt SJ ve arkadaşları tarafından yapılan çalışmada pozitif cerrahi sınırın hangi durumlarla ilişkili olduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "aynı memede tümör nüksünde artma ve sağ kalım oranlarında azalma" ], "answer_start": [ 1685 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "Metabolik sendrom nedir?", "answers": { "text": [ "bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "MS'in başlıca komponentleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "MS'in temelinde yatan esas fizyopatolojik olay nedir?", "answers": { "text": [ "hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direnci" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "MS'in gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yayılma nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "yaşam tarzı değişiklikleri" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "Metabolik sendrom başka bir tanımlamada nasıl açıklanmaktadır?", "answers": { "text": [ "ölümcül bir endokrinopati" ], "answer_start": [ 829 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "KVH'nin majör risk faktörleri arasında neler bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı" ], "answer_start": [ 883 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "MS hangi hastalık grubuna aittir?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "MS'e neden olan çevresel etkenler nedir?", "answers": { "text": [ "yaşam tarzı değişiklikleri" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "MS, ateroskleroza bağlı hangi hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Metabolik sendrom (MS), bir bireyde genetik faktörlere ve çevresel etkenlere bağlı olarak ortaya çıkan, birden fazla kardiyovasküler risk faktörünün kümelendiği hastalıklar grubudur. MS'in başlıca komponentleri hiperglisemi, hipertansiyon, dislipidemi, abdominal obesite olarak sıralanmaktadır. Temelinde yatan esas fizyopatolojik olay, hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direncidir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde yaşam tarzı değişiklikleri sonucu bir epidemi haline gelen MS, ateroskleroza bağlı kardiyovasküler hastalıkların sıklığında artışa yol açmaktadır. Bir diğer tanımlamada metabolik sendrom, insülin direnciyle başlayan abdominal obezite, glukoz intoleransı veya diyabetes mellitus, dislipidemi, hipertansiyon ve kardiyovasküler hastalık (KVH) gibi sistemik bozuklukların birbirine eklendiği ölümcül bir endokrinopatidir(2). Günümüzde insanlarda sigara, hipertansiyon, dislipidemi, diyabet, obezite, sedanter yaşam, yüksek yağlı düşük posalı beslenme alışkanlığı KVH için majör risk faktörleri arasında sayılmaktadır.", "question": "MS hangi fizyopatolojik olayla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "hedef dokuların insülinin uyardığı glukoz kullanımına direnci" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı hangi bölgede sıklıkla gözlenir?", "answers": { "text": [ "sakrokoksigeal" ], "answer_start": [ 36 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı nasıl bir yapıya sahiptir?", "answers": { "text": [ "içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı hangi tür enfeksiyon atakları ile karakterizedir?", "answers": { "text": [ "akut veya subakut" ], "answer_start": [ 166 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı genellikle hangi semptom ile karşımıza çıkar?", "answers": { "text": [ "intergluteal bölgede ağrı" ], "answer_start": [ 266 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığının ekonomik etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığının tedavisindeki amaç nedir?", "answers": { "text": [ "komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir" ], "answer_start": [ 675 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı, hangi grup insanları daha fazla etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "genç grup" ], "answer_start": [ 873 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı neye yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "iş gücü kaybı" ], "answer_start": [ 793 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığı gençlerde hangi alanda aksamalara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "eğitimde" ], "answer_start": [ 900 ] } }, { "context": "Pilonidal sinüs hastalığı, sıklıkla sakrokoksigeal bölgede gözlenen, içinde kıl bulundurabilen sinüs ve bunlara bağlı bir veya daha fazla sinüs ağzı ile karakterize, akut veya subakut enfeksiyon atakları yada kronik seyir gösteren bir hastalıktır. Hastalık sıklıkla intergluteal bölgede ağrı ile karşımıza çıkmaktadır. Pilonidal sinüs kuyruk sokumunda deri altında oluşan içi kıl dolu iltihaplı sinüslerdir. Pilonidal sinüs hastalığı ekonomik olarak da ciddi bir sorun oluşturabilmekte, doğrudan ya da dolaylı olarak hastaya veya devlete mali yük getirebilmektedir. Hastalığın tedavisinde tarif edilen cerrahi ve konservatif yöntemler oldukça fazladır. Tüm tedavilerin amacı komplikasyonları ve nüksleri azaltan en uygun yaklaşım şeklini belirlemektir. Pilonidal sinüs hastalığı uzun bir süre iş gücü kaybı olmakta ve aynı zamanda hastalığın en çok etkilediği popülasyonun genç grup olması nedeniyle eğitimde de ciddi aksamalar görülebilmektedir.", "question": "Pilonidal sinüs hastalığının kuyruk sokumunda nerede oluştuğu tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "deri altında" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Diyabetes mellitus (DM) nedir?", "answers": { "text": [ "kronik, metabolik bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "diyabetik retinopati" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Diyabetik retinopati hangi yaş grubunda en yaygın olarak görülür?", "answers": { "text": [ "20–65 arası" ], "answer_start": [ 300 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Diyabetik retinopati (DR) nedir?", "answers": { "text": [ "retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur" ], "answer_start": [ 404 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekeller" ], "answer_start": [ 828 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Makülopati nedir?", "answers": { "text": [ "maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir" ], "answer_start": [ 924 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Makülopati hangi evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur?", "answers": { "text": [ "non-proliferatif" ], "answer_start": [ 993 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada hangi durumlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar" ], "answer_start": [ 561 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar hangi faktöre bağlı olarak görülebilir?", "answers": { "text": [ "vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF)" ], "answer_start": [ 661 ] } }, { "context": "Diyabetes mellitus (DM), insülin hormonunun eksikliği veya dokularda gelişen direnç nedeniyle karbonhidrat, yağ ve protein metabolizmalarında bozukluklara yol açan kronik, metabolik bir hastalıktır. Diyabetes mellitusun en önemli komplikasyonlarından biri olan diyabetik retinopati (DR); tüm dünyada 20–65 arası yaş grubunda görülen önlenebilir ve / veya tedavi edilebilir en önemli körlük nedenidir. DR retinadaki prekapiller arteriyolleri, kapillerleri ve venülleri etkileyen bir mikroanjiyopati tablosudur. Retinal damarlarda oklüzyona bağlı olarak retinada iskemi, intraretinal mikrovasküler anomaliler (İRMA) ve retinadaki iskemik hipoksik dokudan salınan vasküler endotelyal büyüme faktörüne (VEGF) bağlı retinada ve optik diskte neovaskülarizasyonlar görülebilir. Diyabetik hastalarda görme kaybının önde gelen nedenleri diyabetik makülopati ve iskeminin uyardığı neovaskülarizasyon kaynaklı sekellerdir. Makülopati, maküla ödemi ve maküla iskemisi olarak iki farklı antiteyi içerir ve non-proliferatif evredeki görme kayıplarının %80’inden sorumludur.", "question": "Diyabetik retinopati (DR) hangi tür hastalık olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "mikroanjiyopati" ], "answer_start": [ 482 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS) nasıl bir sendromdur?", "answers": { "text": [ "uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur." ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "OUAS hangi gruplarda görülebilir?", "answers": { "text": [ "tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "Uyku apne sendromunun tanısında kullanılan altın standart yöntem nedir?", "answers": { "text": [ "polisomnografi" ], "answer_start": [ 394 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "Polisomnografi (PSG) nedir?", "answers": { "text": [ "uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkik" ], "answer_start": [ 423 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "OUAS'ın tipik bulguları nelerdir?", "answers": { "text": [ "uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir" ], "answer_start": [ 599 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "Hangi hasta gruplarında OUAS prevalansı daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda" ], "answer_start": [ 705 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "OUAS'ın hangi göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır?", "answers": { "text": [ "Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz" ], "answer_start": [ 978 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "Glokom nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "ilerleyici bir optik nöropati" ], "answer_start": [ 1216 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde hangi yöntemler kullanılır?", "answers": { "text": [ "klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL)" ], "answer_start": [ 1299 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OUAS); uyku sırasında tekrarlayan tam veya kısmi üst solunum yolu tıkanması atakları ve bu nedenle sıklıkla kan oksijen satürasyonunda azalma ile karakterize bir sendromdur. OUAS her iki cinste; tüm ırk, yaş, sosyoekonomik düzey ve etnik gruplarda görülebilen ve en sık karşılaşılan uyku bozukluklarından biridir. Uyku apne sendromunun tanısı için altın standart polisomnografidir (PSG). PSG uyku evrelerinin ve çeşitli fizyolojik parametrelerin ayrıntılı olarak incelendiği tüm gece boyu devam eden, uyku laboratuarlarında yapılan tetkiktir. OUAS'ın tipik bulguları, uykuda tekrarlayan üst solunum yolu tıkanmasına bağlı horlama, tanıklı apne ve gündüz aşırı uyku halidir. Hipertansiyon, koroner arter hastalıkları, kalp yetmezliği, inme ve diyabetli hastalarda OUAS prevalansı daha yüksek bulunmuştur. Bu nedenle bu hasta gruplarının, OUAS semptom ve bulguları yönüyle taranmaları gerekir. OUAS'ın bazı göz hastalıkları ile birlikteliği sıktır. Glokom, gevşek göz kapağı sendromu ve kuru göz bunlara örnektir. Glokom, gözü etkileyen çeşitli hastalıkların yarattığı retina gangliyon hücre ölümüne bağlı olarak gelişen optik sinir hasarı ve tipik görme alanı kayıpları ile karakterize ilerleyici bir optik nöropatidir. Glokoma bağlı hasarın saptanmasında ve takibinde klinik oftalmoskopik muayene, görme alanı ve optik disk retina sinir lif tabakası analizi (RNFL) kullanılmaktadır.", "question": "OUAS nedir?", "answers": { "text": [ "Obstrüktif uyku apne sendromu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Travma hangi yaş grubunda ölüm nedenleri arasında birinci sıradadır?", "answers": { "text": [ "45 yaş altı" ], "answer_start": [ 123 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Travma tüm yaş grupları arasında ölüm nedenleri içinde kaçıncı sırada yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "dördüncü" ], "answer_start": [ 192 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Ülkemizde travmaya maruz kalan hastaların sayısı neden artmaktadır?", "answers": { "text": [ "gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle" ], "answer_start": [ 234 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Dünyada her sene travma sonrası ortalama kaç insan hayatını kaybetmektedir?", "answers": { "text": [ "1 milyon" ], "answer_start": [ 429 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Türkiye'de 2010-2013 yılları arasında travmaya bağlı kaç ölü raporlanmıştır?", "answers": { "text": [ "13 bin" ], "answer_start": [ 557 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında ne oranda görülmektedir?", "answers": { "text": [ "%10" ], "answer_start": [ 656 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Ürogenital travmaların tanı koyma aşamasında ne tür bir sorun yaşanmaktadır?", "answers": { "text": [ "ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta" ], "answer_start": [ 710 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Son dönemlerde yaralanmanın tespit edilmesi hangi teknolojik gelişmeler sayesinde kolaylaşmıştır?", "answers": { "text": [ "ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografi" ], "answer_start": [ 838 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Son 50 yıldır cerrahların hangi alana olan ilgisi artmıştır?", "answers": { "text": [ "travmalar" ], "answer_start": [ 55 ] } }, { "context": "Modern dünyada önemli sağlık problemlerinden biri olan travmalar aynı zamanda en önemli ölüm nedenlerinden biridir. Travma 45 yaş altı ölüm nedenleri içinde birinci, tüm yaş grupları için ise dördüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde gerek hızlı nüfus artışı gerekse çarpık kentleşme nedeniyle başta trafik kazaları olmak üzere travmaya maruz kalan hastaların sayısı giderek artmaktadır. Dünyada her sene ölümlerin %8'i ortalama 1 milyon insan travma sonrası hayatını kaybetmektedir. Türkiye’de 2010-2013 yılları arasında istatistiklere göre travmaya bağlı 13 bin ölü ve 900 bin civarında yaralı raporlanmıştır. Ürogenital travmalar tüm travmalar arasında %10 oranında görülmekle beraber tanı koyma aşamasında ihmal edilmeyecek bir oranda atlanmakta ve morbidite oranı da oldukça yüksek olmaktadır. Son dönemlerde teknolojinin gelişmesi, ultrasonografi ve bilgisayarlı tomografinin yaygınlaşması yaralanmanın tespit edilmesini kolaylaştırmıştır. Ayrıca cerrahların da son 50 yıldır travma cerrahisine olan ilgilerinin artması travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler sağlamıştır.", "question": "Cerrahların travma cerrahisine olan ilgisinin artması neyi sağlamıştır?", "answers": { "text": [ "travma hastasına yaklaşımda önemli gelişmeler" ], "answer_start": [ 1026 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Asendan aort anevrizmaları ile hangi hastalıklar sıklıkla birlikte görülür?", "answers": { "text": [ "aort kapak hastalıkları" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Aort kapak cerrahisi uygulanacak hastalarda neye dikkat edilmelidir?", "answers": { "text": [ "asendan aort patolojilerine" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Aort anevrizması nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Asendan aort anevrizması ile birlikte hangi durum anulo-aortik ektazi olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "aortik anulusun genişlemesine" ], "answer_start": [ 551 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Aort kapak cerrahisinde operasyon planına ne dahil edilebilir?", "answers": { "text": [ "asendan aortayı" ], "answer_start": [ 250 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Aort anevrizmasının tanımında hangi ölçüm kriteri kullanılır?", "answers": { "text": [ "geri dönüşümsüz olarak iki katına" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Asendan aort anevrizması ile hangi yapılar dilate olabilir?", "answers": { "text": [ "sinüs valsalvalar" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Anulo-aortik ektazi hangi iki durumun birlikte görülmesiyle tanımlanır?", "answers": { "text": [ "sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesi" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Asendan aort anevrizmaları hangi aort patolojileri ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "aort kapak hastalıkları" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Asendan aort anevrizmaları ile aort kapak hastalıkları sıklıkla birlikte görülebilen patolojilerdir. Aort kapak cerrahisi uygulanacak olan hastalarda asendan aort patolojilerine karşı operasyondan önce bilgi sahibi olmak, operasyon planına gerekirse asendan aortayı da dahil etmek gerekebilir. Aortanın herhangi bir segmentinin, kişinin yaşı ve vücut yüzeyine göre olması gereken transvers çapının geri dönüşümsüz olarak iki katına çıkması ‘aort anevrizması’ olarak tanımlanır. Asendan aort anevrizması ile birlikte sinüs valsalvaların dilatasyonu ve aortik anulusun genişlemesine ‘anulo-aortik ektazi’ adı verilir.", "question": "Aort anevrizması için risk değerlendirmesi hangi faktörlere bağlıdır?", "answers": { "text": [ "yaşı ve vücut yüzeyine" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "İnme, dünyada hangi yaş grubunda mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sıradadır?", "answers": { "text": [ "60 yaş üstünde" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "Türkiye'de inme, tüm yaş gruplarında hangi sıralamadadır?", "answers": { "text": [ "ikinci" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "Akut medikal tedavideki gelişmelerin etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "mortalite oranında azalma" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "İnmeden sonra hayatta kalanlarda hangi alanlarda önemli defisitler oluşur?", "answers": { "text": [ "fiziksel, psikolojik ve sosyal" ], "answer_start": [ 323 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "İnme sonrası oluşan defisitler nedeniyle ne olumsuz yönde etkilenir?", "answers": { "text": [ "yaşam kalitesi" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "İnme, hangi tür hastalıklar arasında en fazla neye neden olan hastalıktır?", "answers": { "text": [ "özürlülüğe" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef nedir?", "answers": { "text": [ "yaşam kalitesinin arttırılması" ], "answer_start": [ 650 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "Akut medikal tedavideki gelişmeler hangi durumların tedavisinde başarı sağlamıştır?", "answers": { "text": [ "komorbid durumlar ve komplikasyonların" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "İnme sonrası rehabilitasyonun amacı nedir?", "answers": { "text": [ "yaşam kalitesinin arttırılması" ], "answer_start": [ 650 ] } }, { "context": "İnme dünyada 60 yaş üstünde, Türkiye'de tüm yaş gruplarında mortalite ile sonuçlanan hastalıklar arasında ikinci sırada yer alır. Son dönemlerde akut medikal tedavideki gelişmeler, komorbid durumlar ve komplikasyonların daha başarılı tedavi edilmesi ile mortalite oranında azalma olmuştur. İnmeden sonra hayatta kalanlarda fiziksel, psikolojik ve sosyal açıdan oluşan önemli defisitler nedeniyle yaşam kalitesi olumsuz yönde etkilenmektedir. İnme en fazla özürlülüğe neden olan hastalıkların başında gelmektedir. İnme rehabilitasyonunda en önemli hedef; mevcut yetersizliklere rağmen hastaya en yüksek fonksiyonel bağımsızlık düzeyinin sağlanması ve yaşam kalitesinin arttırılmasıdır.", "question": "İnme, dünyada hangi yaş grubunda en fazla mortaliteye neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "60 yaş üstünde" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "Serviks kanseri dünya genelinde kadınlar arasında ne kadar yaygındır?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "Serviks kanseri tamamen hangi enfeksiyona dayandırılabilir?", "answers": { "text": [ "Human Papilloma Virus (HPV)" ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "2008 yılında HPV ile ilgili kaç yeni kanser olgusu bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "610.000" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "2008 yılında serviks kanseri kaç yeni vakaya neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "530.000" ], "answer_start": [ 344 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "Düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranları, gelişmiş ülkelere göre kaç kat fazladır?", "answers": { "text": [ "dört" ], "answer_start": [ 579 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "Servikal kanser insidansı ve ölüm oranları hangi tür ülkelerde daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "gelir düzeyi düşük ülkelerde" ], "answer_start": [ 764 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "Servikal kanser insidansı ve ölüm oranlarının yüksek olmasının muhtemel nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimde" ], "answer_start": [ 866 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "Gelişmiş ülkelerde serviks kanseri insidansı ve mortalitesi nasıl azalmıştır?", "answers": { "text": [ "servikal sitoloji ile tarama" ], "answer_start": [ 978 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "HPV maruziyetindeki farklılıklar neyi açıklamada rol oynamaktadır?", "answers": { "text": [ "servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların" ], "answer_start": [ 675 ] } }, { "context": "Serviks kanseri dünya genelindeki kadınlar arasında üçüncü en yaygın kanserdir ve tamamen Human Papilloma Virus (HPV) ile enfeksiyona dayandırılabilir. Küresel tahminler, 2008 yılında kadın ve erkek anogenital ve oral yolların çeşitli yerlerinde HPV ile ilgili kanser bulunan 610.000 yeni olgu olduğunu gösteriyor. Bunlardan serviks kanserinin 530.000 yeni vaka ve 275.000 ölüme neden olduğu tahmin edilmektedir. İnsani Gelişim Endeksi 'düşük' olan ülkeler gelişmiş ülkelerdeki 'çok yüksek' kategori ile kıyaslandığında düşük kaynaklı ülkelerde servikal kanser oranlarının en az dört kat fazla olduğu tahmin edilmektedir. Çeşitli ülkelerdeki HPV maruziyetindeki farklılıklar servikal kanser oranları arasındaki farklılıkların açıklanmasında rol oynamakla birlikte gelir düzeyi düşük ülkelerde servikal kanser insidansı ve ölüm oranları daha yüksektir, bu muhtemelen organize servikal taramanın eksikliği ve tedaviye yetersiz erişimden kaynaklanmaktadır. Birçok gelişmiş ülkede, servikal sitoloji ile tarama, serviks kanseri insidansında ve zaman içinde mortalitede büyük ölçekli azalmalara neden olmuştur.", "question": "Serviks kanseri kaçıncı sırada en yaygın kanserdir?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "Hangi servikal preinvaziv lezyonlar yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "CIN 2 ve CIN 3" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "Tedavi edilmemiş CIN3 lezyonları için invaziv kansere dönüşüm oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%12-40" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "Spontan regresyon oranları CIN3 lezyonlarında ne kadar olarak bildirilmektedir?", "answers": { "text": [ "%32-47" ], "answer_start": [ 215 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "CIN2 ve CIN3 lezyonları için hangi tedaviler kabul görmektedir?", "answers": { "text": [ "eksizyonel ve ablatif" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "Soğuk konizasyon nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını" ], "answer_start": [ 440 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "Soğuk konizasyonun diğer eksizyon yöntemlerinden farkı nedir?", "answers": { "text": [ "kenarlarında yanma defekti olmadan" ], "answer_start": [ 737 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "Soğuk konizasyon hangi durumlarda tercih sebebidir?", "answers": { "text": [ "muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesi" ], "answer_start": [ 913 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "HPV enfeksiyonunun küratif tedavisinde hangi yöntemin yeri yoktur?", "answers": { "text": [ "konizasyon da dahil hiçbir yöntemin" ], "answer_start": [ 1005 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "Soğuk konizasyonun sağladığı tanı avantajı nedir?", "answers": { "text": [ "geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "Servikal preinvaziv lezyonlardan CIN 2 ve CIN 3 yüksek grade lezyonlar olarak kabul edilmektedir. CIN3 lezyonları için tedavi edilmemiş durumlarda invaziv kansere dönüşüm oranı %12-40, spontan regresyon oranları da %32-47 olarak bildirilmektedir. CIN2 ve CIN3 lezyonları için bazı özel durumlar hariç yeterli kolposkopiyle beraber eksizyonel ve ablatif tedaviler kabul görmektedir. Soğuk konizasyon serviks yüzeyinden servikal kanala doğru cerrahi bistüri ile serviksin koni şeklinde çıkarılmasını ifade etmekte; bu yöntem geniş doku çıkarılmasını sağladığından tanı için yeterli materyal ile beraber eş zamanlı tedavi olanağı da sağlamaktadır. Diğer eksizyon yöntemleri olan LEEP veya laser konizasyondan farklı olarak soğuk konizasyon kenarlarında yanma defekti olmadan, tek bir cerrahi spesimen elde etme avantajını da sağlamaktadır. Soğuk konizasyon LEEP’e göre daha iyi küratif sonuçlar verebilmekle beraber muhtemel adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesinde tercih sebebidir. Diğer yandan konizasyon da dahil hiçbir yöntemin HPV infeksiyonunun küratif tedavisinde yeri yoktur.", "question": "Soğuk konizasyon, LEEP'e göre hangi açıdan daha iyi küratif sonuçlar verebilir?", "answers": { "text": [ "adenokarsinoma in situ, ve adenokarsinom şüphesi" ], "answer_start": [ 922 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "Yaşlanma ve yaşlılık hangi alanlarda sıkça kullanılan kavramlardır?", "answers": { "text": [ "gerontoloji ve geriatri" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "Yaşlanma ve yaşlılık kavramları incelendiğinde ne görülmektedir?", "answers": { "text": [ "birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı" ], "answer_start": [ 134 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "Genel anlamda yaşlanma neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "bir süreç" ], "answer_start": [ 272 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "Yaşlılık neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "bir dönemi" ], "answer_start": [ 297 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "'Yaşlanma' terimi neyi kapsar?", "answers": { "text": [ "İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "Yaşlanma süreci ne zaman başlar?", "answers": { "text": [ "intrauterin yaşamda" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemini hangi tanıma göre dikkate alır?", "answers": { "text": [ "kronolojik" ], "answer_start": [ 510 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "65-74 yaş grubu nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "genç yaşlı" ], "answer_start": [ 1015 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarında hangi kuruluşun tanımı esas alınmaktadır?", "answers": { "text": [ "DSÖ’nün" ], "answer_start": [ 1171 ] } }, { "context": "Yaşlanma ve yaşlılık, gerontoloji ve geriatri alanlarında oldukça sık kullanılan ve karışan kavramlardır. Bu kavramlar irdelendiğinde birbirleri arasındaki ayrımın net olmadığı ve çoğu zaman yanlışlıkla birbirleri yerine kullanıldığı görülmektedir. Genel anlamda yaşlanma bir süreç iken, yaşlılık bir dönemi ifade eder. İnsan vücudunun molekül, hücre, doku, organ ve sistemlerinde zamanın ilerlemesi ile ortaya çıkan, geriye dönüşü olmayan yapısal ve işlevsel değişikliklerin tümüne 'yaşlanma' denir. Yaşlanma kronolojik, biyolojik, sosyal ve psikolojik boyutları olan, intrauterin yaşamda başlayıp ölüme kadar süren bir değişim sürecidir. Yaşlılığın standart bir tanımı olmamakla beraber fizyolojik, biyolojik, ekonomik veya sosyolojik olmak üzere pek çok alanda tanımı bulunmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) yaşlılık dönemi için kronolojik tanımlamayı dikkate almaktadır. Yaşlı nüfus kendi içerisinde de alt gruplara ayrılmıştır. 65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı' olarak tanımlanmaktadır. Ulusal ve uluslararası yaşlılık çalışmalarının genelinde DSÖ’nün tanımı esas alınmaktadır.", "question": "Yaşlı nüfus hangi yaş gruplarına ayrılmıştır?", "answers": { "text": [ "65-74 yaş grubu 'genç yaşlı', 75-84 yaş grubu 'yaşlı', 85 ve üzeri yaş grubu 'ileri yaşlı'" ], "answer_start": [ 998 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "Senkop nedir?", "answers": { "text": [ "ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır" ], "answer_start": [ 114 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "Senkop acil servise başvuruların yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%3 ile %5" ], "answer_start": [ 242 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "Senkop hastaneye yatışların yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%1-6" ], "answer_start": [ 298 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "Senkop ile sonuçlanabilecek hastalıklar ne gibi etyolojilere sahip olabilir?", "answers": { "text": [ "ciddi aritmilere" ], "answer_start": [ 380 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "İnsanların kaçta kaçı yaşamlarında bir kez senkop geçirir?", "answers": { "text": [ "1/3" ], "answer_start": [ 571 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "Senkop altta yatan etyolojik nedenlere göre nasıl sınıflandırılabilir?", "answers": { "text": [ "kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar" ], "answer_start": [ 680 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha kötüdür" ], "answer_start": [ 875 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin yüzde kaçında daha önce bir senkop atağı saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "%5" ], "answer_start": [ 249 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "Senkop olgusunun değerlendirilmesi için ne vardır?", "answers": { "text": [ "tanısal test" ], "answer_start": [ 522 ] } }, { "context": "Senkop, serebral perfüzyonun geçici olarak bozulması sonucu kısa sürede gelişen, spontan iyileşme ile sonuçlanan, ani bilinç ve postural tonusun kaybıdır. Senkop acil serviste sık karşılaşılan tıbbi bir problem olup acil servise başvuruların %3 ile %5'ini oluşturmaktadır. Hastaneye yatışların ise %1-6'sını oluşturmaktadır. Oldukça benign etyolojilerden hayatı tehdit edebilecek ciddi aritmilere kadar geniş bir yelpazede yer alan birçok hastalık senkop ile sonuçlanabilir. Senkop olgusunun değerlendirilmesi için birçok tanısal test vardır. Çalışmalara göre insanların 1/3'ü yaşamlarında bir kez senkop geçirirler. Senkop, altta yatan etyolojik nedene göre sınıflandırılabilir (kardiyak aritmiler, yapısal kalp hastalığı, nörojenik nedenler ve serebrovasküler hastalıklar başlıca nedenleridir). Kardiyak nedenlere bağlı senkopun prognozu diğer nedenlere bağlı senkopa göre daha kötüdür. Ani kardiyak ölüm ile kaybedilenlerin %5'inde daha önce bir senkop atağı saptanmıştır.", "question": "Senkop sonucu ani bilinç kaybına ek olarak ne kaybı yaşanır?", "answers": { "text": [ "postural tonusun" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Orbita nedir?", "answers": { "text": [ "piramit şeklinde kemik bir boşluk" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Orbita'nın tabanı ve tepesi nerede yer alır?", "answers": { "text": [ "aditus orbitalis" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Orbita'nın anatomi biliminde özel bir yere sahip olmasının sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu" ], "answer_start": [ 234 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Morfometrik ölçümler hangi bilimlerde yol gösterici olmuştur?", "answers": { "text": [ "temel ve klinik tıp" ], "answer_start": [ 448 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Orbita’nın hangi hastalıkları ve kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de önemli bir yere sahiptir?", "answers": { "text": [ "konjenital, vasküler, neoplastik" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Hangi analizler hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "morfometrik ölçümler" ], "answer_start": [ 427 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Son yıllarda orbita lezyonlarının tedavisindeki seçeneklerin artmasına ne neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler" ], "answer_start": [ 822 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Orbita hangi yapılarla yakın komşuluk içerisindedir?", "answers": { "text": [ "nörovasküler yapılara" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Orbita'nın yapısı nasıldır?", "answers": { "text": [ "Kompleks" ], "answer_start": [ 344 ] } }, { "context": "Orbita, görme sisteminin ilk bölümünü oluşturan göz ve etrafını saran intraorbital yapıları içeren, tabanı önde aditus orbitalis (AO), tepesi arkada canalis opticus (CO) adını alan piramit şeklinde kemik bir boşluktur. Ayrıca, orbita hayati önem taşıyan nörovasküler yapılara yakın komşuluğu sebebiyle anatomi biliminde özel bir yere sahiptir. Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak için yapılan morfometrik ölçümler temel ve klinik tıp bilimlerinde yol gösterici olmuştur. Orbita’nın konjenital, vasküler, neoplastik hastalıkları ve travmatik kırıkları nöroşirurji ve oftalmoloji’de çok önemli bir yere sahiptir. Klinisyenlere yol göstermesi açısından bu bölgenin çeşitli yöntemlerle ayrıntılı morfometrik analizi hem anatomistler hem de klinisyenler tarafından yapılmaktadır. Son yıllarda görüntüleme cihazları, cerrahi yaklaşım teknik ve yöntemlerindeki gelişmeler, orbita lezyonlarının tedavisindeki seçenekleri hızla artırmıştır.", "question": "Orbita'nın morfometrik ölçümleri hangi amaçla yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Kompleks yapısı, komşuluk ilişkileri ve varyasyonlarını ortaya koymak" ], "answer_start": [ 344 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) nedir?", "answers": { "text": [ "anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "OKB hangi tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "psikiyatrik hastalık" ], "answer_start": [ 217 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "OKB'nin yaşam boyu prevelansı nedir?", "answers": { "text": [ "%2-3" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "OKB etiyolojisinde hangi faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "OKB'nin hangi beyin döngüsündeki bozukluk ile ilişkili olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "kortiko-striato-talamiko-kortikal" ], "answer_start": [ 521 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "OKB hastalarında hangi beyin bölgelerinin hacminin daha küçük olduğu saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "OKB hastalarında hangi beyin bölgesinin hacminin daha büyük olduğu saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "OKB'nin yaşam boyu prevelansının farklı ülkelerde yapılan çalışmalara göre yüzdesi nedir?", "answers": { "text": [ "%2-3" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "OKB'de hangi nörogörüntüleme bulguları desteklenmektedir?", "answers": { "text": [ "bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Obsesif kompulsif bozukluk (OKB) anksiyeteyi artıran davetsiz düşünceler (obsesyon) ve bu anksiyeteyi azaltan tekrarlayıcı/ritualistik davranışlarla (kompulsiyon) karakterize bir hastalıktır. Toplumda sık görülen bir psikiyatrik hastalıktır. Farklı ülkelerde yapılan epidemiyolojik çalışmalarda yaşam boyu prevelansının %2-3 olduğu ve ülkeler arası belirgin farklılık göstermediği tespit edilmiştir. OKB etiyolojisinde genetik, nörokimyasal ve nöroimmunolojik birtakım faktörlerin rol oynadığı düşünülmektedir. Özellikle kortiko-striato-talamiko-kortikal döngüdeki bozukluk ile ilişkili hipotez, nörogörüntüleme çalışmaları ile de desteklenmektedir. Beyindeki hacim değişikliklerini inceleyen bir meta-analizde, OKB hastalarında kontrollere göre bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük, bilateral talamik hacmin ise daha büyük olduğu saptanmıştır.", "question": "Hangi beyin hacim değişiklikleri OKB hastalarında kontrollere göre farklıdır?", "answers": { "text": [ "bilateral orbitofrontal korteks ve sol anterior singulat korteks hacminin daha küçük" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Obezite ne tür bir sağlık sorunudur?", "answers": { "text": [ "multifaktöriyel" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Obezite hangi faktörlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkmaktadır?", "answers": { "text": [ "hem genetik hem çevresel" ], "answer_start": [ 47 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Modern yaşam tarzı obeziteye nasıl katkı sağlamaktadır?", "answers": { "text": [ "yüksek kalori alımı" ], "answer_start": [ 229 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Genetik faktörlerin obezite etiyolojisindeki rolü nedir?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 405 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Obezite hangi sağlık sorunlarına yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Metabolik sendrom hangi yaş grubunda daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "erişkin" ], "answer_start": [ 594 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom hangi yaş grubunda yaygınlaşmaktadır?", "answers": { "text": [ "çocuklarda" ], "answer_start": [ 687 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Dünyada toplam nüfusun yüzde kaçı obezdir?", "answers": { "text": [ "%7" ], "answer_start": [ 789 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "insülin direnci" ], "answer_start": [ 853 ] } }, { "context": "Obezite multifaktöriyel bir sağlık sorunu olup hem genetik hem çevresel birleşenlerden oluşmaktadır. Obezite, genetik ve çevresel faktörler arasındaki etkileşimin sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Modern yaşam tarzının dayattığı yüksek kalori alımı, sedanter yaşam tarzı ile birleştiğinde, bu durumun oluşmasına büyük katkı sağlamaktadır. Yapılan çalışmalarda, genetik faktörlerin, obezite etiyolojisinde önemli bir rol oynadığını düşündürmektedir. Obezite, Tip 2 diyabetes mellitus, hiperkolesterolemi, hipertansiyon, kalp hastalığı ve birçok sağlık sorununa yol açmaktadır. Metabolik sendrom erişkin hastalarda daha sık görülmekle birlikte, son zamanlarda obezite ve metabolik sendrom çocuklarda özellikle de adölesanlarda giderek yaygınlaşmaktadır. Dünyada, genel olarak toplam nüfusun %7’si obezdir. Metabolik sendrom altında yatan sebeplerden biri insülin direncidir ve bu hastaların önemli bir kısmında tip 2 diabetes mellitus gelişmektedir.", "question": "Metabolik sendrom hastalarının önemli bir kısmında hangi hastalık gelişmektedir?", "answers": { "text": [ "tip 2 diabetes mellitus" ], "answer_start": [ 909 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Maluliyet nedir?", "answers": { "text": [ "vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesi" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Maluliyet oranlarının hesaplanmasında hangi tüzük kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü" ], "answer_start": [ 628 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Maluliyet nasıl değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Hangi durumlarda adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilir?", "answers": { "text": [ "haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları" ], "answer_start": [ 325 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Maluliyet oranlarının hesaplanmasında hangi tarihli mevzuatlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "22 Haziran 1972" ], "answer_start": [ 590 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Hangi ilgili yasal mevzuat olaya bağlı olarak esas alınır?", "answers": { "text": [ "olay tarihinde yürürlükte olan" ], "answer_start": [ 884 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Maluliyetin değerlendirilmesinde hangi faktörler göz önüne alınır?", "answers": { "text": [ "kişinin mesleği ve yaşı" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Kişiler ne için tazminat davaları açabilmektedir?", "answers": { "text": [ "haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları" ], "answer_start": [ 325 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Adli Makamlar kimlerden bilirkişi raporu isteyebilir?", "answers": { "text": [ "adli tıp uzmanlarından" ], "answer_start": [ 467 ] } }, { "context": "Maluliyet; vücutta meydana gelen ya da getirilen yaralanmaların veya kişilerin çalıştıkları meslek ile ilgili fiziksel ve kimyasal etkenlere bağlı olarak meydana gelen rahatsızlıkların iyileşme döneminden sonra, olaya bağlı sekel halindeki arızaların, kişinin mesleği ve yaşı göz önüne alınarak değerlendirilmesidir. Kişiler haksız fiil sonucu yaralanma nedeniyle oluşan zararları ya da sakatlıkları için tazminat davaları açabilmekte ve bu davalarda Adli Makamlarca adli tıp uzmanlarından bilirkişi raporu istenebilmektedir. Ülkemiz yasal mevzuatında maluliyet oranlarının hesaplamasında; 22 Haziran 1972 Resmi Gazete tarihli “Sosyal Sigorta Sağlık İşlemleri Tüzüğü”, 11 Ekim 2008 Resmi Gazete tarihli “Çalışma Gücü ve Meslekte Kazanma Gücü Kaybı Oranı Tespit İşlemleri Yönetmeliği” ve 3 Ağustos 2013 Resmi Gazete tarihli “Maluliyet Tespiti İşlemleri Yönetmeliği” kullanılmakta olup olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat esas alınmaktadır.", "question": "Maluliyet oranlarının hesaplanmasında hangi mevzuat kullanılır?", "answers": { "text": [ "olay tarihinde yürürlükte olan ilgili yasal mevzuat" ], "answer_start": [ 884 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "İnme nedir?", "answers": { "text": [ "ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu" ], "answer_start": [ 6 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "İnme hangi hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "nörolojik" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "İnme hangi nedenlerle ortaya çıkmaktadır?", "answers": { "text": [ "%80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle" ], "answer_start": [ 153 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "İnmeler dünyada hangi sıralarda yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 301 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "Her yıl dünyada kaç kişinin akut inme geçirdiği tahmin edilmektedir?", "answers": { "text": [ "15 milyondan fazla" ], "answer_start": [ 378 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "İnmeye bağlı olarak bu hastaların ne kadarı vefat etmektedir?", "answers": { "text": [ "üçte biri" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "İskemik inme olgularının yaklaşık yarısında ne rol oynamaktadır?", "answers": { "text": [ "etiyoloji" ], "answer_start": [ 700 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "İnme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla ne kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "sınıflama yöntemi" ], "answer_start": [ 982 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "İnme geçirmemiş bir kişide gerekli önlemlerin alınmasını ne sağlar?", "answers": { "text": [ "tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması" ], "answer_start": [ 790 ] } }, { "context": "İnme, ani gelişen fokal nörolojik bir sendromu ifade etmekte olup nörolojik hastalıklar içerisinde en sık görülen hastalık grubunu oluşturmaktadır. İnme %80-85 iskemik, %15-20 hemorajik nedenlerle ortaya çıkmaktadır. İnmeler, kalp hastalıkları ve kanserlerden sonra tüm dünyada mortaliteye sebep olan üçüncü, morbidite yönünden de birinci sırada yer almaktadır. Her yıl dünyada 15 milyondan fazla akut inme geçirildiği tahmin edilmektedir. Bu hastaların üçte biri inmeye bağlı sekonder nedenlerle vefat etmekte, kalan üçte birlik grup ise kalıcı nörolojik defisit ile hayatına devam etmektedir. Günümüzdeki teknoloji ile yapılan incelemelerde iskemik inme olgularının yaklaşık yarısında birden fazla etiyolojinin rol oynadığı gösterilmiştir. Saptanan bu olası etiyolojik faktörlere yönelik tedavi ve izlem protokollerinin oluşturulması, inme daha henüz geçirilmemiş iken gerekli önlemlerin alınmasını sağlar. Bu amaçla inme etiyolojisini ve alt gruplarını belirleme amacıyla birçok sınıflama yöntemi kullanılmaktadır.", "question": "İnme hangi oranlarda iskemik ve hemorajik nedenlerle ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "%80-85" ], "answer_start": [ 153 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörleri hangi hücrelerden köken alır?", "answers": { "text": [ "schwan hücrelerinden" ], "answer_start": [ 74 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörlerinin yaygın görüldüğü yaş aralıkları hangileridir?", "answers": { "text": [ "3. ve 5." ], "answer_start": [ 173 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörlerinin en çok yerleştiği bölge neresidir?", "answers": { "text": [ "torakal" ], "answer_start": [ 355 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörlerinin %58'i hangi yerleşim gösterir?", "answers": { "text": [ "intradural ekstramedüler" ], "answer_start": [ 443 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörlerinin %15'i hangi şekildedir?", "answers": { "text": [ "kum saati" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörlerinin %90'dan fazlası nasıl bir doğaya sahiptir?", "answers": { "text": [ "benign" ], "answer_start": [ 658 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörlerinin %80'inde hangi semptom görülür?", "answers": { "text": [ "radiküler ağrı" ], "answer_start": [ 717 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörlerinin %10'unda hangi belirtiler ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörleri cinsiyet baskınlığı gösterir mi?", "answers": { "text": [ "genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Sinir kılıfı tümörleri (nörinoma, nörofibroma, nörolemmoma ve schwannoma) schwan hücrelerinden köken alan ve genel populasyonda sık rastlanan tümörlerdir (0,3-0,5/100,000). 3. ve 5. dekatlarda sık olup; genellikle cinsiyet baskınlığı görülmemekle birlikte literatürde değişik serilerde; kadınlarda, erkeklerden daha fazla görüldüğü bildirilmiştir. En çok torakal bölgede olmak üzere daha sonra servikal ve lomber bölgede yerleşmektedir. %58’i intradural ekstramedüler, %27'si ekstradural ve %15'i kum saati (dumbbell shaped) şeklinde intradural ve ekstradural yerleşim göstermektedir. İntramedüller yerleşim ise çok nadir olarak görülmüştür. %90’dan fazlası benign natürdedir. Yavaş büyüme eğilimindedirler. %80’inde radiküler ağrı, %10’unda ise motor güçsüzlük, sfinkter problemleri ve duyu bozuklukları vardır.", "question": "Sinir kılıfı tümörlerinin intramedüller yerleşimi ne kadar yaygındır?", "answers": { "text": [ "çok nadir" ], "answer_start": [ 612 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "Ani kardiyak Arrest (AKA) nedir?", "answers": { "text": [ "aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolması" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "AKA genellikle neden kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "kalpteki elektriksel bir bozukluk" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl kaç hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir?", "answers": { "text": [ "382,800" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "AKA'ya erken dönemde müdahale edilmezse neye neden olur?", "answers": { "text": [ "ani ölüme" ], "answer_start": [ 461 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "Ani kardiyak ölümlerin (AKÖ) çoğunluğu nerede meydana gelmektedir?", "answers": { "text": [ "evde" ], "answer_start": [ 581 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "Halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakaların yaşama şansı nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha fazla" ], "answer_start": [ 668 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "AKÖ oranı hangi hastalarda daha azdır?", "answers": { "text": [ "sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara" ], "answer_start": [ 718 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "AKÖ oranının düşük olduğu hastalar arasında bu farkın muhtemel sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığın" ], "answer_start": [ 819 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "AKA'nın hayatta kalma olasılığı nasıl artırılabilir?", "answers": { "text": [ "Hızlı ve uygun tıbbi müdahale" ], "answer_start": [ 483 ] } }, { "context": "Ani kardiyak Arrest (AKA); aniden, beklenmedik bir şekilde kalp, solunum ve bilinç fonksiyonlarının kaybolmasıdır. Genellikle kalpteki elektriksel bir bozukluktan kaynaklanır ve bu pompalama fonksiyonunu bozar ve vücudunuzun geri kalan kısmına kan akışını durdurur. Amerika Birleşik Devletleri'nde her yıl ani, beklenmeyen yaklaşık 382,800 hastane dışı kardiyak arrest (HDKA) vakası görülmektedir. AKA, medikal acillerdendir ve erken dönemde müdahale edilmezse ani ölüme neden olur. Hızlı ve uygun tıbbi müdahale ile hayatta kalma mümkündür. Ani kardiyak ölümlerin çoğunluğu (AKÖ) evde meydana gelmektedir, buna karşın halka açık yerlerde kardiyak arrest olan vakalar daha fazla yaşama şansına sahiptirler. AKÖ oranı, sosyoekonomik durumu yüksek olan hastalarda düşük olanlara göre daha azdır. Bunun muhtemel sebebinin yaşam tarzı ve sağlık hizmeti farklılığından olduğu düşünülmektedir.", "question": "Ani kardiyak Arrest (AKA) ne zaman medikal bir acil durumdur?", "answers": { "text": [ "erken dönemde müdahale edilmezse" ], "answer_start": [ 428 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Tiroid bezi hangi bölgede bulunur?", "answers": { "text": [ "boyun" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Tiroid bezi hangi yapılarla sınırlandırılmıştır?", "answers": { "text": [ "her iki sternokleidomastoid kas" ], "answer_start": [ 73 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Tiroid bez hacmi yaklaşık ne kadardır?", "answers": { "text": [ "15-20 gr" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Tiroid bezi kaç lob ve isthmustan oluşur?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Folikül hücresi ne olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "tirosit" ], "answer_start": [ 828 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Tiroid bezinde hangi hücreler kalsitonin salgılar?", "answers": { "text": [ "parafoliküler" ], "answer_start": [ 914 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Tiroid bezini çevreleyen yapıya ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "fibröz bir kapsül" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Parafoliküler hücreler hangi kökenden gelir?", "answers": { "text": [ "nöral crest" ], "answer_start": [ 894 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Folikül hücrelerinin etrafını saran yapı nedir?", "answers": { "text": [ "tek sıralı küboidal-kolumnar epitel" ], "answer_start": [ 699 ] } }, { "context": "Tiroid bezi sert kıvamlı, kahverengi renkte, boyun bölgesinde, yanlardan her iki sternokleidomastoid kas ile üstte krikoid kıkırdak, altta ise suprasternal çentik ile sınırlandırılmıştır. Tiroid bez hacmi, bölgenin iyot durumuna göre değişmekle birlikte yaklaşık 15-20 gr civarındadır. İki lob ve isthmusdan oluşan bezin, isthmus kalınlığı 2-6 mm her bir lobun kalınlığı ve genişliği 2-2.5 cm, uzunluğu ise 4-4.5 cm civarındadır. Olgunlaşmış tiroid bezi etrafında bezi çevreleyen fibröz bir kapsül mevcuttur. Kapsülün bez içi uzantıları, bezi lobüllere ayırmaktadır. Her lobülde bir arter, bir ven ve ortalama 2-40 adet folikül hücresi mevcuttur. Folikül, tiroidin temel yapısını oluşturur. Folikül tek sıralı küboidal-kolumnar epitel ile sarılı kolloid ve epitel ile çevrelenmiş bazal membrandan oluşmaktadır. Folikül hücresi, tirosit olarak da adlandırılmaktadır. Aynı zamanda tiroid bezinde nöral crest kökenli parafoliküler hücreler bulunmaktadır. Bazal membranla temas halinde olan parafoliküler hücreler, folikül ve stroma yapısında bulunmakla beraber bu hücrelerin foliküler lümenle ilişkisi bulunmamaktadır. Parafoliküler hücreler kalsitonin salgılanmasından sorumludur.", "question": "Tiroid bezinde bulunan kapsül ne yapar?", "answers": { "text": [ "bezi lobüllere ayırmak" ], "answer_start": [ 538 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "Kanser hastalarında hangi durumlar gelişebilir?", "answers": { "text": [ "hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS)" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "GÜS’ün primer tümörleri neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "hematüri" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "Siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) ne tür ilaçlardır?", "answers": { "text": [ "kemoterapötikler" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "Üriner sistem taşları neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "hematüri" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "Radyoterapi (RT) neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "hematüri" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "Yüksek dozda kemoterapi uygulanan hastalarda hangi durum görülebilir?", "answers": { "text": [ "hemorajik sistit" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "Hemorajik sistit hangi hastalarda görülür?", "answers": { "text": [ "yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "Hemorajik sistit hastanede neyi artırır?", "answers": { "text": [ "maliyeti" ], "answer_start": [ 562 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "Hemorajik sistit neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "morbidite ve hatta mortalite" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "Kanser hastalarında farklı nedenlere bağlı hematüri ve/veya hemorajik sistit (HS) gelişebilir. Genitoüriner sistemin (GÜS) primer tümörleri, GÜS’e invaze olmuş veya metastaz yapmış diğer tümörler, siklofosfamid (CYC) ve busulfan (BU) başta olmak üzere kemoterapötikler, enfeksiyonlar ve üriner sistem taşları, koagülopati, radyoterapi (RT) ve hemorajik sistit; hematüri nedeni olabilir. Bu nedenler arasından yüksek dozda kemoterapi (KT) veya hemopoetik kök hücre transplantasyonu (HKHT) uygulanan hastalarda görülen hemorajik sistit, hastanede kalış süresi ile maliyeti arttıran önemli bir morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir.", "question": "Hemorajik sistit neden önemli bir durum olabilir?", "answers": { "text": [ "morbidite ve hatta mortalite nedeni olabilmektedir" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "D vitamininin kaç formu vardır?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "Vitamin D2'nin adı nedir?", "answers": { "text": [ "ergokalsiferol" ], "answer_start": [ 68 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "Vitamin D3 ne olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "kolekalsiferol" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "Vitamin D3 nerede üretilir?", "answers": { "text": [ "deride" ], "answer_start": [ 199 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "Hangi gıdalar önemli D vitamini kaynağıdır?", "answers": { "text": [ "Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin" ], "answer_start": [ 284 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "Serum D vitamini konsantrasyonu ne zaman pik yapar?", "answers": { "text": [ "24-48 saat sonra" ], "answer_start": [ 453 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "Serum D vitamini yarı ömrü ne kadardır?", "answers": { "text": [ "36-72 saat" ], "answer_start": [ 513 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "D vitamini hangi sınıfa aittir?", "answers": { "text": [ "Yağda eriyen vitamin" ], "answer_start": [ 534 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "D vitamini vücutta nerede depo edilir?", "answers": { "text": [ "yağ dokusunda" ], "answer_start": [ 589 ] } }, { "context": "D vitamininin iki formu ve çeĢitli metabolitleri vardır. Vitamin D2 ergokalsiferol ve vitamin D3 kolekalsiferol olarak adlandırılır. Vitamin D3 güneĢ ıĢığındaki ultraviyole B ıĢınlarına tepki olarak deride üretilir17. Aynı zamanda diyetten ve suplemantasyonlardan da elde edilebilir. Derin deniz balıklarının, yumurta sarısının ve karaciğerin önemli D vitamini kaynağı oldukları bilinmektedir18. Serum D vitamini konsantrasyonu UVB ıĢınına maruziyetten 24-48 saat sonra pik seviyesine ulaĢır. Serum yarı ömrü ise 36-72 saat kadardır. Yağda eriyen vitamin sınıfında olan D vitamini vücutta yağ dokusunda daha sonra kullanılmak üzere depo edilir. Yağ dokusunda depo edilebilir özelliğinde olması nedeniyle D vitamini total vücut yarı ömrünü 2 aya kadar uzatabilmektedir.", "question": "D vitamini total vücut yarı ömrü ne kadar uzayabilir?", "answers": { "text": [ "2 aya" ], "answer_start": [ 739 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "Kronik böbrek yetmezliği ne ile karakterize edilir?", "answers": { "text": [ "nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "Böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde hangi parametre kullanılır?", "answers": { "text": [ "Glomerüler filtrasyon hızının (GFH)" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "GFH genellikle ne ile azalır?", "answers": { "text": [ "yaşın ilerlemesiyle" ], "answer_start": [ 233 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "GFH'deki azalma böbreğin hangi fonksiyonlarında bozukluğa neden olur?", "answers": { "text": [ "metabolik, endokrin" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "GFH'deki azalma vücutta neye neden olur?", "answers": { "text": [ "sıvı-solüt dengesizliği" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "Üremik belirtiler kliniğe nasıl yansımaktadır?", "answers": { "text": [ "vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır" ], "answer_start": [ 414 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları nasıldır?", "answers": { "text": [ "küçülmüş" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "Böbrek biyopsisinde ne mevcuttur?", "answers": { "text": [ "glomerüloskleroz" ], "answer_start": [ 655 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları nasıldır?", "answers": { "text": [ "küçülmüş" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "Kronik böbrek yetmezliği nefronlarda geri dönüşümsüz kayıp ile karakterize bir hastalıktır. Glomerüler filtrasyon hızının (GFH) ölçülmesi böbrek yetmezliğinin derecesinin tespitinde kullanılan en değerli parametredir. GFH genellikle yaşın ilerlemesiyle azalır; azalma oranı da zeminde yatan sebebe bağlı olarak değişebilir (Pisoni 2001). GFH’ deki azalma böbreğin metabolik, endokrin fonksiyonlarında bozukluğa ve vücutta sıvı-solüt dengesizliğine neden olmaktadır. Bunlar kliniğe üremik belirtiler olarak yansımaktadır (Greenberg 2004). KBY hastalarının büyük bir kısmında böbrek boyutları küçülmüştür. Böbrek biyopsisinde primer nedene bağlı olmaksızın glomerüloskleroz mevcuttur. GFH bir kez normalin yaklaşık yarısına düştüğünde, başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile, böbrek işlevi azalmaya eğilim göstermektedir.", "question": "Böbrek işlevi ne zaman azalmaya eğilim gösterir?", "answers": { "text": [ "başlangıçta böbreğe zarar veren olay ortadan kaldırılsa bile" ], "answer_start": [ 734 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "Polikistik over sendromu hangi yaş grubunda görülür?", "answers": { "text": [ "üreme çağındaki" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "PKOS hangi hastalıklarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık" ], "answer_start": [ 317 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "PKOS’un prevalansı ne kadar değişkenlik göstermektedir?", "answers": { "text": [ "%2’den %26’ya kadar" ], "answer_start": [ 184 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "PKOS’un etiyopatogenezi ne durumdadır?", "answers": { "text": [ "halen tartışılmaktadır" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "D vitamin düzeyleri PKOS belirtileriyle nasıl ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasında" ], "answer_start": [ 530 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "D vitamini PKOS gelişiminde neyi etkiler?", "answers": { "text": [ "fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonu" ], "answer_start": [ 693 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "D vitamininin vücuttaki görevleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır" ], "answer_start": [ 923 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "D vitamininin aktif formu neyi düzenler?", "answers": { "text": [ "kalsiyum-fosfor dengesinin" ], "answer_start": [ 947 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "PKOS’un karakteristik özellikleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "insülin direnci, infertilite ve hirsutizm" ], "answer_start": [ 530 ] } }, { "context": "Polikistik over sendromu (PKOS), üreme çağındaki bayanlarda sık görülen hiperandrojenizm, anovulasyon ve hiperinsülinemi ile karakterize endokrin bir hastalıktır. Sendromun prevalansı %2’den %26’ya kadar değişkenlik göstermektedir (1). Aynı zamanda anovulasyon, hiperinsülinemi ve santral obesite ile ilişkili olarak tip II diyabet, endometrium kanseri ve kardiyovasküler hastalık gibi uzun dönem sağlık riskleriyle karşımıza çıkar. Günümüzde PKOS’un etiyopatogenezi ve tanı kriterleri halen tartışılmaktadır (1). Birçok çalışma; insülin direnci, infertilite ve hirsutizm gibi PKOS belirtileri ve D vitamin düzeyleri arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur (2,3). D vitamininin PKOS gelişiminde; fertilite regülasyonu ve insülin metabolizmasının hormonal etkileri ve gen transkripsiyonunu etkilediği düşünülmektedir (4). D vitamininin başta kemikler olmak üzere vücudumuzda önemli görevleri vardır. D vitamininin aktif formu, kemik metabolizmasında, kalsiyum-fosfor dengesinin düzenlenmesinde, hücre farklılaşması ve proliferasyonunda önemli rol oynamaktadır.", "question": "PKOS hangi vücut bölgesindeki obezite ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "santral obesite" ], "answer_start": [ 281 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "Temporomandibular eklem (TME) neyin büyüme merkezidir?", "answers": { "text": [ "mandibula" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "TME hangi fonksiyonlarda kritik öneme sahiptir?", "answers": { "text": [ "çiğneme, nefes alma, konuşma" ], "answer_start": [ 64 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar" ], "answer_start": [ 194 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "Hangi hastalıklarda temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir?", "answers": { "text": [ "Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar" ], "answer_start": [ 266 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "Heterotrofik kemikleşme hangi dokularda görülmektedir?", "answers": { "text": [ "yumuşak" ], "answer_start": [ 583 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "Heterotrofik kemikleşme nasıl bir kemik oluşumuyla karakterizedir?", "answers": { "text": [ "endokondrial" ], "answer_start": [ 684 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "Temporomandibular eklemde heterotrofik kemikleşme hangi durumlar sonrası görülmektedir?", "answers": { "text": [ "cerrahi & travma" ], "answer_start": [ 514 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşmenin nedenleri nasıldır?", "answers": { "text": [ "çok çeşitli" ], "answer_start": [ 797 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "Heterotrofik kemikleşmenin eklemde meydana getirdiği semptomlar nasıldır?", "answers": { "text": [ "aynıdır" ], "answer_start": [ 871 ] } }, { "context": "Temporomandibular eklem (TME) mandibulanın büyüme merkezidir ve çiğneme, nefes alma, konuşma gibi fonksiyonlarda kritik bir öneme sahiptir. Temporomandibular eklemi etkileyen patolojik durumlar inflamatuar ve dejeneratif hastalıklar ve ayrıca travmatik hasarlardır. Osteoartrit, romatolojik - inflamatuar hastalıklar ve diskin yer değiştirmesi (internal derangement) ile oluşan patolojilerde temporomandibular eklem disk hasarı gözlenmektedir. Juvenil idiopatik artritte, kronik temporomandibular hastalıklarda ve cerrahi & travma sonrası temporomandibular eklem sinoviyal boşluk ve yumuşak dokularında heterotropik kemikleşme görülmektedir. Heterotrofik kemikleşme yumuşak dokularda endokondrial kemik oluşumuyla karakterizedir. Temporomandibular eklemde oluşan heterotrofik kemikleşme nedenleri çok çeşitli olmasına karşın hepsinin eklemde meydana getirdiği semptomlar aynıdır.", "question": "Juvenil idiopatik artritte hangi eklemde kemikleşme görülmektedir?", "answers": { "text": [ "Temporomandibular" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "Yoğun bakımlar ne için kullanılan yerlerdir?", "answers": { "text": [ "kritik hastaların takip ve tedavilerinin" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "Yoğun bakım yatak ihtiyacı neden artmaktadır?", "answers": { "text": [ "Genel popülasyonun yaşlanması" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "İleri yaşam desteği uygulamaları kritik hastalarda neyi arttırmaktadır?", "answers": { "text": [ "sağkalım" ], "answer_start": [ 402 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "Başlangıçta genel durumu kötü olan hastalar neye yanıt vermektedir?", "answers": { "text": [ "destek altında tedaviye" ], "answer_start": [ 479 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar nasıl kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar" ], "answer_start": [ 715 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "Tüm hastaların yüzde kaçı uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir?", "answers": { "text": [ "% 4-11" ], "answer_start": [ 816 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "Yoğun bakım günlerinin yüzde kaçı uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketilmektedir?", "answers": { "text": [ "% 45" ], "answer_start": [ 906 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi ne açısından önemlidir?", "answers": { "text": [ "yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi" ], "answer_start": [ 1050 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "Yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hangi grup genişlemektedir?", "answers": { "text": [ "yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu" ], "answer_start": [ 565 ] } }, { "context": "Yoğun bakımlar kritik hastaların takip ve tedavilerinin yapıldığı yerlerdir. Genel popülasyonun yaşlanması ve buna bağlı olarak eşlik eden hastalıklarda artış sonucu yoğun bakım yatak ihtiyacı giderek artmaktadır (1,3). Bunun yanı sıra, günümüzde ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında artış kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır. Genel durumu başlangıçta daha kötü olan hastaların destek altında tedaviye yanıt vermeleri neticesinde yoğun bakım yatışları uzamakta ve yoğun bakımdan fayda görmesi beklenen hasta grubu genişlemektedir. Mevcut literatur bilgisine göre 14 günden fazla yoğun bakımda yatışı olan hastalar uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar olarak kabul edilmektedir (4). Bu tanıma göre tüm hastaların % 4-11 ‘i uzamış yoğun bakım yatışı olarak takip edilmektedir. Tüm yoğun bakım günlerinin % 45’inin uzamış yoğun bakım yatışı olan hastalar tarafından tüketildiği öne sürülmektedir. Uzun süreli kalış riski olan hastaların öngörülmesi yoğun bakım yönetimi ve mevcut yatakların yönetimi açısından büyük önem taşımaktadır.", "question": "Hangi uygulamalar kritik hasta gruplarında sağkalımı arttırmaktadır?", "answers": { "text": [ "ileri yaşam desteği uygulamaları ile gelişmiş mekanik ventilasyon, hemodinamik destek ve diğer organ destek uygulamalarında" ], "answer_start": [ 247 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüsler ne tür bir virüs grubudur?", "answers": { "text": [ "zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüsler hangi enfeksiyon tiplerini oluşturabilir?", "answers": { "text": [ "litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon" ], "answer_start": [ 249 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüslerin virionları ne kadar çapındadır?", "answers": { "text": [ "150 nm" ], "answer_start": [ 643 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüslerin kapsidi kaç kapsomerden oluşur?", "answers": { "text": [ "162" ], "answer_start": [ 666 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüsler nasıl bir yapıda zarf ile çevrilidir?", "answers": { "text": [ "glikoprotein yapıda" ], "answer_start": [ 745 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüsler neye duyarlıdır?", "answers": { "text": [ "kuruluğa, aside ve deterjanlar" ], "answer_start": [ 950 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüsler hangi kişilerde ciddi morbidite ve mortalite riski taşır?", "answers": { "text": [ "immünsüpresif kişilerde" ], "answer_start": [ 508 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüsler hangi ajanlarla inaktive edilebilir?", "answers": { "text": [ "antiviral ajanlar" ], "answer_start": [ 1013 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüsler hangi özellikleri grup üyeleriyle paylaşır?", "answers": { "text": [ "Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Herpes virüsler zarflı, çift iplikli, büyük DNA içeren önemli bir virüs grubudur. Virion morfolojisi, replikasyon modeli, latent ve rekürrent enfeksiyon kapasitesi tüm grup üyelerinin paylaştıkları ortak ve yaygın özelliklerdir (1). Herpes virüsler litik, persistan, latent ve EBV’de olduğu gibi immortal enfeksiyon oluşturabilme yeteneğine sahiplerdir. Herpes virüsler yaygın ve her yerde görülebilen enfeksiyonlar oluştururlar. Bu virüsler genellikle benign enfeksiyon oluşturma eğiliminde iken, özellikle immünsüpresif kişilerde ciddi morbidite ve mortalite oluşturma potansiyeline sahiptirler. Herpes virüslerin virionları yaklaşık olarak 150 nm çapındadır. DNA 162 kapsomerden oluşan ikozahedral bir kapsid tarafından kuşatılmıştır. Kapsid glikoprotein yapıda zarf tarafından çevrelenmiştir. Herpes virüsler; viral bağlanma, füzyon ve immüniteden kaçışı sağlayan pek çok viral protein kodlamaktadırlar (5). Zarflı oldukları için herpes virüsler kuruluğa, aside ve deterjanlara duyarlıdırlar. Herpes virüsler antiviral ajanlarla inaktive edilebilmektedir.", "question": "Herpes virüsler neyi kodlar?", "answers": { "text": [ "viral protein" ], "answer_start": [ 876 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "Diyabet ne zaman ortaya çıkan bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "Diyabet nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik metabolik" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "1980'de dünya çapında kaç milyon kişinin şeker hastalığı vardı?", "answers": { "text": [ "108 milyon" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "2014'te dünya çapında kaç milyon kişinin şeker hastalığı vardı?", "answers": { "text": [ "422 milyona" ], "answer_start": [ 242 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980'de yüzde kaçtı?", "answers": { "text": [ "%4.7" ], "answer_start": [ 336 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "Diyabetes mellitusun 2014 yılı verilerine göre global prevalansı yüzde kaçtır?", "answers": { "text": [ "8.5" ], "answer_start": [ 372 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "Diyabet oranı hangi ülkelerde daha hızlı artmaktadır?", "answers": { "text": [ "orta ve düşük gelirli ülkelerde" ], "answer_start": [ 402 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "Diyabet sıklığındaki artış ne olarak değerlendirilmektedir?", "answers": { "text": [ "halk sağlığı problemi" ], "answer_start": [ 691 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "Diyabet sıklığındaki artış ne tür sorunlara yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma" ], "answer_start": [ 576 ] } }, { "context": "Diyabet ya pankreas yeterli insülin üretmediğinde ya da vücut ürettiği insülini etkili bir şekilde kullanamadığında ortaya çıkan kronik metabolik bir hastalıktır. Dünya çapında şeker hastalığı olan kişi sayısı 1980'de 108 milyon iken 2014'te 422 milyona yükselmiştir(1). Diyabetes mellitusun 18 yaş üzerindeki global prevalansı 1980’de %4.7 den 2014 yılı verilerine göre %8.5'e yükselmiştir. Özellikle orta ve düşük gelirli ülkelerde bu oran daha hızlı bir şekilde artmaktadır(2, 3). Dünyada olduğu gibi ülkemizde de yapılan çalışmalarda diyabet sıklığındaki artış hastalığın komplikasyonları, tedavi maliyetleri, iş gücü kaybı ve yaşam kalitesinde azalma açısından değerlendirildiğinde bir halk sağlığı problemi olarak görünmektedir.", "question": "Diyabet sıklığındaki artış hangi açıdan değerlendirilmektedir?", "answers": { "text": [ "halk sağlığı problemi" ], "answer_start": [ 691 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "Diyabet nasıl bir halk sağlığı sorunudur?", "answers": { "text": [ "gittikçe büyüyen" ], "answer_start": [ 47 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "Dünya nüfusunun yüzde kaçında Diabetes Mellitus mevcuttur?", "answers": { "text": [ "% 6" ], "answer_start": [ 134 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "En sık görülen endokrin hastalık hangisidir?", "answers": { "text": [ "Diabetes Mellitus (DM)" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "2030 yılında kaç milyon kişinin diyabetten etkilenmesi öngörülmektedir?", "answers": { "text": [ "300 milyon" ], "answer_start": [ 300 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "Diyabetin göze olan etkisi ne zaman tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1855" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "Diyabetin gözde oluşturabileceği patolojilerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "kornea hassasiyetinde azalma" ], "answer_start": [ 532 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "Diyabetik hastalarda gözyaşı yapımında ne gibi bir değişiklik gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "gözyaşı yapımında azalma" ], "answer_start": [ 562 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "Diyabetin kornea epitelinde hangi değişikliklere yol açabileceği tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler" ], "answer_start": [ 588 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "Retinada diyabetin sebep olabileceği bir patoloji nedir?", "answers": { "text": [ "retinal kapiller iskemik değişiklikler" ], "answer_start": [ 679 ] } }, { "context": "Diyabet günümüzde hem dünyada, hemde ülkemizde gittikçe büyüyen bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Dünya nüfusunun % 6’sında mevcut olan Diabetes Mellitus (DM) en sık görülen endokrin hastalık olup 2030 yılında obezite, yaşam süresinin artması ve tanı koymanın kolaylaşması sonucu 300 milyon kişinin diyabet ve dolayısıyla komplikasyonlarından etkileneceği öngörülmektedir. Diyabetin göze olan etkisi, ilk olarak 1855 yılında Jaeger tarafından tanımlanmıştır. Diyabetik hastalarda yapılan sonraki araştırmalarda, kornea hassasiyetinde azalma, gözyaşı yapımında azalma, epitelyal keratopati, gecikmiş yara iyileşmesi, kornea epitelinde değişiklikler, katarakt, retinal kapiller iskemik değişiklikler, makula ödemi ve iskemisi, optik nöropati, vitreus hemorajisi, traksiyonel retina dekolmanına kadar uzanabilen birçok patolojiye rastlanmıştır.", "question": "Diyabet hangi optik sinir hasarına yol açabilir?", "answers": { "text": [ "optik nöropati" ], "answer_start": [ 745 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Tiroid karsinomları ne tür tümörlerdir?", "answers": { "text": [ "malign endokrin tümörler" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Tüm kanserlerin yaklaşık yüzde kaçı tiroid karsinomlarıdır?", "answers": { "text": [ "%1" ], "answer_start": [ 89 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Tiroid karsinomları kansere bağlı ölümlerin yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%0,2" ], "answer_start": [ 130 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Tiroid karsinomlarının yüzde kaçı folliküler epitel hücrelerinden köken alır?", "answers": { "text": [ "%95" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Papiller Tiroid Karsinomu (PTK) hangi hücrelerden köken alır?", "answers": { "text": [ "folliküler epitel hücrelerinden" ], "answer_start": [ 197 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Medüller Tiroid Karsinomu (MTK) hangi hücrelerden gelişir?", "answers": { "text": [ "Parafolliküler" ], "answer_start": [ 358 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Tiroid karsinomlarının ne tür özellikleri vardır?", "answers": { "text": [ "klinik, radyolojik ve histopatolojik" ], "answer_start": [ 482 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde ne tür zorluklar yaşanmaktadır?", "answers": { "text": [ "güçlükler" ], "answer_start": [ 714 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Tiroid karsinomlarının ayrımları neden iyi yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları" ], "answer_start": [ 537 ] } }, { "context": "Tiroid karsinomları en sık görülen malign endokrin tümörlerdir. Tüm kanserlerin yaklaşık %1’ini, kansere bağlı ölümlerin yaklaşık %0,2 sini oluştururlar. Tiroid karsinomlarının %95’inden fazlasını folliküler epitel hücrelerinden köken alan Papiller Tiroid Karsinomu(PTK), Folliküler Tiroid Karsinomu(FTK) ve Anaplastik Tiroid Karsinomu(ATK) oluşturmaktadır. Parafolliküler hücrelerden ise Medüller Tiroid Karsinomu(MTK) gelişmektedir. Tiroid karsinomlarının herbirinin kendine özgü klinik, radyolojik ve histopatolojik özellikleri olup, farklı tedavi yaklaşımları ve prognozlara sahip olmaları nedeniyle ayrımlarının çok iyi yapılması gerekmektedir. Tiroid bezinin benign ve malign lezyonlarının ayırt edilmesinde güçlükler yaşanmakta, çeşitli immunhistokimyasal yöntemlere başvurulmaktadır (1-4).", "question": "Tiroid bezinin lezyonlarının ayırt edilmesinde hangi yöntemlere başvurulmaktadır?", "answers": { "text": [ "immunhistokimyasal" ], "answer_start": [ 744 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Böbrekler neyin dengesinde primer organdır?", "answers": { "text": [ "Sıvı ve elektrolit" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Böbrekler asit-baz dengesinde nasıl rol oynar?", "answers": { "text": [ "büyük" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Kan basıncının kontrolünde hangi hormon hayati rol oynar?", "answers": { "text": [ "renin" ], "answer_start": [ 271 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Böbrekler hangi vitamini aktif formuna çevirir?", "answers": { "text": [ "Vitamin-D" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Böbreklerin karındaki yerleşim yeri neresidir?", "answers": { "text": [ "retroperitoneal alanda" ], "answer_start": [ 530 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Erkeklerde bir böbrek ağırlığı kaç gramdır?", "answers": { "text": [ "150" ], "answer_start": [ 808 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Sağ böbrek neden sol böbreğe göre daha aşağıdadır?", "answers": { "text": [ "karaciğerin baskısı" ], "answer_start": [ 949 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Böbreklerin lateral kenarları neden posterior yerleşimlidir?", "answers": { "text": [ "Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu" ], "answer_start": [ 1190 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Böbreklerin frontal ekseni vücudun frontal ekseni ile kaç derece açı yapar?", "answers": { "text": [ "30-50°" ], "answer_start": [ 1374 ] } }, { "context": "Böbrekler normal insan fizyolojik fonksiyonunun devamında çok sayıda önemli görevi yerine getirmek için gereklidirler. Sıvı ve elektrolit dengesinin sağlanmasında primer organlardır ve asit-baz dengesinde büyük rol oynarlar. Kan basıncının kontrolünde hayati rol oynayan renin ve kırmızı kan hücresi oluşumuna etki eden eritropoetin salgılar. Vitamin-D prekürsörünü çok daha aktif formu olan 1,25- dihidroksivitamin D’ ye çevirerek bariz kalsiyum emilimi ile kalsiyum metabolizmasına etki eder (6). Böbrekler karın arka duvarında retroperitoneal alanda yerleşmişlerdir (Şekil 1). Uzun eksenleri aşağı dışa doğru, yatay eksenleri yana arkaya doğrudur. Böbrek üst uçları 12. torakal vertebraya, alt uçları 2. lomber vertebra alt ucuna kadar uzanım göstermektedir. Genellikle her bir böbrek ağırlığı erkeklerde 150 gr, kadınlarda 135 gr’dır. Vertikal olarak 10-12 cm, transvers olarak 5-7 cm ve anteroposterior uzunluğu 3 cm’dir. Sağ böbrek çoğunlukla karaciğerin baskısı nedeniyle sol böbreğe göre 1-2 cm daha aşağıdadır. Posterior abdominal duvarda psoas major kası önünde ve longitudinal aksına paralel, oblik olarak yer alır. Üst pol, alt pole göre daha medial ve posterior yerleşimlidir. Hiler bölgenin anteriora doğru rotasyonu nedeniyle her iki böbreğin de lateral kenarları posterior yerleşimlidir. Bu rotasyon sonucu böbreğin frontal ekseni ile vücudun frontal ekseni 30-50°‘ lik açı yapar.", "question": "Böbreğin uzun eksenleri hangi yöne doğrudur?", "answers": { "text": [ "aşağı dışa" ], "answer_start": [ 595 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Dirsek eklemi neyde önemlidir?", "answers": { "text": [ "günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Dirsek kırıklı çıkıkları uygun tedavi edilmezse ne olur?", "answers": { "text": [ "üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Dirsek kırıklı çıkıkları sonrası ne tür kayıplar olabilir?", "answers": { "text": [ "el işlevlerinde de önemli kayıplar" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan kaçıncı eklemdir?", "answers": { "text": [ "ikinci" ], "answer_start": [ 414 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Dirsek çıkıklarına genellikle ne eşlik etmez?", "answers": { "text": [ "kırık" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek ne durumdadır?", "answers": { "text": [ "stabil" ], "answer_start": [ 593 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Dirseğin kırıklı çıkıkları nasıl yaralanmalardır?", "answers": { "text": [ "kompleks" ], "answer_start": [ 721 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Dirsek kırıklı çıkığı neyi tanımlar?", "answers": { "text": [ "ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları" ], "answer_start": [ 770 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Dirsek çıkığına neler eşlik edebilir?", "answers": { "text": [ "ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri" ], "answer_start": [ 927 ] } }, { "context": "Dirsek eklemi günlük yaşam fonksiyonlarının yerine getirilmesinde önemli fonksiyonları olan bir yapıdır. Bu eklemi ilgilendiren kırıklı çıkıklar uygun tedavi edilmediği takdirde üst ekstremitede ciddi rahatsızlıklar ve fonksiyon kayıpları görülür. Dirseği ilgilendiren kırıklı çıkıklar sonrası oluşabilecek kalıcı deformiteler el işlevlerinde de önemli kayıplara yol açabilir. Dirsek erişkinde en sık çıkık oluşan ikinci eklemdir. Dirsek çıkıkları genellikle basit çıkıklardır. Bağ yırtığı görülmesine karşın çıkığa kırık çoğunlukla eşlik etmez. Basit çıkıkların redüksiyonu sonrasında dirsek stabildir ve sertlik oluşmasını önlemek amacıyla birkaç gün içinde eklem hareketlerine başlanabilir. Dirseğin kırıklı çıkıkları kompleks yaralanmalardır. Dirsek kırıklı çıkığı, ulnotroklear eklemde çıkık ile birlikte dirseğin birincil kemik desteklerinden en az birinin kırık olduğu yaralanmaları tanımlar. Bu durumda dirsek çıkığına ulna üst ucu, radius başı, koronoid kırığı ya da bunların bileşimleri eşlik edebilir. Bir veya daha fazla dirseğin kemik stabilizatörlerini içeren kırıklarla birliktedirler ve bu yaralanmalarda kapalı redüksiyon sonrasında stabiliteyi sağlamak mümkün değildir.", "question": "Dirsek kırıklı çıkıklarında kapalı redüksiyon sonrasında neyi sağlamak mümkün değildir?", "answers": { "text": [ "stabilite" ], "answer_start": [ 1150 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yüzde kaçı ani ölümle kaybedilir?", "answers": { "text": [ "%40" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Aort diseksiyonlarının kaçta kaçı proksimal segmentte görülür?", "answers": { "text": [ "2/3" ], "answer_start": [ 259 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Aort diseksiyonu saptanan hastaların çoğunda hangi anamnez vardır?", "answers": { "text": [ "hipertansiyon" ], "answer_start": [ 372 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Aort diseksiyonunun klasik semptomu nedir?", "answers": { "text": [ "göğüs ağrısı" ], "answer_start": [ 488 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Tip I aort diseksiyonu ağrısı nasıl yayılır?", "answers": { "text": [ "suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru" ], "answer_start": [ 783 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Tip II diseksiyonlarda ağrı nerede olabilir?", "answers": { "text": [ "suprasternal" ], "answer_start": [ 783 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Diseksiyon renal ve visseral damarları etkilerse hastalar nasıl bir ağrı ile hastaneye başvurabilir?", "answers": { "text": [ "şiddetli karın ağrısı" ], "answer_start": [ 1091 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda postoperatif devrede sıklıkla ne görülmektedir?", "answers": { "text": [ "sepsis ve multipl organ yetersizliği" ], "answer_start": [ 1409 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Aort diseksiyonu ağrısı interskapuler bölgeden nereye yayılabilir?", "answers": { "text": [ "bele" ], "answer_start": [ 651 ] } }, { "context": "Akut aort diseksiyonu gelişen hastaların yaklaşık %40’ı ani ölüm tablosu ile kaybedilir. Hayatta kalanlar arasında tedavi şansı, diseksiyonun tipi, yaygınlığı, hastaya bağlı faktörler ve kliniğin tecrübesi ve olanaklarına göre değişir. Aort diseksiyonlarının 2/3 ‘ü proksimal, 1/3 ‘ü ise distal segmentte görülmektedir. Aort diseksiyonu saptanan hastaların hemen hepsinde hipertansiyon anamnezi vardır. Aort diseksiyonunda klasik semptomu ani başlayan yırtılır tarzda olup sırtta yayılan göğüs ağrısıdır. Genellikle göğsün ön tarafında hissedilen veya göğsün ön tarafında başlayan ağrılar proksimal aort diseksiyonunu, interskapuler bölgeden başlayıp bele doğru yayılan ağrılar ise distal diseksiyonları işaret etse de bu bir kural değildir(96). Göğüs ağrısının göğsün ön bölgesinde suprasternal bölgeden başlayarak subskapular bölgeye ve daha sonra bele doğru yayılması tip I aort diseksiyonları için spesifikken asendan aortaya sınırlı olan tip II diseksiyonlarda ağrılar sadece suprasternal bölgede olabilir. Diseksiyon renal ve visseral damarları içine alıp iskemiye yol açarsa hastalar şiddetli karın ağrısı ile hastaneye başvurabilir. Mezenterik ve visseral iskeminin olduğu olgularda erken müdahale yapılsa ve mezenterik sahadaki iskemi ortadan kaldırılsa bile reperfüzyon hasarı ve bu zamana kadar oluşan iskemi nedeniyle intestinal mukozanın bozulması sonucunda hastada postoperatif devrede sıklıkla sepsis ve multipl organ yetersizliği görülmektedir.", "question": "Mezenterik iskemi durumunda bile reperfüzyon hasarı sonucu hangi yapı bozulabilir?", "answers": { "text": [ "intestinal mukoza" ], "answer_start": [ 1330 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timus nasıl bir organdır?", "answers": { "text": [ "primer lenfoid" ], "answer_start": [ 6 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timus yetişkin bir insanda nerede yerleşiktir?", "answers": { "text": [ "superior ve anterior mediastinum" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timus hangi kıkırdak kaburgaya kadar iner?", "answers": { "text": [ "4." ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timusun sivri üst uçları bazen nereye kadar uzanabilir?", "answers": { "text": [ "tiroid beze" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timus hangi kaslarla komşudur?", "answers": { "text": [ "m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus" ], "answer_start": [ 266 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timus arkada hangi yapılarla komşuluk yapar?", "answers": { "text": [ "trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla" ], "answer_start": [ 329 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timusun neonatal dönemdeki ortalama ağırlığı kaç gramdır?", "answers": { "text": [ "10-15 gr" ], "answer_start": [ 488 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timus puberteye kadar ne kadar büyüyebilir?", "answers": { "text": [ "30-40 gr" ], "answer_start": [ 584 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timus hangi dönemde büyümeye devam eder?", "answers": { "text": [ "Puberte" ], "answer_start": [ 540 ] } }, { "context": "Timus primer lenfoid bir organdır. Yetişkin bir insanda superior ve anterior mediastinumda yerleşiktir. Aşağıda 4. kıkırdak kaburgaya kadar iner. Sivri üst uçları bazen tiroid beze kadar uzanabilir. Önde sternum, üst 4. kıkırdak kaburganın sternuma yakın bölümleri, m. sternohyoideus ve m. sternothyroideus ile komşudur. Arkada, trakeanın ön ve yan kısımları sol v. brachiocephalica, arkus aorta, arkus aortanın dalları ve perikardla komşuluk yapar. Timus erken neonatal dönemde ortalama 10-15 gr ağırlığındadır. Yeni doğanda 16-27 gr’dır. Puberte’ye kadar büyümeye devam eden timus, 30-40 gr’a kadar erişir. Daha sonra atrofiye olarak yerini yağ dokusuna bırakır ve ağırlığı da 10 gr’a kadar iner.", "question": "Timus atrofiye uğradıktan sonra ağırlığı kaç grama iner?", "answers": { "text": [ "10 gr" ], "answer_start": [ 679 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Gözün toplam kırma indeksi nedir?", "answers": { "text": [ "1,33" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık yüzde kaçı kornea tarafından oluşturulur?", "answers": { "text": [ "%70" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı nedir?", "answers": { "text": [ "7,8 mm" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Kornea arka yüzünün kırma gücü nedir?", "answers": { "text": [ "-5,8 D" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Lensin kırma gücü akomodasyon yapmayan gözde ne kadardır?", "answers": { "text": [ "+19-20 D" ], "answer_start": [ 713 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü ne kadar artabilir?", "answers": { "text": [ "14-15 D" ], "answer_start": [ 768 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Gözün toplam kurvatürü nedir?", "answers": { "text": [ "5,75 mm" ], "answer_start": [ 113 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Kornea ön yüzünün toplam kırma gücü nedir?", "answers": { "text": [ "+43,0 D" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Gözün ön-arka uzunluğu nedir?", "answers": { "text": [ "24,4 mm" ], "answer_start": [ 161 ] } }, { "context": "Göz bir mercekler sisteminden oluşur. Diyoptrik sistem olarak şematik gözün toplam kırma indeksi 1,33; kurvatürü 5,75 mm; kırıcılığı +60D ve ön-arka uzunluğu da 24,4 mm olarak kabul edilir. Gözün toplam kırıcılığının yaklaşık %70’i kornea tarafından oluşturulur. Toplam kırma gücü (santral 3 mm’lik kısım) +43,0 D olan kornea ön yüzünün eğrilik yarıçapı 7,8 mm ve kırıcılığı +48,8 D, arka yüzünün eğrilik yarıçapı 6,5 mm ve kırma gücü -5,8 D olup gözün en önemli kırıcı ortamıdır. Gözün geri kalan kırma gücünü sağlayan lensin her iki yüzü de konveks yapıda olup, kırma indeksi havadan daha fazla olan hümör aközle çevrili olduğundan, kırma gücü korneadan daha azdır ve uyum (akomodasyon) yapmayan gözde yaklaşık +19-20 D dir. Maksimum akomodasyonla lensin kırma gücü 14-15 D daha arttırılabilir (5).", "question": "Kornea arka yüzünün eğrilik yarıçapı nedir?", "answers": { "text": [ "6,5 mm" ], "answer_start": [ 414 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Preoksijenizasyonun amacı nedir?", "answers": { "text": [ "vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Denitrojenizasyon terimi neyi tanımlar?", "answers": { "text": [ "alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Preoksijenizasyon terimi neden daha çok kullanılır?", "answers": { "text": [ "nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır" ], "answer_start": [ 369 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Havayolu yönetimi nerelerde en sık uygulanan prosedürlerden biridir?", "answers": { "text": [ "ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servis" ], "answer_start": [ 447 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Zor havayolu ile ilişkili komplikasyonlar neler olabilir?", "answers": { "text": [ "hipoksemi ve kardiovasküler kollaps" ], "answer_start": [ 652 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "Preoksijenizasyon" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Preoksijenizasyon hangi teknikle yıllardır uygulanmaktadır?", "answers": { "text": [ "apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile" ], "answer_start": [ 851 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Preoksijenizasyon hangi hastalarda hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır?", "answers": { "text": [ "aspirasyon riski olan hastalarda" ], "answer_start": [ 990 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Preoksijenizasyon hangi durumlarda da önemlidir?", "answers": { "text": [ "oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda" ], "answer_start": [ 1156 ] } }, { "context": "Preoksijenizasyonun amacı, vücuttaki oksijen rezervini arttırarak, planlanmış veya beklenmedik apne periyodu durumlarında, hipoksi oluşumunu önlemektir. Denitrojenizasyon terimi ise alveollerdeki nitrojenin, oksijen ile yer değiştirmesini tanımlar ve bazen de preoksijenizasyonun yerine kullanılır. Yine de preoksijenizasyon terimi daha çok kullanılır, çünkü asıl amaç nitrojeni uzaklaştırmak değil, oksijenizasyonu sağlamaktır. Havayolu yönetimi ameliyathanede, yoğun bakımda ve acil servisde en sık uygulanan prosedürlerden biridir. Planlanmış entübasyonlarda veya kritik hastaların acil entübasyonu sırasında zor havayolu ile ilişkili oluşabilecek, hipoksemi ve kardiovasküler kollaps gibi, komplikasyonlar hayati tehlike oluşturabilir. Anestezi indüksiyonu ve trakeal entübasyon öncesi, yüksek fraksiyonlu oksijen ile preoksijenizasyon yapılması, apneye bağlı oksihemoglobin desatürasyonu oluşumunu geciktirmesi ile yıllardır uygulanan ve kabul görmüş bir tekniktir. Preoksijenizasyon, aspirasyon riski olan hastalarda, hızlı ardışık entübasyonun ayrılmaz bir parçasıdır. Preoksijenizasyon aynı zamanda, zor ventilasyon ya da zor entübasyon düşünülen, oksijen rezervi kısıtlı olan hastalarda da önemlidir.", "question": "Preoksijenizasyon neyi geciktirir?", "answers": { "text": [ "oksihemoglobin desatürasyonu" ], "answer_start": [ 864 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "Dünyada eksikliği en yaygın görülen element nedir?", "answers": { "text": [ "Demir" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "Demir eksikliği hangi grupların mortalitesini etkileyen bir halk sağlığı sorunudur?", "answers": { "text": [ "anne ve çocuk" ], "answer_start": [ 104 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "Demir eksikliği anemisi vücutta hangi sistemleri etkiler?", "answers": { "text": [ "doku ve organ sistemini" ], "answer_start": [ 250 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "Demir eksikliği anemisi neleri etkiler?", "answers": { "text": [ "doku ve organ sistemini" ], "answer_start": [ 250 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "Demir eksikliği bebeklerde neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "bilişsel bozukluklara" ], "answer_start": [ 298 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "DEA bebeklerde hangi durumlarda gelişebilir?", "answers": { "text": [ "doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "DEA hastalarının yakınmaları daha çok ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "doku hipoksisi" ], "answer_start": [ 582 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına" ], "answer_start": [ 683 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "DEA hastalarının yakınmaları en çok neyle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "doku hipoksisi" ], "answer_start": [ 582 ] } }, { "context": "Demir doğada çokça bulunmasına karşın dünyada eksikliği en yaygın görülen elementtir. Demir eksikiliği, anne ve çocuk mortalitesini etkileyen büyük ve global bir halk sağlığı sorunudur. Demir eksikliği ve demir eksikliği anemisi (DEA) vücutta birçok doku ve organ sistemini etkilemesinin yanı sıra bilişsel bozukluklara da neden olmakta ve bu bozukluk kalıcı olmaktadır. Bebeklerde doğum sonrası demir deposunun yetersizliği, demirin besinlerle eksik alınması, ihtiyacın veya kayıpların artması ya da bunların birlikteliği durumunda DEA gelişebilir. Hastaların yakınmaları daha çok doku hipoksisi ile ilişkilidir. Hemoglobin düzeyindeki düşmeden önce doku demir depolarının azalması demir bağımlı sitokrom, enzim ve proteinlerin fonksiyonunu bozarak çarpıntı, yorgunluk, egzersiz intoleransı, baş ağrısı, huzursuzluk, duyu bozuklukları, solukluk, yorgunluk, kulak çınlaması, katılma nöbetleri gibi bulguların ortaya çıkmasına neden olabilir. Süt çocuklarında huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir.", "question": "Süt çocuklarında DEA belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "huysuzluk, iştahsızlık ve oyuna ilgisizlik, fizik aktivite ve çevreye ilgide azalma görülebilir" ], "answer_start": [ 959 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu nedir?", "answers": { "text": [ "uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu'nun tanısında ne kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "apne ve hipopne indeksi" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu'nun şiddeti nasıl değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "apne ve hipopne indeksi" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu hangi faktörlerle birlikte gelişir?", "answers": { "text": [ "oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu" ], "answer_start": [ 676 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu'nun en sık komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler olaylara" ], "answer_start": [ 822 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu'nda hangi olaylar kronik dönemde ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler olaylara" ], "answer_start": [ 822 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu sırasında yaşanan hipoksemi atakları nasıl bir etki yapar?", "answers": { "text": [ "sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı" ], "answer_start": [ 583 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu'nda nörohormonal değişiklikler neyle birlikte gelişir?", "answers": { "text": [ "oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu" ], "answer_start": [ 676 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu'nda toraks içi negatif basınç artışı neye yol açar?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler olaylara" ], "answer_start": [ 822 ] } }, { "context": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu (OUA), uyku sırasında üst hava yolunun tekrarlayan tıkanmaları (apne ve hipopne) ve bu tıkanmış hava yoluna karşı arttırılan solunum eforu ve sık sık uyku bölünmeleri ile karakterize bir sendrom olup tanısında, şiddetinin değerlendirilmesinde ve sınıflandırılmasında, polisomnografi ile ölçülen apne ve hipopne indeksi kullanılmaktadır.(1-5). Belirli bazı predispozan faktörlerin rol aldığı bu sendromda oluşan hemodinamik ve nörohormonal değişiklikler, yaşanan aralıklı hipoksemi ve hiperkapni atakları, arousallar, toraks içi negatif basınç artışı, sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı ile birlikte gelişen oksidatif stres, artmış inflamasyon ve protrombotik faktörler ile endotel disfonksiyonu, kronik dönemde bu sendromun en sık komplikasyonları olan kardiyovasküler olaylara yol açabilmektedir.(1-5).", "question": "Obstrüktif Uyku Apnesi Sendromu'nda arousallar neyle birlikte gelişir?", "answers": { "text": [ "sempatik aşırı aktivasyon, vazokonstrüksiyon ve periferik direnç artışı" ], "answer_start": [ 583 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Ürtiker nedir?", "answers": { "text": [ "ödematöz lezyonlar" ], "answer_start": [ 151 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Kronik ürtikerde lezyonlar ne kadar süre devam eder?", "answers": { "text": [ "altı hafta" ], "answer_start": [ 212 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "%0.5-1" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Kronik ürtiker en sık hangi yaş aralığında görülür?", "answers": { "text": [ "20-40" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Çocuklarda kronik ürtikerin görülme prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "0.1-0.3" ], "answer_start": [ 551 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Kronik ürtikerin etiyolojisinde hangi nedenler vardır?", "answers": { "text": [ "fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları" ], "answer_start": [ 600 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Kronik ürtikerin %25 kadarında etiyolojik neden ne olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "kronik spontan ürtiker" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Kronik otoimmün ürtiker nasıl bir durum olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "kronik spontan ürtiker" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Otoantikorların varlığı hangi testlerle gösterilebilir?", "answers": { "text": [ "in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi" ], "answer_start": [ 1156 ] } }, { "context": "Ürtiker, dermisin üst tabakalarını tutan deriden kabarık, çeşitli şekil ve büyüklükte olabilen sınırları belirgin, basmakla solan, eritemli, kaşıntılı ödematöz lezyonlardır. Kronik ürtikerde ürtikeryel lezyonlar altı hafta veya daha uzun süre devam eder (1). Kronik ürtikerin yaşam boyu görülme prevalansı %0.5-1 arasındadır. Her yaşta görülebilmesine rağmen, erişkin hayatta çocukluk dönemine göre daha sık gözlenmektedir. Kadınlarda sıklığı iki kat fazladır. En sık 20-40 yaş arasındaki çalışan kişilerde görülür (2). Çocuklarda görülme prevalansı %0.1-0.3’tür (3). Kronik ürtikerin etiyolojisinde fiziksel nedenler (soğuk, sıcak, basınç, vb) romatolojik, endokrin, neoplastik, otoimmün hastalıklar ve enfeksiyon hastalıkları vardır (1). Buna rağmen %25 kadar hastada etiyolojik neden bilinemez ve “kronik spontan ürtiker” olarak adlandırılır. Son yıllarda kronik ürtikerli hastaların bir kısmında mast hücrelerinin ve bazofillerin yüksek afiniteli IgE reseptörünün alfa alt birimine (FcεRIα) ya da IgE’nin kendisine karşı IgG tipi otoantikorlar tespit edilmiştir ve bu hastalar kronik otoimmün ürtiker olarak kabul edilmektedir. Otoantikorların varlığı in vivo otolog serum deri testi (OSDT) veya in vitro bazofil histamin salınım testi ile gösterilebilir. Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı %30 ile %40 arasında değişmektedir.", "question": "Kronik otoimmün ürtikerin sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%30 ile %40" ], "answer_start": [ 1294 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Karaciğer karın boşluğunun nasıl organıdır?", "answers": { "text": [ "en büyük" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Erişkin erkeklerde karaciğerin normal ağırlığı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "1400-1600 gr" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Karaciğerin üzerini ne örter?", "answers": { "text": [ "periton" ], "answer_start": [ 173 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Karaciğerin diafragmatik yüzü hangi organlarla komşudur?", "answers": { "text": [ "sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Karaciğerin arka bölümü hangi yapılarla komşudur?", "answers": { "text": [ "diafragma, alt kostalar" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Visseral yüz hangi organlarla komşudur?", "answers": { "text": [ "sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagus" ], "answer_start": [ 791 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Karaciğerin hangi kısmı peritonsuzdur?", "answers": { "text": [ "çıplak alan" ], "answer_start": [ 688 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Karaciğer ile sağ sürrenal gland hangi alanda doğrudan temas halindedir?", "answers": { "text": [ "çıplak alanda" ], "answer_start": [ 1057 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Karaciğerin kaç yüzü vardır?", "answers": { "text": [ "2" ], "answer_start": [ 113 ] } }, { "context": "Karaciğer karın boşluğunun en büyük organıdır. Normal ağırlığı erişkin erkeklerde 1400-1600 gr, erişkin bayanda 1200-1400 gr’dır. Karaciğerin üzeri, glisson kapsülü denilen peritonla örtülüdür. Bu periton, karaciğerin sadece arka-alt bölümünde inferiyor vena kava ve hepatik venlere yakın bir bölümünü örtmez. Karaciğerin diafragmatik ve visseral olmak üzere 2 yüzü vardır. Diafragmatik yüzü, üstte diafragma aracılığı ile sağdan sola sağ plevra ve sağ akciğer, perikard ve kalp, sol plevra ve sol akciğer ile komşudur. Önde diafragma, sternumun ksifoidi ve ön karın duvarına komşuluk gösterir. Karaciğerin arka bölümü diafragma, alt kostalar ile komşu olup inferior vena kava sulkusu ve çıplak alan bu bölgededir. Diafragmatik yüz, visseral yüzden keskin bir sınırla ayrılır. Visseral yüz, sağdan sol kolonun hepatik fleksurası, transvers kolonun sağ yarısı, safra kesesi, duodenum, solda mide ve özofagusla komşuluk gösterir. Sağda periton aracılığı ile sağ böbrek ve sağ sürrenal glandına komşudur. Sürrenal glandı ile karaciğer, peritonsuz kısımda yani çıplak alanda doğrudan temas halindedirler.", "question": "Karaciğerin diafragmatik ve visseral yüzü ne ile ayrılır?", "answers": { "text": [ "keskin bir sınır" ], "answer_start": [ 749 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Preeklampsi nedir?", "answers": { "text": [ "sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 86 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Preeklampsinin temel özellikleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlar" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Preeklampsinin kaynağı nedir?", "answers": { "text": [ "plasenta" ], "answer_start": [ 284 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Preeklampsi hangi organları etkiler?", "answers": { "text": [ "çok sayıda organı" ], "answer_start": [ 319 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Preeklampsinin altında yatan mekanizma biliniyor mu?", "answers": { "text": [ "tam olarak bilinmemektedir" ], "answer_start": [ 385 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Preeklampsinin hangi mekanizmalarına değinilecektir?", "answers": { "text": [ "genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler" ], "answer_start": [ 424 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Eklampsi ne zaman klinik olarak bilinmeye başlandı?", "answers": { "text": [ "Hipokrat döneminden" ], "answer_start": [ 603 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Celsus neyi tarif etti?", "answers": { "text": [ "gebeliğe bağlı nöbetleri" ], "answer_start": [ 716 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Eklampsi nasıl ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "herhangi bir uyarı işareti olmaksızın" ], "answer_start": [ 767 ] } }, { "context": "Preeklampsi gebelikte maternal ve fetal morbidite ve mortalitenin başlıca nedeni olan sık gözlenen ve ağır seyreden bir hastalıktır. Preeklampsinin temel özellikleri 20. gebelik haftasından sonra hipertansiyon, proteinüri, ödem ve diğer subjektif semptomlardır. Bu hastalığın kaynağı plasenta olmasına karşın sekelleri çok sayıda organı etkiler. Preeklampsinin altında yatan mekanizma tam olarak bilinmemektedir. Bu bölümde genetik faktörler, anormal plasentasyon, endotelyal disfonksiyon ve immünolojik etkileşimler gibi preeklampsinin muhtemel patofizyolojik mekanizmalarına değinilecektir. Eklampsi, Hipokrat döneminden beri klinik olarak bilinmektedir. İki bin yıl önce, Celsus bebeğin doğumundan sonra kaybolan gebeliğe bağlı nöbetleri tarif etti. Bu semptomlar herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için, bu duruma 'yıldırım' yani Yunanca 'eklampsi' denildi.", "question": "Eklampsiye neden 'yıldırım' denildi?", "answers": { "text": [ "herhangi bir uyarı işareti olmaksızın ortaya çıktığı için" ], "answer_start": [ 767 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "Kalsifik aort darlığı nedir?", "answers": { "text": [ "dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "Kalsifik aort darlığı ne ile karakterizedir?", "answers": { "text": [ "kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi)" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "Gelişmiş ülkelerde AD hangi hastalıklardan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır?", "answers": { "text": [ "koroner arter hastalığı ve hipertansiyon" ], "answer_start": [ 229 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "AD yaşlanma ile ilişkili nasıl bir süreç olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "dejeneratif" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "Yeni çalışmalar AD'nin patogenezinin nasıl bir süreç olduğunu öne sürmektedir?", "answers": { "text": [ "aktif" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "AD'nin ilk fazında ne olmaktadır?", "answers": { "text": [ "kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir" ], "answer_start": [ 525 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "Yeni çalışmalar AD'nin patogenezinin sürecinin nasıl olduğunu öne sürmektedir?", "answers": { "text": [ "aktif" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "AD'nin ilk fazında dolaşımda ne olmamaktadır?", "answers": { "text": [ "tıkanma" ], "answer_start": [ 763 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "AD yıllar geçtikçe neye dönüşmektedir?", "answers": { "text": [ "şiddetli kapak kalsifikasyonuna" ], "answer_start": [ 930 ] } }, { "context": "Kalsifik aort darlığı (AD), dünya çapında kalsifik aort kapak hastalığının en yaygın formu olup, kapak yaprakçıklarının yavaş ilerleyen fibrokalsifik yeniden şekillenmesi (remodellingi) ile karakterizedir. Gelişmiş ülkelerde AD, koroner arter hastalığı ve hipertansiyondan sonra en sık görülen üçüncü kardiyovasküler hastalıktır. AD, yaşlanma ile ilişkili ‘dejeneratif’ bir süreç olarak adlandırılsa da, yeni çalışmalar hastalığın patogenezinin pasif değil ‘aktif’ bir süreç olduğunu öne sürmektedir. Hastalığın ilk fazında, kapak kalınlaşmakta, hafifçe kalsifiye olmakta, kollajen lif dağılımı bozulmakta ve primer olarak makrofajlar ve lenfositleri içeren inflamatuar hücre infiltrasyonu meydana gelmektedir; ancak bu değişiklikler kan dolaşımında herhangi bir tıkanmaya neden olmamaktadır. Yıllar geçtikçe, hastalık, AD'nin ayırıcı özelliklerinden biri olan kapak hareketlerinde bozulmaya ve kan akımı tıkanıklığı ile birlikte şiddetli kapak kalsifikasyonuna dönüşmektedir.", "question": "AD yaşlanma ile ilişkili nasıl bir süreçtir?", "answers": { "text": [ "dejeneratif" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Kardiyopulmoner arrest ne olarak tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyon nedir?", "answers": { "text": [ "Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamı" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyonun amacı nedir?", "answers": { "text": [ "hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır" ], "answer_start": [ 355 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyon ile hangi organlar oksijenlenir?", "answers": { "text": [ "beyin ve kalbin" ], "answer_start": [ 451 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyon ile hangi süreçler kontrol altına alınır?", "answers": { "text": [ "dejeneratif süreçleri" ], "answer_start": [ 632 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Kardiyopulmoner arrest neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyon neyi amaçlar?", "answers": { "text": [ "Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyonun kontrol altına almaya çalıştığı süreç nedir?", "answers": { "text": [ "dejeneratif süreçleri" ], "answer_start": [ 632 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Kardiyopulmoner resüsitasyonun etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesi" ], "answer_start": [ 451 ] } }, { "context": "Kardiyopulmoner arrest (KPA) hastanın solunum ve dolaşımının herhangi bir nedenle beklenmeyen bir şekilde durması olarak tanımlanmaktadır. Yaşamı herhangi bir şekilde kesintiye uğramış bir kişiyi yeniden hayata döndürme çabalarını kapsayan uygulamaların tamamına kardiyopulmoner resüsitasyon (KPR) denir. Kardiyopulmoner resüsitasyon uygulamasının amacı, hastada normal kardiyak ve solunum aktivitesi gerçekleşene kadar kan dolaşımı yoluyla özellikle beyin ve kalbin geçici olarak etkin bir şekilde oksijenlenmesini sağlamaktır. Amaçlanan etki yetersiz dolaşım ve yetersiz oksijen sunumuna ikincil gelişen ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçleri kontrol altına almaktır.", "question": "Yetersiz oksijen sunumu nelere sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "ölüme kadar ilerleyebilen dejeneratif süreçler" ], "answer_start": [ 606 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) nedir?", "answers": { "text": [ "bilişsel bozulma" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "Kognitif fonksiyonlar neleri içerir?", "answers": { "text": [ "öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi" ], "answer_start": [ 135 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "POKD'da ne görülebilir?", "answers": { "text": [ "bir ya da daha fazla alanda bozulma" ], "answer_start": [ 234 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "Hastalar POKD'da ne yapamaz hale gelir?", "answers": { "text": [ "daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "POKD ne kadar sürebilir?", "answers": { "text": [ "günler hatta haftalar" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "POKD tanısı neden zor konulur?", "answers": { "text": [ "spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "Günümüzde POKD’a olan ilgi neden artmıştır?", "answers": { "text": [ "yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması" ], "answer_start": [ 687 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "POKD ile ilgili hangi ilişkiler araştırmalara konu olmuştur?", "answers": { "text": [ "kognitif fonksiyonlar ile anestezi" ], "answer_start": [ 878 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "POKD'nin patofizyolojisi nasıldır?", "answers": { "text": [ "henüz tam olarak anlaşılmış değildir" ], "answer_start": [ 999 ] } }, { "context": "Postoperatif kognitif disfonksiyon (POKD) genel olarak cerrahi ile ilişkili bilişsel bozulma olarak tanımlanır. Kognitif fonksiyonlar; öğrenme, bellek, sözel yetenek, algı, dikkat, yürütücü işlevler ve soyut düşünmeyi içerir. POKD’da bir ya da daha fazla alanda bozulma görülebilir. Hastalar daha önce kolaylıkla yapabildiği işleri yapamadığından yakınırlar. Bu durum günler hatta haftalar sürebilir ve kalıcı bir bozukluk olarak kalabilir. POKD tanısı; spesifik bulgularının olmaması, mutlaka önceki kognitif fonksiyonların değerlendirilmesini ve bunun anestezi sonrası tekrarlanmasını gerektirdiği için zor konulmakta ve insidansı da farklı oranlarda bildirilmektedir. Ancak günümüzde yaşlı hasta popülasyonundaki artış, hasta güvenliği ve erken taburculuk kriterlerinin önem kazanması, postoperatif mortalite ve morbidite ile ilişkili olabilen POKD’a olan ilgiyi artırmış ve kognitif fonksiyonlar ile anestezi arasındaki ilişkiler yoğun araştırmalara konu olmuştur. POKD kompleks patofizyolojisi henüz tam olarak anlaşılmış değildir, epidemiyolojik çalışmalar postoperatif kognitif bozukluğun risk etmenlerini saptamada yararlı olmaktadır. Risk faktörleri arasında; yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar sayılabilir.", "question": "POKD risk faktörleri arasında neler sayılabilir?", "answers": { "text": [ "yaş, preop kognitif bozukluk, düşük eğitim seviyesi, alkol ve çoklu ilaç kullanımı, ameliyat süresinin uzaması, reoperasyon, peroperatif hipoksi ve hipotansiyon, postoperatif ağrı, postoperatif enfeksiyonlar ve solunumsal komplikasyonlar" ], "answer_start": [ 1169 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık nedir?", "answers": { "text": [ "hipertansiyon" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi hangi hastalarda tespit edilmektedir?", "answers": { "text": [ "%70" ], "answer_start": [ 130 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin yüzde kaçını komplike eder?", "answers": { "text": [ "%5 ile 10" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Hipertansiyonla birlikte en tehlikeli sendrom nedir?", "answers": { "text": [ "preeklampsi" ], "answer_start": [ 165 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Gestasyonel hipertansiyon nedir?", "answers": { "text": [ "Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon" ], "answer_start": [ 533 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Gestasyonel hipertansiyon olgularının yarısında ne ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "preeklampsi belirti ve bulguları" ], "answer_start": [ 697 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Preeklampsi tüm gebeliklerin yüzde kaçında ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "%3.9" ], "answer_start": [ 774 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Maternal ölümlerin yüzde kaçı hipertansif hastalıklara bağlıdır?", "answers": { "text": [ "%16" ], "answer_start": [ 915 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Ölüm triadını oluşturan hastalıklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "kanama ve enfeksiyon" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Gebelik sırasında en sık gelişen tıbbi hastalık hipertansiyondur. Gebelik sırasında hipertansiyon tanısı alan hastaların yaklaşık %70’inde gestasyonel hipertansiyon/preeklampsi tespit edilmektedir. Hipertansif hastalıklar tüm gebeliklerin %5 ile 10'unu komplike eder ve maternal morbidite ve mortalite oranlarına fazlasıyla katkıda bulunarak, kanama ve enfeksiyon ile birlikte ölüm triadını oluşturur. Hipertansiyonla birlikte preeklampsi sendromu, tek başına ya da kronik hipertansiyon zemininde superempoze olan en tehlikelisidir. Gebelik sırasında yeni başlangıçlı proteinürisiz hipertansiyon, gestasyonel hipertansiyon olarak tanımlanır. Gestasyonel hipertansiyon olguların yaklaşık yarısında preeklampsi belirti ve bulguları ortaya çıkar. Preeeklampsi tüm gebeliklerin %3.9'unda ortaya çıkar. Dünya Sağlık Örgütü, dünya genelinde maternal mortaliteyi gözden geçirmiştir. Gelişmiş ülkelerde, maternal ölümlerin %16'sı hipertansif hastalıklara bağlıdır.", "question": "Gebelik sırasında yeni başlangıçlı hipertansiyon ne olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "gestasyonel hipertansiyon" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "Diyabet kaç yılındaki hasta sayısı 108 milyondu?", "answers": { "text": [ "1980" ], "answer_start": [ 55 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "Diyabetli hasta sayısı 2014 yılında kaça ulaşmıştır?", "answers": { "text": [ "422 milyona" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "Diyabetin periferik sinir sistemine etkileri ne durumdadır?", "answers": { "text": [ "açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır" ], "answer_start": [ 171 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "Tip 2 Diyabetes Mellitus yaşlı hastalarda hangi riskle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "artmış demans" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "Diyabet kognitif yetmezlikte ne olmasına rağmen rutin olarak incelenmemektedir?", "answers": { "text": [ "risk faktörü" ], "answer_start": [ 568 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "Demans erken saptanırsa hangi önlemler alınabilir?", "answers": { "text": [ "diyabeti kontrol ederek" ], "answer_start": [ 721 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "MMSE kim tarafından geliştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "Folstein ve arkadaşları" ], "answer_start": [ 815 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "MMSE neyi saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "kognitif yetmezlik" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "MMSE'nin uygulanması için neye ihtiyaç yoktur?", "answers": { "text": [ "herhangi bir ekipmana" ], "answer_start": [ 969 ] } }, { "context": "Diyabet majör sağlık sorunudur. Diyabetli hasta sayısı 1980 yılında 108 milyon iken 2014 yılında 422 milyona ulaşmıştır. Diyabetin periferik sinir sistemine olan etkileri açıkça saptanmış olmasına rağmen santral sinir sistemine etkisi tam olarak açıklanamamıştır. Tip 2 Diyabetes Mellitus(Tip 2 DM) yaşlı hastalarda hızlanmış kognitif bozulma, hafif kognitif yetmezlik, Alzheimer ve vasküler demansı içeren artmış demans riskiyle ilişkilidir. Diyabetin kognitif fonksiyon üzerindeki ılımlı etkisi bile önemli halk sağlığı sonuçları taşır. Diyabet kognitif yetmezlikte risk faktörü olmasına rağmen; diyabetik hastalarda rutin poliklinik pratiğinde kognitif fonksiyonlar incelenmemektedir. Klinikte demans erken saptanırsa diyabeti kontrol ederek ve kognitif egzersizlerle demans önlenebilir. MMSE(Mini Mental Test), Folstein ve arkadaşları tarafından 1975 yılında geliştirilmiştir. MMSE dünyada kognitif yetmezliği saptamada yaygın olarak kullanılmaktadır. Bu test için herhangi bir ekipmana ihtiyaç duymamaktadır ve kısa bir eğitimle herhangi bir sağlık çalışanı tarafından kolaylıkla uygulanabilir. Diyabetik hastalarda diyabetin süresi, diyabetin kontrol altında olması mikrovasküler komplikasyonların kognitif bozulma üzerine etkisi çalışmalarda tam olarak gösterilememiştir.", "question": "Diyabetik hastalarda neyin kognitif bozulma üzerine etkisi tam olarak gösterilememiştir?", "answers": { "text": [ "mikrovasküler komplikasyonların" ], "answer_start": [ 1172 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "Sarkoidoz hangi sistemleri tutabilen bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "akciğer ve lenfatik sistem" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "Sarkoidoz en sık hangi yaş grubunda bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "40 yaş altı" ], "answer_start": [ 194 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "Sarkoidozun etyolojisi bilinmekte midir?", "answers": { "text": [ "Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte" ], "answer_start": [ 235 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "Sarkoidoz hangi bireylerde oluştuğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "genetik olarak yatkın" ], "answer_start": [ 272 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "Erken inflamasyon evresinde hangi hücreler rol alır?", "answers": { "text": [ "T hücreleri ve makrofajlar" ], "answer_start": [ 417 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "Granülomlarda akümüle olan hücreler nelerdir?", "answers": { "text": [ "CD4+ hücreler" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "Sarkoidozun karakteristik histopatolojik bulgusu nedir?", "answers": { "text": [ "aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlar" ], "answer_start": [ 712 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "Sarkoidozda nadiren ne izlenebilir?", "answers": { "text": [ "lokal koagülasyon nekrozu" ], "answer_start": [ 776 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "Erken inflamasyon evresinde hangi sitokin indüklenir?", "answers": { "text": [ "IL-2" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Sarkoidoz, akciğer ve lenfatik sistem başta olmak üzere tüm organ ve sistemleri tutabilen nedeni bilinmeyen granülomatöz bir hastalıktır. Tüm yaşlarda ve ırklarda görülebilen bu hastalık en sık 40 yaş altı erişkinlerde bildirilmiştir. Sarkoidozun etyolojisi bilinmemekte, genetik olarak yatkın bireylerde spesifik çevresel ajanlara maruziyetler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. Erken inflamasyon evresinde, aktive T hücreleri ve makrofajlar rol alır. IL-2 başta olmak üzere çeşitli sitokinlerin indüklemesi ile özellikle CD4+ hücreler granülomlarda, intraalveoler ve interstisyel alanda akümüle olur. Karakteristik histopatolojik bulgu, CD4+ lenfositlerin yoğun olduğu, periferde CD8+ lenfositlerin izlendiği aralıklı, nonkazeifiye epiteloid hücre granülomlarıdır. Nadiren lokal koagülasyon nekrozu da izlenebileceği bildirilmiştir.", "question": "CD8+ lenfositler sarkoidozda nerede izlenir?", "answers": { "text": [ "periferde" ], "answer_start": [ 673 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Karın ağrıları ne olarak ayrılırlar?", "answers": { "text": [ "akut ve kronik" ], "answer_start": [ 85 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Akut karın ağrısı nasıl nitelendirilmektedir?", "answers": { "text": [ "Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Akut karın ağrısı hastaların yüzde kaçı 65 yaş üzeridir?", "answers": { "text": [ "%63" ], "answer_start": [ 386 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Kronik karın ağrısı nedir?", "answers": { "text": [ "6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrıları" ], "answer_start": [ 442 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Yetişkin yaş grubundaki hastaların yüzde kaçı akut karın ağrısı tanısı almaktadır?", "answers": { "text": [ "34-53" ], "answer_start": [ 611 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Akut karın ağrısı neyin nedenidir?", "answers": { "text": [ "morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 917 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Akut karın ağrısının tanısı neden güçtür?", "answers": { "text": [ "birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden" ], "answer_start": [ 1004 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Yaşlı hastaların acil servis başvurularında karın ağrısı ne kadar yaygındır?", "answers": { "text": [ "ilk sıralarda yer almaktadır" ], "answer_start": [ 1165 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Yaşlı karın ağrılı hastaların ne kadarı hastaneye yatırılır?", "answers": { "text": [ "2/3" ], "answer_start": [ 1314 ] } }, { "context": "Karın ağrıları çeşitli nedenlerden ötürü karın bölgesinde ortaya çıkan ağrılar olup, akut ve kronik karın ağrıları şeklinde ikiye ayrılırlar. Travma dışı nedenlerle ortaya çıkan, 1 hafta ve daha kısa süreli devam eden sürekli ağrılar akut karın ağrısı olarak nitelendirilmektedir. Akut karın ağrıları hastaneye başvuran karın ağrılı hastaların %18-42’sini teşkil etmekte olup bunlardan %63’ü 65 yaş üzeri hastalardır. Kronik karın ağrısı ise 6 haftadan daha uzun süre ağrılı ve ağrısız dönem içeren karın ağrılarıdır. Çok sayıda karın ağrısı nedeni olmakla birlikte yetişkin yaş grubundaki hastaların yaklaşık %34-53’ü akut karın ağrısı tanısı almaktadır. Belirgin bir tanımlaması olmamasına rağmen bir haftadan daha kısa süren karın ağrısı olan hastaların şikayetlerini açıklayacak patolojik bir neden bulunamadığında ve diğer nedenler elimine edildiğinde konulan tanı akut karın ağrısıdır. Akut karın ağrısı önemli morbidite ve mortalite nedenlerindendir. Ancak akut karın ağrısının klinik özellikleri birçok akut hastalık tablosuyla karışabileceğinden tanı koymak güç olabilmektedir. Yaşlı hastaların acil servis başvurularındaki nedenleri arasında karın ağrısı ilk sıralarda yer almaktadır. Acil serviste görülme sıklığı %3-13 arasında değişen oranlarda olduğu tespit edilmiştir. Yaşlı karın ağrılı hastaların 2/3’ü hastaneye yatırılırken, yine bu gruptaki hastaların yaklaşık beşte birine cerrahi müdahale yapılmaktadır. Genç yaş gruplarındaki hastalarla karşılaştırıldığında ise yaşlı karın ağrılı hastalara 2 kat daha fazla cerrahi müdahalede bulunulduğu saptanmıştır. Yine genç karın ağrılı hastalara göre mortalite oranlarının 6-8 kat fazla olduğu görülmüştür.", "question": "Yaşlı karın ağrılı hastalarda mortalite oranları nasıl değişmektedir?", "answers": { "text": [ "6-8 kat fazla" ], "answer_start": [ 1636 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Meme kanseri kadınlarda hangi kanser türü ile birlikte en yaygın olarak görülmektedir?", "answers": { "text": [ "akciğer kanseri" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Mamografinin sensitivitesi yüzde kaç arasında değişmektedir?", "answers": { "text": [ "% 69–90" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Meme kanserlerinin yüzde kaç oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "% 10-% 30" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Mamografinin yetersiz kaldığı durumda hangi yöntem ilk başvurulacak görüntüleme yöntemidir?", "answers": { "text": [ "ultrasonografi" ], "answer_start": [ 486 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Ultrasonografi hangi doku türünde ilk başvurulacak görüntüleme yöntemidir?", "answers": { "text": [ "skleroze meme dokusu" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesinde hangi yöntemler yetersiz kalmaktadır?", "answers": { "text": [ "Mamografi ve ultrasonografi" ], "answer_start": [ 505 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapmada hangi yöntemler yetersiz kalmaktadır?", "answers": { "text": [ "Mamografi ve ultrasonografi" ], "answer_start": [ 505 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Tedavi sonrası izlemde hangi yöntemler yetersiz kalmaktadır?", "answers": { "text": [ "Mamografi ve ultrasonografi" ], "answer_start": [ 505 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Bu gibi durumlarda rutin uygulamaya hangi görüntüleme incelemesi girmektedir?", "answers": { "text": [ "manyetik rezonans görüntüleme incelemesi" ], "answer_start": [ 794 ] } }, { "context": "Ülkemizde meme kanseri kadınlarda, günümüzde akciğer kanseri ile birlikte en yaygın kanser türü olarak mortalite ve morbiditedeki yerini ve önemini sürdürmektedir. Meme lezyonlarının taranması ve saptanmasında mamografi % 69–90 sensitivite ile temel yöntem olma özelliğini korumaktadır. Çeşitli çalışmalarda meme kanserlerinin % 10-% 30 oranında mamografi ile tespit edilemediği belirtilmiştir. Mamografinin yetersiz kaldığı skleroze meme dokusunda ilk başvurulacak görüntüleme yöntemi ultrasonografidir. Mamografi ve ultrasonografi, saptanan lezyonların davranış özelliklerinin değerlendirilmesi, multisentrisiteyi değerlendirme, meme koruyucu cerrahide, rezidü lezyon ve granülasyon dokusu ayrımını yapabilmede, tedavi sonrası izlemde yetersiz kalmakta ve bu gibi durumlarda rutin uygulamaya manyetik rezonans görüntüleme incelemesi girmektedir.", "question": "Manyetik rezonans görüntüleme incelemesi hangi durumlarda rutin uygulamaya girmektedir?", "answers": { "text": [ "tedavi sonrası izlemde yetersiz" ], "answer_start": [ 714 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı hangi toplumlarda en sık görülür?", "answers": { "text": [ "Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı ne tür semptomlarla karekterizedir?", "answers": { "text": [ "tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile" ], "answer_start": [ 179 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "AAA hastalığı sonucunda hangi klinik semptomlar meydana gelir?", "answers": { "text": [ "karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı" ], "answer_start": [ 285 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "AAA hastalığına hangi genin mutasyonu neden olabilir?", "answers": { "text": [ "MEFV" ], "answer_start": [ 426 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "Hangi protein üretilmesindeki defekt AAA hastalığına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "pyrin/marenostrin" ], "answer_start": [ 460 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi" ], "answer_start": [ 575 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "AAA hastalarının yüzde kaçında kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "% 10" ], "answer_start": [ 736 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "Kranial/nörolojik tutulum bulgularının etyopatogenezi tam olarak biliniyor mu?", "answers": { "text": [ "tam olarak bilinmeyen" ], "answer_start": [ 761 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "Ne üretilmesindeki defekt AAA hastalığına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "pyrin/marenostrin" ], "answer_start": [ 460 ] } }, { "context": "Otoinflamatuar hastalıkların en iyi bilineni, Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler gibi Akdeniz kökenli toplumlarda en sık görüleni olan Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı tekrarlayan ateş epizotlarına eşlik eden poliserözit atakları ile karekterizedir. Bunun sonucunda hastada karın ağrısı, eklem ağrısı, göğüs ağrısı gibi klinik semptomlar meydana gelmektedir. 1997 yılında AAA hastalığına; otozomal resesif kodlanan MEFV genindeki mutasyon nedeniyle pyrin/marenostrin isimli anti-inflamatuar proteinin üretilmesindeki defektin neden olabileceği ortaya koyulmuştur. Böbrekler başta olmak üzere çeşitli dokulardaki amiloid birikimi, AAA hastalığının en korkulan komplikasyonu olmakla birlikte, yapılan araştırmalarda hastaların % 10'unda etyopatogenezi tam olarak bilinmeyen kranial/nörolojik tutulum bulguları tespit edilmiştir.", "question": "Ailesel Akdeniz Ateşi (AAA) hastalığı kimlerde en sık görülür?", "answers": { "text": [ "Türkler, Ermeniler, Araplar ve Yahudiler" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreni ne tür bir bozukluktur?", "answers": { "text": [ "kronik bir ruhsal bozukluk" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreni hangi işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açar?", "answers": { "text": [ "iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım" ], "answer_start": [ 68 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreni hangi yaşlarda üretim dışına itebilir?", "answers": { "text": [ "gençlik" ], "answer_start": [ 207 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreni hangi alanlarda uyumsuzluk ve çatışmalara yol açar?", "answers": { "text": [ "çevresiyle" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreninin topluma maliyeti nasıldır?", "answers": { "text": [ "oldukça yüksektir" ], "answer_start": [ 362 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreni neden psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biridir?", "answers": { "text": [ "çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi" ], "answer_start": [ 392 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreni hangi bölgelerde görülen bir bozukluktur?", "answers": { "text": [ "her toplum ve her coğrafi bölgede" ], "answer_start": [ 559 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreninin nokta yaygınlığı nedir?", "answers": { "text": [ "binde 5" ], "answer_start": [ 709 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreni hangi tür belirtileri içerir?", "answers": { "text": [ "ruhsal" ], "answer_start": [ 179 ] } }, { "context": "Şizofreni kişinin düşünce, algılama, duygulanım ve davranışları ile iş, kişilerarası ilişkiler ve kendine bakım gibi önemli işlevsellik alanlarında bozulmaya yol açan, kronik bir ruhsal bozukluktur. İnsanı, gençlik yıllarından başlayarak üretim dışına itebilen ve çevresiyle önemli uyumsuzluk ve çatışmalar yaşamasına yol açabilen bu bozukluğun topluma maliyeti oldukça yüksektir. Şizofreni, çok geniş bir yelpaze içerisinde yer alan ruhsal belirtileri içermesi nedeniyle, psikiyatrinin en ilgi çekici konularından biri olarak önemini korumaktadır. Şizofreni her toplum ve her coğrafi bölgede görülen bir bozukluktur. Karşılaştırmalı verilerin toplanmasındaki güçlüklere karşın, şizofreninin nokta yaygınlığı binde 5 civarındadır.", "question": "Şizofreninin topluma maliyeti ne kadar yüksektir?", "answers": { "text": [ "oldukça" ], "answer_start": [ 362 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Böbrekler columna vertebralisin neresinde yer alır?", "answers": { "text": [ "retroperitonda" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Sağ böbrek neden sol böbrekten daha aşağıdadır?", "answers": { "text": [ "karaciğer komşu olması" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Erişkin erkeklerde böbreklerin ortalama ağırlığı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "150 gr." ], "answer_start": [ 250 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Böbreklerin dış kısmına ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "korteks renalis" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Medulla renaliste ne bulunur?", "answers": { "text": [ "toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu" ], "answer_start": [ 541 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Böbreklerin beslenmesi hangi arterle sağlanır?", "answers": { "text": [ "arteria renalis" ], "answer_start": [ 663 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Arteria renalis aortadan nerede ayrılır?", "answers": { "text": [ "L1- L2" ], "answer_start": [ 714 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Arteria arcuata, hangi damardan sonra gelir?", "answers": { "text": [ "a. interlobarise" ], "answer_start": [ 945 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Böbreklerden çıkan lenf damarları nereye dökülür?", "answers": { "text": [ "nodi lymphatici lumbalese" ], "answer_start": [ 1498 ] } }, { "context": "Böbrekler columna vertebralisin iki yanında retroperitonda yer almaktadır. 12. torakal ve 3. lumbal vertebra hizasındadırlar. Sol böbreğe göre sağ böbrek, karaciğer komşu olması sebebiyle daha aşağıdadır. Böbrekler ortalama olarak erişkin erkeklerde 150 gr., kadınlarda 135 gr. ağırlığında ve 10-12 cm. vertikal uzunlukta, 5-7 cm. transvers en ve 3 cm. anteroposterior kalınlıktadır. İki ana kısımdan oluşan böbreklerin dış kısmına korteks renalis, iç kısmına medulla renalis denir. Korteks renaliste idrarı süzen yapılar, medulla renaliste toplayıcı kanallar ve üreter tomurcuğu bulunur. İkisinin ortasındaki boşluğa ise sinus renalis denir. Böbreğin beslenmesi arteria renalis ile sağlanır. Arteria (a.) renalis L1- L2’de diskus intervertebralis hizasında aortadan ayrılır. Böbreklerin pozisyonundan dolayı sol renal arter sağ renal arterden daha yukardadır. Böbreklerin perfüzyonu a. renalisten ayrılan dallar tarafından sağlanır. A. Renalis a. interlobarise, a. interlobaris a. arcuata’ya, a. arcuata a. interlobularise ve a. interlobularis a. glomerularis afferense açılır. Bunlar bowman kapsülünün içine girerek rete kapillare glomerulareyi oluşturur. Bu kılcal damarlar birleşerek arteriola glomerularis efferensi oluşturur. Arterin girdiği kutuptan çıkarak vena (v.) interlobularise dökülür. V. interlobularis sırasıyla v. arcuata, v. interlobaris, v. segmentalis ve v. renalis olarak v. cava inferiora açılır. Böbreklerden çıkan lenf damarları v. renalisi takip eder ve aortanın yanındaki nodi lymphatici lumbalese dökülürler.", "question": "Arteriola glomerularis efferensi ne oluşturur?", "answers": { "text": [ "rete kapillare glomerulare" ], "answer_start": [ 1118 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti nelerden etkilenir?", "answers": { "text": [ "havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Surfaktanın işlevi ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "düşük basınçlarda" ], "answer_start": [ 184 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Küçük alveollerin açılmaları neyi kolaylaştırır?", "answers": { "text": [ "Surfaktanın işlevi" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Normal soluyan gönüllülerde gaz dağılımında ne bulunur?", "answers": { "text": [ "yerel değişiklikler" ], "answer_start": [ 420 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Pozitif basınçlı ventilasyonda akımı etkileyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır" ], "answer_start": [ 449 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Gazı havayollarına doğru iten ne oluşturur?", "answers": { "text": [ "bir dalga" ], "answer_start": [ 651 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Hava yollarının durumu neyi açıklar?", "answers": { "text": [ "akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini" ], "answer_start": [ 755 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Genel anestezi neye neden olur?", "answers": { "text": [ "gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya" ], "answer_start": [ 858 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Atelektazi oluşumu neye neden olur?", "answers": { "text": [ "akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya" ], "answer_start": [ 945 ] } }, { "context": "Spontan solunum sırasında hava dağılımını sağlayan negatif basınç gradyenti havayollarının, alveollerin ve interstisyumun yerel durumundan etkilenir. Surfaktanın işlevi bir anlamda bu düşük basınçlarda ortaya çıkar ve böylece küçük alveollerin hem açılmaları (şişmeleri) kolaylaşır, hem de ekspiryumda tam olarak kapanmaları (sönmeleri) zorlaşır. Tüm bu etkilere rağmen, normal soluyan gönüllülerde bile gaz dağılımında yerel değişiklikler bulunur. Aynı faktörler pozitif basınçlı ventilasyonda da akımı etkiler ancak bu sefer güçler farklıdır. Trakeal tüp boyunca, belirli bir zaman aralığında uygulanan tek bir basınç, gazı havayollarına doğru iten bir dalga oluşturur. Hava yollarının durumu, özellikle de dirençleri ve alveoler kompliyans bu basıncın akciğerin değişik bölgelerine olan farklı etkilerini açıklar. Genel anestezi, sağlıklı akciğerde bile, gaz değişiminde ve solunum mekanizmasında bozulmaya neden olur. Bu etkiler esas olarak akciğer kompliyansında ve devamında arteriyel parsiyel oksijen basıncında azalmaya neden olan atelektazi oluşumunun bir sonucudur. Kompliyans ve arteriyel parsiyel oksijen basıncındaki düşüşlerin, derin insuflasyon ile kollabe alveollerin açılması sonucu normale döndüğü bilinmektedir.", "question": "Kollabe alveollerin açılması sonucu ne bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "normale döndüğü bilinmektedir" ], "answer_start": [ 1200 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "Pnömoni nedir?", "answers": { "text": [ "klinik bir sendrom" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "Pnömoninin sebebi olan etken nasıl tahmin edilmelidir?", "answers": { "text": [ "Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "Pnömoniler hangi gruplara ayrılır?", "answers": { "text": [ "Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP)" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "Pnömoniler hangi etkenlerine göre sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP)" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "Hastane kökenli pnömoninin kısaltması nedir?", "answers": { "text": [ "HKP" ], "answer_start": [ 358 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "SBİP nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni" ], "answer_start": [ 725 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "Son 90 gün içinde ne kadar süre hastanede yatılması SBİP olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "iki gün" ], "answer_start": [ 403 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "Hangi tedavi evde infüzyon tedavisine dahildir?", "answers": { "text": [ "antibiyotik" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "Son 30 gün içinde hemodiyalize girme hangi pnömoni türü olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni" ], "answer_start": [ 725 ] } }, { "context": "Pnömoni, alt solunum yolu enfeksiyonu belirtileri ile radyolojik olarak infiltrasyonun olduğu ve solunum yollarından alınan örnekte bir patojenin tanımlanabildiği klinik bir sendromdur. Pnömoninin sebebi olan etken tahmin edilerek ampirik tedaviye en erken dönemde başlanmalıdır. Pnömoniler, etkenlerine göre Toplum kökenli (TKP) ve Hastane kökenli pnömoni (HKP) olarak ikiye ayrılır. Son 90 gün içinde iki gün veya daha fazla hastanede yatma, sağlık bakımı için uzun süreli bakım evinde kalma, evde infüzyon tedavisi alan (antibiyotik dahil), evde bası yarası bakımı yapılması, son 30 gün içinde hemodiyalize girme ve aile bireylerinde çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu varlığı durumlarından herhangibirisi olduğunda Sağlık Bakımı ile İlişkili Pnömoni (SBİP) olarak tanımlanır.", "question": "Aile bireylerinde ne varlığı SBİP olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "çoklu ilaca dirençli bakteri enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Spitz nevüsler ilk kez hangi yıl tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1948" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Spitz nevüsler ilk kez hangi isimle tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "juvenil melanomlar" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Spitz nevüsler kimin tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Sophie Spitz" ], "answer_start": [ 36 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Spitz nevüslerle ilgili farklı isimlendirme önerileri kimler tarafından yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "farklı yazarlar" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Bazı spitzoid lezyonlar hangi melanom türüne benzer özellikler gösterir?", "answers": { "text": [ "konvansiyonel melanomlar" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Spitzoid lezyonlarda hangi histopatolojik özellikler görülebilir?", "answers": { "text": [ "asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Spitzoid lezyonlarda asimetri dışında hangi histopatolojik özellikler görülebilir?", "answers": { "text": [ "matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Spitzoid lezyonlarda sitolojik atipi ile birlikte hangi özellikler görülebilir?", "answers": { "text": [ "pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı" ], "answer_start": [ 518 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Spitzoid lezyonlarda boyut ne kadar olabilir?", "answers": { "text": [ "1 cm" ], "answer_start": [ 595 ] } }, { "context": "Spitz nevüsler ilk kez 1948 yılında Sophie Spitz tarafından “juvenil melanomlar” olarak tanımlanmış, bu yıldan günümüze kadar farklı yazarlar tarafından yapılan farklı çalışmalar ile bu lezyonlara birçok isimlendirme önerilmiştir. Bunun yanı sıra bazı spitzoid özellikte lezyonların konvansiyonel melanomlara benzer histopatolojik özellikler (asimetri, matürasyon kaybı, subkutan yağ dokusu tutulumu, ülser/erozyon varlığı, periferik pagetoid yayılım, ekspansif nodül varlığı, epidermal “consumption”, sitolojik atipi/pleomorfizm, sık ve derin yerleşimli mitozlar, atipik mitoz varlığı, boyutun 1 cm’den büyük oluşu vb.) gösterdiği, bu nedenle bahsedilen lezyonların “borderline” ve “malign” formlarının da olabileceği öne sürülmüştür.", "question": "Spitzoid lezyonların hangi formları olabileceği öne sürülmüştür?", "answers": { "text": [ "“borderline” ve “malign”" ], "answer_start": [ 667 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "Obezite nedir?", "answers": { "text": [ "vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "Obeziteye sebep olan etmenler nelerdir?", "answers": { "text": [ "sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "Geçmişte aşırı kilolu olma ve obezite toplumlarda neyin sembolü olarak kabul edilmekteydi?", "answers": { "text": [ "sağlık ve zenginlik" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "İnsanlar tarih boyunca ne ile mücadele etmiştir?", "answers": { "text": [ "açlık, kıtlık ve yokluk" ], "answer_start": [ 385 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "Açlık ve yokluk hangi zamanlarda normaldi?", "answers": { "text": [ "o zamanların şartları için" ], "answer_start": [ 472 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "Bugün beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıkları yerini neye bırakmıştır?", "answers": { "text": [ "aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine" ], "answer_start": [ 665 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "Fazla vücut ağırlığı" ], "answer_start": [ 738 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "DSÖ’ye göre fazla vücut ağırlığı hangi yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından biridir?", "answers": { "text": [ "21. yüzyılın" ], "answer_start": [ 826 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında ne açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı" ], "answer_start": [ 998 ] } }, { "context": "Obezite; basit bir tanımla vücuttaki yağ oranının ve miktarının artması demektir. Buna sebep olan etmenler ise; sosyoekonomik, genetik, çevresel, fiziksel, davranışsal ve altta yatan hastalıklar olabilir. Geçmiş zamana baktığımızda aşırı kilolu olma ve obezitenin toplumlarda sağlık ve zenginlik belirtisinin sembolü olarak kabul edilmekte olduğunu görüyoruz. İnsanların tarih boyunca açlık, kıtlık ve yokluklarla mücadele ettiği dikkate alınırsa böyle bir algının olması o zamanların şartları için normaldir. Açlık ve yokluk bugün de bazı topluluklarda var olsa da artık, beslenme eksikliği ve enfeksiyon hastalıklarına bağlı sağlık sorunları yerini, birçok yerde aşırı beslenme ve obezitenin getirdiği sağlık problemlerine bırakmıştır. Fazla vücut ağırlığı (aşırı kiloluluk, obezite), DSÖ’nün verilerine göre tüm dünya için 21. yüzyılın en ciddi halk sağlığı sorunlarından birini oluşturmaktadır. Daha önce toplanan verilere göre, Bölge ülkeleri ile bu ülkelerdeki sosyoekonomik gruplar arasında aşırı kilolu ve şişmanlık yaygınlığı açısından büyük farklılıklar bulunmaktadır.", "question": "Bölge ülkeleri ve sosyoekonomik gruplar arasında neye göre büyük farklılıklar vardır?", "answers": { "text": [ "Daha önce toplanan verilere göre" ], "answer_start": [ 899 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "OSAS uykuda ne tür bozukluklara yol açar?", "answers": { "text": [ "solunum bozuklukları" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "OSAS hastalığı ne ile karakterizedir?", "answers": { "text": [ "horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler" ], "answer_start": [ 171 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "OSAS prevalansı yetişkinlerde yüzde kaçtır?", "answers": { "text": [ "% 1-5" ], "answer_start": [ 367 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "OSAS tanısında altın standart test nedir?", "answers": { "text": [ "polisomnografi" ], "answer_start": [ 420 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "OSAS hangi sistemleri en çok etkiler?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler ve pulmoner" ], "answer_start": [ 704 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "Normal bir yutma için ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon" ], "answer_start": [ 904 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "OSAS, faringeal dokuda ne tür bozulmalara yol açar?", "answers": { "text": [ "fonksiyon ve duyarlılık" ], "answer_start": [ 1190 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "OSAS'da hangi bulgular trakeal aspirasyon riskini artırır?", "answers": { "text": [ "faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme" ], "answer_start": [ 1318 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "CPAP tedavisinin OSAS'da hangi fonksiyon üzerine etkisi araştırılmamıştır?", "answers": { "text": [ "yutma" ], "answer_start": [ 875 ] } }, { "context": "Obstrüktif uyku apne sendromu (OSAS) uykuda solunum bozuklukları içerisinde en sık görülen hastalık olmakla beraber tüm olguların % 90-95’ini oluşturmaktadır. Bu hastalık horlama, gündüz aşırı uyuklama hali ve apneler ile karakterize bir durumdur. OSAS toplumda prevalansı çeşitli çalışmalarda % 0,3 ile % 15 arasında değişmekle beraber yaklaşık olarak yetişkinlerin % 1-5'inde görülmektedir. Tanıda altın standart test polisomnografi olarak kabul edilmektedir ve Amerika Uyku Bozuklukları Derneği tarafından önerilmektedir. OSAS, sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere de yol açmaktadır. OSAS, insan vücudunda bir çok sistemi etkilemektedir. Bunların içinde en belirginleri kardiyovasküler ve pulmoner sistemlerdir. Kardiyovasküler sonuçlarıyla da ciddi morbidite ve mortalite kaynağıdır. Yutma da etkilediği fonksiyonlardan biridir. Normal bir yutmanın sağlanabilmesi için yeterli bir faringeal duyarlılık ve fonksiyon gereklidir. OSAS, hastalarda tekrarlayıcı düşük frekanslı vibrasyon ve apne ataklarına bağlı mikrotravmalar nedeniyle faringeal dokudaki nöral yapılarda morfoljik değişiklikler ve nöral regülasyonda bozukluklara yol açarak faringeal dokuda fonksiyon ve duyarlılıkta bozulmalara yol açmaktadır. Obstrüktif Uyku Apne Sendromu olan hastalarda subklinik olarak da görülen faringeal rezidü, erken dökülme ve yine yutma refleksinin tetiklenmesinde gecikme gibi bulgular trakeal aspirasyon ve faringeal penetrasyon riskini arttırmaktadır. Literatürde OSAS’da yutma fonksiyon bozukluğunu gösteren çalışmalar olmasına rağmen bu hastalarda CPAP tedavisinin yutma fonksiyonları üzerine etkisini araştıran çalışma yoktur.", "question": "OSAS, insan vücudunda hangi tür sonuçlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "sosyal ve nöropsikolojik sonuçlarının yanı sıra medikal problemlere" ], "answer_start": [ 531 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Klasik Fabry hastaları hangi enzimin %1'den az aktivitesine sahiptir?", "answers": { "text": [ "a-galaktosidaz" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Klasik Fabry hastalarının çoğu hangi cinsiyettedir?", "answers": { "text": [ "erkektir" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Gb3 depolaması ne zaman başlar?", "answers": { "text": [ "doğum öncesi dönemde" ], "answer_start": [ 185 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Klinik semptomlar ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "çocukluk dönemine" ], "answer_start": [ 238 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Anjiyokeratomlar ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "çocukluk döneminde" ], "answer_start": [ 452 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Hastalık hangi dönemde hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir?", "answers": { "text": [ "üçüncü on yılda" ], "answer_start": [ 510 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Böbrek yetmezliği genellikle ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "hayatın üçüncü ila beşinci on yılında" ], "answer_start": [ 774 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Karakteristik cilt lezyonuna ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "anjiyokeratomların" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Akroparestezi nedir?", "answers": { "text": [ "ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Klasik Fabry, normal plazma a-galaktosidaz aktivitesinin %1'den azına sahip olan hastalardır. Çoğu erkektir, ancak dişiler de klasik Fabry hastalığına sahip olabilirler. Gb3 depolaması doğum öncesi dönemde başlar, ancak klinik semptomlar çocukluk dönemine kadar ortaya çıkmaz. Karakteristik cilt lezyonu olan anjiyokeratomların ortaya çıkışı, ekstremitelerde periyodik şiddetli ağrı krizleri (akroparestezi), hipohidroz ve korneada opasiteler sıklıkla çocukluk döneminde ortaya çıkan ilk bulgulardır. Hastalık üçüncü on yılda böbrek yetmezliği, kalp yetmezliği ve serebrovasküler hastalıklar (TIA / iskemik inme veya serebral kanama) gibi hayatı tehdit eden sistem tutulumlarıyla kendini gösterir. Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen, böbrek yetmezliği genellikle hayatın üçüncü ila beşinci on yılında ortaya çıkar.", "question": "Proteinüri erken tespit edilebilmesine rağmen hangi durum üçüncü ila beşinci on yılda ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "böbrek yetmezliği" ], "answer_start": [ 526 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "İş kazası nedir?", "answers": { "text": [ "iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "İş kazalarına bağlı yaralanmalar ne tür bir problemdir?", "answers": { "text": [ "global" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "Uluslararası Çalışma Örgütü'ne göre dünyada her yıl kaç iş kazası meydana gelmektedir?", "answers": { "text": [ "270 milyon" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "Türkiye'de 2015 yılında kaç iş kazası meydana gelmiştir?", "answers": { "text": [ "241.547" ], "answer_start": [ 334 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "Türkiye'de 2015 yılında toplam iş göremezlik süresi kaç gündür?", "answers": { "text": [ "2.992.070" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı vücudun hangi bölgesinde görülür?", "answers": { "text": [ "üst ekstremitelerde" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "Türkiye'de iş kazalarının en sık görüldüğü bölge neresidir?", "answers": { "text": [ "üst ekstremitelerde" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "Türkiye'de iş kazalarının üst ekstremitelerde görülme oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%35 ile %61.7" ], "answer_start": [ 660 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "Elin yapısı ve fonksiyonları neyi sağlar?", "answers": { "text": [ "insanların yaşamdaki bağımsızlığını" ], "answer_start": [ 738 ] } }, { "context": "İş kazası iş yerinde veya işin yürütümü sırasında meydana gelen, ölüme sebebiyet veren veya vücut bütünlüğünü ruhen ya da bedenen engelli hale getiren olaydır. İş kazalarına bağlı yaralanmalar global bir problemdir. Uluslararası Çalışma Örgütü’ne göre dünyada her yıl 270 milyon iş kazası meydana gelmektedir. Türkiye’de 2015 yılında 241.547 iş kazası meydana gelmiş, toplam iş göremezlik süresi 2.992.070 gün olarak bildirilmiştir. Dünyada iş yaralanmalarının büyük kısmı eli de içerecek şekilde üst ekstremitelerde görülür. Ülkemizde de acil servislere başvuran tüm iş kazalarının en sık görüldüğü bölge üst ekstremiteler olup bu oran coğrafi bölgelere göre %35 ile %61.7 arasında değişmektedir. El kompleks yapısı ve fonksiyonları ile insanların yaşamdaki bağımsızlığını sağlar. El yaralanmaları hayatı nadiren tehdit etmekle birlikte yaralanmaların bireyin yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine olumsuz etkileri bulunmaktadır.", "question": "El yaralanmaları bireyin hangi alanlarına olumsuz etki yapar?", "answers": { "text": [ "yaşam kalitesine, sosyal ilişkilerine, psikolojik durumuna, gelirine ve iş becerisine" ], "answer_start": [ 861 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi neyi zorlaştırır?", "answers": { "text": [ "hastalığın tedavisini" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "Over kanserinin median nüks süresi kaç aydır?", "answers": { "text": [ "18" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "Nükslerin yarısı ne zaman gerçekleşmektedir?", "answers": { "text": [ "ilk tedavi sonrası 12 ay" ], "answer_start": [ 191 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "Nükslerin %25'i ne zaman gerçekleşmektedir?", "answers": { "text": [ "ilk 6 ay içinde" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "İlk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen ortalama süre kaç aydır?", "answers": { "text": [ "15" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "Nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktör nedir?", "answers": { "text": [ "komplet sitoredüktif cerrahi" ], "answer_start": [ 483 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "Nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli" ], "answer_start": [ 597 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "Nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktör nedir?", "answers": { "text": [ "primer evre ve rezidü tümör volümü" ], "answer_start": [ 815 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "Nüks sonrası sağkalımı etkilemeyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeyleri" ], "answer_start": [ 880 ] } }, { "context": "Over kanserinin ileri evrede tespit edilmesi hastalığın tedavisini zorlaştırdığı gibi nüks riski de artmaktadır. Çoğu çalışmada over kanserinin median nüks süresi 18 aydır. Nükslerin yarısı, ilk tedavi sonrası 12 ay içinde gerçekleşmektedir; tüm nükslerin de %25’i ilk 6 ay içinde olmaktadır. Evre III hastalarda yapılan bir çalışmaya göre ilk nüks sonrası ikinci nükse kadar geçen zaman ortalama 15 ay olarak bulunmuştur ve nüks oranını etkileyen temel bağımsız prognostik faktörün komplet sitoredüktif cerrahi olduğu saptanmıştır. Pek çok çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen faktörlerin, nükse kadar geçen zaman, nüks tanısında tümörün yaygınlığı ve nüks tedavisinin şekli olduğu saptanmıştır. Fan ve arkadaşlarının 2017 yılında yayınladıkları bir çalışmada nüks sonrası sağkalımı etkileyen temel faktörün primer evre ve rezidü tümör volümü olduğu saptanmış, buna karşın grade, sekonder cerrahi öncesi asit ve serum CA125 düzeylerinin sağkalımı etkilemediği bulunmuştur.", "question": "Nükslerin %25’i ne zaman olmaktadır?", "answers": { "text": [ "ilk 6 ay içinde" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "Miyokardiyal iskemi nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "Aterosklerotik lezyon" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "AKS neyin sonucunda oluşur?", "answers": { "text": [ "koroner kan akımında azalması sonucunda" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "Miyokardiyal iskemiye ateroskleroz dışındaki nedenler nelerdir?", "answers": { "text": [ "miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenler" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "Ateroskleroz dışındaki miyokardiyal iskemi nedenlerine örnek nedir?", "answers": { "text": [ "ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "Plak nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "Tekrarlayan hasar" ], "answer_start": [ 459 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "Plak rüptüre olduğunda ne oluşur?", "answers": { "text": [ "platelet yanıtı" ], "answer_start": [ 517 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "Plak rüptürü sonrası hangi süreçler gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu" ], "answer_start": [ 541 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "Aterosklerotik lezyonun rüptürü sonucunda ne azalır?", "answers": { "text": [ "koroner kan akımın" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "Miyokardiyal iskemiye neden olabilen hipotansiyon neyi azaltır?", "answers": { "text": [ "koroner kan akımını" ], "answer_start": [ 319 ] } }, { "context": "Aterosklerotik lezyon sonucu miyokardiyal iskemi oluşur. Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde koroner arteriyel spazm, aterosklerotik lezyonun rüptürü ve trombüse bağlı koroner kan akımında azalması sonucunda AKS oluşur. Miyokardiyal iskeminin ateroskleroz dışındaki nedenleri miyokardiyal oksijen ihtiyacını arttıran, koroner kan akımını azaltan, oksijen sunumunu azaltan nedenlerdir. Bunlar ateş, taşikardi, hipotansiyon, anemi, hipoksemi gibi durumlardır. Tekrarlayan hasar sonucu plak oluşur. Plak rüptüre olunca platelet yanıtı oluşur. Platalet adezyon aktivasyon ve agregasyonu oluşur.", "question": "Aterosklerotik lezyonun olduğu yerde ne olabilir?", "answers": { "text": [ "koroner arteriyel spazm" ], "answer_start": [ 94 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "Sepsis nedir?", "answers": { "text": [ "bir sendrom" ], "answer_start": [ 93 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "Sepsisin yıllık hastane başvurusu oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%5.2" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "Sepsisin mortalite oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%20-50" ], "answer_start": [ 151 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "Sepsis tanısı ve izlemi için ne geliştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "tanımlar ve tanı kriterleri" ], "answer_start": [ 282 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "Tanımlar ne sağlar?", "answers": { "text": [ "ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı" ], "answer_start": [ 338 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "SIRS hangi yıllarda tanımlandı?", "answers": { "text": [ "1991-1992" ], "answer_start": [ 485 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "SIRS hangi kriterleri içerir?", "answers": { "text": [ "taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi" ], "answer_start": [ 507 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "Ciddi sepsis nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu" ], "answer_start": [ 705 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "Septik şok ne zaman tanımlanır?", "answers": { "text": [ "ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde" ], "answer_start": [ 758 ] } }, { "context": "Sepsis, enfeksiyonun indüklediği fizyolojik, patolojik ve biyokimyasal anormallikleri içeren bir sendromdur. Yıllık yaklaşık %5.2 hastane başvurusu ve %20-50 mortalite oranları ile major bir sağlık problemidir. Sepsis tanısı, izlemi ve tedavisinde belli standartları getirmek adına tanımlar ve tanı kriterleri geliştirilmiştir. Tanımlar; ortak bir yaklaşım ve pratik çalışma alanı sağlar, klinisyenlerin tanı becerilerini geliştirir, erken ve uygun müdahaleye olanak sağlar. Bu amaçla 1991-1992 yıllarında; taşikardi, takipne, hipertermi veya hipotermi, lökositoz veya lökopeni veya bandemi kriterlerini içeren sistemik inflamatuar yanıt sendromu (SIRS) tanımlandı. Enfeksiyonun neden olduğu SIRS sepsis, sepsise eşlik eden organ disfonksiyonu ciddi sepsis, ciddi sepsise hipotansiyon eklendiğinde ise septik şok olarak tanımlandı. Ancak bu kriterler son derece nonspesifik kriterlerdir ve hastanede yatan hastaların çoğunda hatta enfeksiyonu olmayan hastalarda bile olabilir. Aksine, ciddi mortalite ve morbiditeye sahip hastalar SIRS kriterlerini karşılamayabilir.", "question": "SIRS kriterleri hangi özelliğe sahiptir?", "answers": { "text": [ "nonspesifik" ], "answer_start": [ 862 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "Vezikoüreteral reflü (VUR) nedir?", "answers": { "text": [ "mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışı" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "VUR'lu hastalarda hangi risk artar?", "answers": { "text": [ "idrar yolları enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "VUR ve İYE birlikteliği neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "VUR varlığının gösterilmesinde hangi yöntem altın standarttır?", "answers": { "text": [ "voiding sistoüretrografi" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "VSUG incelemesinin dezavantajları nelerdir?", "answers": { "text": [ "yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi" ], "answer_start": [ 584 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "VSUG hangi durumun tanısında yetersizdir?", "answers": { "text": [ "böbrekte skar oluşumunu göstermede" ], "answer_start": [ 847 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "VUR neyin retrograd olarak kaçışıdır?", "answers": { "text": [ "mesanedeki idrarın" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "VUR ve İYE birlikteliğinde hangi organ etkilenebilir?", "answers": { "text": [ "böbrekler" ], "answer_start": [ 231 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "VSUG hangi işlemi gerektirir?", "answers": { "text": [ "kateterizasyon" ], "answer_start": [ 615 ] } }, { "context": "Vezikoüreteral reflü (VUR) mesanedeki idrarın üreterlere ve pelvikalisyel sisteme retrograd olarak kaçışıdır. VUR’lu hastalarda idrar yolları enfeksiyonu (İYE) riskinin ve alt idrar yolu enfeksiyonu (AİYE) varlığında, enfeksiyonun böbreklere taşınma riskinin arttığı bilinen bir durumdur. VUR ve İYE birlikteliği böbreklerde skar formasyonu oluşturabilmekte ve ilerleyen dönemlerde hipertansiyon ve kronik böbrek yetmezliğine yol açabilmektedir. VUR varlığının gösterilmesinde voiding sistoüretrografi (VSUG) altın standart tanı yöntemidir. VSUG incelemenin en önemli iki dezavantajı yüksek radyasyon maruziyeti ve kateterizasyon gerektirmesi nedeniyle invaziv bir işlem olmasıdır. Tüm bunların yanında her ne kadar VSUG VUR tanısında ve derecelendirilmesinde altın standart yöntem olsa da, VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu olan böbrekte skar oluşumunu göstermede yetersizdir.", "question": "VUR ve İYE birlikteliğinin en önemli komplikasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "böbrekte skar oluşumunu" ], "answer_start": [ 847 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) nedir?", "answers": { "text": [ "gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi" ], "answer_start": [ 110 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar nasıl sınıflandırılmalıdır?", "answers": { "text": [ "pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM)" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "Hangi diyabet türleri birinci trimesterde nadiren görülür?", "answers": { "text": [ "tip 1 diyabet" ], "answer_start": [ 388 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "Toplumda yaygın olarak görülen hangi faktörler tip 2 diyabetin sıklığını artırmıştır?", "answers": { "text": [ "obezite ve insülin direnci" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "GDM gebelik sonrasında kalıcı olabilir mi?", "answers": { "text": [ "kalıcı olabilmektedir" ], "answer_start": [ 694 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "GDM'li kadınlarda uzun süreçte hangi risk artmaktadır?", "answers": { "text": [ "tip 2 diyabet" ], "answer_start": [ 478 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "GDM ilk kez ne zaman fark edilir?", "answers": { "text": [ "gebelik sırasında" ], "answer_start": [ 576 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "PGDM neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "pregestasyonel diyabet hastalığı" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "Obezite ve insülin direnci neyin sıklığını artırmıştır?", "answers": { "text": [ "tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını" ], "answer_start": [ 478 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diabetes Mellitus (GDM) gebelik öncesinde açıkça tip1 veya tip2 diyabet tanısı olmayan gebelerde, gebeliğin 2. ya da 3. trimesterinde tanısı koyulan glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanır. Birinci trimesterde diyabet tanısı alan kadınlar ise önceden var olan pregestasyonel diyabet hastalığı (PGDM) olarak sınıflandırılmalıdır (tip2 diyabet, nadiren de tip 1 diyabet). Toplumda yaygın olarak görülen obezite ve insülin direnci tanı konulmamış tip 2 diyabetin üreme çağındaki kadınlarda sıklığını artırmıştır. GDM uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır ve gebelik sonrasında kalıcı olabilmektedir. Uzun süreçte ise ilk tanıdan sonraki yıllarda GDM'li kadınlarda tip 2 diyabet gelişme riski belirgin şekilde artmaktadır.", "question": "GDM tanımı nasıl değişmiştir?", "answers": { "text": [ "uzun yıllar boyunca ilk kez gebelik sırasında fark edilen glikoz intoleransının herhangi bir derecesi olarak tanımlanmıştır" ], "answer_start": [ 548 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "Abdominal aort anevrizması nasıl gelişir?", "answers": { "text": [ "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "Aort çapının genişlemesi neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "önemli morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 154 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "Rüptür riskini engellemek için hangi tedaviler gerekir?", "answers": { "text": [ "endovasküler veya cerrahi" ], "answer_start": [ 256 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hangi mekanizma gelişmiştir?", "answers": { "text": [ "Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir" ], "answer_start": [ 428 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "Glutatyon S Transferaz enzim sistemi hangi enzim mekanizmaları altında değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "Faz 2" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi hangi enzimlerden biridir?", "answers": { "text": [ "Faz 2" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından hangi enzimlerin ekspresyonları incelenmektedir?", "answers": { "text": [ "CYP1A1 ve CYP1B1" ], "answer_start": [ 668 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri neyin elemanıdır?", "answers": { "text": [ "Sitokrom P450 enzim sistemi" ], "answer_start": [ 625 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "Hangi izozimin ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi" ], "answer_start": [ 577 ] } }, { "context": "Karın bölümündeki aort damar çapının genişlemesi ve duvarının incelmesi sonucu abdominal aort anevrizması hastalığı gelişir. Aort çapının genişlemesi ile önemli morbidite ve mortaliteye neden olabilir. Rüptür riskini engellemek için büyümüş anevrizmalarda endovasküler veya cerrahi tedavi gerekir. Hücresel boyuttaki oksidatif hasarı önlemek için hücresel bazı mekanizmalar gelişmiştir. Bu mekanizmaların en önemlilerinden biri Glutatyon S Transferaz enzim sistemidir ve hücresel konjugasyon enzim mekanizmalarından Faz 2 enzimleri altında değerlendirilir. Faz 2 enzimlerinden Glutatyon-S-Transferaz-Pi-1 (GSTP-1) izozimi ve Sitokrom P450 enzim sistemi elemanlarından CYP1A1 ve CYP1B1 enzimleri ekspresyonları incelenerek anevrizma etyopatogenezine katkıda bulunulması amaçlanmaktadır.", "question": "Anevrizma etyopatogenezine hangi enzimlerin ekspresyonları incelenerek katkıda bulunulması amaçlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "CYP1A1 ve CYP1B1" ], "answer_start": [ 668 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Depresyon sözlük anlamı nedir?", "answers": { "text": [ "uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Depresyonun Türkçe karşılığı nedir?", "answers": { "text": [ "çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Depresyon sözcüğünün kökeni nedir?", "answers": { "text": [ "‘depressus’ sözcüğü" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'ne göre dünya nüfusunun ne kadarında depresyon görülmektedir?", "answers": { "text": [ "%3-5" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Depresyon nasıl bir sağlık sorunudur?", "answers": { "text": [ "ciddi bireysel ve toplumsal" ], "answer_start": [ 671 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Depresyonun yaygın görülmesi ne gibi sonuçlara yol açar?", "answers": { "text": [ "yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı" ], "answer_start": [ 573 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Depresyon psikiyatristler tarafından nasıl ifade edilmektedir?", "answers": { "text": [ "soğuk algınlığı" ], "answer_start": [ 502 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Depresyon nedir?", "answers": { "text": [ "ruhsal bozukluk" ], "answer_start": [ 171 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Depresyon kişinin algılamasında ne tür değişikliklere yol açar?", "answers": { "text": [ "baskın ve kesintisiz duygu hali" ], "answer_start": [ 880 ] } }, { "context": "Depresyon sözlük anlamı olarak uyaranlara karşı duyarlılığın azalması, girişim gücünün ve kendine güvenin yiterek umutsuzluğun, karamsarlığın güçlenmesi biçiminde beliren ruhsal bozukluktur. Depresyonun Türkçe karşılığı çökkünlük veya ruhsal çöküntü halidir. Sözcüğün etimolojisine bakılınca ‘depressus’ sözcüğünden köken aldığı görülür. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ ye göre dünya nüfusunun ortalama %3-5’ inde depresyon görülmektedir. Oldukça sık görüldüğünden psikiyatristler tarafından ruh sağlığının soğuk algınlığı olarak ifade edilmektedir. Depresyon yaygın görülmesi, yüksek kronikleşme ve yineleme oranı, yüksek intihar riski ve iş gücü kaybı oluşturması nedeniyle ciddi bireysel ve toplumsal sağlık sorunudur. Duygu durum bozukluğu olarak tanımlanan depresyon, kişinin iç dünyasında yaşadığı bireylerin hal ve hareketlerini ve çevreyi algılamasında değişikliklere yol açan baskın ve kesintisiz duygu halidir. Yaşanılan bu sürecin kesintisiz olma durumu önemlidir.", "question": "Depresyon sürecinde hangi durum önemlidir?", "answers": { "text": [ "kesintisiz" ], "answer_start": [ 890 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK) hangi triadı ile karakterizedir?", "answers": { "text": [ "mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "TSK nasıl kalıtılmaktadır?", "answers": { "text": [ "otozomal dominant" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "TSK'nin görülme sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "1/6000-1/10000 canlı doğumda 1" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "TSK her iki cinsi nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "eşit oranda" ], "answer_start": [ 308 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "TSK olgularının yaklaşık ne kadarı spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır?", "answers": { "text": [ "2/3" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "TSK1 geni hangi kromozomda yer alır?", "answers": { "text": [ "9q34" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "TSK2 geni hangi kromozomda yer alır?", "answers": { "text": [ "16p13.3" ], "answer_start": [ 471 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "TSK'de hangi protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir?", "answers": { "text": [ "hamartin ve tuberin" ], "answer_start": [ 520 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti nasıl değişkenlik gösterir?", "answers": { "text": [ "değişken" ], "answer_start": [ 771 ] } }, { "context": "Tuberoskleroz kompleksi (TSK); başlıca mental retardasyon, epilepsi ve adenoma sebaseum triadı ile karakterize ailesel, multisistemik bir hastalıktır. TSK en sık görülen tek gen hastalıklarında biri olup, otozomal dominant kalıtılmakta ve 1/6000-1/10000 canlı doğumda 1 görülmektedir. TSK'nde; her iki cinsi eşit oranda etkilenmekte ve ırklar arası farklılık göstermemektedir. Olguların yaklaşık 2/3’ü spontan mutasyon sonucu oluşmaktadır. Sırasıyla TSK1 (9q34) ve TSK2 (16p13.3) genlerinde oluşan mutasyon neticesinde; hamartin ve tuberin protein komplekslerinin oluşumu etkilenmektedir. Bu proteinlerin işlevini kaybetmesi; rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etkiyi bozmakta ve klinik bulguların ortaya çıkmasını sağlamaktadır. Hastalığın başlangıç yaşı ve şiddeti değişken olmakla birlikte, genellikle beş yaş öncesinde epilepsi ve cilt bulguları ile karşımıza çıkabilmektedir.", "question": "Rapamisin sinyal yolağındaki inhibitör etki nasıl bozulur?", "answers": { "text": [ "proteinlerin işlevini kaybetmesi" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Kardiyak cerrahide hangi işlemler komplikasyon riskini artırır?", "answers": { "text": [ "aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Ekstrakorporeal dolaşım hangi bir sürece neden olur?", "answers": { "text": [ "inflamatuvar" ], "answer_start": [ 394 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması neyi tetikler?", "answers": { "text": [ "sistemik inflamatuar sürecini" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Hangi durumlar sistemik inflamatuar sürecini tetikler?", "answers": { "text": [ "kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi" ], "answer_start": [ 536 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Bakteriyel translokasyon sonucu ne gelişebilir?", "answers": { "text": [ "endotoksemi" ], "answer_start": [ 750 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Cerrahinin kendisi inflamatuvar reaksiyonu nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "artırabilir" ], "answer_start": [ 831 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "SIRS sürecinde hangi sistemler aktive olur?", "answers": { "text": [ "kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem" ], "answer_start": [ 942 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Kalp cerrahisinde hangi dolaşım yöntemi uygulanır?", "answers": { "text": [ "ekstrakorporeal dolaşım" ], "answer_start": [ 138 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Ekstrakorporeal dolaşım hangi kan akımını değiştirir?", "answers": { "text": [ "pulsatil" ], "answer_start": [ 489 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu (systemic inflammatory response syndrome, SIRS) sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "SIRS ne anlama gelir?", "answers": { "text": [ "sistemik inflamatuvar yanıt sendromu" ], "answer_start": [ 847 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Kardiyak cerrahide hangi işlemler komplikasyon riskini artırır?", "answers": { "text": [ "aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Ekstrakorporeal dolaşım nasıl bir sürece neden olur?", "answers": { "text": [ "inflamatuvar" ], "answer_start": [ 394 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması neyi tetikler?", "answers": { "text": [ "sistemik inflamatuar sürecini" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Hangi durumlar sistemik inflamatuar sürecini tetikler?", "answers": { "text": [ "kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi" ], "answer_start": [ 536 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Bakteriyel translokasyon sonucu ne gelişebilir?", "answers": { "text": [ "endotoksemi" ], "answer_start": [ 750 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Cerrahinin kendisi inflamatuvar reaksiyonu nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "artırabilir" ], "answer_start": [ 831 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde hangi sistemler aktive olur?", "answers": { "text": [ "kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem" ], "answer_start": [ 894 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Kalp cerrahisinde hangi dolaşım yöntemi uygulanır?", "answers": { "text": [ "ekstrakorporeal dolaşım" ], "answer_start": [ 138 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Ekstrakorporeal dolaşım hangi kan akımını değiştirir?", "answers": { "text": [ "pulsatil" ], "answer_start": [ 489 ] } }, { "context": "Kardiyak cerrahide aortik kanülasyon, dekanülasyon, tam ya da kısmi aortik klempleme gibi işlemlerin yapılıyor olması ayrıca hipotermi ve ekstrakorporeal dolaşım uygulanması diğer cerrahilerden farklı olarak daha sık komplikasyonlarla karşılaşmamıza neden olur. Ekstrakorporeal dolaşım uygulanarak yapılan kalp cerrahisi kanın hücresel, hücre dışı veya humoral bileşenleri tarafından yönetilen inflamatuvar bir sürece neden olur. Kanın kalp akciğer makinesinin devre yüzeyleri ile teması, pulsatil kan akımının laminar akıma değişmesi, kalbin kardiyopleji ile soğuk iskemiye maruziyeti, organlarda iskemi-reperfüzyon hasarı ve hipotermi sistemik inflamatuar sürecini tetiklerler. Ayrıca, barsaklardan oluşan bakteriyel translokasyona ikincil gelişen endotoksemi ve cerrahinin kendisinin getirdiği stres yük inflamatuvar reaksiyonu artırabilir. Bu sistemik inflamatuvar yanıt sendromu sürecinde kompleman sistemi, sitokinler, koagülasyon-fibrinoliz kaskadı, endotel ve hücresel immün sistem gibi birçok yolaklar aktive olur.", "question": "Sistemik inflamatuvar yanıt sendromu ne anlama gelir?", "answers": { "text": [ "sistemik inflamatuvar yanıt sendromu" ], "answer_start": [ 847 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Neonatal aritmiler nedir?", "answers": { "text": [ "yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Yenidoğan döneminde aritmiler hangi yenidoğanlarda görülebilir?", "answers": { "text": [ "yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan" ], "answer_start": [ 161 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Yenidoğanlarda aritmi insidansı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "%1-%5" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Yenidoğan dönemindeki aritmilerin tanı ve tedavi yaklaşımları neden farklıdır?", "answers": { "text": [ "diğer pediatrik yaş gruplarından" ], "answer_start": [ 403 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Neonatal aritmiler hangi iki grupta incelenir?", "answers": { "text": [ "benign ve non-benign aritmiler" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Benign aritmiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol)" ], "answer_start": [ 624 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Non-benign aritmiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı" ], "answer_start": [ 874 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Non-benign aritmilerin özellikleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler" ], "answer_start": [ 1111 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Aritmilerin erken tanınması neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında" ], "answer_start": [ 1198 ] } }, { "context": "Neonatal aritmiler yenidoğan döneminde kalp ritmindeki ya da hızındaki anormal değişimler olarak tanımlanabilir. Yenidoğan döneminde aritmiler nadir değildir ve yapısal kalp hastalığı olan ya da olmayan tüm yenidoğanlarda görülebilir. Yaşamın ilk 10 gününde aritmi insidansı tüm yenidoğanlarda %1-%5 olarak bildirilmektedir. Yenidoğan döneminde görülen aritmilerin nedenleri tanı ve tedavi yaklaşımları diğer pediatrik yaş gruplarından farklıdır. Bu nedenle yenidoğan fizyolojik ve elektrokardiyografik özelliklerinin iyi bilinmesi gerekir. Neonatal aritmiler benign ve non-benign aritmiler olarak iki grupta incelenebilir. Sinüs aritmisi, nodal veya junctional ritim, prematür atrial kontraksiyonlar (supraventriküler ekstrasistol) ve prematür ventriküler kontraksiyonlar (ventriküler ekstrasistol) benign aritmiler olup tedavi gereksinimi yoktur. Non-benign aritmiler ise supraventriküler taşikardi, sinüs nodu disfonksiyonu, atriyoventriküler iletim sistemi bozuklukları, ventriküler taşikardi, uzun QT sendromu, ventriküler fibrilasyon ve elektrolit imbalansına bağlı görülen aritmilerdir. Bu tip aritmiler ani başlangıçlıdır ve hemodinamiyi bozabilirler. Bu yüzden aritmilerin erken tanınması tedavi sürecinin yönetimi ve başarısında önemlidir.", "question": "Prematür atrial kontraksiyonlar hangi tür aritmilerdir?", "answers": { "text": [ "benign" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Kolorektal kanser her yıl kaç vakada teşhis edilmektedir?", "answers": { "text": [ "bir milyondan fazla" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Kolorektal kanser en sık görülen kaçıncı kanser türüdür?", "answers": { "text": [ "3." ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Kolon adenokarsinomu hangi sistemde en çok rastlanan kanserdir?", "answers": { "text": [ "gastrointestinal sistemin" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Kolorektal kanser Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kaçıncı sıradadır?", "answers": { "text": [ "ikinci" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Kolorektal kanser gelişimi açısından hangi faktörler risk artırır?", "answers": { "text": [ "çevresel ve genetik" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Kolorektal kanserin ortalama görülme yaşı nedir?", "answers": { "text": [ "60-65" ], "answer_start": [ 515 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Kolorektal kanserin risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Hücresel adezyon molekülleri (CAM) hangi süreçlerde görev alır?", "answers": { "text": [ "doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyon" ], "answer_start": [ 788 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak ne saptanabilir?", "answers": { "text": [ "Hücresel adezyon molekülleri" ], "answer_start": [ 759 ] } }, { "context": "Kolorektal kanser, her yıl bir milyondan fazla vakanın tanı aldığı ve 600.000 vakanın ölümle sonuçlandığı 3. en sık görülen kanser türüdür. Kolon adenokarsinomu, gastrointestinal sistemin en çok rastlanan kanseridir. Bütün dünyada önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Amerika Birleşik Devletleri'nde kansere bağlı ölüm nedenleri arasında kolorektal kanser ikinci sırada yer almaktadır. Kolorektal kanser gelişimi açısından çevresel ve genetik faktörler gelişme riskini arttırmaktadır. Ortalama görülme yaşı 60-65 olup, 45 yaşından sonra her 10 yılda ikiye katlanarak, 75 yaş civarında en yüksek düzeyine ulaşır. Risk faktörleri arasında diyet, genetik faktörler, inflamatuar barsak hastalığı, sigara ve diabetes mellitus gibi faktörler bulunmaktadır. Hücresel adezyon molekülleri doku büyümesi, pıhtılaşma sistemi, yara iyileşmesi ve inflamasyonda görev alırlar. Ayrıca malign hücrelerde invazyon ve metastaz göstergesi olarak saptanabilirler. Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda iyi birer belirteç olabilirler.", "question": "Bazı malign tümörlerin tanı ve prognozunda hangi moleküller iyi birer belirteç olabilir?", "answers": { "text": [ "Hücresel adezyon molekülleri" ], "answer_start": [ 759 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Liken planus (LP) hangi bölgeleri etkileyebilen bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Kutanöz liken planus nasıl karakterizedir?", "answers": { "text": [ "poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklar" ], "answer_start": [ 187 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Liken planus lezyonları genellikle nerede bulunur?", "answers": { "text": [ "üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Liken planus ile hangi faktörler arasında bir ilişki olduğuna işaret edilmektedir?", "answers": { "text": [ "ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler)" ], "answer_start": [ 408 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Liken planus deri lezyonları nasıl bir reaksiyon sonucu oluşur?", "answers": { "text": [ "immün aracılıklı" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Liken planus histolojisi nasıl karakterizedir?", "answers": { "text": [ "yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat" ], "answer_start": [ 731 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Apoptoz nedir?", "answers": { "text": [ "genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir" ], "answer_start": [ 808 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Liken planusun önemli bir belirtisi nedir?", "answers": { "text": [ "apoptotik keratinositler" ], "answer_start": [ 950 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan hangi hücreler sorumludur?", "answers": { "text": [ "T hücrelerini" ], "answer_start": [ 567 ] } }, { "context": "Liken planus (LP) deriyi, müköz membranları, tırnakları ve kıl foliküllerini etkileyebilen inflamatuvar bir mukokutanöz hastalıktır. Kutanöz liken planus, yoğun kaşıntıya neden olabilen, poligonal düz tepeli, viyolase papüller ve plaklarla karakterizedir. Lezyonlar genellikle üst ekstremitelerin fleksör yüzeylerinde, genital bölgede ve müköz membranlarda bulunur. Klinik veriler, liken planus ile bir dizi ekzojen faktöre (örneğin, virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler) maruziyet arasında bir ilişki olduğuna işaret etmektedir. Liken planus deri lezyonlarının, T hücrelerini de içeren immün aracılıklı bir reaksiyon sonucu oluştuğu düşünülmektedir, çünkü liken planus histolojisi artmış sayıda intraepitelyal lenfositler ile yoğun, subepitelyal lenfohistiyositik infiltrat ile karakterizedir. Apoptoz, genetik olarak programlanmış hücre ölümü ile fizyolojik bir süreçtir. Liken planusun önemli bir belirtisi kolloid cisim şeklinde ortaya çıkan apoptotik keratinositlerdir. Liken planusta bazal keratinositlerdeki apoptozdan T hücrelerinin infiltrasyonu sorumlu gibi görünmektedir.", "question": "Liken planus ile ilişkili ekzojen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "virüsler, ilaçlar ve kontakt allerjenler" ], "answer_start": [ 434 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "Karpus kaç kemikten oluşur?", "answers": { "text": [ "sekiz" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "El bileğini oluşturan eklem yüzleri hangi hareketlerde önemli rol oynar?", "answers": { "text": [ "birleşik hareketlerinde" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "Sekiz karpal kemik hangi yapılar tarafından etkilenir?", "answers": { "text": [ "distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksi" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "Proksimal karpal sıra hangi kemiklerden oluşur?", "answers": { "text": [ "skafoid, lunatum ve trikuetrum" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "Proksimal karpal sıra hangi iki yapı arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "radyus ve distal sıra" ], "answer_start": [ 375 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "Proksimal karpal sıranın el bileği hareketlerinde nasıl bir rolü vardır?", "answers": { "text": [ "el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir" ], "answer_start": [ 449 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "Üç proksimal sıra kemiği hangi uyumu sağlamak için pozisyonlarını sürekli olarak ayarlar?", "answers": { "text": [ "eklem uyumunun" ], "answer_start": [ 635 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "Karpusta kaç kemik bulunur?", "answers": { "text": [ "sekiz" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "Eklem uyumu hangi faktörlere bağlıdır?", "answers": { "text": [ "eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne" ], "answer_start": [ 756 ] } }, { "context": "Karpus iki sıra halinde sekiz kemikten oluşur. El bileğini oluşturan eklem yüzleri, el bileğinin ardı sıra olan birleşik hareketlerinde önemli rollere sahiptir. Sekiz karpal kemik, distal radyus, distal ulnanın şekli ve üçgen fibrokartilaj kompleksinden (TFKK) etkilenir. Proksimal sıra skafoid, lunatum ve trikuetrumdan oluşur. Proksimal karpal sıra, çoğu yazar tarafından, radyus ve distal sıra arasına girmiş bir segment olarak ve elden ön kola, el bileği hareketlerinin uyumunda da bir kilit taşı olarak kabul edilir. Böylesi önemli bir rolü yerine getirmek için, üç proksimal sıra kemiği, radyus ve distal sıra arasındaki gerekli eklem uyumunun devamlılığı için, pozisyonlarını ve yönelimlerini sürekli olarak ayarlama ihtiyacı duyarlar. Eklem uyumu, eklem geometrisine ve proksimal sıraya doğrudan bir tendon yapışma yeri olmadığından dolayı, üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere bağlayan bağların bütünlüğüne bağlıdır.", "question": "Proksimal karpal sıradaki üç kemiği birbirine ve etraf kemiklere ne bağlar?", "answers": { "text": [ "bağlar" ], "answer_start": [ 897 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "Kardiyovasküler hastalıklar hangi ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir?", "answers": { "text": [ "endüstrileşmiş ülkelerde" ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "Koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıklar arasında nasıl bir yere sahiptir?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "1990 yılında dünya çapında kaç kişi koroner arter hastalığı nedeniyle hayatını kaybetmiştir?", "answers": { "text": [ "6,3 milyon" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "Koroner arter hastalığı nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "iskemiye bağlı patolojik olaylar" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "Göğüs ağrısı ile acil servise başvuran hastaların yüzde kaçında koroner anjiyografi normal saptanır?", "answers": { "text": [ "%10-30" ], "answer_start": [ 813 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "Kardiyak sendrom X (KSX) ilk kez hangi yılda tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1967" ], "answer_start": [ 985 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "Kardiyak sendrom X (KSX) patofizyolojisinde neyin rol aldığı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "birden fazla mekanizmanın" ], "answer_start": [ 1055 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "Koroner arter hastalığı ile hangi semptom acil servise başvuran hastalarda görülür?", "answers": { "text": [ "göğüs ağrısı" ], "answer_start": [ 728 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "Kardiyak sendrom X (KSX)'de ne tespit edilememektedir?", "answers": { "text": [ "epikardiyal koroner arterlerde vazospazm" ], "answer_start": [ 867 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalıklar günümüzde endüstrileşmiş ülkelerde ölümün önde gelen nedenlerindendir ve gelişmekte olan ülkelerde de 2020’li yıllarda durumun böyle olması beklenmektedir. Bunlar arasında koroner arter hastalığı (KAH) kardiyovasküler hastalıkların en yaygın ortaya çıkan şeklidir ve yüksek mortalite ve morbidite ile ilişkilidir. Geçmişte (1990 yılında) Dünya çapında toplam 6,3 milyon kişinin (tüm ölümlerin %28,9’u) hayatını bu sebeple yitirdiği iddia edilmektedir. Bu oranın 2020 yılında ise %36,3’e yükseleceği beklenmektedir. Koroner arter hastalığı, koroner arterlerde tıkanmaya bağlı olarak miyokardın beslenememesi sonucunda iskemiye bağlı patolojik olaylar olarak tanımlanmaktadır. Koroner arter hastalığı, göğüs ağrısı ile acil servise başvuran ve koroner anjiyografi yapılan hasta grubunun %10-30'unda koroner anjiyografi normal saptanmakta ve epikardiyal koroner arterlerde vazospazm tespit edilememektedir. Kardiyak sendrom X (KSX) adı verilen bu grup ilk kez 1967 yılında tanımlanmıştır. Kardiyak sendrom X'in patofizyolojisinde birden fazla mekanizmanın rol alması, hastalığın tanımı konusunda farklı görüşlerin ortaya çıkmasında etkili olmuştur.", "question": "2020 yılında koroner arter hastalığı nedeniyle ölümlerin yüzdesinin ne kadar olması beklenmektedir?", "answers": { "text": [ "%36,3" ], "answer_start": [ 507 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Karaciğer hücre kordonları hangi yapılar içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır?", "answers": { "text": [ "septum transversum" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını ne meydana getirir?", "answers": { "text": [ "Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Intrauterin 6-7. haftalarda hepatosit grupları arasında hangi hücreler görülür?", "answers": { "text": [ "hemapoetik prekursor" ], "answer_start": [ 301 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta hangi yapılar tarafından kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları neye dönüşür?", "answers": { "text": [ "hücre sıralarına" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Dokuzuncu haftada hangi hücre yapıları belirgindir?", "answers": { "text": [ "hemopoetik hücre adacıkları" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Intrauterin 10. haftada ne olur?", "answers": { "text": [ "hemopoetik hücrelerde artış" ], "answer_start": [ 704 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Portal alanın periferindeki hepatositler hangi yapıları oluşturur?", "answers": { "text": [ "safra kanallarını" ], "answer_start": [ 852 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Intrauterin 26. günde duodenumun ventral duvarında hangi yapı belirir?", "answers": { "text": [ "endodermal bir kalınlaşma" ], "answer_start": [ 981 ] } }, { "context": "Karaciğer hücre kordonları septum transversum içinde ilerleyerek vitellin ve umblikal venlere karşılaşır. Hücre kordonları arasında kalan endotelle döşeli damarlar karaciğer sinuzoidlerinin taslaklarını meydana getirir. Intrauterin 6-7. haftalarda düzgün şekilli poligonal hepatosit grupları arasında hemapoetik prekursor hücreler ve geniş kan damarları görülür. Karaciğerin hemopoetik kök hücreleri başlangıçta vitellus kesesi duvarından, daha sonra aortik, gonadal ve mezonefrik bölgelerden kaynaklanır. Intrauterin 7-8. haftalarda hepatosit grupları yerini hücre sıralarına bırakır. Dokuzuncu haftada hemopoetik hücre adacıkları belirgindir, intrahepatik damarlar daralır. Intrauterin 10. haftada ise hemopoetik hücrelerde artış olur. İnsanlarda kan yapımına ilişkin bulguların çıkmasının ardından portal alanın periferindeki hepatositler değişerek safra kanallarını oluşturmaya başlarlar. Intrauterin 26. günde hepatik divertikulumun tam tabanında duodenumun ventral duvarında endodermal bir kalınlaşma belirir, ventral mezentere doğru tomurcuklanır. Sistik divertikulum denen bu alan safra kesesini ve sistik kanalı oluşturacaktır.", "question": "Sistik divertikulum hangi yapıları oluşturur?", "answers": { "text": [ "safra kesesini ve sistik kanalı" ], "answer_start": [ 1089 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Şizofreni toplumun yüzde kaçını etkiler?", "answers": { "text": [ "% 1" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Şizofreni genellikle kaç yaşından önce başlar?", "answers": { "text": [ "25" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Şizofreninin başlıca belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır" ], "answer_start": [ 266 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Dissosiyatif belirtiler şizofrenili hastalarda nasıl değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir" ], "answer_start": [ 484 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Dissosiyatif belirtiler hangi tür psikopatoloji olarak değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "kronik, kompleks, posttravmatik" ], "answer_start": [ 665 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Çocukluk çağı örseleyici yaşantıları ile ne arasındaki ilişki dikkat çekicidir?", "answers": { "text": [ "Dissosiyatif belirtiler" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres neyin ortaya çıkmasında risk etmenidir?", "answers": { "text": [ "psikiyatrik bozuklukların" ], "answer_start": [ 1093 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Çocukluk çağı örseleyici yaşantıları ile ne arasındaki ilişki bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "Dissosiyatif belirtiler" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, kontrol grubuna göre ne daha fazla görülmüştür?", "answers": { "text": [ "çocukluk çağı travması" ], "answer_start": [ 1489 ] } }, { "context": "Şizofreni, toplumun yaklaşık % 1’ini etkileyen, genellikle 25 yaşından önce başlayan, bütün sosyal sınıflarda görülen, kişilerarası ve mesleki işlevselliği bozan, yaşam boyu devam eden ve yeti yitimine yol açan çok yönlü ruhsal bir hastalıktır. Başlıca belirtileri; sanrılar ve varsanılar, düşünce, konuşma ve davranış bozuklukları, duygularda ve duygulanımda bozulmalar, bilişsel kayıplar ve irade kaybıdır. Dissosiyatif belirtiler de bunlardan bazılarıdır ve şizofrenili hastalarda sanıldığından fazla görüldüğü, pek çok olguda bu belirtilerin gözden kaçabildiği belirtilmiştir. Dissosiyatif belirtiler, çocukluk çağı istismarı ya da ihmali ile yakından ilişkili kronik, kompleks, posttravmatik psikopatoloji olarak değerlendirilmektedir. Dissosiyatif belirtiler ile çocukluk çağı örseleyici yaşantıları arasındaki ilişki de son yıllarda dikkat çekicidir. Çünkü, olağan savunma düzenekleri ve baş etme yolları ile üstesinden gelinemeyecek denli ağır olan ve stres boyutlarını aşan sarsıcı yaşantılar kişinin ruhsal yapısı üzerine özgül etkiler bırakır. Yaşamın ilk yıllarında yaşanan stres, psikiyatrik bozuklukların ortaya çıkması ve devam etmesi konusunda önemli bir risk etmenidir. Çocukluk çağındaki olumsuz yaşantılara ait ruhsal etkiler uzun süre devam etmektedir. Örselenme yaşantılarının sıklığı ve şiddeti, psikopatolojinin çeşitliliği ve sıklığını arttırmaktadır. Son yıllarda şizofreni hastalarında yapılan çalışmalarda, şizofreni hastalarında kontrol grubuna göre daha fazla çocukluk çağı travması görüldüğü bildirilmiştir. Vogel ve arkadaşları şizofrenide çocukluk çağı travmaları varlığı ile dissosiyatif belirtiler arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir.", "question": "Vogel ve arkadaşları şizofrenide hangi iki unsur arasında güçlü bir ilişki olduğunu göstermiştir?", "answers": { "text": [ "Dissosiyatif belirtiler" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "İşitme kayıpları toplumda nasıl bir sağlık problemi olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "İletim tipi işitme kayıpları nasıl gelişebilir?", "answers": { "text": [ "Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "İşitme kayıplarının türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "İletim tipi işitme kayıpları hangi nedenlerle gelişebilir?", "answers": { "text": [ "Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "Sensörinöral işitme kayıplarına yol açan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler" ], "answer_start": [ 448 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "Sensörinöral işitme kayıpları hangi durumun bir komplikasyonu olarak gelişebilir?", "answers": { "text": [ "kronik otitler" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı nedir?", "answers": { "text": [ "iletim tipi" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "İletim tipi işitme kaybı hangi durumlardan kaynaklanabilir?", "answers": { "text": [ "timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları" ], "answer_start": [ 962 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "Çalışmanın konusu nedir?", "answers": { "text": [ "sensörinöral işitme kayıpları" ], "answer_start": [ 234 ] } }, { "context": "İşitme kayıpları toplumun büyük bir kısmını etkileyen önemli sağlık problemlerinden birisidir. Birçok insan işitme kaybı nedeniyle ameliyat olmakta veya işitme cihazı kullanmaktadır. İşitme kayıpları da; iletim tipi işitme kayıpları, sensörinöral işitme kayıpları ve mikst tip işitme kayıpları olarak ayrılmaktadır. Akut ve kronik otitler, travmalar, iyatrojenik uygulamalar gibi birçok nedenden dolayı iletim tipi işitme kayıpları gelişebilirken; yaşlanma, yüksek sese maruziyet, ani işitme kayıpları, konjenital sebepler, enfeksiyonlar, travma gibi nedenler de sensörinöral işitme kayıplarına yol açmaktadır. Çalışmamızın konusunu oluşturan durum ise bu iki işitme kaybının bağlantısıdır. Hem çocuk hem yetişkinlerde sensörinöral işitme kayıpları kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli olarak gelişebilmektedir. Kronik otitli hastalardaki tipik işitme kaybı, iletim tipidir. Ancak sensörinöral işitme kaybı da gelişebilmektedir. İletim tipi işitme kaybı; timpanik membran perforasyonu, osiküler zincirde bütünlüğün bozulması veya fiksasyonu, timpanik membran atelektazisi, orta kulakta kolesteatom veya granülasyon dokuları nedeniyle olmaktadır.", "question": "Kronik otitte sensörinöral işitme kaybı nasıl gelişir?", "answers": { "text": [ "kronik otitin bir komplikasyonu veya sekeli" ], "answer_start": [ 749 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Osmoreseptörler neyi kontrol eden merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eder?", "answers": { "text": [ "su ve tuz alımını ve atılımı" ], "answer_start": [ 135 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Osmoreseptörler hangi nörotransmitterlerin salınımı yoluyla elektrik sinyallerine dönüşür?", "answers": { "text": [ "asetilkolin veya anjiyotensin II" ], "answer_start": [ 84 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Osmoreseptörler hangi sinir sistemi alanlarını aktive eder?", "answers": { "text": [ "merkezî" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Hipotalamustaki osmotik reseptörler nerede bulunur?", "answers": { "text": [ "lateral preoptik çekirdek" ], "answer_start": [ 326 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Hücre dışı sıvı osmolalitesinde %1-2’lik artışlar neyi tetikler?", "answers": { "text": [ "susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Susuzluk ne zaman baskılanır?", "answers": { "text": [ "Tersi bir durumda" ], "answer_start": [ 572 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Osmoreseptörler MSS dışında nerelerde bulunur?", "answers": { "text": [ "afferent sinir uçlarında" ], "answer_start": [ 734 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişikliklere nasıl tepki verir?", "answers": { "text": [ "nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Osmoreseptörler hangi bölgelerdeki ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır?", "answers": { "text": [ "Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "Osmoreseptörler hücre dışı osmotik basınçtaki değişiklikleri nörotransmitter olarak asetilkolin veya anjiyotensin II salınımı yoluyla; su ve tuz alımını ve atılımını kontrol altına alan merkezî sinir sistemi alanlarını aktive eden elektrik sinyallerine dönüştürmekten sorumlu, son derece özelleşmiş hücrelerdir. Hipotalamusta lateral preoptik çekirdekteki osmotik reseptörler ekstraselüler osmolalite değişikliklerine hassastır. Hücre dışı sıvı osmolalitesinde meydana gelen %1-2’lik artışlarla bile bu nöronlar aktive olarak; susuzluğa ve bireyin su içmesine sebep olur. Tersi bir durumda ise susuzluk baskılanır. Merkezî sinir sistemindeki lokalizasyonlarına ek olarak osmoreseptörler; hepatik damarlara, böbreğe ve bağırsağa komşu afferent sinir uçlarında da bulunur.", "question": "Osmoreseptörler su içme davranışını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "susuzluğa" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "Anne sütü her çocuk için ne olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "en temel besin maddesidir" ], "answer_start": [ 100 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve UNICEF anne sütünü nasıl bir besin kaynağı olarak belirtmektedir?", "answers": { "text": [ "eşsiz" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "Çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütü ne zamana kadar önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "en az iki yaşın sonuna kadar" ], "answer_start": [ 565 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "Hangi kuruluşlar çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için önerilerde bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları" ], "answer_start": [ 319 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "UNICEF'e göre çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "Anne sütü" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "Anne sütü hangi yaşa kadar önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "iki yaşın sonuna" ], "answer_start": [ 571 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "Anne sütünün içerdiği maddeler nasıl bir özelliğe sahiptir?", "answers": { "text": [ "değişken" ], "answer_start": [ 63 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "Çocuk sağlığı ile ilgilenen kuruluşlar anne sütü ile beslenmeyi ne zaman önerir?", "answers": { "text": [ "yaşamlarının ilk altı ayı" ], "answer_start": [ 440 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "Çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için anne sütü ile birlikte ne önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "tamamlayıcı beslenme" ], "answer_start": [ 518 ] } }, { "context": "Anne sütü, içerdiği besin maddelerinin miktarı, çeşitliliği ve değişken özelliği ile her çocuk için en temel besin maddesidir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) ve Birleşmiş Milletler Çocuklara Acil Yardım Fonu (UNICEF) çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı olduğunu belirtmektedir. Çocuk sağlığı ile ilgilenen tüm kuruluşlar ve ülkelerin Sağlık Bakanlıkları çocukların uygun büyüme ve gelişmeleri için, yaşamlarının ilk altı ayı tek başına anne sütü ile beslenmelerini, sonrasında tamamlayıcı beslenme ile birlikte anne sütünün en az iki yaşın sonuna kadar sürdürülmesini önermektedir.", "question": "DSÖ ve UNICEF'in anne sütü ile ilgili tavsiyesi nedir?", "answers": { "text": [ "çocukların sağlıklı büyüme ve gelişmesi için anne sütünün eşsiz bir besin kaynağı" ], "answer_start": [ 212 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "Bağışıklık nedir?", "answers": { "text": [ "canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneği" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "Enfeksiyonlar immün yetmezliklerin hangi özelliğidir?", "answers": { "text": [ "en sık görülen ortak özelliğidir" ], "answer_start": [ 179 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "İmmün yetmezlikler nelere ayrılır?", "answers": { "text": [ "primer veya sekonder" ], "answer_start": [ 232 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar ne zaman başlar?", "answers": { "text": [ "6 aydan sonra" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "Hücresel immün yetmezliklerde bulgular ne zaman başlayabilir?", "answers": { "text": [ "yenidoğan döneminden" ], "answer_start": [ 413 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "Primer immün yetmezliklerde immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları nasıldır?", "answers": { "text": [ "doğumsal" ], "answer_start": [ 526 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "Primer immün yetmezliklerin prevalansı gelişmiş ülkelerde ne kadardır?", "answers": { "text": [ "1/10,000" ], "answer_start": [ 586 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "Hangi ülkelerde primer immün yetmezlik oranı neden daha yüksek olabilir?", "answers": { "text": [ "akraba evliliğinin fazla olduğu" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "Primer immün yetmezlikler neden klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır?", "answers": { "text": [ "ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması" ], "answer_start": [ 823 ] } }, { "context": "Bağışıklık, canlı organizmanın kendine yabancı olan maddeleri tanıyarak etkisiz hale getirebilme ve/veya yok edebilme yeteneğidir. Dolayısıyla, enfeksiyonlar immün yetmezliklerin en sık görülen ortak özelliğidir. İmmün yetmezlikler primer veya sekonder olabilir. Humoral immün yetmezliklerde enfeksiyonlar 6 aydan sonra başlar, hastaların çoğu 6-9. aylarda bulgu verir. Hücresel immün yetmezliklerde ise bulgular yenidoğan döneminden itibaren başlayabilir. Primer immün yetmezliklerde, immün sistemdeki fonksiyon bozuklukları doğumsaldır. Gelişmiş ülkelerde prevalansı farklı ülkelerde 1/10,000 olarak rapor edilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ve akraba evliliğinin fazla olduğu ülkelerde bu oranın daha yüksek olduğu tahmin edilmektedir. Primer immün yetmezlikler seyrek görülen bir hastalık grubu olmakla birlikte ciddi morbidite ve mortaliteye yol açması nedeni ile klinik ve epidemiyolojik açıdan önem taşır. Kronik ve yineleyen bakteriyel, fungal, protozoal ve viral enfeksiyonlarla seyreder.", "question": "Primer immün yetmezlikler hangi enfeksiyonlarla seyreder?", "answers": { "text": [ "bakteriyel, fungal, protozoal ve viral" ], "answer_start": [ 940 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL) hangi lenfoma türü içinde en sık rastlanır?", "answers": { "text": [ "Non-Hodgkin lenfomalar" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "DBBHL yeni tanıların yaklaşık olarak yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%3-4" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "DBBHL klinik ve morfolojik olarak nasıl bir yapıya sahiptir?", "answers": { "text": [ "heterojen" ], "answer_start": [ 202 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "DBBHL hastaları tipik olarak ne tür bir kitleyle başvurur?", "answers": { "text": [ "çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal" ], "answer_start": [ 238 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "DBBHL evreleme sırasında hastaların durumu genellikle nasıldır?", "answers": { "text": [ "yaygın hastalığa" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "DBBHL nasıl ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "DBBHL histolojisi" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "DBBHL hangi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur?", "answers": { "text": [ "yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi" ], "answer_start": [ 582 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "DBBHL’da birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile ne hesaplanır?", "answers": { "text": [ "Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru" ], "answer_start": [ 914 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "IPI skoru ne üzerinde önemli etkiye sahiptir?", "answers": { "text": [ "prognoz" ], "answer_start": [ 960 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3-4’ünü oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL’da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan Uluslararası Prognostik İndeks (IPI) skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir.", "question": "DBBHL, yavaş seyirli hangi lenfomalardan dönüşebilir?", "answers": { "text": [ "Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma" ], "answer_start": [ 507 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Hekimlik hangi alanlarla uğraşan bir meslektir?", "answers": { "text": [ "insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Hekimlik mesleği neden bilirkişilik yapmakla yükümlüdür?", "answers": { "text": [ "“fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli Tıp hangi alanların kesişim kümesini oluşturur?", "answers": { "text": [ "Tıp ve hukukun" ], "answer_start": [ 463 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli Tıp günümüzde ne tür bir uzmanlık dalıdır?", "answers": { "text": [ "multidisipliner" ], "answer_start": [ 536 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi neye göre değişiklik göstermektedir?", "answers": { "text": [ "her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli bilimlerle ilgili birimler dünyada hangi kuruluşların bünyesinde yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları" ], "answer_start": [ 810 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Ülkemizde Adli Tıp ve Adli Bilimler ile ilgili ne tür faaliyetler mevcuttur?", "answers": { "text": [ "bilimsel" ], "answer_start": [ 938 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Hekimlik mesleği hangi başlık altında yer alır?", "answers": { "text": [ "fen ve sanatları meslek edinenler" ], "answer_start": [ 187 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli Tıp hangi tür tıbbın bir parçasıdır?", "answers": { "text": [ "çağdaş" ], "answer_start": [ 522 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli bilimlerle ilgili birimler genellikle hangi bakanlıkların bünyesinde yer alır?", "answers": { "text": [ "Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları" ], "answer_start": [ 810 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozukluk (BPB) nasıl bir duygudurum bozukluğudur?", "answers": { "text": [ "süreğen gidişli" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozuklukta hangi dönemler arasında 'sağlıklı' dönemler görülebilir?", "answers": { "text": [ "karma (miks) dönemler" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozukluk hangi duygudurum dalgalanmaları ile karakterizedir?", "answers": { "text": [ "yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları" ], "answer_start": [ 358 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozuklukta hangi davranışlar riskli olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar" ], "answer_start": [ 469 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozukluk, kişi ve çevresindekilerin yaşamını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "olumsuz yönde" ], "answer_start": [ 693 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozukluğun yaşam boyu yaygınlığı nedir?", "answers": { "text": [ "% 5" ], "answer_start": [ 783 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozukluk ne tür bir bozukluktur?", "answers": { "text": [ "karmaşık bir duygusal bozukluk" ], "answer_start": [ 906 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozuklukta sosyal ve mesleki işlevsellikte nasıl bir etki görülür?", "answers": { "text": [ "bozulma" ], "answer_start": [ 605 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozukluk hangi dürtüsel davranışlarla karakterizedir?", "answers": { "text": [ "madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar" ], "answer_start": [ 469 ] } }, { "context": "Bipolar Bozukluk (BPB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlere dönebildiği süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur. Bozukluk, dönem dönem yükselmiş (mani, hipomani) ve çökkün (depresyon) duygudurum dalgalanmaları, dürtüsellik ve riskli davranışlar (madde kötüye kullanımı, aşırı para harcama, cinsel istekte artış ve yasal sorunlar) ile karakterizedir. Sosyal ve mesleki işlevsellikte bozulma, intihar riski, sık yineleme gibi nedenlerle kişi ve çevresindekilerin yaşamını olumsuz yönde etkiler ve yeti yitimine neden olur. Bipolar Bozukluk yaşam boyu yaygınlığı % 5 olarak belirtilmektedir. Bipolar Bozukluk, duygudurum düzensizliği ve duygusal deneyimlerin yoğunluğu ile karakterize, karmaşık bir duygusal bozukluktur.", "question": "Bipolar Bozukluk neyle karakterizedir?", "answers": { "text": [ "depresif, manik ya da her dönemin belirtilerini de kapsayan karma (miks) dönemlerle" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus hangi eklemler arasında uzanır?", "answers": { "text": [ "omuz ile dirsek" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus neyin iskeletini oluşturur?", "answers": { "text": [ "kolun" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus cisim kırıkları tüm kırıkların yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%3" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus cisim kırıkları toplumda nasıl bir etki yaratır?", "answers": { "text": [ "önemli bir yük" ], "answer_start": [ 495 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus cisim kırıkları hangi dağılıma sahiptir?", "answers": { "text": [ "bimodal" ], "answer_start": [ 531 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus cisim kırıklarının yaygınlığının ilk grubu kimlerde görülür?", "answers": { "text": [ "genç erkeklerde" ], "answer_start": [ 584 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus cisim kırıklarının ikinci grubu hangi yaş grubundaki kadınlarda görülür?", "answers": { "text": [ "altmış ve seksen" ], "answer_start": [ 669 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması hangi kırıklarının artmasına neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "Humerus cisim" ], "answer_start": [ 317 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus cisim kırıklarının yaygınlığındaki ikinci grup hangi yaş aralığında görülür?", "answers": { "text": [ "altmış ve seksen" ], "answer_start": [ 669 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus neyin yapışma yeridir?", "answers": { "text": [ "birçok kasın" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Ekstübasyon nedir?", "answers": { "text": [ "anestezinin yüksek riskli bir fazı" ], "answer_start": [ 49 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu nasıldır?", "answers": { "text": [ "küçük nitelikte" ], "answer_start": [ 145 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Ekstübasyon esnasında meydana gelebilecek ciddi sorunlar neyle sonuçlanır?", "answers": { "text": [ "yaralanmalar ve hatta ölümle" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Genel anestezinin sonlandırılmasıyla hangi safhaya geçilir?", "answers": { "text": [ "ekstübasyon" ], "answer_start": [ 36 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Zor Havayolu Birliği neyi yayımlamıştır?", "answers": { "text": [ "trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber" ], "answer_start": [ 557 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem var mıdır?", "answers": { "text": [ "Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır" ], "answer_start": [ 623 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Ekstübasyon nasıl bir süreçtir?", "answers": { "text": [ "anestezinin yüksek riskli bir fazı" ], "answer_start": [ 49 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Ekstübasyon hangi aşamada optimize edilebilir?", "answers": { "text": [ "iyi bir planlama" ], "answer_start": [ 732 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Uluslararası hava yolu yönetim kılavuzları daha çok hangi hastaların ekstübasyonuna vurgu yapmıştır?", "answers": { "text": [ "zor hava yolu olan hastaların" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Genel anesteziden çıkış dönemi olan ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatı tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası hava yolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği, yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır. Henüz her hastayı ekstübe edebilecek tek bir yöntem ortaya konulamamıştır. Ekstübasyon elektif bir süreçtir, iyi bir planlama ile optimize edilebilir.", "question": "Ekstübasyon süreci hangi aşama ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "Genel anesteziden çıkış dönemi" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Yüksek nötrofil sayısı ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "artan mortalite" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Düşük lenfosit sayısı neyin güçlü bir belirleyicisidir?", "answers": { "text": [ "mortalite" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Kardiyovasküler by pass ne ile ilgilidir?", "answers": { "text": [ "nötrofil aktivasyonu" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Artan nötrofil sayıları hangi iki durum ile ilgilidir?", "answers": { "text": [ "kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Nötrofil infiltrasyonu reperfüzyon iskemi sonrası ne yapar?", "answers": { "text": [ "hasarı arttırmaktadır" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Azalmış lenfosit sayısı neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "artmış fizyolojik stresi" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar hangi özelliklere sahip olma eğilimindedir?", "answers": { "text": [ "daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine" ], "answer_start": [ 920 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması neyin bağımsız bir belirleyicisidir?", "answers": { "text": [ "mortalite" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Nötrofil aktivasyonu neyin etkilerini vurgular?", "answers": { "text": [ "yüksek preoperatif seviyelerinin" ], "answer_start": [ 313 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler riski belirlemede birtakım biyolojik inflamasyon markerları belirleyici olmuştur. Yüksek nötrofil sayısı artan mortalite ile ilişkili iken, düşük lenfosit sayısı mortalitenin güçlü değişmez bir belirleyicisi olmuştur. Kardiyovasküler by pass’ın kendisi nötrofil aktivasyonu ile ilgilidir ve bu da yüksek preoperatif seviyelerinin etkilerini vurgulamaktadır. Artan nötrofil sayıları kan viskozite ve hiperkoagulabilitesi ile ilgilidir. Yine lökositin çoklu özellikleri perioperatif miyokardiayal hasara sebebiyet verebilir ve reperfüzyon iskemi sonrası nötrofil infiltrasyonu hasarı arttırmaktadır. Ayrıca azalmış lenfosit sayısı artmış fizyolojik stresi ifade etmektedir. Çok değişkenli risk faktörleri modellerde bile (yaş, böbrek fonksiyonları, diabet gibi) nötrofil/lenfosit oranının yüksek olması bağımsız bir mortalite belirleyicisi olmuştur. Nötrofil/lenfosit oranı yüksek olan gruplar yine ayrıca daha yaşlı, daha zayıf renal fonksiyona sahip, postoperatif reintübasyona gereksinim duyan, 24 saatte daha yüksek troponin seviyelerine sahip olmaya eğilimli olmuştur.", "question": "Lökositin çoklu özellikleri neye sebebiyet verebilir?", "answers": { "text": [ "perioperatif miyokardiayal hasara" ], "answer_start": [ 484 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri neresidir?", "answers": { "text": [ "radius" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "Tüm vücut kırıklarının yüzde kaçı radius distal uç kırıklarıdır?", "answers": { "text": [ "%8-15" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "Acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık yüzde kaçı radius distal uç kırığına sahiptir?", "answers": { "text": [ "%16" ], "answer_start": [ 242 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "Radius distal uç kırıklarının dağılımında hangi üç dönem piki vardır?", "answers": { "text": [ "Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "Acil servise başvuran radius distal uç kırıklı hastaların yüzde kaçı eklem içine açılmamış kırıklardır?", "answers": { "text": [ "%75-80" ], "answer_start": [ 537 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "Radius distal uç kırıklı hastalar acil serviste nasıl tedavi edilir?", "answers": { "text": [ "konservatif" ], "answer_start": [ 602 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "Radius distal uç kırığı en sık hangi yaş grubunda görülür?", "answers": { "text": [ "6-10" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "Radius distal uç kırığı ikinci sıklıkta hangi grupta görülür?", "answers": { "text": [ "düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastalar" ], "answer_start": [ 803 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "6-10 yaş aralığındaki hangi grup en sık radius distal uç kırığı yaşar?", "answers": { "text": [ "hareketli, aktif çocuklar" ], "answer_start": [ 705 ] } }, { "context": "İskelet sistemi kemik kırıkları içinde en çok rastlanan kırık yeri radius kemiğin distal ucunda oluşan kırıklardır. Görülen tüm vücut kırıklarının %8-15’ini meydana getirirler. Kırık nedeniyle acil servise başvurup tedavi görenlerin yaklaşık %16’sı radius distal uç kırıklı hastalardır. Kırığın dağılımda üç dönem piki vardır. Birinci kısımda 5-14 yaş aralığında çocuklar, ikincisinde 50 yaş altında kalan erkek hastalar ve üçüncü kısımda ise 40 yaş üzeri kadın hastalar görünmektedir. Acile başvuran radius distal uç kırıklı hastaların %75-80’i eklem içine açılmamış kırık şeklinde olup acil serviste konservatif olarak ayaktan tedavi edilirler. Radius distal uç kırığı en sık olarak 6-10 yaş aralığında hareketli, aktif çocuklar ilk sırada karşımıza çıkmaktadır. İkinci sıklıktaki grubu ise özellikle düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşama sahip, erken menopoz olan 60-69 yaş aralığında kadın hastaların oluşturduğu görülmektedir.", "question": "Düşük kemik kalitesi ve sedanter yaşam tarzına sahip kadınlar genellikle hangi yaş aralığındadır?", "answers": { "text": [ "60-69" ], "answer_start": [ 869 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Farengeal tonsiller nerede yerleşim gösterir?", "answers": { "text": [ "nazofarenks posterior duvarında" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Nazofarenks en büyük genişliğine hangi yaş aralığında ulaşır?", "answers": { "text": [ "4-10" ], "answer_start": [ 145 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Adenoidler fetal hayatta ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "üçüncü aylarda" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Adenoidler gelişimini ne zaman tamamlar?", "answers": { "text": [ "yedinci ayda" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Adenoidler en büyük hacmine hangi yaşlarda ulaşır?", "answers": { "text": [ "6-7." ], "answer_start": [ 366 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Adenoidler puberteden sonra ne olur?", "answers": { "text": [ "atrofiye" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Adenoid doku hipertrofisine yol açabilecek etkenler nelerdir?", "answers": { "text": [ "İritanlar, antijenik etkenler" ], "answer_start": [ 447 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Adenoid dokularda bakteri kolonizasyonu ne zaman oluşmaya başlar?", "answers": { "text": [ "postnatal ilk haftalarda" ], "answer_start": [ 544 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı nasıl bir görev üstlenir?", "answers": { "text": [ "lokal antikor üretiminde" ], "answer_start": [ 707 ] } }, { "context": "Farengeal tonsiller nazofarenks posterior duvarında yerleşim gösteren, rosenmüller fossaya uzanım gösteren lenfoid dokudur. Nazofarenks ortalama 4-10 yaşlarında en büyük genişliğine ulaşır. Fetal hayatta üçüncü aylarda, mükoz glandlarla birlikte ortaya çıkan adenoidler yedinci ayda gelişimini tamamlar ve doğumda mevcuttur. Postnatal ilk yıllarda giderek büyüyerek 6-7. yaşlarda en büyük hacmine ulaşır ve puberteden sonra giderek atrofiye olur. İritanlar, antijenik etkenler adenoid doku hipertrofisine yol açabilir. Ayrıca adenoid dokularda postnatal ilk haftalardan itibaren bakteri kolonizasyonu oluşmaya başlar. Adenoidler nazofarenksteki mikroorganizmalara karşı devamlı bir immun cevap hazırlayarak lokal antikor üretiminde önemli görevler üstlenmektedirler.", "question": "Fetal hayatta adenoidler hangi yapılarla birlikte ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "mükoz glandlarla" ], "answer_start": [ 220 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin kanlanması hangi arterlerden sağlanır?", "answers": { "text": [ "farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arter" ], "answer_start": [ 64 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin venöz drenajı hangi yapı yoluyla olur?", "answers": { "text": [ "farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin lenfatik drenajı ilk olarak hangi lenf nodlarına doğru olur?", "answers": { "text": [ "retrofarengeal lenf nodlarına" ], "answer_start": [ 232 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin afferent lenfatikleri var mıdır?", "answers": { "text": [ "Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur" ], "answer_start": [ 330 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin duyusal innervasyonu hangi sinirler tarafından sağlanır?", "answers": { "text": [ "nervus glossofaringeus ve nervus vagus" ], "answer_start": [ 394 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin kanlanması hangi arterin dalları ile sağlanır?", "answers": { "text": [ "eksternal karotid arter" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin venöz drenajı hangi vene doğru olur?", "answers": { "text": [ "internal juguler vene" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin lenfatik drenajı ikinci olarak hangi lenf nodlarına doğru olur?", "answers": { "text": [ "derin juguler lenf nodlarına" ], "answer_start": [ 272 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin duyusal innervasyonu hangi iki sinir ile sağlanır?", "answers": { "text": [ "nervus glossofaringeus ve nervus vagus" ], "answer_start": [ 394 ] } }, { "context": "Adenoidlerin kanlanması, eksternal karotid arterin dalları olan farengea assendans, internal maksiller arter ile fasial arterden olmaktadır. Venöz drenajı, farengeal pleksus yoluyla internal juguler vene olur. Lenfatik drenaj, önce retrofarengeal lenf nodlarına ve oradan derin juguler lenf nodlarına doğru bir akış izlemektedir. Adenoidlerin afferent lenfatikleri yoktur. Duyusal innervasyonu nervus glossofaringeus ve nervus vagus ile sağlanmaktadır.", "question": "Adenoidlerin neyi yoktur?", "answers": { "text": [ "afferent lenfatikleri" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsillerin yerleşimi nerededir?", "answers": { "text": [ "orofarenks lateral duvarında" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsilin ortalama vertikal çapı nedir?", "answers": { "text": [ "20 mm" ], "answer_start": [ 184 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsilin transvers çapı kaç mm'dir?", "answers": { "text": [ "10-15 mm" ], "answer_start": [ 206 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsilin kalınlığı kaç mm'dir?", "answers": { "text": [ "10 mm" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsilin uzun ekseni hangi yönde uzanır?", "answers": { "text": [ "yukarıdan aşağı ve geriye" ], "answer_start": [ 260 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsiller ilk hangi yaşlarda hipertrofiye olur?", "answers": { "text": [ "5-6" ], "answer_start": [ 300 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsiller pubertede nasıl bir değişim gösterir?", "answers": { "text": [ "en büyük hacmine" ], "answer_start": [ 338 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsiller hipertrofiye olduğunda hangi bölgeye kadar ilerleyebilir?", "answers": { "text": [ "nazofarenkse kadar" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak hangi bozukluklar görülür?", "answers": { "text": [ "obstrüktif uyku bozuklukları" ], "answer_start": [ 632 ] } }, { "context": "Tonsiller ovoid biçimde olup yerleşimleri orofarenks lateral duvarında yer almaktadır. Yaşa ve kişiye göre şekli ve büyüklüğü farklılık göstermektedir. Tonsilin ortalama vertikal çapı 20 mm, transvers çapı 10-15 mm ve kalınlığı 10 mm’dir. Tonsilin uzun ekseni yukarıdan aşağı ve geriye doğrudur. İlk 5-6 yaşta hipertrofiye olup pubertede en büyük hacmine ulaşmaktadır. Genelde orofarenks ile sınırlıdırlar fakat tonsiller hipertrofiye olduğunda nazofarenkse kadar ilerleyip, nazofarengeal yetmezlik veya nazal obstrüksiyona neden olabilirler. Çoğunlukla da hipofarenkse doğru büyüme gösterirler. Tonsiller hipertrofiye bağlı olarak obstrüktif uyku bozuklukları görülmektedir.", "question": "Tonsiller genelde nerede sınırlıdır?", "answers": { "text": [ "orofarenks" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Palatin tonsiller hangi doku kitlelerinden oluşur?", "answers": { "text": [ "lenfoid" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Tonsil yüzeyini kaplayan epitel altındaki bağ dokusunda ne oluşur?", "answers": { "text": [ "kripta" ], "answer_start": [ 221 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Kriptaların duvarları ne içerir?", "answers": { "text": [ "lenf nodülü" ], "answer_start": [ 104 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Tonsillerin epitelyal döşemeleri ne ile infiltre olmuştur?", "answers": { "text": [ "lenfositler" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Solunum ve sindirim sisteminin ortak giriş yeri nedir?", "answers": { "text": [ "farinks açıklığı" ], "answer_start": [ 498 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Tonsiller tekrarlayan enfeksiyonlarda neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "enflamasyon" ], "answer_start": [ 589 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa ne olur?", "answers": { "text": [ "bakteriler tonsillere yerleşebilir" ], "answer_start": [ 691 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Tonsillerde afferent lenf damarları bulunur mu?", "answers": { "text": [ "bulunmamaktadır" ], "answer_start": [ 839 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Tonsiller nasıl drene olur?", "answers": { "text": [ "Efferent damarları sayesinde" ], "answer_start": [ 856 ] } }, { "context": "Palatin tonsiller lenfoid doku kitlelerinden oluşmaktadır. Yapısal olarak tonsil mukozasında çok sayıda lenf nodülü bulunmaktadır. Tonsil yüzeyini kaplayan çok katlı yassı epitel altındaki bağ dokusuna çökerek çok sayıda kripta adı verilen çöküntüleri oluşturur. Bu kriptaların duvarları lenf nodülleri içermekte ve epitelyal döşemeleri tipik olarak lenfositler ile infiltre olmuştur. Bu infiltrasyon nedeni ile epitelin ayırt edilmesi zorlaşır. Solunum ve sindirim sistemini ortak giriş yeri olan farinks açıklığı tonsiller tarafından korunur. Tekrarlayan enfeksiyonlara tonsiller dokuda enflamasyon yaratabilir. Enfeksiyona yol açan bakteriler tonsillerin baş edemeyeceği düzeye ulaşırsa, bakteriler tonsillere yerleşebilir. Böyle bir durumda da tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması önerilmektedir. Tonsillerde afferent lenf damarları bulunmamaktadır. Efferent damarları sayesinde de tonsiller drene olur.", "question": "Tonsillerin cerrahi olarak çıkarılması ne olabildiğinde önerilir?", "answers": { "text": [ "bakteriler tonsillere yerleşebilir" ], "answer_start": [ 691 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Havayolu yönetimi neyin köşe taşıdır?", "answers": { "text": [ "resüsitasyonu" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Havayolu yönetiminin sorumluluğu kime aittir?", "answers": { "text": [ "acil hekimine" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Acil serviste havayolu yönetiminin zorluklarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "Hasta genellikle aç değildir" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Kısa sürede ne yapmak gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "zor havayoluna karar vermek" ], "answer_start": [ 423 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Trakeal entübasyon için standart yöntem nedir?", "answers": { "text": [ "Direkt laringoskopi" ], "answer_start": [ 511 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Normal popülasyonun yüzde kaçında entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir?", "answers": { "text": [ "%5.8" ], "answer_start": [ 601 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Zor entübasyon durumu hangi koşullarda daha geçerlidir?", "answers": { "text": [ "acil entübasyon durumlarında" ], "answer_start": [ 712 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Havayolu yönetimi acil uzmanlığı için nasıl tanımlanan bir beceridir?", "answers": { "text": [ "gerekli" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Acil serviste havayolu yönetiminde ne için yeterince zaman yoktur?", "answers": { "text": [ "medikasyon ve tıbbi öykü" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Havayolu yönetimi, resüsitasyonun köşe taşıdır ve acil uzmanlığı için gerekli olarak tanımlanan bir beceridir. Havayolu yönetiminin sorumluluğu esas olarak acil hekimine aittir ve bütün havayolu yönetim teknikleri acil hekimliği alanının kapsamı içerisindendir. Acil serviste havayolu yönetiminin birçok zorluğu bulunmaktadır. Hasta genellikle aç değildir, medikasyon ve tıbbi öykü için yeterince zaman yoktur. Kısa sürede zor havayoluna karar vermek ve alternatif kurtarıcı yöntemleri planlamak gerekmektedir. Direkt laringoskopi, trakeal entübasyon için standart yöntemdir fakat normal popülasyonun %5.8’inde, entübasyon işlemi zor ya da imkansız olabilir. Bu oran, özellikle hastanın ön hazırlığının olmadığı acil entübasyon durumlarında geçerlidir.", "question": "Direkt laringoskopi ne için standart yöntemdir?", "answers": { "text": [ "trakeal entübasyon" ], "answer_start": [ 532 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Farinks nereye kadar uzanır?", "answers": { "text": [ "krikoid kıkırdak seviyesine" ], "answer_start": [ 64 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Farinks önde hangi yapılarla sırasıyla bağlanır?", "answers": { "text": [ "burun, ağız ve larinks" ], "answer_start": [ 183 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Nazofarinks orofarinksten önde hangi yapıyla ayrılır?", "answers": { "text": [ "yumuşak damak" ], "answer_start": [ 321 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar" ], "answer_start": [ 374 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi" ], "answer_start": [ 475 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Genioglossus kası nasıl bir işlev görür?", "answers": { "text": [ "dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Epiglot hangi iki yapıyı işlevsel olarak ayırır?", "answers": { "text": [ "orofarenksi laringofarenksten" ], "answer_start": [ 704 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Epiglot yutma sırasında neyi kapatarak aspirasyonu önler?", "answers": { "text": [ "glottisin üzerini" ], "answer_start": [ 781 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Farinks hangi yapıyla devam eder?", "answers": { "text": [ "özafagus" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "Farinks kafa kaidesi seviyesinde burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak seviyesine kadar uzanarak özafagus ile devam eder. U şeklinde fibromusküler bir yapıdır. Farinks önde burun, ağız ve larinks ile sırasıyla, nasofarinks, orofarinks ve laringofarinkse (pars laryngea) bağlanır. Nazofarinks orofarinksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Büyümüş tonsiller ve lenfoid yapılar nazofarinksten hava akımına en sık engel olabilecek yapılardır. Genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi, orofarengeal obstrükisyonun başlıca nedenidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir genişletici olarak çalışır. Epiglot, dil kökünde işlevsel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarinks) ayırır. Epiglot, yutma sırasında glottisin üzerini kapatarak aspirasyonu önler.", "question": "Nazofarinks orofarinksten arkada nasıl ayrılır?", "answers": { "text": [ "hayali bir düzlem" ], "answer_start": [ 345 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakea hangi vertebra hizasında başlar?", "answers": { "text": [ "6. servikal" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakeanın arka kısmı nasıldır?", "answers": { "text": [ "düz" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakea sol ve sağ ana bronşa hangi vertebra hizasında ayrılır?", "answers": { "text": [ "5. torasik" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakea kaç adet kıkırdak halka tarafından desteklenir?", "answers": { "text": [ "16-20" ], "answer_start": [ 214 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakeadaki reseptörler ne tür uyarılara duyarlıdır?", "answers": { "text": [ "mekanik ve kimyasal" ], "answer_start": [ 334 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakeadaki reseptörler solunumun hangi özelliklerini düzenler?", "answers": { "text": [ "derinliğini ve hızını" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakeadaki reseptörler hangi aktiviteyi azaltarak dilatasyona neden olur?", "answers": { "text": [ "vagal efferent" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan reseptörler nasıl bir adaptasyon gösterir?", "answers": { "text": [ "hızlı adaptasyon" ], "answer_start": [ 613 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakeadaki hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörler neye neden olur?", "answers": { "text": [ "Öksürük ve bronkokonstrüksiyon" ], "answer_start": [ 663 ] } }, { "context": "Trakea, tiroid kıkırdak düzeyinde, 6. servikal vertebra hizasında başlar. Tübüler bir oluşumdur. Arka kısmı düzdür, 5. torasik vertebra hizasında sol ve sağ ana bronşa ayrıldığı bifurkasyoya kadar 10-15 cm boyunca 16-20 adet at nalı şeklinde kıkırdak halka tarafından desteklenir. Trakeada birkaç tip reseptör bulunur. Bu reseptörler mekanik ve kimyasal uyarılara duyarlıdır. Bunlar solunumun derinliğini ve hızını düzenlerler. Bu fonksiyonlarına ek olarak; vagal efferent aktiviteyi de azaltarak, üst hava yolları ve bronşlarda dilatasyon da oluştururlar. Diğer reseptörler, trakeanın tüm çevresi boyunca uzanan hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona neden olurlar.", "question": "Trakea hangi kıkırdak yapı tarafından desteklenir?", "answers": { "text": [ "at nalı şeklinde kıkırdak halka" ], "answer_start": [ 225 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazm nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazm neyi tamamen engelleyebilir?", "answers": { "text": [ "ventilasyon" ], "answer_start": [ 113 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazm hangi reseptörlerin uyarılmasına bağlı olarak oluşabilir?", "answers": { "text": [ "dil, damak ve orofarenks" ], "answer_start": [ 180 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazmın diğer nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazm neden olan durum sonlandıktan sonra ne yapabilir?", "answers": { "text": [ "uzun süre boyunca devam edebilir" ], "answer_start": [ 481 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazm nasıl kendini sınırlar?", "answers": { "text": [ "Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda" ], "answer_start": [ 515 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazm ve bronkospazm kimlerde daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "çocuklarda yetişkinlerde" ], "answer_start": [ 666 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazm ve bronkospazm hangi durumlardan sonra insidansı artar?", "answers": { "text": [ "geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonun" ], "answer_start": [ 736 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazma sebep olabilecek kimyasal durum nedir?", "answers": { "text": [ "kimyasal irritasyon" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Ekstrensek/intrensek laringeal kasların kasılıp glottisin kapanması laringospazm olarak tanımlanır. Laringospazm ventilasyonu tamamen engelleyebilir. Laringospazm, üst havayolunda dil, damak ve orofarenksteki reseptörlerden birinin uyarılmasına sekonder oluşabilir. Laringospazmın diğer nedenleri arasında; üst havayolunda, kimyasal irritasyon, sekresyonlar, kan, su, kusma, pelvik/abdominal organların traksiyonu yer alır. Laringospazma sebep olan durum sonlansa da, laringospazm uzun süre boyunca devam edebilir. Laringeal adduktor nöronları baskılayan hipoksi ve hiperkarbinin gelişmesi sonucunda laringospazm kendi kendini sınırlar. Laringospazm ve bronkospazm, çocuklarda yetişkinlerden daha sık görülmekle birlikte; yakın zamanda geçirilmiş solunum yolu enfeksiyonundan sonra da insidansı artar.", "question": "Laringospazm hangi kasların kasılması ile oluşur?", "answers": { "text": [ "laringeal" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod ne zaman gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "intrauterin dönemde" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Gelişim plastisitesi nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır" ], "answer_start": [ 241 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Fetus, embriyonel gelişim sırasında hangi çevreden kaynaklanan etkilere açıktır?", "answers": { "text": [ "maternal çevreden" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Epigenetik mekanizmalar genlerin işleyişini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "genotipin yapısını değiştirmeden" ], "answer_start": [ 545 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Aynı genetik yapıya sahip bireylerin bazılarında kronik hastalıkların çıkmasının sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar" ], "answer_start": [ 908 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller neyi programlayabilir?", "answers": { "text": [ "hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak" ], "answer_start": [ 1091 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Kritik periyod hangi dönemde gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "intrauterin" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Plastisitenin sürdürülmesi neyin ortaya çıkmasını sağlar?", "answers": { "text": [ "çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Epigenetik mekanizmalar genotipin yapısını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "genotipin yapısını değiştirmeden" ], "answer_start": [ 545 ] } }, { "context": "Çoğu organ ve sistemin gelişimi için kritik periyod intrauterin dönemde gerçekleşir. Doku ve organların gelişimi sırasında plastisitenin sürdürülmesi çevreye daha iyi uyum sağlayan fenotiplerin ortaya çıkmasını sağlar. Gelişim plastisitesi, bir genotipten gelişim sırasında, değişen çevresel ihtiyaçlara yanıt olarak farklı fizyolojik ve morfolojik yapıların gelişmesi olarak tanımlanır. Çevreyle daha uyumlu fenotipik yapının gelişmesi adına, embriyonel gelişim sırasında fetus, maternal çevreden kaynaklanan pek çok etkiye açıktır. Bu etkiler genotipin yapısını değiştirmeden pek çok epigenetik mekanizma ile genlerin işleyişini değiştirerek, bazı yapısal farklılıklara neden olurlar. Pek çok kronik hastalığın multifaktöriyel genetik etkilerin altında ortaya çıktığı bilinmesine rağmen, aynı genetik yapıya sahip bireylerin bir kısmında kronik hastalıklar ortaya çıkarken bir kısmında çıkmamasının sebebi gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar ile açıklanabilir. Fetal büyümeyi tehlikeye atan intrauterin sinyaller, hastalığa yatkın bir şekilde doku farklılaşmasını programlamak için de harekete geçebilirler.", "question": "Kronik hastalıkların ortaya çıkmasının sebebi ne olabilir?", "answers": { "text": [ "gen ve çevre etkileşimi ile ortaya çıkan ve gen ekspresyonunda değişikliklere yol açan epigenetik mekanizmalar" ], "answer_start": [ 908 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Endokan nedir?", "answers": { "text": [ "proteoglikan" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Endokan hangi süreçlerin regülasyonunda önemli bir role sahiptir?", "answers": { "text": [ "anjiogenezis ve inflamatuvar" ], "answer_start": [ 124 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Endokan'ın hangi belirteç olarak kullanılabileceği düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "vasküler disfonksiyon" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Artan endokan seviyeleri hangi durumlarda saptanmaktadır?", "answers": { "text": [ "kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyon" ], "answer_start": [ 325 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Hangi düzeylerin ölçümü ile komplikasyonlarla ilişki değerlendirilmektedir?", "answers": { "text": [ "ADMA ve endokan düzeyleri" ], "answer_start": [ 495 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Bu çalışmada hangi hastalarda serum endokan ile ADMA seviyeleri ölçülmek istenmiştir?", "answers": { "text": [ "diyabetik" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Bu çalışmada hiperglisemi ile ilişkili hangi komplikasyonlar arasındaki ilişki değerlendirilecektir?", "answers": { "text": [ "mikrovasküler" ], "answer_start": [ 762 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Endotel disfonksiyonu hangi durumlarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Diyabetik hastalarda serum endokan ve ADMA seviyeleri ile ne arasındaki ilişki değerlendirilecektir?", "answers": { "text": [ "mikrovasküler komplikasyonlar" ], "answer_start": [ 762 ] } }, { "context": "Endokan (endocan), endotelyal aktivasyonu yansıttığı düşünülen vasküler endotelden salınan bir proteoglikandır. Endokan’ın, anjiogenezis ve inflamatuvar sürecin regülasyonunda önemli bir role sahip olduğu öne sürülmektedir ve vasküler disfonksiyon belirteci olarak kullanılabileceği düşünülmektedir. Artan endokan seviyeleri kanser, sepsis, obezite, hipertansiyon ve enfeksiyonda saptanmaktadır. Endotel disfonksiyonu, ateroskleroz, anjiogenezis, inflamasyon ile vasküler disfonksiyon açısından ADMA ve endokan düzeyleri ölçümünün komplikasyonlarla ilişkisini değerlendirmeye yönelik çalışmalar devam etmektedir. Bu çalışmada, diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek amaçlanmıştır.", "question": "Bu çalışmanın amacı nedir?", "answers": { "text": [ "diyabetik hastalarda serum endokan ile ADMA seviyelerini ölçmek ilave olarak serum endokan ve ADMA düzeyleri ile hiperglisemi ilişkili mikrovasküler komplikasyonlar arasındaki ilişkiyi değerlendirmek" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "Düşmeler yaşlılarda hangi açıdan büyük bir halk sağlığı sorunudur?", "answers": { "text": [ "tıbbi ve ekonomik sonuçları" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "75 yaş üzerindeki nüfusun ne kadarı yılda en az bir kez düşmektedir?", "answers": { "text": [ "üçte biri" ], "answer_start": [ 145 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı hangi yaş grubunda bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "yaşlılarda" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "Düşmeler yaşlılarda hangi duyguyu oluşturarak yaşam kalitesini etkiler?", "answers": { "text": [ "düşme korkusu" ], "answer_start": [ 341 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "kronik hastalıklar" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "Hangi ilaçlar yaşlılarda düşmeye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler" ], "answer_start": [ 548 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişikliklerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "görme keskinliğinde azalma" ], "answer_start": [ 756 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "Reaksiyon süresinde yaşlılarda nasıl bir değişiklik olur?", "answers": { "text": [ "yavaşlama" ], "answer_start": [ 885 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "Yaşlılarda vestibular sistemde nasıl bir değişiklik olabilir?", "answers": { "text": [ "bozulma" ], "answer_start": [ 827 ] } }, { "context": "Düşmeler; yaşlılarda tıbbi ve ekonomik sonuçları açısından büyük bir halk sağlığı sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. 75 yaş üzerindeki nüfusun üçte biri yılda en az bir kez düşmektedir. Düşmeye bağlı en yüksek mortalite ve yeti kaybı yaşlı grupta bildirilmekte, yaşın ilerlemesiyle düşme olasılığı artmaktadır. Bu tür yaralanmalar yaşlıda düşme korkusu oluşturarak yaşam kalitesini ciddi bir şekilde etkilemektedir. Yaşlılarda düşmeye neden olan faktörler kronik hastalıklar (santral sinir sistem, endokrin sistem, kalp damar sistemi…), ilaçlar (benzodiazepin, fenotiyazin, trisiklik antidepresan, bazı antihipertansifler, diuretikler ve narkotikler) ve yaşlılığa bağlı fizyolojik değişikliklerdir. Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişiklikler görme keskinliğinde azalma, karanlığa uyumda azalma, konuşma yarımında bozulma, vestibular sistemde bozulma, reaksiyon süresinde yavaşlama, pozisyon duyusunda ve postürde bozulma, yaşlı yürüyüşünün ortaya çıkmasıdır.", "question": "Yaşlılarda düşmeye neden olan fizyolojik değişikliklerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "pozisyon duyusunda ve postürde bozulma" ], "answer_start": [ 896 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Yaşlılık nasıl bir yaşam dönemi değildir?", "answers": { "text": [ "durağan ve değişmez" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Yaşlılık döneminde hangi güçlerin temelinde varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur?", "answers": { "text": [ "yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Yaşlılık ne gibi doğal ve kaçınılmaz bir durumdur?", "answers": { "text": [ "yaşamın diğer evreleri" ], "answer_start": [ 259 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Bireyin yaşlılığı hangi faktörlere bağlı olarak erken ya da geç, sorunlu ya da az sorunlu olur?", "answers": { "text": [ "kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına" ], "answer_start": [ 361 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Kronolojik olarak yaşlanma hangi yaş üstü olarak kabul edilmiştir?", "answers": { "text": [ "65" ], "answer_start": [ 647 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü hangi yaş aralığını çok yaşlı olarak tanımlar?", "answers": { "text": [ "85 yaş ve üzerini" ], "answer_start": [ 761 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Gerontolojistler yaşlılığı hangi yaş aralığında genç yaşlı olarak sınıflamıştır?", "answers": { "text": [ "65-74" ], "answer_start": [ 842 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Gerontolojistler yaşlılığı hangi yaş aralığında orta yaşlı olarak sınıflamıştır?", "answers": { "text": [ "75-84" ], "answer_start": [ 870 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Toplumlar hangi oranda yaşlı nüfusu olan toplumları genç toplumlar olarak nitelendirir?", "answers": { "text": [ "%4’ten az olduğu" ], "answer_start": [ 1044 ] } }, { "context": "Yaşlılık, durağan ve değişmez bir yaşam dönemi değildir. Tam karşıtı, yaşlılık çeşitli güçlerin etkileşimini içerir. Bu güçlerin temelinde yaşamın tüm evrelerinin zorlamalarına karşın varoluşunu sürdürebilmiş olmanın bilgeliği ve iç görüsü bulunur. Yaşlılık, yaşamın diğer evreleri gibi doğal, kaçınılmaz ve tüm insanlar için geçerli olan bir durumdur. Bireyin kalıtımla getirdiği özelliklerine, beslenmelerine, çevre koşullarına ve kültürel çabalarına göre erken ya da geç sorunlu ya da az sorunlu olur. Yaşlılığı temel alan çalışmaların çoğunda yaşlılık tanımı ve sınıflamasında fizyolojik boyutu ele alınmaktadır. Kronolojik olarak yaşlanma da 65 yaş üstü olarak kabul edilmiştir. Dünya Sağlık Örgütü psikogeriatrik yaşlılık dönemini 65 yaş ve üstünü yaşlı, 85 yaş ve üzerini çok yaşlı olarak tanımlamıştır. Gerontolojistler ise yaşlılığı 65-74 yaş arası genç yaşlı, 75-84 yaş arasını orta yaşlı ve 85 yaş üzerini ileri yaşlılık devri olarak sınıflamışlardır. Toplumlar yaşlı populasyon açısından 65 yaş ve üzeri nüfusun tüm nüfusa oranının %4’ten az olduğu toplumları genç toplumlar, bu oranın %7-10 arasında olduğu toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirmişlerdir.", "question": "Toplumlar hangi oranda yaşlı nüfusu olan toplumları yaşlı toplumlar olarak nitelendirir?", "answers": { "text": [ "%7-10 arasında" ], "answer_start": [ 1098 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "havayolunun açık tutulması" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Endotrakeal entübasyon nasıl bir işlemdir?", "answers": { "text": [ "invaziv" ], "answer_start": [ 188 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Entübasyon öncesinde hangi muayene mutlaka yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "havayolu muayenesi" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Hangi beden kitle indeksi zor maske ventilasyonunda bağımsız bir risk faktörüdür?", "answers": { "text": [ "30kg/m² üzerinde" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Zor entübasyon için hangi sınıflamalar ve ölçümler yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması" ], "answer_start": [ 918 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi için yapılan testler neden yetersiz olabilir?", "answers": { "text": [ "yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir" ], "answer_start": [ 1154 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Zor entübasyon risk faktörlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "morbid obezite" ], "answer_start": [ 548 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Zor entübasyonun öngörüsünü artırmak için ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "bu testleri beraber kullanmak" ], "answer_start": [ 1210 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Zor maske ventilasyonunda risk faktörlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "kısa kalın boyun" ], "answer_start": [ 749 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyonun başlıca endikasyonu ameliyat sırasında hastanın solunumunun devam ettirilmesi amacıyla havayolunun açık tutulmasıdır. Endotrakeal entübasyon komplikasyonları olan invaziv bir işlemdir. Başarısız entübasyon, daha da kötüsü başarısız ventilasyon ve oksijenizasyon hazırlıklı olunması gerekli olan durumlardır. Entübasyon öncesinde ventilasyon ve entübasyonu zor olabilecek hastaları saptamak amacıyla hastaların havayolu muayenesi mutlaka yapılmalıdır. Hastalar rutin anamnez ve fizik muayeneden sonra zor entübasyon öyküsü, morbid obezite, obstrüktif uyku apnesi, çene yapısı, doğumsal anomaliler, baş ve boyun anomalileri açısından araştırılmalıdırlar. Beden kitle indeksinin 30kg/m² üzerinde olması, mandibula protrüzyonu, kısa kalın boyun, sakal varlığı, horlama öyküsü ve 55 yaşın üzerinde olma zor maske ventilasyonunda bağımsız risk faktörleridir. Zor entübasyonu olacağını düşünmek için mallampati sınıflaması, tiromental mesafe ölçümü, sternomental mesafe ölçümü ve Cormack-Lehane laringoskopik sınıflaması gibi ölçümler yapılmaktadır. Ancak hiçbir test tam olarak zor entübasyon ve zor havayolunun belirlenmesi açısından yüksek oranda spesifik ve sensitif değildir. Bu nedenle bu testleri beraber kullanmak öngörü başarısını arttırabilir.", "question": "Hastalarda zor entübasyonu belirlemek için hangi muayene yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "havayolu muayenesi" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Farinks hangi hizadan başlayarak nereye kadar uzanır?", "answers": { "text": [ "krikoid kıkırdak hizasına" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Nazofarinks orofarinks'ten önde hangi yapıyla ayrılır?", "answers": { "text": [ "yumuşak damak" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları hangi doku içerir?", "answers": { "text": [ "adenoid" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Lateral duvarda bulunan palatin tonsiller neyi güçleştirebilir?", "answers": { "text": [ "entübasyonu" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Larinks hangi görevi yapan özelleşmiş bir organdır?", "answers": { "text": [ "sfinkter" ], "answer_start": [ 498 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Larinksin üst sınırı nedir?", "answers": { "text": [ "hipofarinks" ], "answer_start": [ 583 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Larinksin alt sınırı nedir?", "answers": { "text": [ "trakea" ], "answer_start": [ 606 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Larinks hangi vertebralar arasında yer alır?", "answers": { "text": [ "3. ve 6." ], "answer_start": [ 626 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Larinks hangi yapılarla birbirine bağlanmıştır?", "answers": { "text": [ "ligament ve kaslar" ], "answer_start": [ 851 ] } }, { "context": "Farinks; kafatabanı hizasında burnun arka kısmından başlayıp krikoid kıkırdak hizasına kadar uzanarak özefagus ile devam eder. Nazofarinks ve orofarinksten oluşmuştur. Nazofarinks, orofarinks’ten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nazofarinks tavanı ve posterior duvarları özellikle çocuklarda büyüyerek havayolunu tıkayabilen adenoid doku içerir. Lateral duvarda bulunan palatin tonsillerde büyüyerek entübasyonu güçleştirebilirler. Larinks; hava pasajlarının giriş yolunda sfinkter görevi yapan ve ses oluşumundan sorumlu özelleşmiş bir organdır. Üst sınırı hipofarinks alt sınırı trakeadır. Servikal 3. ve 6. vertebralar arasında yer alır. Kıkırdak bir iskeletten oluşmuştur. Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan oluşur. Bu kıkırdaklar ligament ve kaslarla birbirine bağlanmıştır.", "question": "Larinks hangi kıkırdaklardan oluşur?", "answers": { "text": [ "Tiroid kıkırdak, krikoid kıkırdak, epiglot, 2 adet aritenoid kıkırdak, 2 adet kornikulat kıkırdak ve kuneiform kıkırdaklardan" ], "answer_start": [ 702 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "Yoğun bakım ünitelerinde hastane enfeksiyonları nasıl bir risk faktörü olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "mortaliteyi artıran" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "Yoğun bakım hastalarında enfeksiyon riski neye bağlı olarak artmaktadır?", "answers": { "text": [ "yatış süresine" ], "answer_start": [ 280 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların görülme oranı nasıldır?", "answers": { "text": [ "daha fazla" ], "answer_start": [ 258 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "YBÜ hastalarında hangi tür enfeksiyonların riski artmaktadır?", "answers": { "text": [ "pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "Yoğun bakım ünitelerinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkması neye neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir" ], "answer_start": [ 773 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "Yoğun bakım ünitelerinde enfeksiyon riskini artıran invazif girişimlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "entübasyon ve kateterizasyon" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "Antimikrobiyal dirençli patojenler hangi süreçte ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde" ], "answer_start": [ 661 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için neyi beraberinde getirmektedir?", "answers": { "text": [ "klinik ve ekonomik yükü" ], "answer_start": [ 919 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "Yoğun bakım hastalarında immün yanıtlar nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "bozulması" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Günümüzde sağlıkta tanı ve tedavi sürecindeki gelişmelerle birlikte gündeme giren hastane enfeksiyonları, özellikle yoğun bakım ünitelerinde (YBÜ) mortaliteyi artıran önemli risk faktörü olarak kabul edilmektedirler. Yoğun bakım hastalarında enfeksiyonların daha fazla görüldüğü, yatış süresine bağlı olarak enfeksiyon riskinin arttığı ve mortaliteye neden olduğu bildirilmiştir. Ayrıca YBÜ’ye yatan hastaların immün yanıtlarının bozulması, entübasyon ve kateterizasyon gibi invazif girişimlerin yapılması nedeniyle pnömoni, idrar yolu ve kan dolaşımı enfeksiyonu gibi nozokomiyal enfeksiyonların riski artmaktadır. YBÜ’ler için bir diğer sorun da hastanelerde yoğun bakım öncesi ya da yoğun bakım sürecinde antimikrobiyal dirençli patojenlerin ortaya çıkmasıdır. Bu durum enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir. Hem enfeksiyonlar hem de antimikrobiyal direnç ülkemiz için klinik ve ekonomik yükü de beraberinde getirmektedir.", "question": "Yoğun bakım ünitelerinde antimikrobiyal direnç neden bir sorundur?", "answers": { "text": [ "enfeksiyonların tedavisini zorlaştırmakta ve hatta bazen imkansız hale getirmektedir" ], "answer_start": [ 773 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "Antibiyotik direnci ne açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "halk sağlığı" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç Derlemesi çalışmasında, ABD ve Avrupa'da yaklaşık kaç kişinin AMD nedeniyle öldüğü belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "50.000" ], "answer_start": [ 222 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "2050 yılında AMD'in kaç ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "10 milyon" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "sürveyans çalışmalarının" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) kim tarafından koordine edilmektedir?", "answers": { "text": [ "Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC)" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "EARS hangi ülkeleri kapsamaktadır?", "answers": { "text": [ "AB üye ülkeleri" ], "answer_start": [ 616 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "CAESAR kim tarafından koordine edilmektedir?", "answers": { "text": [ "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi" ], "answer_start": [ 717 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "CAESAR hangi ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesini amaçlamaktadır?", "answers": { "text": [ "Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki" ], "answer_start": [ 789 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi ne zaman CAESAR’a dahil olmuştur?", "answers": { "text": [ "Kasım 2013" ], "answer_start": [ 942 ] } }, { "context": "Antibiyotik direnci, tüm dünyada ve ülkemizde halk sağlığı açısından ciddi bir tehdit oluşturmaktadır. İngiltere’de 2016 yılında yapılan Antimikrobiyal Direnç (AMD) Derlemesi çalışmasında 1 yılda ABD ve Avrupa'da yaklaşık 50.000 kişinin AMD nedeniyle öldüğü ve küresel olarak 700.000 kişiden fazla ölüm olduğu, 2050 yılında ise AMD’in 10 milyon ölüme sebep olabileceği belirtilmiştir. Dirençle mücadelede en önemli basamaklardan birisi sürveyans çalışmalarının yürütülmesidir. Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (EARS) Avrupa Hastalık Önleme ve Kontrol Merkezi (ECDC) tarafından koordine edilmekte ve sadece AB üye ülkeleri kapsamaktadır. Orta Asya ve Doğu Avrupa Antimikrobiyal Direnç Sürveyans Ağı (CAESAR) Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) Avrupa ofisi tarafından koordine edilmekte ve Avrupa Birliği (AB) üyesi olmayan diğer ülkelerdeki direnç verilerinin izlenmesi amaçlanmaktadır. Türkiye Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi Kasım 2013’ten itibaren CAESAR’a dahil olup veri gönderen ülkelerdendir.", "question": "CAESAR’a dahil olan Türkiye hangi sistemi kullanmaktadır?", "answers": { "text": [ "Ulusal Antimikrobiyal Direnç Sürveyans sistemi" ], "answer_start": [ 895 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler kaç temel ilkeye dayalıdır?", "answers": { "text": [ "dört" ], "answer_start": [ 55 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi neyi sınırlandırmada önemlidir?", "answers": { "text": [ "antibiyotik direncinin yaygınlaşmasını" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Antibiyotik direncinin gelişimi için önemli bir risk faktörü nedir?", "answers": { "text": [ "önceki antibiyotik kullanımı" ], "answer_start": [ 426 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Antibiyotik kullanımında en temel amaç nedir?", "answers": { "text": [ "antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır" ], "answer_start": [ 573 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Antibiyotik tedavisine ek yaklaşımları nelerdir?", "answers": { "text": [ "odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi" ], "answer_start": [ 899 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Antibiyotik tedavisi sürecinde neyin tanımlanması gereklidir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyöz episodların" ], "answer_start": [ 633 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi hangi durumda gereklidir?", "answers": { "text": [ "endike olduğunda" ], "answer_start": [ 764 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Antibiyotik tedavisinde hangi verilerin elde edilmesi önemlidir?", "answers": { "text": [ "uygun kültür ve duyarlılık" ], "answer_start": [ 670 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Devitalize dokunun ne yapılması önemlidir?", "answers": { "text": [ "debridmanı" ], "answer_start": [ 1028 ] } }, { "context": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejiler dört temel ilkeye dayalıdır. Bunlar dirençli türlerin sınırlandırılması, enfeksiyonun önlenmesi, enfeksiyonun ortadan kaldırılması ve antibiyotik kullanımının optimize edilmesidir. Antibiyotik kullanımının optimize edilmesi antibiyotik direncinin yaygınlaşmasının sınırlandırılmasında önemli ve gelecek vaat eden bir yöntemdir. Antibiyotik kullanımı yaygın olduğundan ve önceki antibiyotik kullanımı antibiyotiğe dirençli enfeksiyonların gelişimi için önemli bir risk faktörü olduğundan dolayı, buradaki en temel amaç antibiyotiklerin uygun kullanımının sağlanmasıdır. Bu süreç enfeksiyöz episodların tanımlanması, uygun kültür ve duyarlılık verilerinin elde edilmesi, uygun tedavi yöntemlerinin uygulanması, endike olduğunda tedavi için en uygun antibiyotiğin seçilmesi ve uygun antibiyotik dozunun ayarlanmasını içermektedir. Buna ek olarak, odak kontrolünü sağlamak için invazif araçlar ve prostetik araçların çıkartılması, birikimlerin boşaltılması, devitalize dokunun debridmanı ve bakteri kolonizasyonu veya enfeksiyöz olmayan inflamasyon sebeplerinin tedavisi gibi antibiyotik tedavisine ek yaklaşımların da uygulanması da önemlidir.", "question": "Antimikrobiyal direnci sınırlamaya yönelik stratejilerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyonun önlenmesi" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) hangi semptomlarla karakterize bir sendromdur?", "answers": { "text": [ "nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) hangi bulgularla birlikte görülür?", "answers": { "text": [ "pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) ne sonucu ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) sırasında hangi kalp fonksiyonları azalır veya artar?", "answers": { "text": [ "kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) tanısı nasıl konulabilir?", "answers": { "text": [ "dikkatli bir öykü ve fizik muayene" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) için kesin sonuç veren tanısal bir test var mıdır?", "answers": { "text": [ "yoktur" ], "answer_start": [ 505 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) tanısı ne ile konulabilir?", "answers": { "text": [ "dikkatli bir öykü ve fizik muayene" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) hangi ülkelerde hızla artmaktadır?", "answers": { "text": [ "Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde" ], "answer_start": [ 589 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) insidansı hangi süreçte artmaktadır?", "answers": { "text": [ "gün geçtikçe hızla" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Kalp yetmezliği (KY), yapısal ve/veya fonksiyonel bir kardiyak anormallik sonucu istirahat veya efor sırasında azalmış kalp debisi ve/veya artmış intrakardiyak basınçlar sonucunda, nefes darlığı, yorgunluk, halsizlik ve ayak bileği şişmesi gibi semptomlarla birlikte, eşlik eden pulmoner raller, periferik ödem ve artmış juguler venöz basınç gibi bulgular ile karakterize klinik bir sendromdur. Kalp fonksiyonlarını değerlendirmenin birçok yolu olmasına rağmen, KY için kesin sonuç veren tanısal bir test yoktur. KY tanısı dikkatli bir öykü ve fizik muayene ile klinik olarak konulabilir. Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gün geçtikçe hızla insidansı artmaktadır ve hospitalizasyonların en sık sebeplerinden birisidir.", "question": "Kalp yetmezliği (KY) hangi tür sebeplerden biri olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "hospitalizasyonların en sık sebeplerinden biri" ], "answer_start": [ 671 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "Beta blokerler (BB) semptomatik hangi hastalarda mortalite ve morbiditeyi azaltır?", "answers": { "text": [ "DEF-KY" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "BB’lerin hangi etkisi kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "negatif inotropik" ], "answer_start": [ 115 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "BB’ler hangi ilaçlarla kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "ADEI ve diüretiklerle" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "BB’lerin faydası neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "doz" ], "answer_start": [ 373 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol hangi tür selektiftir?", "answers": { "text": [ "β1" ], "answer_start": [ 625 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "BB’ler hangi sınıflarda olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdiği gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY" ], "answer_start": [ 717 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "BB’ler kalbin iş yükünü nasıl azaltır?", "answers": { "text": [ "inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile" ], "answer_start": [ 835 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "Katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin hangi etkisini BB’ler azaltır?", "answers": { "text": [ "kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini" ], "answer_start": [ 967 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "Hedef dozları tolere edemeyen hastalar için ne yapılabilir?", "answers": { "text": [ "daha düşük dozlar kullanılabilir" ], "answer_start": [ 528 ] } }, { "context": "Beta blokerler (BB), semptomatik DEF-KY hastalarında mortalite ve morbiditeyi azaltan ajanlardan biridir. BB’lerin negatif inotropik etkisi zaman zaman kalp yetersizliğinin kötüleşmesine sebebiyet verebilmektedir. Ama ADEI ve diüretiklerle kalp yetmezliği semptomları stabil hale getirildikten sonra sistolik kalp yetmezliği tedavisinde kullanılabilirler. BB’lerin faydası doza bağımlı olduğundan dolayı hedef doza ulaşmak gereklidir, fakat düşük dozların dahi yararı gösterilmiş olduğundan hasta hedef dozları tolere etmiyorsa daha düşük dozlar kullanılabilir. BB’lerden olan bisoprolol, carvedilol, nebivolol ve metaprolol β1 selektif olup spesifik olarak kalp yetmezliğinde kullanılırlar. Bu β1 selektif ajanların NYHA sınıf II ile III KY ve olasılıkla sınıf IV KY olan hastalarda sağ kalımı iyileştirdikleri gösterilmiştir. BB’ler inotropik ve kronotropik antagonizm etkileri ile kalbin iş yükünü azaltırlar. Ek olarak katekolaminler ve diğer sempatomimetiklerin kardiyak biçimlendirme yaparak kalbin fonksiyonlarının kötüleştirme etkisini azaltırlar.", "question": "BB’lerin doza bağımlı faydası nedeniyle neye ulaşmak gereklidir?", "answers": { "text": [ "hedef doz" ], "answer_start": [ 404 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Diüretikler DEF-KY hastalarında hangi amaçla önerilir?", "answers": { "text": [ "konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası ne ile gösterilememiştir?", "answers": { "text": [ "kontrollü çalışmalarla" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı neyi sağlar?", "answers": { "text": [ "etkili ve hızlı bir düzelme" ], "answer_start": [ 334 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Kalp yetmezliğinde hangi durumda diüretik tedavisinin yeri yoktur?", "answers": { "text": [ "konjesyon" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Diürezin fazla yapılması hastaya ne kadar zarar verebilir?", "answers": { "text": [ "yetersiz diürez" ], "answer_start": [ 508 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "KY hastalarında sık kullanılan diüretikler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Kıvrım diüretikleri" ], "answer_start": [ 554 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Tiyazid diüretikler hangi durumda yararlıdır?", "answers": { "text": [ "ciddi olmayan kronik kalp yetersizliği" ], "answer_start": [ 699 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Ciddi kalp yetersizliğinde hangi diüretiklerin kombine kullanılması önerilir?", "answers": { "text": [ "kıvrım diüretikleri ile kombine" ], "answer_start": [ 808 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Kalp yetmezliği bulunan hasta diüretik ajanlara yanıtsızsa hangi yöntemler uygulanabilir?", "answers": { "text": [ "ultrafiltrasyon veya aquaferezis" ], "answer_start": [ 949 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Mekanik sıvı çıkarma metodları hangi durumlarda faydalıdır?", "answers": { "text": [ "diüretik direnci olan olgularda" ], "answer_start": [ 1100 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Diüretikler DEF-KY hastalarında neyin sebep olduğu semptom ve bulguları azaltmak için önerilir?", "answers": { "text": [ "konjesyon" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası ne ile gösterilememiştir?", "answers": { "text": [ "kontrollü çalışmalarla" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı ne sağlar?", "answers": { "text": [ "etkili ve hızlı bir düzelme" ], "answer_start": [ 334 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Diürezin fazla yapılması ne kadar zarar verebilir?", "answers": { "text": [ "yetersiz diürez" ], "answer_start": [ 508 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "KY hastalarında sık kullanılan kıvrım diüretiklerine iki örnek nedir?", "answers": { "text": [ "furosemid, bumetanid" ], "answer_start": [ 575 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Tiyazid diüretikler hangi durumda yararlıdır?", "answers": { "text": [ "ciddi olmayan kronik kalp yetersizliği" ], "answer_start": [ 699 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Ciddi kalp yetersizliğinde hangi diüretiklerle kombine kullanılması önerilir?", "answers": { "text": [ "kıvrım diüretikleri" ], "answer_start": [ 808 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Kalp yetmezliği bulunan hasta diüretik ajanlara yanıtsızsa ne yapılabilir?", "answers": { "text": [ "ultrafiltrasyon veya aquaferezis" ], "answer_start": [ 949 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Mekanik sıvı çıkarma yöntemleri hangi durumda faydalıdır?", "answers": { "text": [ "diüretik direnci olan olgularda" ], "answer_start": [ 1100 ] } }, { "context": "Diüretikler DEF-KY hastalarında konjesyonun sebep olduğu semptom ve bulguların azaltılması için semptomatik tedavi amaçlı önerilirken, diüretiklerin mortalite ve morbidite üzerine faydası olduğu henüz kontrollü çalışmalarla gösterilememiştir. Yüklenme bulguları olan hastalarda diüretiklerin kullanımı dispne ve egzersiz toleransında etkili ve hızlı bir düzelme sağlar. Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri yoktur. Bu hastalarda diürezin fazla yapılması hastaya yetersiz diürez yapmak kadar zarar verebilir. Kıvrım diüretikleri (furosemid, bumetanid) KY hastalarında sık kullanılırlar. Tiyazid diüretikler (hidroklorotiyazid, klortalidon, klorotiyazid) ciddi olmayan kronik kalp yetersizliğinde yararlı olup, ciddi kalp yetersizliğinde sinerji etkisinden dolayı kıvrım diüretikleri ile kombine kullanılması önerilmektedir. Kalp yetmezliği bulunan hasta yukarıda bahsedilen diüretik ajanlara yanıtsızsa; ultrafiltrasyon veya aquaferezis yapılarak sıvı birikimi ve konjesyon azaltılması yoluna gidilebilir. Bu tür mekanik sıvı çıkarma metodları, özellikle diüretik direnci olan olgularda oldukça faydalıdır.", "question": "Kalp yetmezliğinde konjesyon semptom ve bulguları yokken diüretik tedavisinin yeri var mıdır?", "answers": { "text": [ "yoktur" ], "answer_start": [ 453 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talasemi, hangi hemoglobin alt birimlerinin kusurlu sentezi nedeniyle ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talasemi ne tür bir anemi grubudur?", "answers": { "text": [ "hipokrom mikrositer" ], "answer_start": [ 282 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talasemi, hangi iki ana sınıfa ayrılır?", "answers": { "text": [ "α ve β talasemi" ], "answer_start": [ 452 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talasemiye ne sebep olur?", "answers": { "text": [ "hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talasemide hangi bozukluklar ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talasemi hangi durumlarda ciddi-ölümcül anemilere yol açabilir?", "answers": { "text": [ "tedavi edilmezse" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talaseminin klinik tablosu neye bağlı olarak çeşitlilik gösterir?", "answers": { "text": [ "globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talasemi, hangi tür anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösterir?", "answers": { "text": [ "ciddi-ölümcül anemilere" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talasemi, hangi süreçlerde semptomsuz olabilir?", "answers": { "text": [ "hiç semptom görülmemesinden" ], "answer_start": [ 566 ] } }, { "context": "Talasemi; hemoglobin (Hb) A’α veya β-globin alt birimlerinin (α2; β2) sayısal (kantitatif) kusurlu sentezindeki bozukluk nedeniyle; etkin olmayan eritropoez ve artmış hemoliz sonucuyla semptomsuz veya tedavi edilmezse ciddi-ölümcül anemilere kadar farklı klinik çeşitlilik gösteren hipokrom mikrositer anemi grubudur. Globin zincirlerinin birinde veya ikisinde birden kısmi veya tam bozukluk ortaya çıkmaktadır. Talasemiler bozuk globin zincirine göre α ve β talasemi olarak sınıflandırılır. Hastalık klinik tablosu globin zincirinin kantitatif eksikliği nedeniyle; hiç semptom görülmemesinden, inutero kayıplara veya tedavi edilmezse erken çocukluk döneminde ciddi anemilere kadar çeşitlilik göstermektedir.", "question": "Talasemi hangi durumlara kadar çeşitlilik gösterebilir?", "answers": { "text": [ "ciddi anemilere" ], "answer_start": [ 660 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun neye bağlı olarak klinik spektrum çok değişkendir?", "answers": { "text": [ "homozigot veya heterozigot" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Hafif Beta Talasemi Intermedia (BTI) olan olgular hangi döneme kadar asemptomatik izlenebilir?", "answers": { "text": [ "yetişkin çağlara" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Çoğu Beta Talasemi Intermedia (BTI) hastası hangi anemi türü ile seyreder?", "answers": { "text": [ "hafif anemi (Hb 7-9 g/dL)" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Daha ağır klinikle giden Beta Talasemi Intermedia (BTI) hastalarının tanınması hangi yaş aralığında olur?", "answers": { "text": [ "2-6" ], "answer_start": [ 362 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Beta Talasemi Intermedia (BTI) hastaları genellikle hayatlarını nasıl devam ettirirler?", "answers": { "text": [ "transfüzyon gereksinimi olmadan" ], "answer_start": [ 462 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Beta Talasemi Intermedia (BTI) hastalarında hangi durumlar transfüzyon ihtiyacına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik" ], "answer_start": [ 544 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Beta Talasemi Intermedia (BTI) hastalarında inefektif eritropoeze bağlı olarak hangi komplikasyonlar gelişebilir?", "answers": { "text": [ "masif splenomegali ve pansitopeni" ], "answer_start": [ 803 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Splenektomi Beta Talasemi Intermedia (BTI) hastalarında neyi azaltır?", "answers": { "text": [ "transfüzyon gereksinimini" ], "answer_start": [ 876 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Hafif BTI olgularının çoğu hangi yollarla tanı alır?", "answers": { "text": [ "insidental" ], "answer_start": [ 208 ] } }, { "context": "Beta talasemi intermedialı hastalarda genetik mutasyonun homozigot veya heterozigot olması nedeniyle klinik spektrum çok değişkendir. Hafif BTI’lı olgular yetişkin çağlara kadar asemptomatik izlenebilir veya insidental tanı alırlar. Çoğu BTI; hafif anemi (Hb 7-9 g/dL) ile seyreder ve transfüzyon gereksinimi olmaz. Daha ağır klinikle giden hastaların tanınması 2-6 yaş arası olup talasemi majör hastalarından daha geç tanı almış olurlar. Çoğu zaman hayatlarını transfüzyon gereksinimi olmadan devam ettirirler. Araya giren stresör durumlarda; enfeksiyonlar nedeniyle oluşan aplastik veya hemolitik krizler, hipersplenizmle aneminin derinleşmesi, folik asit eksikliği veya gebelik durumlarında transfüzyon ihtiyaçları meydana gelebilir. Beta talasemi intermedialı hastalarda inefektif eritropoeze bağlı masif splenomegali ve pansitopeni gelişebilir. Bu hastalarda splenektomi transfüzyon gereksinimini azaltır.", "question": "Beta Talasemi Intermedia (BTI) hastalarında hemolitik krizler hangi duruma bağlı olarak meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 544 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Dalak neyin bir parçasıdır?", "answers": { "text": [ "retiküloendotelyal sistemin" ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz neye yol açar?", "answers": { "text": [ "dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla" ], "answer_start": [ 173 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Splenomegali aneminin şiddetini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "artırır" ], "answer_start": [ 275 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Erken yaşlarda başlanan düzenli transfüzyon tedavisi ile ne önlenebilir?", "answers": { "text": [ "splenomegali" ], "answer_start": [ 236 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Hipersplenizm genellikle hangi yaş aralığında gelişebilir?", "answers": { "text": [ "5 ile 10" ], "answer_start": [ 426 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Splenektominin terapötik amacı nedir?", "answers": { "text": [ "hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamak" ], "answer_start": [ 549 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Splenomegali neyi artırır?", "answers": { "text": [ "transfüzyon gereksinimi" ], "answer_start": [ 286 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Splenektomi hangi durumu iyileştirmek için yapılır?", "answers": { "text": [ "hemoglobin düzeyini" ], "answer_start": [ 549 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Düzenli transfüzyon tedavisi hangi yaşlarda splenomegaliyi önleyebilir?", "answers": { "text": [ "Erken yaşlarda" ], "answer_start": [ 325 ] } }, { "context": "Dalak; yapısal bozukluğu olan hücreleri ortadan kaldıran ve ortaya çıkan demiri depolayan retiküloendotelyal sistemin bir parçasıdır. Talasemi hastalarında şiddetli hemoliz dalağın kademeli olarak aşırı çalışmasıyla sonuçlanır, sonuçta splenomegali olması aneminin şiddetini artırır ve transfüzyon gereksinimi daha da artar. Erken yaşlarda başlanılan düzenli transfüzyon tedavisi ile splenomegali önlenebilir ancak genellikle 5 ile 10 yaş arasında hipersplenizm gelişebilir. Splenektominin terapötik amacı; özellikle büyüme geriliği olan hastalarda hemoglobin düzeyini iyileştirerek transfüzyon gereksinimini, aşırı demir yükünü azaltmak ve ekstramedüller hematopoez gelişimine karşı koruma sağlamaktır.", "question": "Splenektominin amacı hangi yükü azaltmaktır?", "answers": { "text": [ "demiri" ], "answer_start": [ 73 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "Sağlık çalışanları ne tür malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip kişilerdir?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması'na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanlar kaç başlık altında toplanmıştır?", "answers": { "text": [ "6" ], "answer_start": [ 565 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "Sağlık Bakanlığı'nın 2014 yılında yayınladığı yönetmelikte hangi meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir?", "answers": { "text": [ "sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının" ], "answer_start": [ 782 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "Yönetmeliğin Ek 1'inde sağlık meslek mensupları başlığı altında kaç farklı meslek yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "37" ], "answer_start": [ 972 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "Yönetmeliğin Ek 2'sinde sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları başlığı altında kaç farklı meslek yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "9" ], "answer_start": [ 642 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "2016 yılında Türkiye'de toplam kaç sağlık çalışanı görev yapmaktadır?", "answers": { "text": [ "871.334" ], "answer_start": [ 1184 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "Sağlık çalışanları hangi alanlarda görev yapmaktadır?", "answers": { "text": [ "Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör" ], "answer_start": [ 1111 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "Sağlık çalışanları ne tür kişiler olarak tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması'na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanlar arasında hangi profesyoneller yer alır?", "answers": { "text": [ "tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Sağlık çalışanları, ‘’hastalara ve/veya doku parçaları, kontamine tıbbi malzeme ve donanım, kontamine çevre yüzeyleri ya da hava dahil olmak üzere bulaşıcı malzemelere maruz kalma potansiyeline sahip, sağlık bakım alanlarında çalışan tüm ücretli ve ücretsiz kişiler’’ olarak tanımlanmaktadır. Uluslararası Standart Meslek Sınıflaması’na (ISCO 08) göre sağlık alanında çalışanları; “tıp doktorları, hemşirelik ve ebelik profesyonelleri, geleneksel ve tamamlayıcı tıp profesyonelleri, paramedikal uygulayıcılar, veterinerler ve diğer sağlık profesyonelleri” şeklinde 6 başlık altında toplamıştır. Sağlık Bakanlığı’nın 2014 yılında yayınladığı 29007 Sayılı Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik’te sağlık meslek mensupları ile sağlık hizmetlerinde çalışan diğer meslek mensuplarının iş ve görev tanımlarına yer verilmiştir. Yönetmeliğin Ek 1’inde sağlık meslek mensupları başlığı altında 37 farklı mesleğe, Ek-2’de sağlık kurumundaki diğer meslek mensupları adı altında 9 farklı mesleğe yer verilmiştir. Ülkemizde 2016 yılında Sağlık Bakanlığı, üniversite ve özel sektör olmak üzere üç alanda toplam 871.334 sağlık çalışanı görev yapmaktadır.", "question": "Sağlık Bakanlığı'nın 2014 yılında yayınladığı yönetmeliğin adı nedir?", "answers": { "text": [ "Sağlık Meslek Mensupları ile Sağlık Hizmetlerinde Çalışan Diğer Meslek Mensuplarının İş ve Görev Tanımlarına Dair Yönetmelik" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde neyi yansıtır?", "answers": { "text": [ "toksisite derecesini ve ölüm riskini" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Hiperkaleminin kendisi ölüme neden olur mu?", "answers": { "text": [ "hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz" ], "answer_start": [ 124 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "düşürmez" ], "answer_start": [ 290 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra hiperkalemi nasıl düzeltilir?", "answers": { "text": [ "rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "önemli hipokalemiye" ], "answer_start": [ 537 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "potasyum uygulanmalıdır" ], "answer_start": [ 674 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Fab fragmanları ile tedavi edilen hastalarda hangi ihtiyaç önemlidir?", "answers": { "text": [ "Potasyum replasmanı" ], "answer_start": [ 699 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Fab fragmanları ile tedavi, serum potasyumunda neye yol açar?", "answers": { "text": [ "daha da azalmaya" ], "answer_start": [ 834 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hangi durumdadır?", "answers": { "text": [ "hipomagnezemik" ], "answer_start": [ 899 ] } }, { "context": "Hiperkalemi, akut dijital zehirlenmelerinde sık görülür ve toksisite derecesini ve ölüm riskini yansıtır. Bununla birlikte, hiperkaleminin kendisi ölüme neden olmaz ve insülin ve dekstroz, sodyum bikarbonat veya iyon değişim reçineleri gibi potasyum düşürücü ajanlar ile tedavi mortaliteyi düşürmez. Fab fragmanları ile tedavi başlandıktan sonra, rejenere sodyum potasyum-ATPaz potasyumları hücre içine geri döndürdükçe hiperkalemi hızla düzeltilir. Bu nedenle, potasyum düşürücü ajanlar ile agresif tedavi, antidotal tedavinin ardından önemli hipokalemiye neden olabilir. Dijital zehirlenmesi olan bir hasta hipokalemik ise, hipokalemi digital toksisitesini arttırdığından potasyum uygulanmalıdır. Potasyum replasmanı ihtiyacı, özellikle Fab fragmanları ile tedavi edilecek hastalar için önemlidir çünkü bu tedavi serum potasyumunda daha da azalmaya yol açar. Birçok hipokalemik hasta aynı zamanda hipomagnezemiktir ve magnezyum da verilmelidir.", "question": "Hipomagnezemik hastalara ne verilmelidir?", "answers": { "text": [ "magnezyum" ], "answer_start": [ 920 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Aort koarktasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "bir konjenital kalp hastalığı" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Konjenital kalp hastalıkları ne tür anomalileri ifade eder?", "answers": { "text": [ "yapısal veya fonksiyonel" ], "answer_start": [ 158 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Aort koarktasyonunun insidansı nedir?", "answers": { "text": [ "% 0,8" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Aort koarktasyonu konjenital kalp hastalıklarının yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "% 5-8" ], "answer_start": [ 373 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Aort koarktasyonunun prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "3 – 4/10.000 canlı doğum" ], "answer_start": [ 405 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Aort koarktasyonu hangi cinsiyette daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "Erkeklerde" ], "answer_start": [ 434 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Aort koarktasyonu genellikle aortun hangi bölümünde görülmektedir?", "answers": { "text": [ "sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda" ], "answer_start": [ 599 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Aort koarktasyonuna hangi kapak anomalisi sıklıkla eşlik eder?", "answers": { "text": [ "biküspit aort kapağı" ], "answer_start": [ 727 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Aort koarktasyonunda darlık hangi şekillerde olabilir?", "answers": { "text": [ "diskret (halka şeklinde) veya tübüler" ], "answer_start": [ 876 ] } }, { "context": "Aort koarktasyonu bir konjenital kalp hastalığı olup, konjenital kalp hastalıkları doğumda var olan veya daha sonra tanımlanabilen kardiyovasküler sistemdeki yapısal veya fonksiyonel anomalileri ifade eder. Çocukluk çağındaki morbidite ve mortalitenin önemli nedenlerindendir. İnsidansı % 0,8 olarak bildirilmektedir. Aort koarktasyonu (AK) konjenital kalp hastalıklarının % 5-8’ini oluşturur. Prevalansı 3 – 4/10.000 canlı doğumdur. Erkeklerde daha sık görülmektedir. Aort koarktasyonu, aortadaki segmental daralmayı tanımlamaktadır. Daralma aortun her seviyesinde olabilmekle birlikte, genellikle sol subklavyen arterin arkus aortadan çıkış yerinin distalinde, duktus arteriyozus komşuluğunda görülmektedir. Darlığa sıklıkla biküspit aort kapağı (BAV), istmus ve transvers ark hipoplazisi, bazı hastalarda kardiyovasküler sistemin diğer anomalileri eşlik etmektedir. Darlık diskret (halka şeklinde) veya tübüler şekilde olabilmektedir. Darlığın derecesine ve eşlik eden kalp anomalilerine bağlı olarak farklı semptomlar görülebilmektedir. Koarktasyon çapı, aorta çapının % 45 - % 55’ine ulaştığında semptomlar gelişmeye başlar.", "question": "Aort koarktasyonu çapı ne zaman semptomlar geliştirmeye başlar?", "answers": { "text": [ "% 45 - % 55’ine ulaştığında" ], "answer_start": [ 1073 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Koarktasyon, aort duvarında hangi tabakanın kalınlaşmasından kaynaklanır?", "answers": { "text": [ "mediya tabakasında" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Koarktasyon en sık hangi bölgede yerleşir?", "answers": { "text": [ "arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde" ], "answer_start": [ 166 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "izole koarktasyon" ], "answer_start": [ 399 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Aort koarktasyonu ilk olarak kim tarafından tarif edilmiştir?", "answers": { "text": [ "Morgagni" ], "answer_start": [ 461 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi kim tarafından gerçekleştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "Crafoord ve Nylin" ], "answer_start": [ 588 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Crafoord ve Nylin koarktasyonda hangi cerrahi tekniği kullanmıştır?", "answers": { "text": [ "rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği" ], "answer_start": [ 617 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Waldhausen ve Nahrwold hangi yöntemi tarif etmiştir?", "answers": { "text": [ "subklavyen flep arteriyoplasti" ], "answer_start": [ 819 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Vosschulte hangi yöntemi tarif etmiştir?", "answers": { "text": [ "yama greft aortoplasti" ], "answer_start": [ 872 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Koarktasyon, aort lümenini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "kan akışını" ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Koarktasyon, aort lümenini daraltarak kan akışını engelleyen, aort duvar bütünlüğünün korunduğu, mediya tabakasındaki kalınlaşmadan kaynaklanır. En sık yerleşim yeri arkus aortadan çıkan sol subklavyen arterin hemen distalinde ve duktus arteriyozusun aortaya giriş yerinin tam karşısındadır. Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında, diğer konjenital kalp hastalıklarının eşlik etmediği koarktasyona izole koarktasyon adı verilir. Aort koarktasyonu 1760 yılında Morgagni tarafından inen aortun bir bölümünde daralma olarak tarif edilmiştir. Koarktasyonda ilk başarılı cerrahi 1945 yılında Crafoord ve Nylin tarafından rezeksiyon ve uç uca anastomoz tekniği ile gerçekleştirilmiştir. Takip eden 60 yıl içinde aort koarktasyonunun cerrahi tedavisinde değişik teknikler tanımlanmış ve uygulanmıştır. Waldhausen ve Nahrwold subklavyen flep arteriyoplasti yöntemini, Vosschulte yama greft aortoplasti yöntemini tarif etmiştir.", "question": "Patent duktus arteriyozus (PDA) dışında koarktasyon hangi diğer kalp hastalıklarıyla birlikte olabilir?", "answers": { "text": [ "konjenital kalp hastalıklarının" ], "answer_start": [ 339 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi ne zaman tanımlanabilir?", "answers": { "text": [ "gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, hangi yapı ile birleşir?", "answers": { "text": [ "brankial cep" ], "answer_start": [ 406 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Duktus arteriyozusu hangi arkın distal parçası tarafından oluşturulur?", "answers": { "text": [ "sol altıncı" ], "answer_start": [ 451 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Arkus aorta ve istmik bölge hangi arkdan gelişir?", "answers": { "text": [ "sol dördüncü aortik" ], "answer_start": [ 551 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Aort koarktasyonunun hangi aort arklarının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "dördüncü ve altıncı" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Koarktasyonun embriyolojik patogenezi tam olarak anlaşılmış mıdır?", "answers": { "text": [ "koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır" ], "answer_start": [ 730 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Koarktasyonun oluşumu hakkında öne sürülen hipotezler nelerdir?", "answers": { "text": [ "duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik" ], "answer_start": [ 834 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Aortik ark ve dallarını oluşturan embriyonik kalp tüpünün hangi kesesi inen aortayı oluşturur?", "answers": { "text": [ "trunkoaortik kesesi" ], "answer_start": [ 102 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Hangi arkın sağdaki parçası geriler?", "answers": { "text": [ "altıncı arkın" ], "answer_start": [ 455 ] } }, { "context": "Aortik ark ve dallarının embriyolojisi, normal fetusta inen aortayı oluşturan embriyonik kalp tüpünün trunkoaortik kesesi ile çift dorsal aorta arasındaki altı çift damarsal yapının gestasyonun altıncı ile sekizinci haftaları arasındaki belirme kaybolma yada kalıcı olmaları ile tanımlanabilir. Trunkus arteriyozusun en distalindeki aortik keseden çıkan her bir aortik ark, embriyonik ön barsaktan gelişen brankial ceple birleşir. Duktus arteriyozusu sol altıncı arkın distal parçası oluştururken, sağdaki parçası geriler. Arkus aorta ve istmik bölge sol dördüncü aortik arktan gelişirken, sağ dördüncü ark geriler. Aort koarktasyonunun dördüncü ve altıncı aort arkının gelişimsel anomalisi sonucu oluştuğu düşünülmekle birlikte, koarktasyonun embriyolojik patogenezi halen tam olarak anlaşılamamıştır. Koarktasyonun oluşumu hakkında duktal doku yayılım hipotezi ve hemodinamik hipotez şeklinde hipotezler öne sürülmüştür.", "question": "Aort koarktasyonu hangi gelişimsel anomaliler sonucu oluşur?", "answers": { "text": [ "dördüncü ve altıncı aort arkının" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "En sık hangi arterin anomalileri görülür?", "answers": { "text": [ "innominate" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "Sağ subklavyen arter transvers aortadan ne kadar bir oranla çıkar?", "answers": { "text": [ "% 4" ], "answer_start": [ 144 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "Sağ subklavyen arter neye neden olur?", "answers": { "text": [ "darlığa" ], "answer_start": [ 247 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "Sol subklavyen arterin koarktasyonun distalinden çıkması neye yol açar?", "answers": { "text": [ "nabız ve kan basıncı farklılıkları" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "Willis poligonu çevresinde ne tür patolojiler görülebilir?", "answers": { "text": [ "intrakraniyal anevrizmalar" ], "answer_start": [ 420 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve ne görülebilir?", "answers": { "text": [ "diseksiyonu" ], "answer_start": [ 597 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "Tedavi edilmiş hastalarda hipertansiyon saptanması nadir midir?", "answers": { "text": [ "nadir değildir" ], "answer_start": [ 704 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "Koarktasyon ile hangi patolojinin birlikteliği bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "hemanjiyom" ], "answer_start": [ 736 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "Koarktasyonun proksimalinde ne tür bir kan basıncı oluşur?", "answers": { "text": [ "yüksek" ], "answer_start": [ 814 ] } }, { "context": "En sık aortik arkın ilk dalı olan innominate arter anomalileri görülür. Brakiosefalik arterin iki büyük dalından biri olan sağ subklavyen arter % 4 oranında transvers aortadan çıkar, özefagusun arkasında vasküler ring yaparak trakea ve özefagusta darlığa neden olur. Sol subklavyen arterin, koarktasyonun distalinden çıkması halinde iki kol arasında nabız ve kan basıncı farklılıkları oluşur. Willis poligonu çevresinde intrakraniyal anevrizmalar görülür ve hastaların % 10’unda ciddi nörolojik bulgular oluşturabilir. Koarktasyonlu hastalarda ani ölüm, prematür ateroskleroz, aort anevrizması ve diseksiyonu görülebilir. Rezidüel darlık olmaksızın, tedavi edilmiş hastalarda da hipertansiyon saptanması nadir değildir. Koarktasyon ile hemanjiyom birlikteliği de bildirilmiştir. Koarktasyonun proksimalinde oluşan yüksek kan basıncı nedeniyle oluştuğu düşünülen hemanjiyomların, kan akımını azaltarak istmus hipoplazisine sebep olabileceği varsayılmaktadır.", "question": "Hemanjiyomların neye neden olabileceği varsayılmaktadır?", "answers": { "text": [ "istmus hipoplazisine" ], "answer_start": [ 901 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Kalp kaç ventrikül ve kaç atriumdan oluşur?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Kanın vücuda pompalanmasında vazgeçilemez rolü olan damar hangisidir?", "answers": { "text": [ "aort" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Aorta nereden çıkmaktadır?", "answers": { "text": [ "aortik orifisten" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Asendan aorta nereye kadar olan kısmı tanımlar?", "answers": { "text": [ "aortik arka" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Aorta hangi seviyeye kadar asendan aorta olarak isimlendirilir?", "answers": { "text": [ "2. sternokostal eklem hizasına" ], "answer_start": [ 403 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Aortik arkus hangi yönlerde seyir gösterir?", "answers": { "text": [ "süperiora, daha sonra sola ve posteriora" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Aortik arkus hangi vertebra seviyesinde sonlanır?", "answers": { "text": [ "T4" ], "answer_start": [ 653 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Torasik aorta diğer adıyla ne olarak bilinir?", "answers": { "text": [ "desendan aorta" ], "answer_start": [ 708 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Aorta, aortik arkus seviyesinden sonra nasıl devam eder?", "answers": { "text": [ "torasik aorta" ], "answer_start": [ 761 ] } }, { "context": "Kalp iki ventrikül ve iki atriumdan oluşan, akciğerlerde oksijenize olan kanı, sol ventrikülden vücuda pompalayan bir organdır. Kanın bu vücuda pompalanma işinde, vazgeçilemez rolü olan damar ise aortadır. Aorta, sol ventrikül üzerindeki, aortik orifisten çıkmaktadır. Buradan çıktıktan sonra, aortik arka kadar olan ve pulmoner trunkus ile birlikte seyreden kısmına asendan aorta denilmektedir. Aorta, 2. sternokostal eklem hizasına kadar asendan aorta olarak isimlendirilmektedir ve bu seviyeden sonra aortik arkus gelmektedir. Aortik arkus öncelikle süperiora, daha sonra sola ve posteriora, en son da inferiora doğru giden bir seyir göstermektedir. T4 vertebra seviyesinde aortik arkus sonlanmaktadır ve desendan aorta ya da daha yaygın kullanılan ismiyle, torasik aorta olarak devam etmektedir.", "question": "Aortik arkus hangi üç yönde seyir gösterir?", "answers": { "text": [ "süperiora, daha sonra sola ve posteriora" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Asendan aorta ilk dallarını verdikten sonra hangi arterler oluşur?", "answers": { "text": [ "koroner arterlerdir" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Koroner arterler neyi sağlar?", "answers": { "text": [ "kalbin kendi arteriyel kanını" ], "answer_start": [ 136 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Aorta, arkusu üzerinde ilk olarak hangi dalı verir?", "answers": { "text": [ "brakiosefalik arter" ], "answer_start": [ 230 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Brakiosefalik arter hangi iki dala ayrılır?", "answers": { "text": [ "sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Sağ subklaviyen arter hangi bölgenin arteriyel kanlanmasını sağlar?", "answers": { "text": [ "sağ üst ekstremitenin" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Sağ ana karotid arter hangi bölgelerin arteriyel kanlanmasını sağlar?", "answers": { "text": [ "baş ve boyun" ], "answer_start": [ 485 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Aorta, brakiosefalik arter dalından sonra hangi iki dalı verir?", "answers": { "text": [ "sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter" ], "answer_start": [ 607 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Sol subklaviyen arter hangi bölgenin arteriyel kanlanmasını sağlar?", "answers": { "text": [ "sol üst ekstremitenin" ], "answer_start": [ 700 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Sol ana karotid arter hangi bölgelerin arteriyel kanlanmasını sağlar?", "answers": { "text": [ "baş ve boyun" ], "answer_start": [ 485 ] } }, { "context": "Asendan aorta, sol ventrikülden çıktığı yerden hemen sonra, ilk dallarını vermektedir. Bu dallar koroner arterlerdir. Koroner arterler, kalbin kendi arteriyel kanını sağlamaktadır. Bundan sonra, aorta, arkusu üzerinde, ilk olarak brakiosefalik arter adı verilen dalını vermektedir. Bu arter, sağ subklaviyen arter ve sağ ana karotid arter olmak üzere iki dal vermektedir. Bu dallardan sağ subklaviyen arter sağ üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sağ ana karotid arter baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır. Aorta brakiosefalik arter dalını verdikten sonra, sırasıyla sol ana karotid arter ve sol subklaviyen arter dallarını vermektedir. Sol subklaviyen arter, sol üst ekstremitenin arteriyel kanlanmasını sağlarken, sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını sağlamaktadır.", "question": "Baş ve boyun bölgesinin arteriyel kanlanmasını hangi arterler sağlar?", "answers": { "text": [ "sol ana karotid arter, sağ ana karotid arter ile birlikte" ], "answer_start": [ 756 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Çölyak arter, abdominal aortanın hangi dalıdır?", "answers": { "text": [ "ikinci" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Çölyak arter, aortanın hangi yüzünden doğmaktadır?", "answers": { "text": [ "anterior" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Çölyak arter hangi üç ana dala ayrılmaktadır?", "answers": { "text": [ "sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arter" ], "answer_start": [ 180 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Sol gastrik arter, bu üç ana dal arasında nasıl bir büyüklüğe sahiptir?", "answers": { "text": [ "en küçüğü" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Splenik arter, sol gastrik arterin hangi konumunda yer alır?", "answers": { "text": [ "inferiorunda" ], "answer_start": [ 328 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Splenik arter hangi dallarla birlikte dalağın segmentlerini beslemektedir?", "answers": { "text": [ "sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik" ], "answer_start": [ 403 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı nedir?", "answers": { "text": [ "ana hepatik arter" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda hangi iki dala ayrılır?", "answers": { "text": [ "proper hepatik arter ve gastroduodenal arter" ], "answer_start": [ 643 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Proper hepatik arter ve gastroduodenal arter hangi arterin dallarıdır?", "answers": { "text": [ "ana hepatik arter" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "Çölyak arter, abdominal aortanın ikinci dalıdır. Aortanın anterior yüzünden doğmaktadır. Doğduktan ve yaklaşık olarak 1 cm ilerledikten sonra üç ana dala ayrılmaktadır. Bu dallar, sol gastrik arter, splenik arter ve ana hepatik arterdir. Sol gastrik arter bu üç ana dal arasında en küçüğüdür. Splenik arter, sol gastrik arterin inferiorunda olacak şekilde, çölyak trunkustan doğmaktadır. Splenik arter, sol gastroepiploik arter, kısa gastrik arterler ve pankreatik dallarla birlikte, dalağın segmentlerinin beslenmesini sağlayan dallar vermektedir. Çölyak trunkusun sağa doğru seyreden tek dalı olan ana hepatik arter, duodenumun süperiorunda proper hepatik arter ve gastroduodenal arter olmak üzere iki dala ayrılmaktadır.", "question": "Splenik arter dalağın hangi yapılarını besler?", "answers": { "text": [ "segmentlerini" ], "answer_start": [ 492 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "İnferior mezenterik arterin kaç tane ana dalı vardır?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "İnferior mezenterik arterin ilk dalı nedir?", "answers": { "text": [ "sol kolik arter" ], "answer_start": [ 68 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "Sol kolik arter hangi yapıları beslemektedir?", "answers": { "text": [ "distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra hangi yapıların anteriorunda seyreder?", "answers": { "text": [ "psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların" ], "answer_start": [ 326 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "Çıkan dal, sol böbreği nasıl çaprazlayarak ilerler?", "answers": { "text": [ "önden" ], "answer_start": [ 498 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "Çıkan dal, transvers kolonun hangi kısmını besler?", "answers": { "text": [ "1/3 distalini" ], "answer_start": [ 628 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "Çıkan dal, inen kolonun hangi kısımlarını beslemektedir?", "answers": { "text": [ "süperior kısımlarını" ], "answer_start": [ 658 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "İnen dal, inen kolonun hangi kısımlarını beslemektedir?", "answers": { "text": [ "inferior kısımlarını" ], "answer_start": [ 749 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "İnen dal, hangi arter ile anastomoz yapmaktadır?", "answers": { "text": [ "süperior sigmoid arter" ], "answer_start": [ 794 ] } }, { "context": "İnferior mezenterik arterin üç tane ana dalı bulunmaktadır. Bunlar, sol kolik arter, sigmoid arterler ve süperior rektal arterdir. İnferior mezenterik arterin ilk dalı sol kolik arterdir. Sol kolik arter, distal 1/3 transvers kolon ile inen kolonu beslemektedir. Sol kolik arter, inferior mezenterik arterden doğduktan sonra, psoas major kasının, sol üreterin, sol internal spermatik damarların anteriorunda seyretmektedir. Daha sonra da çıkan ve inen dallara ayrılmaktadır. Çıkan dal, sol böbreği önden çaprazlayarak, transvers kolonun mezenterine girmekte, sonra da süperiora doğru yol almaktadır. Çıkan dal transvers kolonun 1/3 distalini ve inen kolonun süperior kısımlarını beslemektedir. İnen dal ise, inferiora doğru gitmekte ve inen kolonun inferior kısımlarını beslemektedir. İnen dal süperior sigmoid arter ile anastomoz yapmaktadır.", "question": "Sol kolik arter, hangi kasın anteriorunda seyretmektedir?", "answers": { "text": [ "psoas major" ], "answer_start": [ 326 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay nedir?", "answers": { "text": [ "aortun media tabakasının dejenerasyonu" ], "answer_start": [ 49 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "Aort anevrizması, aorta çapının ne kadar artması durumunda oluşur?", "answers": { "text": [ "% 50" ], "answer_start": [ 231 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "Aort anevrizması için risk faktörleri nedir?", "answers": { "text": [ "yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "Aort anevrizması en sık hangi grubu etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "yaşlı erkekleri" ], "answer_start": [ 519 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "65 yaş ve üzeri erkeklerde aort anevrizması prevelansı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "% 1,7" ], "answer_start": [ 598 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "Aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda aort anevrizması prevelansı nedir?", "answers": { "text": [ "% 0,5" ], "answer_start": [ 681 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "Sigara içen erkeklerde aort anevrizması prevelansı hangi aralıkta değişmektedir?", "answers": { "text": [ "% 5 – 7,5" ], "answer_start": [ 744 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "Sigara içen kadınlarda aort anevrizması sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "% 1 – 2" ], "answer_start": [ 806 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "Aort anevrizması en sık hangi yaş grubunda görülür?", "answers": { "text": [ "65 yaş ve üzeri" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Aort anevrizmasının oluşumunda altta yatan olay, aortun media tabakasının dejenerasyonudur. Kan basıncının da etkisi sonucunda dejenere olan aort segmenti zamanla genişlemekte ve aort anevrizması oluşmaktadır. Normal aorta çapının % 50’si kadar ya da daha fazla bir artış olması durumunda buna aort anevrizması denilmektedir. Aort anevrizması için risk faktörleri yaş, erkek cinsiyet, sigara, hipertansiyon, obezite, dislipidemi, kronik obstrüktif akciğer hastalığı ve aile hikayesidir. Aort anevrizması, en sık olarak yaşlı erkekleri etkilemektedir. Öyle ki, 65 yaş ve üzeri erkeklerde prevelansı % 1,7’ye kadar çıkmaktadır, oysa ki aynı yaşlardaki kadın popülasyonunda prevelans % 0,5’tir. Sigara içen erkeklerde, aort anevrizması prevelansı % 5 – 7,5 arasında değişmektedir. Sigara içen kadınlarda ise, % 1 – 2 arası sıklıkta aort anevrizması bulunmaktadır.", "question": "Aortun hangi tabakasının dejenerasyonu aort anevrizmasına neden olur?", "answers": { "text": [ "media tabakası" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Aort anevrizması ruptüre olduğu taktirde nasıl bir ağrı ile prezente olabilir?", "answers": { "text": [ "ani başlangıçlı şiddetli" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Aort anevrizması ruptürü sonucunda hastalarda hangi durumlar gelişebilir?", "answers": { "text": [ "ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Aort anevrizması ruptürü sonucunda hangi semptomlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "hematemez, hemoptizi" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Asendan aortadaki veya aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda ne oluşabilir?", "answers": { "text": [ "kardiyak tamponad" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında, abdominal organlar nasıl bir etki yapabilir?", "answers": { "text": [ "ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Aort anevrizması ruptürünün genel olarak mortalitesi nedir?", "answers": { "text": [ "% 50’den fazla" ], "answer_start": [ 692 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Aort anevrizması olan hastalarda neyin erken tanısı hayati önem taşır?", "answers": { "text": [ "anevrizmanın erken tanısı" ], "answer_start": [ 767 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Ruptüre olmuş bir aort anevrizması nasıl bir başlangıç semptomu gösterir?", "answers": { "text": [ "ani başlangıçlı şiddetli ağrı" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Aort anevrizmasının nadiren ruptüre olduğu bölgede ne tür bir komplikasyon gelişebilir?", "answers": { "text": [ "perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad" ], "answer_start": [ 348 ] } }, { "context": "Aort anevrizması, ruptüre olduğu taktirde, ani başlangıçlı şiddetli ağrıyla prezente olabilmektedir. Hastalarda ani hipotansiyon ve sonucu olarak bilinç değişiklikleri gelişebilmektedir. Akciğerlere ve özofagusa ruptür sonucu hematemez, hemoptizi görülebilmektedir. Nadiren asendan aortadaki ya da aort arkındaki bir anevrizmanın ruptürü sonucunda perikardiyel kavitede kanama ile birlikte hastalarda kardiyak tamponad oluşmasına neden olabilmektedir. Torakoabdominal ve abdominal aort anevrizmalarında bazen, abdominal organlar ruptüre olan yeri kapatıp hastalarda hemodinamik durumun stabil olmasını sağlayabilmektedir. Bununla birlikte, aort anevrizması ruptürü, genel olarak, mortalitesi % 50’den fazla olan bir durumdur. Bu da, aort anevrizması olan hastalarda, anevrizmanın erken tanısının hayati önem teşkil etmesine sebebiyet vermektedir.", "question": "Aort anevrizmasının erken tanısının önemi nedir?", "answers": { "text": [ "hayati önem" ], "answer_start": [ 796 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Splenik arter anevrizması nedir?", "answers": { "text": [ "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Splenik arter anevrizması neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "yaşamı tehdit eden bir durum olması" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Splenik arter anevrizması intraabdominal anevrizmalar arasında hangi sırada yer alır?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda splenik arter anevrizmasının prevelansı ne kadar tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "% 10" ], "answer_start": [ 426 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Splenik arter anevrizmasının kadınlarda erkeklere göre ne kadar daha fazla tanı konulduğu tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "dört kat" ], "answer_start": [ 582 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Splenik arter anevrizması için risk faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve ateroskleroz" ], "answer_start": [ 668 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Splenik arter anevrizması intraabdominal anevrizmalar arasında hangi sıklıkta görülür?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Gebelikte splenik arter anevrizması için risk faktörlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler" ], "answer_start": [ 693 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç nedir?", "answers": { "text": [ "bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulması" ], "answer_start": [ 537 ] } }, { "context": "Splenik arter çapının 1 cm’den daha fazla genişlemesi olarak tanımlanan splenik arter anevrizması, nispeten az sıklıkta görülmesine rağmen, yaşamı tehdit eden bir durum olması nedeniyle önemlidir. Splenik arter anevrizması, intraabdominal anevrizmalar arasında, aort ve iliak arter anevrizmalarından sonra üçüncü sıklıkta gözlenen anevrizma çeşididir. Hatta, otopsi sonuçları üzerinden yapılan bazı çalışmalarda prevelansının % 10’a kadar çıktığı tespit edilmiştir. Splenik arter anevrizması için dikkat çekici bir epidemiyolojik sonuç, bu anevrizmanın kadınlarda erkeklere nazaran dört kat daha fazla tanı konulmasıdır. Splenik arter anevrizması için risk faktörleri travma, gebelikte oluşan hormonal ve lokal hemodinamik değişiklikler, portal hipertansiyon, arteriyel dejenerasyon ve aterosklerozdur.", "question": "Splenik arter anevrizması prevelansı otopsi çalışmalarında ne kadar yüksek olabilir?", "answers": { "text": [ "% 10’a kadar" ], "answer_start": [ 426 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Staphylococcus türleri vücudumuzda neyin bir elemanıdır?", "answers": { "text": [ "doğal flora" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Staphylococcus aureus hangi tür enfeksiyonlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "fatal enfeksiyonlara" ], "answer_start": [ 118 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "S. aureus enfeksiyonları hangi üç durumla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları" ], "answer_start": [ 202 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "S. aureus'un en önemli özelliği nedir?", "answers": { "text": [ "tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış" ], "answer_start": [ 351 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "1942 yılında S. aureus izolatında hangi direnç tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "penisilin" ], "answer_start": [ 473 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "1960'larda S. aureus suşlarına karşı hangi antibiyotiğe direnç gelişmiştir?", "answers": { "text": [ "metisiline" ], "answer_start": [ 614 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "İlk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu ne zaman bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "1961" ], "answer_start": [ 729 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "MRSA suşlarının yayılımı ve prevelansı ne tür bir klinik problem yaratmaktadır?", "answers": { "text": [ "ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem" ], "answer_start": [ 860 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Penisilin dirençli S. aureus suşlarının hangi antibiyotiğe karşı geniş kullanım alanı bulduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "metisiline" ], "answer_start": [ 614 ] } }, { "context": "Staphylococcus türleri doğal floramızın bir elemanıdır. Staphylococcus aureus ise sıklıkla hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara neden olabilen ve en virülan türdür. S. aureus enfeksiyonları; artmış mortalite, uzamış hastanede kalış süresi ve artmış sağlık bakım hizmeti harcamaları ile ilişkili bulunmuştur. S. aureus’un en önemli özelliği tedavisinde kullanılan neredeyse tüm antibiyotiklere direnç kazanmış olmasıdır. 1942 yılında S. aureus izolatında ilk kez penisilin direnci tanımlanmıştır. 1960’larda ise penisilin dirençli S. aureus suşları ile gelişen enfeksiyonlarda geniş kullanım alanı bulan metisiline, kullanımından yalnızca 1 yıl sonra direnç gelişmiştir ve ilk metisiline dirençli S. aureus (MRSA) suşu 1961 yılında bildirilmiştir. Hastanelerde ve toplumda MRSA suşlarının horizontal yayılımı ve giderek artan prevelansı, tüm dünyada ciddi enfeksiyonların tedavisinde önemli bir klinik problem olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Staphylococcus aureus neden en virülan türdür?", "answers": { "text": [ "hastane ve toplum kaynaklı fatal enfeksiyonlara" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Stafilokoklar ilk kez kim tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Alexander Ogston" ], "answer_start": [ 53 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Stafilokoklar ne zaman tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1880" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Stafilokoklar hangi ailede yer alır?", "answers": { "text": [ "Micrococcaceae" ], "answer_start": [ 174 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Staphylococcus cinsi bakterilerin mikroskopik görünümleri nasıldır?", "answers": { "text": [ "üzüm salkımı şeklindedir" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Staphylococcus cinsi içinde kaç tür insanda bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "16" ], "answer_start": [ 526 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Stafilokokların çapı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "0.5-1.5 µm" ], "answer_start": [ 278 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Staphylococcus cinsi içinde insanlara en virülan olan iki tür nedir?", "answers": { "text": [ "S. aureus ve S. lugdunensis" ], "answer_start": [ 710 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Stafilokoklar mikroskopta nasıl bir görünüm sergiler?", "answers": { "text": [ "üzüm salkımı şeklindedir" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Stafilokokların hangi özellikleri yoktur?", "answers": { "text": [ "hareketsiz, sporsuz" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "Stafilokoklar; ilk kez 1880 yılında İskoçyalı cerrah Alexander Ogston tarafından, cerrahi sonrası diz ekleminde abse gelişen bir hastanın drenaj materyalinde tanımlanmıştır. Micrococcaceae ailesinde yer alan Staphylococcus cinsi bakteriler hareketsiz, sporsuz, katalaz pozitif, 0.5-1.5 µm çapında gram pozitif koklardır. Bakterilerin çoğalırken üç boyutta da bölünebilmeleri ve bölünmeden sonra tam ayrılmanın olmaması nedeni ile mikroskopik görünümleri üzüm salkımı şeklindedir. Staphylococcus cinsi içinde yer alan 36 türün 16'sı insanda bulunmaktadır; predispozan bir immunsupresif durum ya da implante yabancı cisim varlığı olmadan bunların yalnızca birkaçı patojeniktir. İnsanlar için en virülan olanları S. aureus ve S. lugdunensis'tir.", "question": "Stafilokoklar hangi testte pozitif sonuç verir?", "answers": { "text": [ "katalaz pozitif" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Linezolid hangi antibiyotik grubuna aittir?", "answers": { "text": [ "Oksazolidinon" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Linezolidin etki mekanizması nedir?", "answers": { "text": [ "bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Linezolid hangi ribozomal alt ünitesine bağlanır?", "answers": { "text": [ "50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Linezolid direnci nasıl gelişir?", "answers": { "text": [ "23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler" ], "answer_start": [ 328 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Linezolid hangi mutasyon ile direnç kazanabilir?", "answers": { "text": [ "G2576T" ], "answer_start": [ 392 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Linezolidin diğer protein sentez inhibitörleri ile çapraz direnç oluşturup oluşturmadığı nedir?", "answers": { "text": [ "görülmez" ], "answer_start": [ 698 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Amerika'da linezolid direnci ilk olarak ne zaman izole edilmiştir?", "answers": { "text": [ "birinci yılda" ], "answer_start": [ 740 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Linezolid direnci olan S. aureus izolatları ne zaman rapor edilmeye başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Zamanla" ], "answer_start": [ 903 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Linezolid direnci hangi tür enfeksiyonlarda genellikle saptanmaktadır?", "answers": { "text": [ "derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda" ], "answer_start": [ 1041 ] } }, { "context": "Oksazolidinon grubunda yer alan sentetik bir antimikrobiyal olan linezolid; bakteriyel protein sentezini erken basamaklarda inhibe ederek bakteriyostatik etki gösterir. 50S ribozomal alt ünitesinin 23SrRNA (ribozomal RNA)'sına bağlanarak 30S kompleksi ile birleşip 70S başlama kompeksinin oluşumunu engeller. Linezolid direnci; 23S rRNA'nın beşinci kangalında nükleotid değişiklikler (en sık G2576T mutasyonu), peptid translokasyon merkezindeki ribozomal proteinlerde (L3 ve/veya L4) mutasyon veya plazmid aracılı ribozomal metiltransferaz geni (cfr2) kazanımı sonucunda meydana gelmektedir. Farklı etki mekanizması nedeni ile diğer protein sentez inhibitörleri ile arasında çapraz direnç gelişimi görülmez. Linezolidin kullanımını takiben birinci yılda, Amerika'da diyaliz ilişkili peritonit nedeni ile 1 aydır linezolid kullanmakta olan bir hastada linezolid dirençli S. aureus suşu izole edilmiştir. Zamanla linezolid dirençli S. aureus izolatları rapor edilmekle birlikte, bu oran hala düşük saptanmaktadır. Linezolid direnci genellikle derin organ tutulumu olan enfeksiyonlarda, yabancı cisim varlığında ve özellikle uzun süreli linezolid kullanımı olanlarda saptanmaktadır.", "question": "Linezolid nasıl bir etki gösterir?", "answers": { "text": [ "bakteriyostatik etki" ], "answer_start": [ 138 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisin hangi organizmadan türetilmiştir?", "answers": { "text": [ "Streptomyces roseosporus" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisin nasıl bir moleküldür?", "answers": { "text": [ "siklik semisentetik bir lipopeptid" ], "answer_start": [ 53 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisin nasıl bir etki göstermektedir?", "answers": { "text": [ "Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisinin klinik etkinliği hangi durumların tedavisinde kanıtlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi" ], "answer_start": [ 154 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisin neden pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır?", "answers": { "text": [ "Alveolar sürfaktan ile inaktive olması" ], "answer_start": [ 444 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisin sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için neye ihtiyaç duyar?", "answers": { "text": [ "kalsiyum" ], "answer_start": [ 626 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak ne oluşturur?", "answers": { "text": [ "oligomerik transmembran porları" ], "answer_start": [ 759 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisin hücre membranına bağlandıktan sonra hangi iyonlar hücre dışına çıkar?", "answers": { "text": [ "potasyum ve magnezyum" ], "answer_start": [ 825 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisinin hücre membranında ne tür bir değişiklik oluşturur?", "answers": { "text": [ "Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı" ], "answer_start": [ 890 ] } }, { "context": "Daptomisin; Streptomyces roseosporus'dan derive olan siklik semisentetik bir lipopeptiddir. Hızlı, konsantrasyona bağlı bakterisidal etki göstermektedir. Komplike deri ve yumuşak doku enfeksiyonları (DYDE), Staphylococcus aureus bakteriyemisi ve sağ kalp infektif endokarditi tedavisinde daptomisinin klinik etkinliği kanıtlanmıştır. Sol kalp endokarditinin tedavisinde sık kullanılmasına rağmen tanımlayıcı çalışmaları henüz yeterli değildir. Alveolar sürfaktan ile inaktive olması nedeni ile pnömoni tedavisinde kullanılmamalıdır. Amfofilik bir molekül olan daptomisinin, sıvı içinde oktamer miçel olarak çözünebilmesi için kalsiyuma ihtiyacı vardır. Kalsiyum ile katyonik kompleks oluşturan daptomisin gram pozitif bakterilerin hücre membranına bağlanarak oligomerik transmembran porları oluşturur. Bu porlar aracılığıyla potasyum ve magnezyum gibi hücre içi iyonlar hücre dışına çıkar. Hızlı membran depolarizasyonu ve membran potansiyeli kaybı gelişir, bunun sonucunda protein, DNA ve RNA sentezi inhibe olur. Lizise uğratılmadan bakteriyel hücre ölümü gerçekleştirilir.", "question": "Daptomisin hücre ölümünü nasıl gerçekleştirir?", "answers": { "text": [ "Lizise uğratılmadan" ], "answer_start": [ 1015 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklin hangi antibiyotik sınıfına aittir?", "answers": { "text": [ "glisisiklin" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklin hangi ribozomal alt ünitesine bağlanarak etki gösterir?", "answers": { "text": [ "30S" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklinin etki mekanizması nedir?", "answers": { "text": [ "tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek" ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklin zamana bağlı olarak nasıl bir etki gösterir?", "answers": { "text": [ "bakteriyostatik" ], "answer_start": [ 247 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklin hangi mikroorganizmalara karşı etkilidir?", "answers": { "text": [ "MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklin ile ilgili yapılan çalışmalarda yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesinin nedenlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "tigesiklinin proteine bağlanma oranı" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklinin düşük serum konsantrasyon düzeyi neyle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "yüksek mortalite ve düşük kür oranları" ], "answer_start": [ 427 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklin direnci hangi mekanizma ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "efluks pompalarının yapımındaki artış" ], "answer_start": [ 755 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklin direnci S. aureus izolatlarında hangi oranda bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "% 0-0.4 arasında" ], "answer_start": [ 874 ] } }, { "context": "Minosiklin derivesi olan tigesiklin, parenteral bir glisisiklin antibiyotiktir. Tigesiklin, 30S ribozomal alt ünitesine bağlanarak tRNA'nın (transfer RNA) ribozomdaki A bölgesine bağlanmasını engelleyerek etki gösterir. Zamana bağlı etki gösteren bakteriyostatik etkili bir ajandır. MRSA izolatları dahil birçok gram pozitif mikroorganizmaya karşı etkilidir. Yapılan çalışmalarda gösterilen yüksek in vitro aktivitesine rağmen yüksek mortalite ve düşük kür oranlarının görülmesi; tigesiklinin proteine bağlanma oranı, standart dozlama ile yeterli EAA24/MİK (eğri altındaki alan/minimum inhibitör konsantrasyon) değerinin sağlanamaması, düşük serum konsantrasyon düzeyi ve bazı dokulara penetrasyonun zayıf olması ile ilişkili olabilir. Tigesiklin direnci efluks pompalarının yapımındaki artış ile ilişkilidir. Yapılan çalışmalarda S. aureus izolatlarında tigesiklin direnci % 0-0.4 arasında bildirilmiştir.", "question": "Tigesiklin direnci S. aureus izolatlarında hangi aralıkta bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "% 0-0.4" ], "answer_start": [ 874 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Yenidoğan sepsisi nedir?", "answers": { "text": [ "bir klinik sendrom" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Yenidoğan sepsisinde yaşamın ilk ayında neye ait bulgular olur?", "answers": { "text": [ "enfeksiyona" ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Annenin antibiyotik kullanması, yenidoğan sepsisinin tanısını nasıl etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir" ], "answer_start": [ 652 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Yenidoğanlarda enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyemi nasıl olabilir?", "answers": { "text": [ "geçici ve kısa süreli" ], "answer_start": [ 594 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Tanıyı ne zorlaştıran faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Yenidoğan sepsisinde tanı koymayı zorlaştıran bir faktör nedir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyon dışı nedenlere" ], "answer_start": [ 266 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması nasıl bir etkide bulunabilir?", "answers": { "text": [ "sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir" ], "answer_start": [ 726 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Sepsisten şüphelenilen yenidoğanlarda çoğunlukla ne izole edilemez?", "answers": { "text": [ "patojenle" ], "answer_start": [ 897 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Yenidoğan sepsisi için ne tür tanımlar önerilmiştir?", "answers": { "text": [ "klinik ve laboratuvara dayalı" ], "answer_start": [ 1049 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi, yaşamın ilk ayında enfeksiyona ait bulguların olduğu ve kan kültüründe özgül bir etkenin üretildiği bir klinik sendromdur. Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı tanıyı zorlaştırmaktadır. Annenin antibiyotik kullanması, kan kültürü alınmadan önce bebeğe antibiyotik başlanması, kültür için alınan kanın yeterli miktarda olmaması, bakteri yoğunluğunun düşük olması, yenidoğanlarda özellikle enfeksiyonun erken evrelerinde bakteriyeminin geçici ve kısa süreli olabilmesi, yenidoğan sepsislerinde etken mikroorganizmanın kan kültürü ile saptanmasını engelleyebilmekte ve sepsisin her hastada kültürle kanıtlanması olanaksız hale getirmektedir. Klinik bulgular ve semptomlar ile sepsisten şüphelenilen yenidoğanların çoğunun kan kültürlerinde patojenlerin izole edilememesi ve enfeksiyon etkeninin kan dolaşımına geçişine yol açacak bir odak bulunamaması nedeniyle yenidoğan sepsisi için ayrıca klinik ve laboratuvara dayalı tanımlar da önerilmiştir.", "question": "Tanıyı ne zorlaştırmaktadır?", "answers": { "text": [ "Sepsise ait özgül bulguların olmaması ve yenidoğanda sepsis tanısını düşündüren bulguların yenidoğan döneminde sık olabilen enfeksiyon dışı nedenlere de bağlı olabilme olasılığı" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Yenidoğan sepsisi hangi ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir?", "answers": { "text": [ "hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Yenidoğan sepsisinin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk nedir?", "answers": { "text": [ "klinik bulguların belirsiz" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Yenidoğan sepsisinde erken tanı neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından" ], "answer_start": [ 231 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Yenidoğan sepsisinde tanıda altın standart nedir?", "answers": { "text": [ "kan kültüründe patojenin izole edilmesidir" ], "answer_start": [ 333 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Kan kültüründe patojenin izole edilmesi neden zordur?", "answers": { "text": [ "birçok faktöre bağlı" ], "answer_start": [ 383 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Kan kültürü üremeleri ne zaman olur?", "answers": { "text": [ "ilk 24-48 saat" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Yenidoğan sepsisinde kan hacminin ne kadar olması gerektiği bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "1 ml" ], "answer_start": [ 538 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Negatif kan kültürü sepsis tanısını dışlar mı?", "answers": { "text": [ "sepsisi tanı dışı bırakmaz" ], "answer_start": [ 662 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "özgül olmayan sepsis tarama testleri" ], "answer_start": [ 938 ] } }, { "context": "Yenidoğan sepsisi hem gelişmiş ve hem de gelişmekte olan ülkelerde önemli bir morbidite ve mortalite sebebidir. Yenidoğan sepsisin tanısında karşılaşılan en önemli zorluk, klinik bulguların belirsiz olmasıdır. Erken tanı konulması hem bebeğin hayatta kalması ve hem de sekellerin önlenmesi açısından önemlidir. Tanıda altın standart kan kültüründe patojenin izole edilmesidir. Ancak birçok faktöre bağlı olarak tüm olgularda patojenin izole edilmesi zordur. Kan kültürü üremelerin büyük çoğunluğu ilk 24-48 saat içinde olur. Kan hacminin 1 ml olması gerekli olduğu bildirilmiştir. Yenidoğan sepsisinde pozitif kan kültürü tanı koydurur ancak negatif kan kültürü sepsisi tanı dışı bırakmaz. Bu nedenle kan kültürüne ek olarak tanıda yardımcı olacak klinik ve laboratuvar bulgularına dayanan destekleyici tanısal metodlar geliştirilmiştir. Sepsisten şüphelenilen bir bebekte tedaviye başlamadan önce fizik muayene bulgularını destekleyecek özgül olmayan sepsis tarama testleri istenmeli, sorumlu mikroorganizmayı izole etmek ve sepsisi kanıtlamak için de tanıda altın standart olan kan kültürü ve gerekli görülen diğer kültürler (örneğin idrar, abse, BOS) alınmalıdır.", "question": "Yenidoğan sepsisinde kan kültürüne ek olarak hangi tür tanısal metodlar geliştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "destekleyici tanısal metodlar" ], "answer_start": [ 790 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde nasıl bir bulgudur?", "answers": { "text": [ "nonspesifik" ], "answer_start": [ 66 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Yenidoğan sepsisinde trombositlerdeki düşüş ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "bir hafta" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Trombositopeninin nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırması" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Trombosit yıkımının artmasına neden olan mekanizma nedir?", "answers": { "text": [ "immün mekanizmalar" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Sepsise yol açabilen hangi durumlarda kültürler negatif olsa bile trombositopeni görülebilir?", "answers": { "text": [ "Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit" ], "answer_start": [ 365 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Maternal trombositopeni ve hipertansiyon hangi duruma yol açabilir?", "answers": { "text": [ "trombositopeni" ], "answer_start": [ 554 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında ne kadar güvenilirdir?", "answers": { "text": [ "çok güvenilir değildir" ], "answer_start": [ 724 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Yenidoğan sepsisinde trombositopeninin süresi ne kadardır?", "answers": { "text": [ "bir hafta" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Trombositopeni, sepsis dışında hangi maternal durumlarda gelişebilir?", "answers": { "text": [ "Maternal trombositopeni ve hipertansiyon" ], "answer_start": [ 582 ] } }, { "context": "Trombosit sayısının düşmesi yenidoğan sepsisinde geç ortaya çıkan nonspesifik bir bulgudur. Trombositlerdeki bu düşüş ortalama bir hafta sürer. Trombositopeninin nedeni, bakteri ve bakteri ürünlerinin trombosit ve damar endotelini etkileyerek agregasyon ve adezyonu artırmasıdır. Ayrıca immün mekanizmalar yoluyla da trombosit yıkımının artması başka bir nedendir. Umbilikal kateterler, asfiksi, mekanik ventilasyon, mekonyum aspirasyonu, kan değişimi ve nekrotizan enterokolit gibi sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir. Maternal trombositopeni ve hipertansiyonda da trombositopeni gelişebilir. Bu nedenlerden dolayı, trombosit sayımı yenidoğan sepsisi tanısında çok güvenilir değildir.", "question": "Yenidoğan sepsisinde trombosit sayısı neden güvenilir değildir?", "answers": { "text": [ "sepsise yol açabilen durumlarda kültürler negatif olsa bile tek başına trombositopeni görülebilir" ], "answer_start": [ 483 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "C-reaktif protein (CRP) ilk kez kimler tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Tillet ve Francis" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanı nedir?", "answers": { "text": [ "C-reaktif protein" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "C-reaktif protein esas olarak nerede üretilir?", "answers": { "text": [ "karaciğerde" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "CRP'nin serum düzeylerinin yükselmesi ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "en az birkaç saat" ], "answer_start": [ 381 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "CRP inflamatuvar uyarının başlamasından ne kadar süre sonra salınır?", "answers": { "text": [ "4-6 saat" ], "answer_start": [ 451 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "CRP hangi saatlerde en yüksek düzeye ulaşır?", "answers": { "text": [ "24-48." ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "CRP'nin serum yarılanma ömrü nasıldır?", "answers": { "text": [ "Serum yarılanma ömrü kısadır" ], "answer_start": [ 519 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "CRP artışı enfeksiyon tanısında nasıl bir rol oynar?", "answers": { "text": [ "önemli bir yol gösterici" ], "answer_start": [ 635 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "CRP'nin inflamatuvar uyarıdan kaç saat sonra salındığı belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "4-6 saat" ], "answer_start": [ 451 ] } }, { "context": "C-reaktif protein ilk kez 1930 yılında Tillet ve Francis tarafından tanımlanmıştır. Yenidoğan sepsisinde en çok çalışılmış akut faz reaktanıdır. Enfeksiyon veya doku hasarına karşı hızlı cevabın bir parçası olarak esas olarak karaciğerde yapılan endojen peptidlerdir. Bu proteinler hepatositlerin sitokinler tarafından indüklenmesi ile üretildiğinden serum düzeylerinin yükselmesi en az birkaç saat almaktadır. CRP inflamatuvar uyarının başlamasından 4-6 saat sonra salınır ve 24-48. saatlerde en yüksek düzeye ulaşır. Serum yarılanma ömrü kısadır. Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının görülmesi, enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol göstericidir.", "question": "Aralıklı ölçümlerde (12-24 saat) CRP artışının önemi nedir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyon tanısını koymada önemli bir yol gösterici" ], "answer_start": [ 607 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-A hangi dokulardan sekrete edilen bir moleküldür?", "answers": { "text": [ "karaciğer" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-A'nın moleküler ağırlığı nedir?", "answers": { "text": [ "59 kD" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-A'nın erişkinlerdeki serum konsantrasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "450-600 ug/mL" ], "answer_start": [ 169 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-A serum protein elektroforezinde hangi bandın baskın elemanıdır?", "answers": { "text": [ "α2" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-A hangi süper-ailenin bir üyesidir?", "answers": { "text": [ "sistein proteaz inhibitörleri" ], "answer_start": [ 450 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-B'nin Fetüin-A'dan farkı nedir?", "answers": { "text": [ "cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür" ], "answer_start": [ 640 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-A hangi organlarda sentezlenebilir?", "answers": { "text": [ "böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta" ], "answer_start": [ 719 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-A hangi tür akut faz reaktanı olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "negatif" ], "answer_start": [ 340 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-A seviyesi ile proinflamatuvar sitokinler arasındaki ilişki nedir?", "answers": { "text": [ "ters yönlü ilişkili" ], "answer_start": [ 992 ] } }, { "context": "Fetüin-A (Alpha-2-Heremans Schmid Glycoprotein, AHSG) karaciğer başta olmak üzere çeşitli dokulardan sekrete edilen, 59 kD ağırlığında ve erişkinde serum konsantrasyonu 450-600 ug/mL olan protein yapısında bir moleküldür. Yaklaşık 50 yıl önce tespit edilmiştir. Serum protein elektroforezinde α2 bandının baskın elemanı olarak yer alan bir negatif akut faz reaktanıdır. Fetuin-A, ard arda dizilen sistatin, prolin ve glisinden zengin 3 zincire sahip sistein proteaz inhibitörleri süper-ailesinin bir üyesidir. Yakın zamanda tespit edilen Fetuin-B de, Fetuin-A ile benzer boyut ve özelliklerdedir. Fakat, Fetuin-A’dan farklı olarak Fetuin-B cinsiyet bağımlıdır ve serum düzeyi daha düşüktür. Fetüin-A karaciğer dışında, böbrek, cilt, gastrointestinal sistem ve koroid pleksusta sentezlenebilir. Fetüin-A bir negatif akut faz reaktanı olarak kabul edilmekte, seviyesinin proinflamatuvar sitokinler olan IL-1, IL-6 ve TNF-α ve inflamatuar belirteç olan C-reaktif protein (CRP) kan düzeyleri ile ters yönlü ilişkili olduğu gösterilmiştir. Fetüin-A konsantrasyonu akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda azalır.", "question": "Fetüin-A konsantrasyonu hangi hastalıklarda azalır?", "answers": { "text": [ "akut lösemi, kronik granülositik ve miyelomonositik lösemi, lenfoma, miyelofibrozis, multipl miyelom, romatoid artrit, akut alkolik hepatit, akut toksik hepatit, kronik otoimmün hepatit, siroz, hepatoselüler kanser, Crohn hastalığı, sekonder infeksiyonlarda" ], "answer_start": [ 1059 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) nedir?", "answers": { "text": [ "tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "AAA hangi zarların inflamasyonunu içerir?", "answers": { "text": [ "periton, plevra, sinovya" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "AAA nasıl bir geçiş gösterir?", "answers": { "text": [ "otozomal resesif geçişli" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "AAA en sık hangi halklarda görülür?", "answers": { "text": [ "Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halkların" ], "answer_start": [ 282 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "Türkiye'de AAA prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "1/400 ile 1/1000" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "Türkiye'de AAA taşıyıcılık oranı nedir?", "answers": { "text": [ "1/5" ], "answer_start": [ 474 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "Türkiye'deki AAA hastası sayısı yaklaşık olarak kaçtır?", "answers": { "text": [ "100.000'in üzerinde" ], "answer_start": [ 520 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "Türkiye'de AAA prevalansı hangi bölgelerde daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "Orta Anadolu Bölgesi" ], "answer_start": [ 655 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "Denizli'de AAA prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "1/3400" ], "answer_start": [ 733 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi (AAA) tekrarlayan ateş ve beraberinde periton, plevra, sinovya gibi seröz zarların inflamasyonunun klinik yansıması olan peritonit, plörit, artritin bulunduğu ataklarla karakterize, otozomal resesif geçişli bir genetik hastalıktır. Ailesel Akdeniz ateşi en sık Kuzey Afrika Sefardik ve Irak Yahudileri, Türk, Ermeni ve Orta Doğu’daki Arap halklarında sık görülür. Ülkemizde hastalık prevalansı 1/400 ile 1/1000 arasında değişmekte, taşıyıcılık oranı da 1/5'tir. Bu durumda ülkemizde yaklaşık olarak 100.000'in üzerinde AAA hastası bulunmaktadır. Türkiye’de AAA prevalansı bölgesel özellik göstermektedir. Sivas, Tokat, Kastamonu gibi Orta Anadolu Bölgesi’nde %0.88 gibi yüksek prevalansta görülürken, Denizli’de 1/3400 görülmektedir. Türk AAA çalışma grubu, Türkiye’deki AAA hastalarının %70’inin Doğu ve Karadeniz Bölgesi kökenli, %24’ünün İç Anadolu ve düşük bir kısmının Ege Bölgesi kökenli olduğunu rapor etmişlerdir.", "question": "Türkiye'deki AAA hastalarının %70'i hangi bölgeden kökenlidir?", "answers": { "text": [ "Doğu ve Karadeniz Bölgesi" ], "answer_start": [ 818 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)'ne göre yaşam kalitesi nedir?", "answers": { "text": [ "kendi yaşamını nasıl algıladığı" ], "answer_start": [ 101 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "Yaşam kalitesi nelerle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "Yaşam kalitesi neyi tanımlamaktadır?", "answers": { "text": [ "kendi sağlığını öznel olarak algılayış" ], "answer_start": [ 476 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "Yaşam kalitesi hangi alanlardan etkilenir?", "answers": { "text": [ "bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki" ], "answer_start": [ 577 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "Yaşam kalitesinin tanımlandığı bağlam nedir?", "answers": { "text": [ "kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "Yaşam kalitesi ne kadar geniş bir kavramdır?", "answers": { "text": [ "çok" ], "answer_start": [ 550 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "Yaşam kalitesinin kişiler üzerindeki esas amacı nedir?", "answers": { "text": [ "kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanması" ], "answer_start": [ 728 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "DSÖ'ye göre yaşam kalitesi nelerle bağlantılıdır?", "answers": { "text": [ "bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "Yaşam kalitesi tanımında hangi örgütün görüşü belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "Dünya Sağlık Örgütü" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ)’ne göre, yaşam kalitesi bireyin yaşadığı kültür ve değerler sistemi içinde kendi yaşamını nasıl algıladığıdır; bireyin amaçları, umutları, standartları ve endişeleri ile ilişkilidir. Yaşam kalitesi “hedefleri, beklentileri, standartları, ilgileri ile bağlantılı olarak; kişilerin yaşadıkları kültür ve değer yargılarının bütünü içinde durumlarını algılama biçimi”dir. Bir diğer ifadeyle; yaşam kalitesi, kişinin içinde yaşadığı sosyokültürel ortamda kendi sağlığını öznel olarak algılayışını tanımlamaktadır. Yaşam kalitesi çok geniş bir kavram olup, bireyin fiziksel sağlığı, psikolojik durumu, bağımsızlık düzeyi, sosyal ilişkileri ve çevresindeki önemli özelliklerden etkilenir. Esas amaç kişilerin kendi fiziksel, psikolojik ve sosyal işlevlerinden ne ölçüde memnun olduklarının ve yaşamlarının bu yönleri ile ilgili özelliklerin varlığı veya yokluğunun ne ölçüde onları rahatsız ettiğinin saptanmasıdır.", "question": "Yaşam kalitesi hangi işlevlerden memnuniyetle ilgilidir?", "answers": { "text": [ "fiziksel, psikolojik ve sosyal" ], "answer_start": [ 734 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Ailevi Akdeniz ateşi hangi yaş grubunda esas olarak görülür?", "answers": { "text": [ "çocukluk çağı" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Ailevi Akdeniz ateşi hastalarının yüzde kaçında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar?", "answers": { "text": [ "%90" ], "answer_start": [ 75 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Ataklar ne kadar süre devam eder?", "answers": { "text": [ "6-96 saat" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Ataklar esnasında hangi belirtiler kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir?", "answers": { "text": [ "yüksek ateş ve ağrı" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması hangi hastalığın özelliğidir?", "answers": { "text": [ "Akdeniz ateşi" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Atakların bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkması neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "düzensiz" ], "answer_start": [ 310 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Ataklardan önce görülebilen, titreme, baş ağrısı ve mide bulantısı gibi belirtilerin olduğu dönem nedir?", "answers": { "text": [ "prodrom" ], "answer_start": [ 736 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Ailevi Akdeniz ateşi ataklarını presipite edebilecek faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik" ], "answer_start": [ 770 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Ataklar arasında süreç nasıldır?", "answers": { "text": [ "asemtomatik" ], "answer_start": [ 967 ] } }, { "context": "Ailevi Akdeniz ateşi, esas olarak çocukluk çağı hastalığıdır ve hastaların %90'ında semptomlar 20 yaş öncesinde başlar. Ataklar ani başlayıp, kısa bir süre devam eder (6-96 saat) ve kendiliğinden düzelir. Ataklar esnasında olan yüksek ateş ve ağrı kişiyi yatağa bağımlı hale getirebilir. Ataklar arası sürenin düzensiz oluşu ve atakların önceden belirlenemeyen bir zamanda ortaya çıkması önemli bir özelliktir. Ataklar bazen sık, bazen de seyrek aralıklarla ortaya çıkar. Değişik ataklarda farklı klinik tablolar olabileceği gibi, hep aynı semptomlarla atak geçiren hastalar da vardır. Bazı hastalarda ise titreme, baş ağrısı, mide bulantısı, kusma, kabızlık gibi şikâyetlerin olduğu, ataktan önce olan ve yaklaşık 15-17 saat süren bir prodrom dönemi görülebilmektedir. Zorlu egzersiz ve aktivite, soğuk ortam, kadınlarda menstruasyon ve gebelik, Schavabe tarafından AAA atağını presipite edebilecek faktörler olarak bildirilmiştir. Ataklar arasında süreç genellikle asemtomatiktir.", "question": "Ataklar esnasında ortaya çıkan prodrom dönemi ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "15-17 saat" ], "answer_start": [ 715 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Cinsellik insan hayatında ne olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Sağlıklı bir cinsel yaşam neyin önemli parametrelerinden biridir?", "answers": { "text": [ "sağlığın ve yaşam kalitesinin" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'ne göre cinsel sağlık nedir?", "answers": { "text": [ "cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesi" ], "answer_start": [ 278 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun neyi olumsuz etkiler?", "answers": { "text": [ "kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini" ], "answer_start": [ 427 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Cinsel sağlık sorunları kadının hangi yönlerini olumsuz etkiler?", "answers": { "text": [ "kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel" ], "answer_start": [ 541 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu nedir?", "answers": { "text": [ "çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir" ], "answer_start": [ 762 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Cinsellik insan hayatında hangi gereksinim olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "temel gereksinimleri" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'ne göre cinsel sağlık hangi yönlerin bütünleşmesidir?", "answers": { "text": [ "bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal" ], "answer_start": [ 295 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Cinsel sağlıkta meydana gelen sorunlar kadının hangi güvenini olumsuz etkiler?", "answers": { "text": [ "kendine" ], "answer_start": [ 541 ] } }, { "context": "Cinsellik, insan hayatının temel gereksinimlerinden olup yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Sağlıklı bir cinsel yaşam, sağlığın ve yaşam kalitesinin önemli parametrelerinden biridir. Dünya Sağlık Örgütü’nün tanımına göre cinsel sağlık; kişilik, iletişim ve aşkı arttıran yollarla cinsel varoluşun bedensel, duygusal, entellektüel ve sosyal yönlerinin bütünleşmesidir. Herhangi bir nedenle cinsel sağlıkta meydana gelen bir sorun kadının cinsel yaşamını, evlilik ilişkisini ve yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. Yaşanan sorunlar, kadının kendine olan güvenini, kişiler arası ilişkilerini, emosyonel, entellektüel ve sosyokültürel yönlerini de olumsuz etkilemektedir. Kadın cinsel fonksiyon bozukluğu; biyolojik, psikolojik ve kişiler arası etkileşimleri olan çok nedenli ve çok boyutlu bir problemdir.", "question": "Kadın cinsel fonksiyon bozukluğunun kaç boyutlu bir problem olduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "çok" ], "answer_start": [ 762 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından kaçıncı sıradadır?", "answers": { "text": [ "3." ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "Servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "servikal kanser" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "Servikal kanser taraması yapılan kadınların yüzde kaçında CIN 1 görülmektedir?", "answers": { "text": [ "%4" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "Servikal kanser taraması yapılan kadınların yüzde kaçında CIN 2-3 görülmektedir?", "answers": { "text": [ "%5" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde ana yöntem nedir?", "answers": { "text": [ "konizasyon" ], "answer_start": [ 406 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "Konizasyon işleminin endikasyonlarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi" ], "answer_start": [ 474 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "Konizasyon işleminin bir başka endikasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi" ], "answer_start": [ 526 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "CIN 3 için hangi histolojik bulgular pozitif olduğunda konizasyon önerilir?", "answers": { "text": [ "endoservikal küretaj" ], "answer_start": [ 597 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "Konizasyon işleminin komplikasyonlarından biri nedir?", "answers": { "text": [ "İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz" ], "answer_start": [ 822 ] } }, { "context": "Gelişmiş ülkelerde servikal kanser, jinekolojik maligniteler arasında mortalite açısından 3. sıradadır. Bu nedenle serviksin premalign lezyonları olan servikal intraepitelial neopilazilerin tanı ve tedavisi büyük önem taşımaktadır. Servikal kanser taraması yapılan kadınların %4’ünde CIN 1, %5’inde CIN 2-3 görülmektedir. Yüksek dereceli CIN lezyonlarının tedavisinde transformasyon zonunun eksizyonu olan konizasyon işlemi ana tedavi yöntemidir. Konizasyon endikasyonları; lezyonun sınırlarının kolposkopi ile gözlenememesi, kolposkopide yassı silindirik epitel sınırının görülmemesi, CIN 3 için endoservikal küretaj histolojik bulgularının pozitif olması; sitoloji, biyopsi, kolposkopi sonuçları arasında korelasyon eksikliğinin olması, mikroinvazyon şüphesi varlığı, kolposkopistin invaziv kanseri ekarte edememesidir. İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz gibi komplikasyonları vardır.", "question": "Konizasyon işlemi sırasında ne tür komplikasyonlar ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "İntraoperatif ve postoperatif kanama, enfeksiyon, servikal yetmezlik ve servikal stenoz" ], "answer_start": [ 822 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) neye neden olur?", "answers": { "text": [ "kayda değer neonatal mortalite ve morbidite" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "İUGG'ne katkıda bulunan durumlar nedir?", "answers": { "text": [ "bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "İUGG'ne katkıda bulunanlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "İUGG'ne neler katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "İUGG patogenezinde rol oynayan önemli sebep nedir?", "answers": { "text": [ "oksidatif stresin" ], "answer_start": [ 694 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "Oksidatif stres nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması" ], "answer_start": [ 758 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "Oksidatif stres neye yol açar?", "answers": { "text": [ "insan dokularında oksidatif hasara" ], "answer_start": [ 881 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "İUGG'nin en yaygın sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "plasental yetmezlik" ], "answer_start": [ 564 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "İUGG'nin en yaygın sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "plasental yetmezlik" ], "answer_start": [ 564 ] } }, { "context": "İntrauterin gelişme geriliği (İUGG) gebeliğin ciddi bir komplikasyonudur ve kayda değer neonatal mortalite ve morbiditeye neden olur. Yapılan araştırmalarda bozulmuş feto-maternal dolaşım, genetik hastalıklar, gebeliğe bağlı hipertansif bozukluklar, diabet, zayıf umblikal kord, perinatal enfeksiyonlar, annede beslenme eksikliği, toksin maruziyeti ve ilaç kullanımı İUGG’ne katkıda bulunan durumlar olarak bulunmuştur. Yine de bu faktörler tüm İUGG olgularının bir kısmını açıklarken geriye kalan sebeplerin çoğu ‘idiopatik’ olarak tanımlanır ve bu durumlarda da plasental yetmezlik İUGG'nin en yaygın sebebidir. İUGG patogenezinde önemli sebeplerden biri olan plasental yetmezlik gelişiminde oksidatif stresin rol oynadığı düşünülmektedir. Oksidatif stres serbest radikal üretimi ve koruyucu sistemler arasındaki dengenin bozulması olarak tanımlanan bir süreçtir. Bozulmuş denge insan dokularında oksidatif hasara yol açar.", "question": "İUGG'ne yol açan enfeksiyon türü nedir?", "answers": { "text": [ "perinatal enfeksiyonlar" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "Normal fetal büyüme neyin etkileşimini yansıtır?", "answers": { "text": [ "fetal, plasental ve maternal sağlık" ], "answer_start": [ 79 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "Gebeliğin ilk 16 haftasında hangi büyüme fazı vardır?", "answers": { "text": [ "hücresel hiperplazi" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "16 ve 32 hafta arasında hangi faz görülür?", "answers": { "text": [ "hücresel hiperplazi" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "32. haftadan itibaren hangi hücresel faz vardır?", "answers": { "text": [ "hücresel hipertrofi" ], "answer_start": [ 338 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "Normal fetal büyümenin paterni neyin temelidir?", "answers": { "text": [ "İUGG'nin klinik sınıflandırması" ], "answer_start": [ 532 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "Campbell, İUGG'yi kaç tipe ayırdı?", "answers": { "text": [ "Tip I, Tip II ve Tip III" ], "answer_start": [ 808 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "Campbell, İUGG'yi sınıflandırmak için hangi oranı kullandı?", "answers": { "text": [ "baş çevresi/karın çevresi (HC/AC)" ], "answer_start": [ 747 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "Normal fetal büyümede 16 ve 32 hafta arasında hücrelerde hangi değişiklikler olur?", "answers": { "text": [ "hiperplazi ve hücresel hipertrofi" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "Hücresel hipertrofi fazı ne zaman başlar?", "answers": { "text": [ "32. haftadan" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Normal fetal büyüme, genetik olarak önceden belirlenmiş büyüme potansiyeli ile fetal, plasental ve maternal sağlık arasındaki etkileşimi yansıtır. Normal fetal büyümede, gebeliğin ilk 16 haftasında birincil bir hücresel hiperplazi fazı vardır. 16 ve 32 hafta arasında hücrelerin sayı ve boyutlarının artışının eşlik ettiği, hiperplazi ve hücresel hipertrofinin birlikte olduğu bir faz vardır. 32. haftadan itibaren ise hücre boyutunda hızlı bir artışın olduğu bir hücresel hipertrofi fazı vardır. Normal fetal büyümenin bu paterni, İUGG'nin klinik sınıflandırmasının temelidir. Campbell, simetrik veya orantılı olarak küçük fetusları ve asimetrik fetusları, yani orantısız olarak daha yavaş karın çevresi (AC) büyümesi olan fetüsleri ayırmak için baş çevresi/karın çevresi (HC/AC) oranını kullanarak İUGG’ni Tip I, Tip II ve Tip III olarak sınıflandırdı.", "question": "Orantısız olarak daha yavaş karın çevresi büyümesi olan fetüsler nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "asimetrik" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Diyabet hangi nedenlerle ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Diyabet hangi tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik bir metabolizma hastalığıdır" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Diyabetin prevelansı ve insidansı son yıllarda neden artmaktadır?", "answers": { "text": [ "sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Diyabetin artması ne tür bir sorun olarak görülmektedir?", "answers": { "text": [ "ciddi bir halk sağlığı sorunu" ], "answer_start": [ 373 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Diyabetin ekonomilere etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "büyük bir yük" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Tip 1 diyabet genellikle kimlerde ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "çocuk ve gençlerde" ], "answer_start": [ 798 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Tip 1 diyabetin temel nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "pankreas beta hücre yıkımına" ], "answer_start": [ 725 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Tip 2 diyabette hangi iki bozukluk ön plandadır?", "answers": { "text": [ "insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu" ], "answer_start": [ 859 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Diyabet hastalarının yüzde kaçı tip 2 diyabetlidir?", "answers": { "text": [ "%90-95" ], "answer_start": [ 948 ] } }, { "context": "Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Son yıllarda sağlıksız beslenme, obezite, fiziksel inaktivite, yaşlanmanın da katkısı ile diyabet tüm dünyada prevelansı ve insidansı hızla artan ciddi bir halk sağlığı sorunu olmuştur. Diyabet ve diyabete bağlı gelişen komplikasyonların yol açtığı sorunlarla yaşayan insan sayısı her geçen yıl giderek artmakta ve bu durum ülke ekonomilerine büyük bir yük oluşturmaktadır. Tip 1 ve tip 2 diyabet, klinik başlangıç şekilleri ve ilerleme süreçleri itibarıyla heterojen hastalıklardır. Tip 1 diyabet pankreas beta hücre yıkımına bağlı olarak insülin eksikliği ile daha çok çocuk ve gençlerde akut olarak ortaya çıkar. Tip 2 diyabette insülin direnci ve insülin sekresyon bozukluğu ön plandadır. Tüm diyabetlilerin yaklaşık %90-95’ini tip 2 diyabetliler oluşturur.", "question": "Tip 1 ve tip 2 diyabet nasıl hastalıklardır?", "answers": { "text": [ "heterojen" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "Prediyabet nedir?", "answers": { "text": [ "ara hiperglisemi" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "Prediyabetik dönem nedir?", "answers": { "text": [ "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "Prediyabet dediğimizde hangi üç durum söz konusudur?", "answers": { "text": [ "izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "Prediyabet tedavi edilmezse neye ilerler?", "answers": { "text": [ "aşikar diyabet" ], "answer_start": [ 114 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "BAG için açlık plazma glukoz düzeyi kaç mg/dl olmalıdır?", "answers": { "text": [ "100-125" ], "answer_start": [ 451 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "BGT için OGTT sonrası 2. saat plazma glukoz düzeyi kaç mg/dl olmalıdır?", "answers": { "text": [ "140-199" ], "answer_start": [ 533 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "HbA1C düzeyi kaç olursa prediyabet kabul edilir?", "answers": { "text": [ "%5,7-6,4 arasında" ], "answer_start": [ 590 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranı bazı yayınlarda yüzde kaç olarak belirtilmektedir?", "answers": { "text": [ "%70" ], "answer_start": [ 723 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "Prediyabetik hastalarda erken tanı neyin önlenmesine yardımcı olur?", "answers": { "text": [ "diyabete bağlı klinik komplikasyonların" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "Prediyabet, tip 2 diyabet için yüksek risk içeren bir ara hiperglisemi durumudur. Normal glukoz metabolizması ile aşikar diyabet arasındaki süreç ‘prediyabetik dönem’ olarak adlandırılır. Prediyabet dediğimizde izole bozulmuş açlık glikozu (BAG), izole bozulmuş glikoz toleransı (BGT) ve kombine BAG ve BGT olmak üzere 3 durum söz konusudur. Bu üç durumda tedavi edilmediği takdirde aşikar diyabete ilerlemektedir. BAG için Açlık plazma glukoz düzeyi 100-125 mg/dl ve BGT için 75 gr OGTT sonrası 2. saat bakılan plazma glukoz düzeyi 140-199 mg/dl arasında olmalıdır. Ayrıca HbA1C düzeyinin %5,7-6,4 arasında olması da prediyabet olarak kabul edilmektedir. Prediyabetik hastalarda diyabete ilerleme oranının bazı yayınlarda %70 olduğu belirtilmektedir. Bu nedenle erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi hastalığın klinik önemini artırmaktadır.", "question": "Prediyabetin klinik önemi neyi artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "erken tanı ile diyabet gelişiminin ve diyabete bağlı klinik komplikasyonların önlenebilmesi" ], "answer_start": [ 763 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "“Diabetes” kelimesi eski Yunanca’da ne anlama gelmektedir?", "answers": { "text": [ "sifon" ], "answer_start": [ 122 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "“Mellitus” kelimesi hangi anlama gelmektedir?", "answers": { "text": [ "bal" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "Diyabet hangi tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik bir metabolizma hastalığıdır" ], "answer_start": [ 444 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "Diyabetin nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "Kontrolsüz diyabetin sonuçları nelerdir?", "answers": { "text": [ "hiperglisemi akut komplikasyonlar" ], "answer_start": [ 517 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "Diyabetin zaman içindeki eğilimleri nasıl değişmiştir?", "answers": { "text": [ "yıllar içinde" ], "answer_start": [ 689 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "Diyabetin hangi komplikasyonları yaşamı tehlikeye sokar?", "answers": { "text": [ "retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati" ], "answer_start": [ 984 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "Diyabet hangi metabolik süreçleri etkiler?", "answers": { "text": [ "kronik" ], "answer_start": [ 444 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "Diyabet tedavisinde ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "tıbbi bakım ve tedavi" ], "answer_start": [ 410 ] } }, { "context": "Diabetes mellitus eski çağlardan beri bilinen bir hastalık olup, “diabetes” eski Yunanca’da aşırı idrara çıkmayı anlatan “sifon” anlamına gelmektedir. “Mellitus” ise yine Yunan kökenli ve Yunanca’da “bal” anlamına gelen “mel” kelimesinden türetilmiştir. Diyabet, insülin eksikliği ya da insülin etkisindeki defektler nedeniyle organizmanın karbonhidrat, yağ ve proteinlerden yeterince yararlanamadığı, sürekli tıbbi bakım ve tedavi gerektiren, kronik bir metabolizma hastalığıdır. Kontrolsüz diyabet nedeniyle oluşan hiperglisemi akut komplikasyonlar ile ölüme yol açabilmekte, uzun dönemde gelişen kronik komplikasyonları ile de yaşam kalitesini bozmaktadır. Diyabet ile ilgili eğilimler yıllar içinde değişime uğramıştır. Eskiden Batı toplumunun ve varlıklı zenginlerin hastalığı olarak kabul edilen diyabet günümüzde tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları etkilemektedir. Diabetes mellitus’taki uzun süreli hiperglisemi sonucu gelişen ve yaşamı tehlikeye sokan retinopati, nefropati, periferik ve otonom nöropati gibi birtakım kronik komplikasyonlar meydana gelir.", "question": "Diyabet hangi toplumları ve sınıfları etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "tüm dünyada, tüm toplumları ve tüm sosyoekonomik sınıfları" ], "answer_start": [ 820 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM) nedir?", "answers": { "text": [ "karbonhidrat intoleransı" ], "answer_start": [ 79 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "Gebelik sürecinde ne gelişir?", "answers": { "text": [ "glukoz metabolizma bozukluğu" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "Gestasyonel diyabetin nedenlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu" ], "answer_start": [ 322 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "Normal bir gebelik sürecinde hangi hormonların etkisiyle insülin direnci oluşur?", "answers": { "text": [ "human plasental laktojen" ], "answer_start": [ 448 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "İkinci trimesterde fetusun artan ihtiyacını karşılamak için ne meydana gelir?", "answers": { "text": [ "insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi" ], "answer_start": [ 483 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "İnsülin duyarlılığındaki yaklaşık yüzde kaçlık düşüş GDM’ye yol açar?", "answers": { "text": [ "%60" ], "answer_start": [ 739 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "Gestasyonel diyabetten sonra glukoz metabolizması ne olur?", "answers": { "text": [ "düzelme" ], "answer_start": [ 850 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "Gestasyonel diyabet hastalarında sonraki gebeliklerde ne riski yüksektir?", "answers": { "text": [ "tekrarlama" ], "answer_start": [ 921 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "Gestasyonel diyabetten sonra hangi risk yüksektir?", "answers": { "text": [ "tekrarlama" ], "answer_start": [ 921 ] } }, { "context": "Gestasyonel Diyabetes Mellitus (GDM); ilk kez gebelik sırasında tanısı koyulan karbonhidrat intoleransıdır. Gebelik sürecinde hemen hemen herkeste çeşitli derecede glukoz metabolizma bozukluğu gelişir ancak bunların sadece küçük bir bölümünde gestasyonel diyabet görülür. Gestasyonel diyabette genetik yatkınlıkla beraber kronik insulin direncine bağlı beta hücre disfonksiyonu vardır. Normal bir gebelik sürecinde salgılanan hormonların özellikle human plasental laktojen etkisiyle insülin direnci, hiperinsülinemi ve hafif postprandial hiperglisemi meydana gelir. Bu durum, özellikle ikinci trimesterde fetusun artan aminoasid (aa) ve glukoz ihtiyacını karşılamak üzere anneyi hazırlarken, ortaya çıkan insülin duyarlılığındaki yaklaşık %60’lık düşüş GDM’ye yol açar. Gestasyonel diyabette doğumdan sonra hastaların çoğunda glukoz metabolizmasında düzelme görülmekle birlikte, bu hastalarda GDM’in sonraki gebeliklerde tekrarlama riski yüksektir.", "question": "Gestasyonel diyabette insülin duyarlılığındaki düşüş neye yol açar?", "answers": { "text": [ "GDM" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Diyabet tedavisinde amaç nedir?", "answers": { "text": [ "kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Tedavinin ilk aşamasında ne olmazsa olmazdır?", "answers": { "text": [ "yaşam tarzı değişikliği" ], "answer_start": [ 184 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Kan şekeri regülasyonu nasıl sağlanabilir?", "answers": { "text": [ "İyi bir diyet ve egzersiz" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Diyabet tedavisi için hangi ekip gereklidir?", "answers": { "text": [ "hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresi" ], "answer_start": [ 299 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Yüksek riskli bireylerde diyabet tedavisinde öncelikli hedef nedir?", "answers": { "text": [ "Tip 2 diyabet" ], "answer_start": [ 460 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Diyabet tedavisinde en önemli nokta nedir?", "answers": { "text": [ "tedavinin bireyselleştirilmesi" ], "answer_start": [ 564 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Diyabet tedavisinde hangi tedavi seçenekleri bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "non-farmakolojik ve farmakolojik" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Non-farmakolojik tedavi neleri kapsar?", "answers": { "text": [ "yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz)" ], "answer_start": [ 712 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Diyabet tedavisinde vazgeçilmez bileşen nedir?", "answers": { "text": [ "yaşam tarzı değişikliği" ], "answer_start": [ 184 ] } }, { "context": "Diyabet tedavisinde amaç kan şekeri regülasyonu sağlamak ve diyabetin akut ve kronik komplikasyonlarının gelişimini engelleyerek yaşam kalitesini artırmaktır. Tedavinin ilk aşamasında yaşam tarzı değişikliği olmazsa olmazdır. İyi bir diyet ve egzersizle kan şekeri regülasyonu sağlanabilir. Diyabet hekim, diyetisyen ve iyi bir eğitim almış diyabet hemşiresinden oluşan ekiple tedavi edilmelidir. Diyabet tedavisinde yüksek riskli bireylerde (prediyabetlerde) Tip 2 diyabet gelişiminin önlenmesi öncelikli hedefler arasındadır. Diyabet tedavisinde en önemli nokta tedavinin bireyselleştirilmesidir. Diyabet tedavisinde non-farmakolojik ve farmakolojik tedavi seçenekleri bulunmaktadır. Non-farmakolojik tedavide yaşam tarzı değişikliği (diyet ve egzersiz), farmakolojik tedavi ise medikal tedavi olarak değerlendirilmektedir. Tüm dönemlerde vazgeçilmez tedavi bileşeni yaşam tarzı değişikliğidir. Yaşam tarzı değişikliğinin yerini tutacak hiçbir ilaç bulunmamaktadır. Yaşam tarzı değişiklikleri yalnız kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir. Yaşam tarzında gerekli değişimler ve öneriler her vizitte tekrarlamalıdır.", "question": "Yaşam tarzı değişikliklerinin etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "kan glukozu üzerine değil, tüm risk faktörleri üzerine de olumlu etki gösterir" ], "answer_start": [ 1002 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipoglisemi yetişkinlerde hangi kan glukozu düzeyinde tanımlanır?", "answers": { "text": [ "<50 mg/dl" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipoglisemi çocuklarda hangi kan glukozu düzeyinde tanımlanır?", "answers": { "text": [ "<40 mg/dl" ], "answer_start": [ 53 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipoglisemi gelişme riski kimlerde vardır?", "answers": { "text": [ "tüm diyabetlilerde" ], "answer_start": [ 147 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipogliseminin en sık nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt nedir?", "answers": { "text": [ "hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır" ], "answer_start": [ 388 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipoglisemide kan glukoz düzeyi düştüğünde hangi sistem devreye girer?", "answers": { "text": [ "kontrainsüliner" ], "answer_start": [ 519 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipoglisemide artan adrenalin etkisiyle hangi semptomlar görülür?", "answers": { "text": [ "adrenerjik" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipoglisemi derinleştiğinde hangi semptomlar ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "nörolojik" ], "answer_start": [ 683 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipoglisemide semptomlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "terleme, taşikardi, sinirlilik" ], "answer_start": [ 608 ] } }, { "context": "Kan glukozunun yetişkinlerde <50 mg/dl ve çocuklarda <40 mg/dl olması hipoglisemi olarak tanımlanır. İnsülin veya oral antidiyabetik ilaç kullanan tüm diyabetlilerde hipoglisemi gelişme riski vardır. Öğün atlama, çok az yeme, aşırı egzersiz yapma, gereğinden fazla dozda insulin kullanma veya oral ilaç alma en sık hipoglisemi nedenleridir. Hipoglisemi prevalansını en iyi gösteren kanıt hastaların hipoglisemik prekoma veya koma ile acil servise başvurma oranıdır. Hipoglisemide kanda glukoz düzeyi düşmeye başlayınca kontrainsüliner sistem devreye girer ve artan adrenalin etkisiyle adrenerjik semptomlar (terleme, taşikardi, sinirlilik) görülür. Hipoglisemi daha da derinleşince, nörolojik semptomlar (konsantrasyon bozukluğu, sersemlik, halsizlik, uykuya meyil, bilinç kapanıklığı) ortaya çıkar.", "question": "Hipoglisemide nörolojik semptomlar ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "Hipoglisemi daha da derinleşince" ], "answer_start": [ 649 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Hipoglisemi hangi yaş grubunda daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "küçük çocuklarda" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Hipoglisemi gelişmekte olan beyni nasıl etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "algısal bozukluk" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Uzamış ağır hipogliseminin sonucu ne olabilir?", "answers": { "text": [ "kalıcı nörolojik sekeller" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Hipoglisemi diyabetin hangi komplikasyonlarını ağırlaştırabilir?", "answers": { "text": [ "vasküler" ], "answer_start": [ 474 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Ağır hipoglisemi nasıl bir komplikasyondur?", "answers": { "text": [ "fatal" ], "answer_start": [ 549 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Hipogliseminin nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı" ], "answer_start": [ 601 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Hangi diyabet türünde hipoglisemik koma daha sık ve tehlikelidir?", "answers": { "text": [ "Tip-2 diyabet" ], "answer_start": [ 767 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Tip 1 diyabette ölümlerin yüzde kaçı hipoglisemik komaya bağlıdır?", "answers": { "text": [ "%3-5" ], "answer_start": [ 890 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Tip 2 diyabetli hastalarda hipoglisemiye bağlı mortalite oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%10-20" ], "answer_start": [ 1054 ] } }, { "context": "Hipoglisemi küçük çocuklarda daha sık görülür. Gelişmekte olan beynin hipoglisemiye özellikle duyarlı olmasından dolayı, 5 yaş altında diyabet tanısı almış olan çocuklarda algısal bozukluktan sorumlu görülebilir. Hipoglisemi, insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde, uzun dönem komplikasyonlar kadar anksiyete ve sıkıntı yaratır. Uzamış ağır hipoglisemi kalıcı nörolojik sekellere neden olabilir. Bunun yanı sıra hipoglisemi, trombosit agregasyonunu arttırarak diyabetin vasküler komplikasyonlarını daha da ağırlaştırabilir. Ağır bir hipoglisemi fatal bir komplikasyondur. Hipogliseminin nedenleri dolaşımdaki insülin miktarının fazla olması, insülin duyarlılığında artış, yetersiz karbonhidrat alımı, egzersiz, alkol ve ilaç kullanımı gibi faktörlerdir (80, 81). Tip-2 diyabette tip-1 diyabete göre hipoglisemik koma daha sık ve daha tehlikeli seyretmektedir. Tip 1 diyabette ölümlerin %3-5’i hipoglisemik komaya bağlıdır. Tip 2 diyabetli ve oral antidiyabetik kullanan hastalarda gelişen hipoglisemilerde ise mortalite oranı ise oldukça yüksek olup %10-20’dir.", "question": "Hipoglisemi insülin tedavisi gören diyabetik kişilerde ne tür sıkıntılara yol açar?", "answers": { "text": [ "anksiyete" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Diyabetik ketoasidozun şuur üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "değişikliğine" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Diyabetik ketoasidoz hangi diyabet türünde daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "tip 1 DM" ], "answer_start": [ 257 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Tip-2 diyabetli hastalarda diyabetik ketoasidoz hangi durumlarda ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "stres durumlarında" ], "answer_start": [ 300 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Diyabetik ketoasidozda hangi metabolik bozukluklar görülür?", "answers": { "text": [ "hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi" ], "answer_start": [ 489 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Diyabetik ketoasidozda görülen mental durum bozukluğunun nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "hidratasyona bağlı olarak görülmektedir" ], "answer_start": [ 629 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Diyabetik ketoasidozda nefeste hangi koku yaygın olarak görülür?", "answers": { "text": [ "aseton ve çürük meyve kokusu" ], "answer_start": [ 720 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda ne gelişir?", "answers": { "text": [ "metabolik asidoz" ], "answer_start": [ 960 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Diyabetik ketoasidozun hangi semptomu karın ağrısı ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "asidoz" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Diyabetik ketoasidozda görülen solunum tipi nedir?", "answers": { "text": [ "kusmaul solunumu" ], "answer_start": [ 694 ] } }, { "context": "Diyabetik ketoasidoz, hayati tehlike oluşturan, normalden tam komaya kadar varabilen, şuur değişikliğine neden olabilen, akut ve ciddi bir metabolik komplikasyondur. İnsülin yetmezliğine bağlı olarak erişkinlerde ve genç adölesanlarda ortaya çıkan daha çok tip 1 DM’li bireylerde gözükmekle birlikte stres durumlarında (travma, enfeksiyon vb.) tip-2 DM‘li hastalardada görülebilmektedir (83). Diyabetik ketoasidoz, insülin eksikliği sonucu lipolizin baskılanamaması nedeniyle ortaya çıkan hiperglisemi, hiperozmolarite, dehidratasyon ve keton cisimlerinin aşırı üretimi ile karakterize bir tablodur. Klinik belirti ve bulgular dehidratasyona bağlı olarak görülmektedir. Mental durumda bozulma, kusmaul solunumu, nefeste aseton ve çürük meyve kokusu, bulantı- kusma, karın ağrısı, yaygın zayıflık, asidoza bağlı periferal vazodilatasyona sekonder olarak gelişen hipotermi yaygın olarak görülmektedir. Ketoasitlerin aşırı artması sonucunda iyon aralığı artar ve metabolik asidoz gelişir.", "question": "Periferal vazodilatasyona bağlı olarak ne gelişir?", "answers": { "text": [ "hipotermi" ], "answer_start": [ 861 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "Diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "Kardiyovasküler hastalık" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "Tip 2 diyabetlilerde koroner arter hastalığı riski ne kadar daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "2-4 kat" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden ne sorumludur?", "answers": { "text": [ "makrovasküler olaylar" ], "answer_start": [ 234 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "Diyabette ateroskleroz nasıl bir tutulum gösterir?", "answers": { "text": [ "multisegmenter" ], "answer_start": [ 278 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "Endotel disfonksiyonu hangi hastalığın gelişiminde ilk basamaktır?", "answers": { "text": [ "ateroskleroz" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "Endotelyal disfonksiyonu neyin varlığında saptanmaktadır?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler risk faktörlerinin" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "Akut koroner sendromlar ve miyokard infarktüsü öyküsü hangi hastalık olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH)" ], "answer_start": [ 786 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "ASKVH diyabetli hastalarda neyin en önemli nedenlerinden biridir?", "answers": { "text": [ "morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede ne son derece önemlidir?", "answers": { "text": [ "erken tanı ve tedavi" ], "answer_start": [ 1102 ] } }, { "context": "Kardiyovasküler hastalık diyabette en önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Tip 2 diyabetlilerde, özellikle koroner arter hastalığı riski diyabetik olmayanlara göre 2-4 kat daha yüksektir. Tip 2 diyabette mortalitenin %60-75’inden makrovasküler olaylar sorumludur. Diyabette multisegmenter tutulumlu ateroskleroz görülür ve erken yaşlarda ortaya çıkar (1). Endotel disfonksiyonu, aterosklerozun gelişmesinde ilk basamağı oluşturur ve kalp damar hastalıklarının patolojisinde anahtar rol oynar. Endotelyal disfonksiyonu, kardiyovasküler risk faktörlerinin varlığında saptanmaktadır ve daha önceki kardiyovasküler olaylardan bağımsızdır (88). Akut koroner sendromlar, miyokard infarktüsü öyküsü, stabil veya unstabil angina, inme, geçici iskemik atak veya periferik arteriyel hastalık aterosklerotik kardiyo vasküler hastalık (ASKVH) olarak kabul edilmektedir. ASKVH diyabetli hastalarda en önemli morbidite ve mortalite nedenlerinden biridir. Ayrıca oluşabilecek bu komplikasyonlar diyabetin maliyetini doğrudan veya dolaylı olarak artırmaktadır. Diyabette ASKVH gelişimini önleme ya da geciktirmede erken tanı ve tedavi son derece önemlidir.", "question": "Diyabette gelişen komplikasyonlar neyi artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "diyabetin maliyetini" ], "answer_start": [ 984 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Diyabetik nefropati, diyabetli hastalarda hangi iki önemli sağlık sorununun nedenidir?", "answers": { "text": [ "morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Gelişmiş ülkelerde son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "Diyabetik nefropati" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Diyabet, böbrek yetmezliği riskini ne kadar arttırmaktadır?", "answers": { "text": [ "17-20 kat" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Tip 1 diyabetli hastaların %30-50'sinde ve tip 2 diyabetlilerin %5-15'inde hangi durum gelişmektedir?", "answers": { "text": [ "Diyabetik nefropati" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Erken dönem nefropatiyi araştırmak için hangi iki ölçümün yapılması gerekir?", "answers": { "text": [ "mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)" ], "answer_start": [ 406 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Mikroalbuminüri taraması için hangi test yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı" ], "answer_start": [ 544 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetik nefropati taraması ne zaman başlamalıdır?", "answers": { "text": [ "5 yıl sonra" ], "answer_start": [ 658 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Tip 2 diyabetlilerde diyabetik nefropati taraması ne zaman yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "tanıdan başlayarak yılda bir kez" ], "answer_start": [ 725 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Mikroalbuminüri gelişen hastalarda neyin izlenmesi gerekir?", "answers": { "text": [ "diyabetik nefropatinin progresyon" ], "answer_start": [ 878 ] } }, { "context": "Diyabetik nefropati diyabetli hastalarda önemli bir morbidite ve mortalite nedenidir. Gelişmiş ülkelerdeki son dönem böbrek yetersizliğinin en sık nedenidir. Diyabet, böbrek yetmezliği riskini 17-20 kat arttırmaktadır. Avrupa ve Amerika’da tip 1 diyabetli hastaların %30-50’sinde, tip 2 diyabetlilerin %5-15’inde diyabetik nefropati gelişmektedir (99). Erişkinlerde erken dönem nefropatiyi araştırmak için mikroalbuminüri ölçümü ile birlikte hesaplanmış glomerüler filtrasyon hızı (eGFR)’nin hesaplanması gerekir. Mikroalbuminüri taraması için sabah ilk idrarda albumin/kreatinin oranı bakılmalıdır (1). Tip 1 diyabetli erişkinlerde diyabetin başlangıcından 5 yıl sonra başlamak üzere yılda bir kez, tip 2 diyabetlilerde ise tanıdan başlayarak yılda bir kez eGFR ve idrar albumin/kreatinin oranı ile diyabetik nefropati taraması yapılmalıdır. Mikroalbuminüri gelişen hastalarda diyabetik nefropatinin progresyonunu izlemek için idrar albumin/kreatinin oranı daha sık ölçülmelidir. Mikroalbuminüriye veya GFR düşüklüğüne sebep olabilecek geçici sorunlar (kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb.) varsa, bu sorunlar düzeltilene kadar nefropati tarama testleri yapılmamalıdır.", "question": "Nefropati tarama testleri hangi durumlar düzeltildikten sonra yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "kontrolsüz hipertansiyon, üriner infeksiyon, hipovolemi vb." ], "answer_start": [ 1054 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "Diyabetik nöropati gelişiminde hangi iki toksisite sorumlu tutulmaktadır?", "answers": { "text": [ "lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "Periferik nöropati patofizyolojisinde hangi hastalığın önemli bir etken olduğu bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "Periferik damar hastalığın" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "Hangi faktör nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir?", "answers": { "text": [ "hipertansiyon" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "Diyabetik nöropati en sık hangi şekilde ortaya çıkmaktadır?", "answers": { "text": [ "eldiven-çorap tarzı" ], "answer_start": [ 333 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "Diyabetik nöropati klinik olarak hangi diğer şekillerde ortaya çıkabilmektedir?", "answers": { "text": [ "mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "Diyabetik nöropatinin oluşumunda hangi iki aktivite sinir liflerini tahrip etmektedir?", "answers": { "text": [ "polyol yolağı" ], "answer_start": [ 540 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "Diyabetik nöropatinin oluşumunda etkili olan diğer bir faktör nedir?", "answers": { "text": [ "Oksidatif stresin" ], "answer_start": [ 640 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "ADA, hangi diyabet türü için nöropati taramasını yıllık olarak önermektedir?", "answers": { "text": [ "tip 2 DM" ], "answer_start": [ 741 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "Nöropati taraması hangi fizik muayene ile birlikte yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "basit klinik testlerle" ], "answer_start": [ 900 ] } }, { "context": "Diyabetik nöropati gelişiminde lipotoksisite ve yüksek kan şekerinin neden olduğu glukotoksisite sorumlu tutulmaktadır. Periferik damar hastalığın da periferik nöropati patofizyolojisinde önemli bir etken olduğu bilinmektedir. Bununla beraber hipertansiyon da nöropati gelişimini hızlandırabilmektedir. Klinik olarak nöropati en sık eldiven-çorap tarzı periferik polinöropati şeklinde ortaya çıkmaktadır. Ayrıca mononöropati şeklinde ya da otonomik semptomlar olarak da ortaya çıkabilmektedir (100). Diyabetik nöropatinin oluşumunda artmış polyol yolağı aktivitesi, glikolizasyon ürünlerinin aktivitesi ile sinir lifleri tahrip olmaktadır. Oksidatif stresin de etkili bir faktör olduğunu gösteren çalışmalar vardır (101). ADA, nöropati için tip 2 DM tanılı hastaların yıllık olarak taranmasını önermektedir. Nöropati taraması fizik muayenenin yanında, 10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon gibi basit klinik testlerle yapılmalıdır.", "question": "Nöropati taramasında kullanılan basit klinik testlerden iki tanesini nedir?", "answers": { "text": [ "10-gr bası yapan monofilament ve diyapazon" ], "answer_start": [ 852 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR) nedir?", "answers": { "text": [ "diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur" ], "answer_start": [ 41 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "PDR, hangi komplikasyonlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "PDR evresinde ne tür damar yapıları oluşmaya başlar?", "answers": { "text": [ "periferik damarlardan ince yeni damar yapıları" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "Oluşan yeni damarlar neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "kanamalar" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "Bağ dokusu (fibröz doku) neye yol açar?", "answers": { "text": [ "yapışıklıklar" ], "answer_start": [ 557 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "Vitreus kanamasının kendisi neyi artırır ve neye yol açar?", "answers": { "text": [ "kontraksiyon" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "Yeni damarlar nereye doğru ilerler?", "answers": { "text": [ "ön kamera arasına" ], "answer_start": [ 803 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "Proliferatif değişiklikler olmaksızın ne oluşabilir?", "answers": { "text": [ "maküler ödem" ], "answer_start": [ 969 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "Maküler ödem ne nedeniyle oluşur?", "answers": { "text": [ "maküler bölgedeki sert eksudalar" ], "answer_start": [ 1086 ] } }, { "context": "Proliferatif Diyabetik Retinopati (PDR), diyabetik oftalmopatinin en ciddi komplikasyonudur ve vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması) ve görme kaybına neden olabilir. Bu evrede, optik diskten veya periferik damarlardan ince yeni damar yapıları oluşmaya başlar. Bu oluşan yeni damarlar retina yüzündeki destek dokudan yoksun olarak büyümeye başlarlar ve retina ya da vitreusa kanamalara neden olabilirler. Daha sonra bağ dokusu (fibröz doku) bunları sarar ve vitreus jeli ile retina arasında yapışıklıklar olur, glial proliferasyonla vitreal sıvının traksiyonu, kanama veya retina dekolmanına neden olur. Vitreus kanamasının kendisi de kontraksiyonu arttırır, retina dekolmanı ve kanama yaparak körlüğe neden olur. Bu yeni damarlar bazen ön kamera arasına doğru ilerlerler, dönüşümsüz glokom ile şiddetli ağrılar ve körlük yaparlar. Bazen proliferatif değişiklikler olmaksızın da kapillerden sızıntılar, maküler ödem yaparak, maküladaki vasküler yapılarda tıkanmalara neden olup, görme kayıpları oluşturur. Maküler ödem, maküler bölgedeki sert eksudalar nedeniyle oluşur.", "question": "Görme kaybına yol açma mekanizması nedir?", "answers": { "text": [ "vitreus içi kanama, retina dekolmanı (retinanın tabakalarının corpus vitreum veya birbirinden ayrılması)" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "Diyabetik makula ödemi prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "% 10" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "Makula ödemi prevalansı, diyabetin süresi ile nasıl ilişkilidir?", "answers": { "text": [ " doğrudan" ], "answer_start": [ 63 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "Makula ödemi, Diyabetik Retinopati (DRP) ile nasıl ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "şiddetiyle" ], "answer_start": [ 161 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "makula ödemi" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "NPDR evresindeki görme kaybının % kaçı makula ödemine bağlıdır?", "answers": { "text": [ "% 80" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "Genç diyabetiklerde makula ödemi ne zaman nadir olarak görülür?", "answers": { "text": [ "ilk 9 yılda" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "Yaşlı diyabetiklerde makula ödemi ne zaman görülür?", "answers": { "text": [ "daha erken" ], "answer_start": [ 515 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "Maküla ödemi nedir?", "answers": { "text": [ "Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine" ], "answer_start": [ 574 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "Maküla ödeminin en önemli sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekroz" ], "answer_start": [ 725 ] } }, { "context": "Diyabetik makula ödemi prevalansı % 10’dur. Diyabetin süresiyle doğrudan ilişkilidir ve 20 yılda prevalans % 25’e yükselmektedir. Diyabetik Retinopati'nin (DRP) şiddetiyle de doğrudan ilişkilidir. DRP ilerledikçe makula ödemi insidansı artar. Erken Non-Proliferatif Diyabetik Retinopati (NPDR) olan olgularda en önemli görme kaybı nedeni makula ödemidir. NPDR evresindeki görme kaybının % 80’inden sorumludur. Genç diyabetiklerde makula ödemi tanıyı takiben ilk 9 yılda nadir olarak görülürken yaşlı diyabetiklerde daha erken görülür ve daha fazla görme kaybına neden olur. Maküla bölgesinde retina içinde ekstrasellüler alanda sıvı birikimine maküla ödemi denir. En önemli sebebi kan retina bariyerinde bozulmaya neden olan retina kapillerlerinin fonksiyonel hasarı ve nekrozudur. Mikroanevrizmaların ve kapillerlerin anormal şekilde geçirgen retina endotel hücreleri ve intraretinal mikrovasküler anormallikler serum lipoproteinlerinin sızmasına neden olur. Ayrıca kalınlaşmış posterior kortikal vitreusun hastalığı ilerlemesinde etkili olduğu düşünülmektedir. Makula ödemi klinik olarak fokal ve diffüz olmak üzere iki farklı tipte görülür.", "question": "Makula ödemi klinik olarak hangi iki tipte görülür?", "answers": { "text": [ "fokal ve diffüz" ], "answer_start": [ 1090 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi nasıl uygulanır?", "answers": { "text": [ "aralıklı olarak %100 oksijen solunması" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "HBO tedavisi hangi hastalıkların tedavisinde yaygın olarak kullanılır?", "answers": { "text": [ "dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi" ], "answer_start": [ 223 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "HBO maruziyeti kanda neyin miktarında artışa sebep olur?", "answers": { "text": [ "çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerin" ], "answer_start": [ 504 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "HBO'nun hangi etkileri oksidatif strese bağlı olabilir?", "answers": { "text": [ "yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu" ], "answer_start": [ 750 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "Serbest radikaller ne yapma eğilimindedir?", "answers": { "text": [ "başka moleküllerle reaksiyona girme" ], "answer_start": [ 937 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "Reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak ne isimlendirilir?", "answers": { "text": [ "reaktif oksijen radikallerin" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "HBO tedavisi sonrası vücuda sağlanan yüksek oksijen neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "oksidatif strese" ], "answer_start": [ 838 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "HBO'nun antioksidan enzim sistemleri üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir" ], "answer_start": [ 629 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "HBO tedavisinde kullanılan oksijenin konsantrasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "%100" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Hiperbarik Oksijen (HBO) Tedavisi 1 atmosphere absolute (ATA)’dan daha yüksek bir basınç altında, tamamen kapalı bir basınç odasında aralıklı olarak %100 oksijen solunması ile yapılan bir uygulamadır. HBO, günümüz tıbbında dekompresyon hastalığı, akut karbonmonoksit intoksikasyonu, hava embolisi, yumuşak doku enfeksiyonları, deri greft ve flepleri, crush yaralanması ve bozulmuş yara iyileşmesi gibi birçok hastalığın tedavi ve yardımcı tedavisinde yaygın olarak kullanılmaktadır. HBO maruziyeti kanda çözünmüş oksijen ve reaktif oksijen radikallerinin miktarında artışa sebep olurken, diğer yandan vücudun endojen antioksidan savunma sistemini uyardığı ve antioksidan enzim sistemlerindeki olası bir zayıflamayı da önlediği bilinmektedir. HBO’nun yara iyileşmesi, antibakteriyel etki ve kök hücre mobilizasyonu gibi olumlu etkilerinin oksidatif strese bağlı olduğu da öne sürülen diğer bir görüştür. Serbest radikaller oluşur oluşmaz başka moleküllerle reaksiyona girme eğilimi gösteren reaktif moleküllerdir. Serbest radikallerin bir bölümü oksijen merkezli olup, bunlar reaktif oksijen türevleri (ROT) olarak isimlendirilir. HBO sonrası vücuda sağlanan yüksek orandaki oksijene bağlı olarak birçok dokuda oksidatif stres görülebilmektedir.", "question": "HBO'nun olumlu etkilerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "kök hücre mobilizasyonu" ], "answer_start": [ 790 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "HBO tedavisi kardiyovasküler sistemde neye yol açar?", "answers": { "text": [ "bradikardiye" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "HBO tedavisinde dokulara ulaştırılan oksijen miktarının artması neye yol açmaz?", "answers": { "text": [ "olumsuzluğa" ], "answer_start": [ 207 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "HBO tedavisi sırasında oluşan periferik vazokonstriksiyon neye yol açar?", "answers": { "text": [ "periferik direnç artar" ], "answer_start": [ 334 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "HBO tedavisi sırasında kapiller geçirgenlik nasıl düzelir?", "answers": { "text": [ "hiperoksijenizasyon" ], "answer_start": [ 550 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "HBO'nun hipoksik dokulardaki etkisi nasıldır?", "answers": { "text": [ "normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmaması" ], "answer_start": [ 695 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "HBO tedavisi bakteriler üzerinde nasıl bir etki gösterir?", "answers": { "text": [ "antibakteriyel etkinlik" ], "answer_start": [ 944 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerde ne olur?", "answers": { "text": [ "DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez" ], "answer_start": [ 1203 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "olumsuz olarak etkilenir" ], "answer_start": [ 1390 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları hangi koşullarda durur?", "answers": { "text": [ "parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde" ], "answer_start": [ 1467 ] } }, { "context": "HBO kardiyovasküler sistemde, en dikkat çekici olarak bradikardiye ve buna bağlı olarak kardiyak outputun azalmasına yol açar (34). Ancak dokulara ulaştırılan oksijen miktarı artmış olduğu için bu durum bir olumsuzluğa yol açmaz. Dokular gerekli oksijeni daha az miktarda kandan alabildiğinden, periferik vazokonstriksiyon görülür ve periferik direnç artar. Kan basıncında da minimal bir artış olabilir. Oluşan vazokonstriksiyon ile birlikte HBO tedavisinin antiödem etkisi meydana gelir. Ayrıca, hipoksik ortamda bozulmuş olan kapiller geçirgenlik, hiperoksijenizasyon ile düzelir ve ekstravasküler alana sıvı kaçağı azalır. Bu da ödemin artmasını engeller (35). Diğer önemli nokta da, HBO’nun normal dokularda vazokonstriksiyon oluşturup, hipoksik dokularda bu etkiyi oluşturmamasıdır. HBO tedavisi, bakterilere doğrudan etki göstererek, savunma sisteminin bakterilere immün yanıtını güçlendirerek veya antibiyotiklerin etkilerini arttırarak antibakteriyel etkinlik gösterir. HBO, süperoksit dismutaz gibi antioksidan savunma sisteminden yoksun anaerob bakteriler için bakterisidal etki oluşturur. HBO tedavisi sırasında artan serbest oksijen radikallerine karşı savunma sistemi olmayan bakterilerin, DNA ve RNA dizileri hasar görür, metabolik aktivitesi bozulur ve bakteri, canlılığını sürdüremez. Polimorfonükleer lökositlerin (PNL) ve makrofajların antibakteriyel işlevleri hipoksiden olumsuz olarak etkilenir. Lökositlerin oksijene bağlı öldürme mekanizmaları, parsiyel oksijen basıncı 30 mmHg’nın altına indiğinde durur (36). HBO tedavisi ile bu değerin 30-1200 mmHg’ye çıkarılması, konağın savunma sisteminde artmış aktivite ile sonuçlanır. HBO bazı antibiyotiklerle sinerjistik ya da additif etki gösterir. Örneğin aminoglikozidlerin hücre duvarından geçişi oksijen bağımlıdır. Benzer mekanizmalarla florokinolon, vankomisin, teikoplanin gibi antibiyotiklerin de etkinliği arttırılır.", "question": "HBO bazı antibiyotiklerle nasıl bir etki gösterir?", "answers": { "text": [ "sinerjistik ya da additif" ], "answer_start": [ 1675 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL) hangi hastalık grubunda en sık rastlanılan tiptir?", "answers": { "text": [ "Non-Hodgkin lenfomalar" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "DBBHL yeni tanıların yüzde kaçını oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "%3 -4" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "DBBHL hastaları tipik olarak nasıl bir kitleyle başvururlar?", "answers": { "text": [ "çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "DBBHL hastalığı hangi lenfoma türlerinden dönüşebilir?", "answers": { "text": [ "Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma" ], "answer_start": [ 509 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "DBBHL'da sağkalımı etkileyen klinik parametrelerden nedir?", "answers": { "text": [ "yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi" ], "answer_start": [ 584 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "IPI skoru hangi parametrelerin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanır?", "answers": { "text": [ "birkaç parametre" ], "answer_start": [ 854 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "Hangi skorlama sistemleri DBBHL prognozunu belirlemek için kullanılır?", "answers": { "text": [ "Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI)" ], "answer_start": [ 984 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "DBBHL prognozunu belirlemede kullanılan net histopatolojik parametre nedir?", "answers": { "text": [ "proliferasyon indeksi" ], "answer_start": [ 1168 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "DBBHL hastalığında klinik parametreler her zaman prognozu belirlemede yeterli midir?", "answers": { "text": [ "yeterli olamamaktadır" ], "answer_start": [ 1322 ] } }, { "context": "Diffüz Büyük B Hücreli Lenfoma (DBBHL), Non-Hodgkin lenfomalar (NHL) içerisinde en sık rastlanılan tiptir ve yeni tanıların yaklaşık olarak %3 -4 ’ını oluşturur. DBBHL hem klinik hem de morfolojik olarak heterojendir. Hastalar tipik olarak çok hızlı büyüyen, genellikle semptomatik nodal veya ekstranodal kitleyle başvururlar. Ancak evreleme sırasında pek çok hasta yaygın hastalığa sahiptir. Hastalık doğrudan DBBHL histolojisi ile karşımıza çıkabildiği gibi daha önce var olan yavaş seyirli bir lenfomadan (Küçük lenfositik lenfoma veya Folliküler lenfoma) da dönüşebilir. DBBHL‘da yaş, cinsiyet, B semptomlarının varlığı, nodal ve ekstranodal tutulum alanları, klinik evre ve serum laktat dehidrogenaz (LDH) düzeyi gibi klinik parametreler sıklıkla araştırma konusu olmuştur. Bu değişkenler birbirinden bağımsız olarak sağkalımı etkileyebildiği gibi, birkaç parametrenin birlikte değerlendirilmesi ile hesaplanan IPI skoru da prognoz üzerinde önemli etkiye sahiptir. Klinik olarak Uluslararası Prognostik indeks (IPI) veya Revize Uluslararası Prognostik indeks (R-IPI) skorlama sistemi prognozu belirlemek için kulanılmakla birlikte, histopatolojik değerlendirmede proliferasyon indeksi dışında net bir parametre kullanılmamaktadır. Ancak; DBBHL‘larda her zaman bu klinik parametreler ve IPI skoru prognozu belirlemede yeterli olamamaktadır.", "question": "DBBHL hangi evrede olan hastalarda yaygın hastalık görülür?", "answers": { "text": [ "evreleme sırasında" ], "answer_start": [ 333 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "Lenfomalar hangi hücrelerden köken alır?", "answers": { "text": [ "lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü)" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "Lenfomalar, kaynaklandıkları hücrenin hangi özelliklerine bağlı olarak farklılık gösterir?", "answers": { "text": [ "morfolojik, immunolojik ve klinik" ], "answer_start": [ 210 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "Lenf sistemi ve lenf bezleri vücudun hangi bölgelerinde bulunur?", "answers": { "text": [ "aksiller, servikal, inguinal" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında bulunan lenfoid dokulara ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "mukoza ilişkili lenfoid dokular" ], "answer_start": [ 605 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "Lenf bezlerinin çapı genellikle ne kadardır?", "answers": { "text": [ "birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar" ], "answer_start": [ 747 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "Lenf bezleri hangi durumlarda belirgin boyutlara ulaşır?", "answers": { "text": [ "şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde" ], "answer_start": [ 840 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "Makroskopik olarak malign bir hastalığı düşündüren bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması" ], "answer_start": [ 966 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "Lenf sisteminin temel görevi nedir?", "answers": { "text": [ "Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi" ], "answer_start": [ 272 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "Lenf sistemi lenf dolaşımına nasıl bağlanır?", "answers": { "text": [ "afferent ve efferent lenfatikler ile" ], "answer_start": [ 439 ] } }, { "context": "Lenfomalar, bağışıklık sistemi hücrelerinden olan lenfositler (T/B) veya NK (doğal öldürücü) hücrelerinden köken alan tümöral oluşumlardır. Kaynaklandıkları hücrenin farklılaşma özelliğine bağlı olarak değişen morfolojik, immunolojik ve klinik özellikler gösterebilirler. Vucudun yabancı antijenlere karşı savunma sistemi olan lenf sistemi ve lenf bezleri; aksiller, servikal, inguinal bölgelerde, mediastende ve mezenterik alanda bulunup afferent ve efferent lenfatikler ile lenf dolaşımına bağlanırlar. Gastrointestinal sistem ve solunum yollarında ise lenfoid hücrelerin oluşturduğu birliktelik haline mukoza ilişkili lenfoid dokular (MALT: “Mucosa-associated lymphoid tissue” ilişkili lenfoid doku) denir. Yuvarlak veya oval şekilli olup çoğu birkaç milimetreden 2 milimetreye kadar değişik çapa sahiptir. Stabil durumdaki lenf bezleri şiddetli immün reaksiyonlar, tümör metastazları veya neoplastik gelişimlerde belirgin boyutlara ulaşırlar. Makroskopik olarak 3 cm veya daha büyük çapa sahip olması, alınan kesit yüzünde beyaz renkli alanların bulunması gibi bulgular malign bir hastalığı düşündürmektedir.", "question": "MALT nedir?", "answers": { "text": [ "Mucosa-associated lymphoid tissue" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "Lenfositler hangi hücrelerden farklılaşarak fonksiyonel hale gelirler?", "answers": { "text": [ "lenfoid kök hücrelerden" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "T lenfositleri hangi organda olgunlaşır?", "answers": { "text": [ "timusta" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "B lenfositleri nerede olgunlaşır?", "answers": { "text": [ "fetal karaciğer ve kemik iliği" ], "answer_start": [ 167 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "Lenfositler antijenik uyarımlara uyum sağlamak için ne edinirler?", "answers": { "text": [ "spesifik antijenik reseptörler" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "Lenfositlerin gelişimi sırasında kazandıkları moleküllere ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "Cluster of Differantiation" ], "answer_start": [ 495 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "Şimdiye kadar kaç adet CD tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "78" ], "answer_start": [ 613 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "T lenfositler için tanısal olan CD'lerden nedir?", "answers": { "text": [ "CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25" ], "answer_start": [ 650 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "B lenfositler için tanısal olan CD'ler nedir?", "answers": { "text": [ "CD1 , CD19, CD25" ], "answer_start": [ 703 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "Lenfositler olgunlaştıktan sonra hangi organlara geçerler?", "answers": { "text": [ "sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere" ], "answer_start": [ 928 ] } }, { "context": "Lenfositler lenfoid kök hücrelerden farklılaşarak, çoğalıp, olgunlaşarak fonksiyonel hale gelirler. Bu olgunlaşma sürecinde T lenfositleri timusta, B lenfositleri ise fetal karaciğer ve kemik iliğinde olgunlaşır. Primer lenfoid organlardaki yaşamları sırasında karşılaşacakları antijenik uyarımlara uyum sağlamak için lenfositler, spesifik antijenik reseptörler edinirler. Lenfositlerin gelişimleri sırasında kazandıkları glukoprotein yapısında ve antijen niteliğindeki bu moleküllere günümüzde Cluster of Differantiation adı verilmiştir. Şimdiye kadar monoklonal antikorlarla hücre zarında saptanabilen yaklaşık 78 adet CD tanımlanmıştır. Bunlardan CD2, CD3, CD4, CD5, CD7, CD8, CD25’in T lenfositler, CD1 , CD19, CD25 in ise B lenfositler için tanısal olduğu söylenebilir (2). Sonuçta lenfositler olgunlaştıktan sonra primer lenfoid organlardan kana ve lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları gibi sekonder lenfoid organların kendileri ile ilgili yerlere geçerler.", "question": "Sekonder lenfoid organlara örnek olarak hangi yapılar verilebilir?", "answers": { "text": [ "lenf bezleri, dalak, tonsil ve intestinal sistemdeki Payer plakları" ], "answer_start": [ 855 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Lenf bezini çevreleyen kapsül ne tür bir dokudan oluşur?", "answers": { "text": [ "bağ dokusundan" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Parankim yapısı kaç bölüme ayrılır?", "answers": { "text": [ "korteks ve medulla" ], "answer_start": [ 173 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Yüzeyel korteks ne tür foliküller içerir?", "answers": { "text": [ "Primer ve sekonder" ], "answer_start": [ 290 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Germinal merkezde (GM) bulunan hücrelerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır" ], "answer_start": [ 621 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Germinal merkezde (GM) çoğalan hücre türü nedir?", "answers": { "text": [ "B lenfositler" ], "answer_start": [ 722 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Mantle Zon hangi tür hücrelerden meydana gelir?", "answers": { "text": [ "küçük lenfositler" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Parakorteks hangi hücre türünden zengindir?", "answers": { "text": [ "T lenfosit" ], "answer_start": [ 1101 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Meduller kordlarda ağırlıklı olarak bulunan hücreler nelerdir?", "answers": { "text": [ "B lenfositler ve plazma hücreleri" ], "answer_start": [ 1395 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Lenf bezine giren afferent lenfatikler hangi sinüslere bağlanır?", "answers": { "text": [ "meduller sinüslere" ], "answer_start": [ 1575 ] } }, { "context": "Lenf bezi, bağ dokusundan oluşan ince bir kapsülle çevrili olup bu kapsül parankime doğru uzantılar halinde trabekül denilen yapıları oluşturmaktadır. Parankim denilen yapı korteks ve medulla olarak ikiye ayrılır. Korteks ise; yüzeyel korteks ve parakorteks kısımlarından oluşmaktadır (4). Primer ve sekonder foliküller içeren kısıma yüzeyel korteks adı verilir ve kapsülün hemen altında yer alır. Primer foliküller henüz uyarı almamış küçük lenfositlerden meydana gelir. Foliküller antijenik uyarı alır almaz sekonder foliküllere dönüşürler ve orta kısımlarında germinal merkez (GM) oluştururlar. GM’de bulunan hücreler sentrositler, sentroblastlar, dentritik hücreler ve makrofajlardır ve bu GM’ler antijenik uyarı alan B lenfositlerin çoğalma bölgesidir. Burada ayrıca plazma hücre öncülleri ve B bellek lenfositleri de bulunmaktadır. GM’in çevresinde küçük lenfositlerden meydana gelen Mantle Zon bulunur. Bunun etrafında ise kısmen daha iri nükleuslu ve berrak sitoplazmalı hücrelerden meydana gelen Marjinal Zon gözlenebilmektedir. Parakorteks; foliküller ve medulla arasındaki kalan bölüm olup T lenfositten zengindir. Bu bölümde ayrıca az miktarda B lenfositler, immünoblastlar, dentritik hücreler ve postkapiller venüller bulunmaktadır. Medulla; dallanmalar halinde yayılan hücre kordonları ve aralarındaki meduller sinüslerden meydana gelir. Foliküller haricinde meduller kordlarda da B lenfositler ve plazma hücreleri ağırlıklı olarak bulunmaktadır. Lenf bezinin içine kapsülü delerek giren afferent lenfatikler, radial sinüsler (trabeküler sinüsler) aracılığıyla meduller sinüslere bağlanmış olurlar. Bu sinüslerde fagositik sisteme ait monositik hücreler bulunmaktadır.", "question": "Meduller sinüslerde bulunan hücre türü nedir?", "answers": { "text": [ "fagositik sisteme ait monositik hücreler" ], "answer_start": [ 1627 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "EBV hangi virüs ailesine aittir?", "answers": { "text": [ "Herpes" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "EBV'nin yapısında bulunan DNA çekirdeği ne ile sarılıdır?", "answers": { "text": [ "ikozahedral bir kapsül" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "EBV dünya genelinde hangi yaş grubundaki çocuklarda yaklaşık olarak %5 oranında serolojik olarak gösterilebilmektedir?", "answers": { "text": [ "5 yaşındaki" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "EBV tespiti için kullanılan yöntemlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "in situ hibridizasyon (ISH)" ], "answer_start": [ 558 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "EBV'nin hastalığın progresyonunda etkili olabileceği nasıl gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda" ], "answer_start": [ 652 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "EBV’nin dünyadaki erişkinlerin yüzde kaçını enfekte ettiği bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "%9" ], "answer_start": [ 237 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "EBV enfeksiyonu geçiren kişi, virüsü ne kadar süre boyunca taşır?", "answers": { "text": [ "tüm hayatı" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "Batı toplumlarında erişkinlerin EBV serolojik olarak gösterilme oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%9 -95" ], "answer_start": [ 448 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "EBV tespiti için kullanılan diğer yöntemler nelerdir?", "answers": { "text": [ "PCR ve immunhistokimyasal (IHK)" ], "answer_start": [ 598 ] } }, { "context": "EBV; Herpes virüs ailesinin üyelerinden biri olup diğer herpes virüsler gibi EBV de zarflı bir virüstür ve ikozahedral bir kapsül ile sarılı DNA çekirdeği içeren, dünya genelinde endemik olan bir virüstür. EBV’nin dünyadaki erişkinlerin %9 ‘ını enfekte etttiği bilinmektedir. Kişi bir kez enfekte olduktan sonra tüm hayatı boyunca virüsü taşımaktadır ve bu virüs Batı toplumlarında 5 yaşındaki çocukların yaklaşık olarak %5 sinde, erişkinlerin ise %9 -95‘inde serolojik olarak gösterilebilmektedir. EBV tespiti için kullanılan 3 yöntem vardır. Bunlar; başta in situ hibridizasyon (ISH) olmak üzere PCR ve immunhistokimyasal (IHK) yöntemlerdir. EBV‘nin tümör mikroçevre kompozisyonunda, anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda etkili olabileceği gösterilmiştir.", "question": "EBV'nin tümör mikroçevresinde nasıl bir etkisi olabilir?", "answers": { "text": [ "anti-tümör yanıtını engellemede ve hastalığın progresyonunda" ], "answer_start": [ 686 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "DBBHL tedavi almayan olgularda toplam sağkalım süresi ne kadar olmaktadır?", "answers": { "text": [ "aylarla sınırlı" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "Tedavi planına başlamadan önce hangi durumların netleştirilmesi gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun" ], "answer_start": [ 148 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "DBBHL hastalığında tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre nedir?", "answers": { "text": [ "hastalığın yaygınlık derecesi" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "Radyolojik olarak evre 1 ve 2 olgular nasıl sınıflandırılmaktadır?", "answers": { "text": [ "lokalize hastalık" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "Radyolojik olarak evre 3 ve 4 olgular nasıl sınıflandırılmaktadır?", "answers": { "text": [ "yaygın hastalık" ], "answer_start": [ 533 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar nasıl değerlendirilmektedir?", "answers": { "text": [ "ileri evre hastalıkmış gibi" ], "answer_start": [ 628 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "Sınırlı evre hastalıkta standart hale gelen tedavi nedir?", "answers": { "text": [ "bölgesel radyoterapi" ], "answer_start": [ 769 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "Sınırlı evre hastalıkta hangi çalışma sonrası kombine tedavi standart hale gelmiştir?", "answers": { "text": [ "SWOG" ], "answer_start": [ 811 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "ECOG performans durumu hangi süreçte netleştirilmelidir?", "answers": { "text": [ "Tedavi planına başlanmadan önce" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "DBBHL agresiv seyirli bir hastalık olup tedavi almayan olguların toplam sağkalım süresi aylarla sınırlı olmaktadır. Tedavi planına başlanmadan önce histolojik alt tipinin, hastalık yaygınlığının ve hastanın ECOG performans durumunun netleştirilmesi gerekmektedir. Hastalık tanı aldıktan sonra, tedavi planlamasında dikkate alınan en önemli parametre hastalığın yaygınlık derecesidir. Genellikle hastalar iki gruba ayrılarak planlama yapılır. Radyolojik olarak evrelenen, Evre 1 ve 2 olgular lokalize hastalık olarak, evre 3 ve 4 ise yaygın hastalık olarak sınıflandırılmaktadır. Evre 2 olup bulky hastalığı bulunan hastalar ise ileri evre hastalıkmış gibi değerlendirilmekte ve o şekilde tedavi edilmektedir. Sınırlı evre hastalıkta, 3 kür CHOP kemoterapisine ilaveten bölgesel radyoterapi ile kombine tedavisi SWOG çalışmasından sonra standart hale gelmiştir.", "question": "Lokalize hastalık hangi evreleri kapsamaktadır?", "answers": { "text": [ "Evre 1 ve 2" ], "answer_start": [ 471 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Hekimlik mesleği hangi sorunlarla ilgilenir?", "answers": { "text": [ "insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Hekimlik mesleği hangi görevleri barındırır?", "answers": { "text": [ "insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik" ], "answer_start": [ 75 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Hekimlik mesleği neden bilirkişilik yapmak ile yükümlüdür?", "answers": { "text": [ "“fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Hekimlik mesleği adli konularda ne yapmalıdır?", "answers": { "text": [ "görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır" ], "answer_start": [ 411 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın hangi dalıdır?", "answers": { "text": [ "multidisipliner bir uzmanlık dalıdır" ], "answer_start": [ 536 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli tıp hizmetlerinin işleyişi ve yapılanması neye göre değişir?", "answers": { "text": [ "her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Dünyada adli bilimlerle ilgili birimler hangi kurumlar bünyesinde yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları" ], "answer_start": [ 778 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Ülkemizde Adli Tıp ve Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler nasıl bir yapılanmaya sahiptir?", "answers": { "text": [ "çok geniş" ], "answer_start": [ 1002 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli Tıp hangi iki disiplinin kesişim kümesini oluşturur?", "answers": { "text": [ "Tıp ve hukukun" ], "answer_start": [ 463 ] } }, { "context": "Hekimlik, insan sağlığına ilişkin sorunların tanı ve tedavisi ile uğraşan, insan sağlığının korunmasını ve adli tabiplik görevlerini kendinde barındıran bir meslektir. Hekimlik mesleği, “fen ve sanatları meslek edinenler” başlığında yer alması hem de “meslek veya sanat icrasına resmen yetkili kılınmış olan” kişiler kabul edildiği için bilirkişilik yapmak ile yükümlü olduğu kabul edildiğinden, adli konularda görüş sorulması halinde görüş bildirmek zorundadır. Tıp ve hukukun kesişim kümesini oluşturan Adli Tıp günümüz çağdaş tıbbın multidisipliner bir uzmanlık dalıdır. Adli tıp hizmetlerinin dünyadaki işleyişi ve yapılanması her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına göre değişiklik göstermektedir. Genel olarak bakıldığında dünyada adli bilimlerle ilgili birimler, başta üniversiteler olmak üzere Adalet, İçişleri ve Sağlık Bakanlıkları bünyesinde yer almaktadır. Ülkemizde Adli Tıp ve genel anlamda Adli Bilimler ile ilgili bilimsel faaliyetler, eğitim veya mesleki uygulamalar açısından çok geniş bir yapılanma mevcuttur.", "question": "Adli Tıp hizmetlerinin işleyişi dünyada nasıl değişiklik göstermektedir?", "answers": { "text": [ "her ülkenin kendi yasalarına ve sosyal yapısına" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Adli tıp hizmetleri neyin tecelli etmesinde ayrı bir öneme sahiptir?", "answers": { "text": [ "adaletin" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Adli tıp hizmetleri ne tür konuların çözümünü etkiler?", "answers": { "text": [ "hukuku ilgilendiren" ], "answer_start": [ 72 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından nasıl olması çok önemlidir?", "answers": { "text": [ "erişilebilir" ], "answer_start": [ 339 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Ülkemizde birçok hekimin ne tür sorumluluklarını yeterince bilmediği gözlenmektedir?", "answers": { "text": [ "adli konulardaki" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Hekimlerin adli rapor yazmaktan endişe duymalarının nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun" ], "answer_start": [ 637 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Adli tıp hizmetlerinin kalitesi, doğruluğu, güvenilirliği ve tarafsızlığı nasıl yerine getirilmelidir?", "answers": { "text": [ "eksiksiz olarak" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Adli tıp hizmetlerinin her bireyin ne tür ihtiyaçlarını karşılaması beklenir?", "answers": { "text": [ "sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Adli tıp hizmetlerinin önemi hangi açıdan değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "adaletin tecelli etmesinde" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Hangi sorumlulukların yoğunluğu, hekimlerin adli rapor yazmaktan endişe duymasında rol oynar?", "answers": { "text": [ "tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğu" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Adli tıp hizmetleri, adaletin tecelli etmesinde ayrı bir önemi bulunan, hukuku ilgilendiren konuların çözümünü önemli ölçüde etkileyen hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetleri, yaşayan her bireyin ihtiyaç duyacağı, sorunlarının tanımlanıp çözümlenmesinde yardım göreceği hizmetlerdir. Bu açıdan adli tıp hizmetlerinin herkes tarafından erişilebilir olması, hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi çok önemlidir. Ancak ülkemizde birçok hekimin adli konulardaki sorumluluklarını yeterince bilmedikleri ve adli rapor yazmaktan endişe duydukları gözlenmektedir. Bunda hekimin tedavi edici ve koruyucu hekimlikle idari görevlerinin yoğunluğunun da rolü bulunmaktadır.", "question": "Adli tıp hizmetlerinin erişilebilir olması neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "hizmetlerin kalitesinin, doğruluğunun, güvenilirliğinin ve tarafsızlığının eksiksiz olarak yerine getirilmesi" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli Tıp neyi araştıran bir bilim alanıdır?", "answers": { "text": [ "haksızlığın nesnel verilerini" ], "answer_start": [ 175 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli Tıp, hangi aşamada insan vücudu ve davranışları değerlendirir?", "answers": { "text": [ "yargı" ], "answer_start": [ 85 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli Tıp neyi amaçlar?", "answers": { "text": [ "bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli Tıp hangi bilimlerin bir dalıdır?", "answers": { "text": [ "tıp bilimleri" ], "answer_start": [ 345 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli Tıp hangi konuları inceleyen bir bilim dalıdır?", "answers": { "text": [ "hukuku ilgilendiren" ], "answer_start": [ 371 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli Tıp, adli soruşturma ve yargılama sürecinde ne tür sonuçlar hakkında mahkemeleri bilgilendirir?", "answers": { "text": [ "teknik" ], "answer_start": [ 623 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli tıbbın çalışma konuları ve yöntemleri hangi alanlarla ilgilidir?", "answers": { "text": [ "adli patoloji ve klinik adli tıp" ], "answer_start": [ 803 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli tıbbın başlıca çalışma konuları nelerdir?", "answers": { "text": [ "ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması" ], "answer_start": [ 953 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli bilimler alanındaki bilim dalları arasında ne tür bir ilişki vardır?", "answers": { "text": [ "birbiri ile ilişkili" ], "answer_start": [ 1138 ] } }, { "context": "Adli Tıp, insan vücudunu ve insanla ilgili davranışların yarattığı sonuçları hukukun yargı aşamasında doğru ve bilgilenmiş olarak değerlendirebilmesi için bilirkişilik yapan, haksızlığın nesnel verilerini (delillerini) araştıran bilim alanıdır. Günümüzde ulaşılan bilimsel bilgi ve deneyimlerin adaletin hizmetine sunulmasını amaçlar. Adli Tıp, tıp bilimleri içerisinde, hukuku ilgilendiren konuları inceleyen bilim dalıdır. Tıp biliminin yöntem ve yaklaşımları ile adli nitelikteki konularını inceler ve soruları cevaplandırır. Adli soruşturma ve yargılama sürecinde insan vücudu ve insanla ilgili davranışların yarattığı teknik sonuçlar hakkında mahkemelerin doğru ve detaylı bilgilenmesini sağlayarak uyuşmazlığı çözülebilmesi için uğraşır. Adli tıbbın çalışma konularının ve yöntemlerinin çoğunluğu adli patoloji ve klinik adli tıp ile ilgilidir. Ölüde veya canlı adli olgularda tıbbi incelemeleri yapan uzmanlık alanıdır. Başlıca çalışma konuları; ölüm ve otopsi, hastalık ve travmaların vücutta yol açtığı değişimlerin incelenmesi ve sonuçlarının hukuka sunulması (bilirkişilik) şeklindedir. Adli bilimler alanındaki bilim dalları, birbiri ile ilişkili olup, çoğu zaman bunları keskin sınırlar ile birbirinden ayırmak mümkün değildir. Adli tıp adli bilimler alanında en geniş alana sahip bilim dalıdır. Öyle ki, adli tıbbın konusu içerisinde adli bilimlerin hemen her dalı ile ilgili bilgi alanlarına rastlamak mümkündür.", "question": "Adli tıp adli bilimler alanında nasıl bir yere sahiptir?", "answers": { "text": [ "en geniş alana" ], "answer_start": [ 1273 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "Duygulanım nedir?", "answers": { "text": [ "kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisi" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "Duygudurum neyi yansıtır?", "answers": { "text": [ "kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "Taşkın duygudurum kişinin günlük yaşamında neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "kendisini aşırı iyi hissetme" ], "answer_start": [ 260 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "Çökkün duygudurum kişinin günlük yaşamında hangi duyguları içerir?", "answers": { "text": [ "üzüntü, keder" ], "answer_start": [ 365 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "Bipolar Bozukluk nasıl karakterize edilir?", "answers": { "text": [ "düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemler" ], "answer_start": [ 450 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "Bipolar Bozukluk dönemleri arasında hangi tür dönemler olabilir?", "answers": { "text": [ "eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemler" ], "answer_start": [ 598 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "Bipolar Bozukluk hangi tür bir bozukluktur?", "answers": { "text": [ "süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur" ], "answer_start": [ 699 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "Duygudurum öznellik açısından nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "Karma (miks) dönemler hangi bozukluğun bir parçasıdır?", "answers": { "text": [ "Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB)" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "Duygulanım kişinin uyaranlara, olaylara, anılara, düşüncelere duygusal tepki ile katılabilme yetisidir. Duygudurum ise özneldir, kişinin kendini nasıl hissettiği sorusunun yanıtını yansıtır. Taşkın duygudurum (manik, öforik, elevated) kişinin günlük yaşamında kendisini aşırı iyi hissetme egemendir. Çökkün duygudurum (depresif, depressed) kişinin günlük yaşamında üzüntü, keder duygusu egemendir. Bipolar Bozukluk(BPB) ya da İki Uçlu Bozukluk(İUB), düzensiz olarak tekrarlayan depresif, manik ya da her ikisini de kapsayan karma (miks) dönemlerle karakterize ve bu dönemler arasında kişinin bazen eşik altı belirtiler sergilediği bazen de hiçbir belirtinin bulunmadığı ‘sağlıklı’ dönemlerin olduğu süreğen gidişli bir duygudurum bozukluğudur.", "question": "‘Sağlıklı’ dönemler, Bipolar Bozukluk dönemleri arasında neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "hiçbir belirtinin bulunmadığı" ], "answer_start": [ 640 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında hangi diğer psikiyatrik hastalıklar daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "şizoaffektif bozukluk ve şizofreni" ], "answer_start": [ 74 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "Bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında hangi durumlarda intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "travmaya maruz kaldıklarında" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "İkiz çalışmaları hangi etkenleri ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar?", "answers": { "text": [ "genetik" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "İkiz verilerine göre genler, duygudurum bozuklukları etyolojisinin yüzde kaçını açıklar?", "answers": { "text": [ "%50-70" ], "answer_start": [ 574 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "Tek yumurta ikizlerinde duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı nedir?", "answers": { "text": [ "%70 ile 90" ], "answer_start": [ 759 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "Çift yumurta ikizlerinde duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı nedir?", "answers": { "text": [ "%16 ile 35" ], "answer_start": [ 816 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "Genetik etkenlerin duygudurum bozukluklarının etyolojisinde ne kadar etkili olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "%50-70" ], "answer_start": [ 574 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "Çift yumurta ikizlerinde duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı nedir?", "answers": { "text": [ "%16 ile 35" ], "answer_start": [ 816 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "İkiz çalışmaları genetik ve çevresel etkenleri ayırt etmede nasıl bir role sahiptir?", "answers": { "text": [ "en güçlü" ], "answer_start": [ 485 ] } }, { "context": "Duygudurum bozukluğu tanısı konulan kişilerin akrabalarında, aynı zamanda şizoaffektif bozukluk ve şizofreni gibi bazı psikiyatrik hastalıklar da daha sık görülmektedir. Yapılmış bir çalışmada ise bipolar bozukluk hastalarının akrabalarında, özellikle travmaya maruz kaldıklarında, intihar girişimleri ve düşünceleri bakımından artmış bir risk altında oldukları belirtilmiştir. İkiz çalışmaları, genetik etkenleri çevresel etkenlerden yani doğuştan olanla, sonradan olanı ayırt etmede en güçlü yaklaşımı sağlar. İkiz verileri, genlerin duygudurum bozuklukları etyolojisinin %50-70’ini açıkladığı yolunda kanıtlar sunar. Tek yumurta ve çift yumurta ikizlerinde yapılan araştırmalarda; duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı tek yumurta ikizlerde %70 ile 90 iken, aynı cinsiyetten çift yumurta ikizlerde %16 ile 35’tir. Bu da hastalığın etyolojisinde genetik etkenlerin olduğunu göstermektedir.", "question": "Hangi tür ikizlerde duygudurum bozuklukları açısından eş hastalanma hızı daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "Tek yumurta" ], "answer_start": [ 620 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Major Depresif Bozukluk (MDB) hangi tür bir bozukluktur?", "answers": { "text": [ "psikiyatrik" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalık nedir?", "answers": { "text": [ "Major Depresif Bozukluk" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi hangi riskleri artırabilir?", "answers": { "text": [ "duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, antidepresan ilaçların etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "fayda göstermeyeceği" ], "answer_start": [ 235 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Bipolar bozukluğu olan hastaların yüzde kaçı intihar girişiminde bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "25-55" ], "answer_start": [ 481 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Bipolar depresyonda unipolar depresyona göre hangi belirtiler daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşünceleri" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Doğru tanı konulmasında hangi faktörler önemlidir?", "answers": { "text": [ "ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması" ], "answer_start": [ 848 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Bipolar depresyonda hangi belirtiler unipolar depresyona göre daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Bipolar bozukluğu olan hastaların tamamlanmış intihar oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%15" ], "answer_start": [ 533 ] } }, { "context": "Major Depresif Bozukluk (MDB) toplumda oldukça sık görülen psikiyatrik bir bozukluktur ve birinci basmakta en sık görülen ruhsal hastalıktır. Bipolar bozuklukta depresyon sık görülmesine rağmen, kanıtlar antidepresan ilaçların çoğunun fayda göstermeyeceği yönündedir. Bipolar bozuklukta antidepresan tedavisi duygudurum döngüsünü, karma durumları, hipomani ve maniye kaymaları arttırmanın yanı sıra suisidal riski arttırabilmektedir. Bipolar bozuklukluğu olan hastaların yaklaşık %25-55’i intihar girişiminde bulunmaktadır, bunların %15’i tamamlanmış intihardır. Bipolar depresyonda; unipolar depresyona göre artmış uyku süreleri, aşırı yemek yeme, psikotik belirtiler, hızlı değişen duygudurum ve intihar düşüncelerinin daha sık görüldüğü belirtilmektedir. Ayrıca erken yaşta başlangıç, hastalığın akut başlaması, sık iş ve ilişki değişiklikleri, ailede duygudurum bozukluğu öyküsü ve geçmiş tedavilerin detaylı sorgulanması doğru tanı konulmasında önem arz eder.", "question": "Erken yaşta başlangıç ve hastalığın akut başlaması hangi bozukluğun tanısında önemlidir?", "answers": { "text": [ "Bipolar bozuklukta depresyon" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus hangi iki eklem arasında uzanır?", "answers": { "text": [ "omuz ile dirsek" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus'un hangi işlevi yüksek motor fonksiyonuna katkı sağlar?", "answers": { "text": [ "birçok kasın yapışma yeri" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus cisim kırıkları tüm kırıkların yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%3" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus cisim kırıkları hangi yaş gruplarında daha yaygındır?", "answers": { "text": [ "genç erkeklerde" ], "answer_start": [ 584 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Genç erkeklerde humerus cisim kırıkları genellikle hangi tür travmalarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "yüksek enerjili" ], "answer_start": [ 617 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus kırıkları topluma ne tür bir yük getirir?", "answers": { "text": [ "üretkenlik ve maddi kayıplarla" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus kırıklarının yaygınlığının ikinci grubu hangi yaş aralığındaki kadınları içerir?", "answers": { "text": [ "altmış ve seksen" ], "answer_start": [ 669 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus hangi kısmın iskeletini oluşturur?", "answers": { "text": [ "kolun" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Endüstriyel yaşam tarzı, araç ve motorsiklet kullanımı ile hangi tür kırıklar artmıştır?", "answers": { "text": [ "Humerus cisim kırıkları" ], "answer_start": [ 317 ] } }, { "context": "Humerus, vücudumuzun en hareketli eklemi olan omuz ile dirsek eklemi arasında uzanan, insanoğlunun günlük hayatında ve birçok basamağında önemli rolü olan, gövde ve önkol arasında bağlantı noktası görevi gören, birçok kasın yapışma yeri olması nedeniyle motor fonksiyonu yüksek olan kolun iskeletini oluşturmaktadır. Humerus cisim kırıkları oldukça yaygın görülmekle birlikte, tüm kırıkların yaklaşık %3'ünü, humerus kırıklarının ise %20'sini oluşturur ve üretkenlik ve maddi kayıplarla topluma önemli bir yük getirir. Bu kırıklar bimodal bir dağılıma sahiptir; Yaygınlığın ilk grubu genç erkeklerdedir ve genellikle yüksek enerjili travma ile ilişkilidir, ikinci grup altmış ve seksen yaşları arasındaki yaşlı kadınlardır. Endüstriyel yaşam tarzının yaygınlaşması, araç ve motorsiklet kullanımı, spor aktivitelerinin insan hayatında daha fazla yer tutması ve artan insan ömrü ile artan kırıklardan biri olmuştur.", "question": "Humerus kırıklarının bimodal dağılımı ilk grup nedir?", "answers": { "text": [ "genç erkekler" ], "answer_start": [ 584 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "Humerus cisim kırıkları hangi teknikle başarıyla tedavi edilebilir?", "answers": { "text": [ "MIPPO" ], "answer_start": [ 72 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "MIPPO tekniğinde klasik açık cerrahi yöntemlere göre hangi avantajlar vardır?", "answers": { "text": [ "daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski" ], "answer_start": [ 197 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "MIPPO tekniğinde hangi eklemlere daha az müdahale edilir?", "answers": { "text": [ "omuz ve dirsek" ], "answer_start": [ 366 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "MIPPO tekniği hangi tekniğe göre daha yüksek postoperatif hareket sağlar?", "answers": { "text": [ "intrameduller çivi tekniğine" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "MIPPO tekniğinin uygulanmasında ne tür zorluklar vardır?", "answers": { "text": [ "anatomik engeller" ], "answer_start": [ 536 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "MIPPO tekniğinde hangi sinirle ilgili risk daha düşüktür?", "answers": { "text": [ "radial sinir paralizisi" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "MIPPO tekniğinin postoperatif dönemde sağladığı avantaj nedir?", "answers": { "text": [ "daha yüksek postoperatif hareket" ], "answer_start": [ 421 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "Humerus cisim kırıklarının tedavisinde hangi teknik, omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale gerektirir?", "answers": { "text": [ "MIPPO tekniği" ], "answer_start": [ 142 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "MIPPO tekniği neden tecrübe gerektiren bir girişimdir?", "answers": { "text": [ "önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller" ], "answer_start": [ 495 ] } }, { "context": "Humerus cisim kırıklarının, minimal invaziv perkütan plak osteosentezi (MIPPO) ile başarıyla tedavi edilebileceği literatürde bildirilmiştir. MIPPO tekniğinde, klasik açık cerrahi yöntemlere göre, daha az yumuşak doku diseksiyonu, daha düşük kaynamama oranları ve daha düşük iyatrojenik radial sinir paralizisi riski vardır. Ayrıca intrameduller çivi tekniğine göre omuz ve dirsek eklemine daha az müdahale edildiği için daha yüksek postoperatif hareket sağlamaktadır. Birçok avantajına rağmen, önemli damar sinir yapılarına yakınlığı, anatomik engeller nedeniyle uygulaması zor ve tecrübe gerektiren bir girişimdir.", "question": "MIPPO tekniğinde daha düşük olan cerrahi risk nedir?", "answers": { "text": [ "radial sinir paralizisi" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Humerus'un proksimal ucu hangi kemikle eklem yapar?", "answers": { "text": [ "skapula" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında ne yer alır?", "answers": { "text": [ "collum anatomicum" ], "answer_start": [ 161 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Tuberculum majus ile tuberculum minus arasında ne bulunur?", "answers": { "text": [ "sulcus intertubercularis" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Musculus biceps brachii'nin caput longum'unun tendonu nereden geçer?", "answers": { "text": [ "sulcus intertubercularis" ], "answer_start": [ 293 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Collum chirurgicum nerede yer alır?", "answers": { "text": [ "tuberculum majus ve minus arasında" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Humerus'un en zayıf bölgesi nedir?", "answers": { "text": [ "collum chirurgicum" ], "answer_start": [ 469 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Humerus cismi hangi bölgenin distalinden başlar?", "answers": { "text": [ "collum chirurgicum" ], "answer_start": [ 469 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Humerus cismi ile caput humeri aksları arasındaki açı kaç derecedir?", "answers": { "text": [ "135°" ], "answer_start": [ 693 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Tuberculum majus'un omuz bölgesindeki konumu nedir?", "answers": { "text": [ "en lateraldeki yuvarlak çıkıntı" ], "answer_start": [ 225 ] } }, { "context": "Humerus, proksimal ucu ile skapula, distal ucu ile ön kol kemikleriyle eklem yapan uzun kemiklerden biridir. Caput humeri ile tuberculum majus ve minus arasında collum anatomicum yer alır. Tuberculum majus, omuz bölgesindeki en lateraldeki yuvarlak çıkıntıdır ve tuberculum minus ile arasında sulcus intertubercularis adı verilen oluk yer alır. Sulcus intertubercularis‘den musculus biceps brachii‘nin caput longum‘unun tendonu geçer. Tuberculum majus ve minus altında collum chirurgicum adı verilen cerrahi boyun olarak da bilinen humerusun en zayıf bölgesi yer alır. Humerus cismi bu bölge distalinden başlar. Humerus cismi ile caput humeri aksları arasında, açıklığı mediale bakan ortalama 135°‘lik bir açı vardır.", "question": "Sulcus intertubercularis'in ne işe yaradığı belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "tendonu geçer" ], "answer_start": [ 420 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Humerus cisminin proksimal yarısı hangi şekle sahiptir?", "answers": { "text": [ "silindirik" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Humerus cisminin distal yarısı hangi şekle sahiptir?", "answers": { "text": [ "prizmatik" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Humerus cismi kaç kenar içerir?", "answers": { "text": [ "3" ], "answer_start": [ 109 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Anterior sınır nereden başlar?", "answers": { "text": [ "tuberculum majus" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Sulcus intertubercularis'in lateral kenarı humerus cisminde hangi bölgeyi oluşturur?", "answers": { "text": [ "Anterior sınırın proksimal üçte birini" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Musculus deltoideus'un yapıştığı yapı nedir?", "answers": { "text": [ "tuberositas deltoidea" ], "answer_start": [ 438 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Humerus cisminin lateral ve medial sınırları distalde hangi yapıyı oluşturur?", "answers": { "text": [ "suprakondiler çıkıntı" ], "answer_start": [ 537 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Sulcus nervi radialis hangi sınırı keser?", "answers": { "text": [ "medial sınırın orta üçte birini" ], "answer_start": [ 594 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Sulcus nervi radialis'ten hangi yapılar geçer?", "answers": { "text": [ "nervus radialis ve arteria profunda brachii" ], "answer_start": [ 643 ] } }, { "context": "Humerus cisminin proksimal yarısı silindirik, distal yarısı prizmatiktir. Anterior, lateral ve medial olarak 3 kenar içerir. Bu sınırlarla anterolateral, anteromedial ve posterior olarak 3 yüze ayrılır. Anterior sınır tuberculum majusdan başlar cismin en distalına kadar devam eder. Anterior sınırın proksimal üçte birini sulcus intertubercularisin lateral kenarı oluşturur. Lateral sınırın orta kısmında musculus deltoideus'un yapıştığı tuberositas deltoidea bulunur. Lateral sınır distalde kalınlaşır. Lateral ve medial sınır distalde suprakondiler çıkıntıyı oluşturur. Sulcus nervi radialis medial sınırın orta üçte birini keser ve buradan nervus radialis ve arteria profunda brachii geçer.", "question": "Humerus cisminin lateral sınırı distal kısımda nasıl bir değişiklik gösterir?", "answers": { "text": [ "kalınlaşır" ], "answer_start": [ 492 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Üst ekstremitede kaç adet fasyal oluşum mevcuttur?", "answers": { "text": [ "2" ], "answer_start": [ 101 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Humerus proksimal lateralinde fascia brachii hangi fasya ile birleşir?", "answers": { "text": [ "fascia deltoidea" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılan oluşum nasıl bir yapıya sahiptir?", "answers": { "text": [ "kalınlaşmış bir bölme" ], "answer_start": [ 348 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Derin fasya üst ekstremitede nerelere tutunur?", "answers": { "text": [ "humerus epikondillerine ve olekranona" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Fascia brachii, humerus cisminde hangi yapıya yapışır?", "answers": { "text": [ "margo lateralis" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Fasya profunda hangi yapıları sarar?", "answers": { "text": [ "kasları" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında hangi fasyalar birleşir?", "answers": { "text": [ "fascia brachii fascia deltoidea" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Derin fasya üst ekstremitede nasıl bir yol izler?", "answers": { "text": [ "kolu sirküler olarak dolanır" ], "answer_start": [ 471 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Derin fasya ön kolda nasıl devam eder?", "answers": { "text": [ "fascia antebrakialis" ], "answer_start": [ 672 ] } }, { "context": "Üst ekstremitede ciltaltı yüzeyel fascia superfisiale ve kasları saran fasya profunda olarak bilinen 2 adet fasyal oluşum mevcuttur. Humerus proksimal lateralinde deltoid kasın yapışma noktasında fascia brachii fascia deltoidea'yla birleşir ve humerus cisminde margo lateralis'e, distalde ise krista supracondylaris lateralis'e yapışır. Bu yapışma kalınlaşmış bir bölme şeklindedir. Bu oluşum septum intermusculare brachii laterale olarak adlandırılır. Kolda derin fasya kolu sirküler olarak dolanır ve üst kısımda fasya pektoralis ve fasya aksillaris olarak devam ederken aşağıya doğru ise humerus epikondillerine ve olekranona tutunur. Derin fasya önkolun derin fasyası fascia antebrakialis olarak devam eder.", "question": "Septum intermusculare brachii laterale hangi fasyaların birleşmesiyle oluşur?", "answers": { "text": [ "fascia brachii fascia deltoidea" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Ortopedik cerrahi tekniklerin gelişmesi neyin artmasına sebep olmuştur?", "answers": { "text": [ "cerrahi tedavi sıklığı" ], "answer_start": [ 57 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Günümüzde iş hayatına hızlı dönmek ne açısından önem kazanmıştır?", "answers": { "text": [ "birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Hastada sadece kırığın kaynaması dışında hangi durumların değerlendirilmesi gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Cerrrahi tedavi genellikle hangi vakalar için geçerlidir?", "answers": { "text": [ "açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Bilimsel alanda ne tür çalışmaların sayısı artmaktadır?", "answers": { "text": [ "cerrahi" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi hangi tedavi seçeneklerine göre yüksek kabul edilebilir bir alternatiftir?", "answers": { "text": [ "intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya" ], "answer_start": [ 826 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Bilimsel alanda ne tür çalışmaların sayısının arttığı görülmektedir?", "answers": { "text": [ "cerrahi" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Cerrrahi tedavi özellikle hangi hasta grupları için geçerlidir?", "answers": { "text": [ "açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle hangi tedavi sıklığı artmaktadır?", "answers": { "text": [ "Cerrahi tedavi" ], "answer_start": [ 461 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi hangi iki yönteme göre bir alternatif olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya" ], "answer_start": [ 826 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Cerrrahi tedavi sıklığının artmasına ne sebep olmuştur?", "answers": { "text": [ "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Günümüzde iş hayatına hızlı dönmek neden önem kazanmıştır?", "answers": { "text": [ "birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Hastada sadece kırığın kaynaması dışında hangi durumlar da değerlendirilmelidir?", "answers": { "text": [ "iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Cerrrahi tedavi hangi vakalar için geçerlidir?", "answers": { "text": [ "açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde hangi durum söz konusudur?", "answers": { "text": [ "tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır" ], "answer_start": [ 723 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi hangi tedavi seçeneklerine göre yüksek kabul edilebilir bir alternatiftir?", "answers": { "text": [ "intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya" ], "answer_start": [ 826 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Bilimsel alanda ne tür çalışmaların sayısının arttığı görülmektedir?", "answers": { "text": [ "cerrahi" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Cerrrahi tedavi özellikle hangi hasta grupları için geçerlidir?", "answers": { "text": [ "açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar" ], "answer_start": [ 487 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle hangi tedavi sıklığı artmaktadır?", "answers": { "text": [ "Cerrahi tedavi" ], "answer_start": [ 461 ] } }, { "context": "Ortopedik cerrahi teknikler ve implantların gelişmesiyle cerrahi tedavi sıklığı artmaktadır. Günümüzde iş hayatına daha hızlı dönmek birçok açıdan önemli bir durum halini almıştır. Birçok hastalık gibi aslında hastada sadece kırığının kaynaması dışında iş gücü kaybı, tedavinin maliyeti gibi durumlarla beraber bir bütün olarak sonuçların değerlendirilmesi gerekmektedir. Bilimsel alanda bu tarz çalışmaların sayısının giderek daha fazla arttığı görülmektedir. Cerrahi tedavi genellikle açık kırıklar, politravma hastaları, obez hastalar, kontralateral humerus cisim kırıkları, eşlik eden önkol kırıkları ve konservatif tedavi içinde dizilim yetersiz olan vakalar için geçerlidir. İdeal cerrahi tedavi ile ilgili günümüzde tartışmalar devam etmekle birlikte, biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi, diğer seçenekler olan intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya göre yüksek kabul edilebilir bir alternatif olarak karşımıza çıkmaktadır.", "question": "Biyolojik tespit ve minimal invaziv cerrahi hangi iki yönteme göre bir alternatif olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "intrameduller çivi ve konvansiyonel plaklamaya" ], "answer_start": [ 826 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Kolu beslenmesinde en önemli arter nedir?", "answers": { "text": [ "Arteria brachialis" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Arteria brachialis hangi arterin devamıdır?", "answers": { "text": [ "arteria axillaris" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Arteria brachialis'in lateralinde hangi sinir seyreder?", "answers": { "text": [ "nervus medianus" ], "answer_start": [ 208 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Humerus'un distal yarısında nervus medianus arteri nereye geçerek çaprazlar?", "answers": { "text": [ "medial tarafa" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Ekstensör kompartman hangi yapıları içerir?", "answers": { "text": [ "musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii" ], "answer_start": [ 438 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Arteria profunda brachii ve nervus radialis hangi olukta birlikte seyreder?", "answers": { "text": [ "Sulcus nervi radialis" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Nervus radialis, kolun alt kısmında hangi yapıyı delerek laterale geçer?", "answers": { "text": [ "septum intermusculare laterale" ], "answer_start": [ 664 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Nervus radialis hangi kasların arasından geçerek fossa cubitiye girer?", "answers": { "text": [ "musculus brachialis ve musculus brachioradialis" ], "answer_start": [ 735 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Nervus ulnaris, humerus'un distal yarısında arteria brachialis'ten nasıl uzaklaşır?", "answers": { "text": [ "medial kısımda seyreder" ], "answer_start": [ 392 ] } }, { "context": "Arteria brachialis kolu beslenmesindeki en önemli arterdir. Musculus teres major‘un altında arteria axillaris‘in devamı olan bu arter proksimalde kol kasları arasında humerusun önünde seyrederken lateralinde nervus medianus, medialinde ise nervus ulnaris seyreder. Humerus‘un distal yarısında nervus medianus, arteri çaprazlayarak medial tarafa geçer nervus ulnaris ise arterden uzaklaşır ve medial kısımda seyreder. Ekstensör kompartman musculus triceps brachii, nervus radialis ve arteria profunda brachii yapılarını içerir. Sulcus nervi radialis isimli olukta arteria profunda brachii, nervus radialis ile birlikte seyreder. Daha sonra kolun alt kısmında sinir septum intermusculare laterale‘yi delerek laterale geçer ve sonrasında musculus brachialis ve musculus brachioradialis arasından lateral epikondilin önünden fossa cubitiye girer.", "question": "Arteria profunda brachii'nin nervus radialis ile birlikte seyrettiği oluk nedir?", "answers": { "text": [ "Sulcus nervi radialis" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları nelere bağlıdır?", "answers": { "text": [ "coğrafi ve sosyal parametreler" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "Diaphyseal humerus kırıklarının en yaygın oluşum mekanizmaları nelerdir?", "answers": { "text": [ "açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travma" ], "answer_start": [ 183 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "Hangi tür kas hareketleri patolojik kırıklara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "Kas kontraksiyonları" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "Humerus cisim kırıkları özellikle hangi cinsiyet grubunda daha yaygındır?", "answers": { "text": [ "kadınlarda" ], "answer_start": [ 602 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "Yaşlı hastalarda humerus cisim kırıkları genellikle neye bağlı olarak meydana gelir?", "answers": { "text": [ "düşme" ], "answer_start": [ 199 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "5. dekattan sonra oluşan humerus kırıkları hangi cinsiyette daha yaygındır?", "answers": { "text": [ "kadınlarda" ], "answer_start": [ 602 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "Klenerman hangi tür kuvvetlerle kırıklar oluşturmuştur?", "answers": { "text": [ "kompresyon" ], "answer_start": [ 749 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "Bending kuvvetlerinin eklenmesiyle hangi tür kırıklar meydana gelir?", "answers": { "text": [ "transvers kırıklar" ], "answer_start": [ 863 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "Torsiyonel kuvvetlerin eklenmesiyle hangi tür kırıklar oluşur?", "answers": { "text": [ "spiral kırıklar" ], "answer_start": [ 920 ] } }, { "context": "Diaphyseal humerus kırıklarının oluşum mekanizmaları çok çeşitlidir ve coğrafi ve sosyal parametrelere bağlıdır, direkt ve indirekt mekanizmalar ile olabilir. En yaygın mekanizmalar, açık el üzerine düşme, motorlu taşıt kazaları ve kola direkt travmadır. Kas kontraksiyonları ile de patolojik kırıklar meydana gelebilir. Özellikle 2. ve 3. dekatta hastalar daha çok erkek olmakta ve spor yaralanması ve trafik kazası gibi yüksek enerjili travmalara bağlı oluşmaktadır. Yaşlı hastalarda düşme sonrası meydana gelen humerus cisim kırıkları önemli bir sorundur. 5. dekattan sonra oluşan kırıklar daha çok kadınlarda olmakta ve basit düşmelere bağlı oluşmaktadır. Klenerman farklı etken güçlerle deneysel olarak kırıklar oluşturmuştur. Klenerman’a göre kompresyon kuvvetleri distal veya proksimal kırıklar oluştururken, bu kuvvete bending kuvvetlerinin eklenmesi ile transvers kırıklar, torsiyonel kuvvetlerin eklenmesi ile spiral kırıklar, bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkilemesi ile de kelebek fragman ile birlikte olan oblik kırıklar meydana gelmektedir.", "question": "Bending ve torsiyonel kuvvetlerin birlikte etkileşimi hangi tür kırıklara yol açar?", "answers": { "text": [ "oblik kırıklar" ], "answer_start": [ 1032 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "İntrameduller çivi hangi durumlarda cerrahi seçeneklerden biridir?", "answers": { "text": [ "humerus cisim kırıkları" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "Seidel çivisinin ilk kullanımında hangi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır?", "answers": { "text": [ "rotasyonel instabilite" ], "answer_start": [ 222 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "Russell-Taylor çivisinde hangi sorun bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "rotasyonel instabilite" ], "answer_start": [ 222 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "Synthes çivisinin ne tür sonuçlar elde ettiği bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "klinikte daha iyi bir başarı" ], "answer_start": [ 638 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "İntramedüller çivileme hangi tür kırıklarda endikedir?", "answers": { "text": [ "parçalı, segmental ve patolojik" ], "answer_start": [ 718 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "Humerus çivileri hangi tekniklerle yerleştirilebilir?", "answers": { "text": [ "antegrad veya retrograd" ], "answer_start": [ 789 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "Antegrad çivileme hangi tür kırıklarda önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "proksimal ve orta cisim kırıkları" ], "answer_start": [ 996 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "Retrograd çivileme hangi tür kırıklarda önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "distal üçte birlik" ], "answer_start": [ 1046 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "İntrameduller çivilemenin hangi tekniği en çok kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "antegrad" ], "answer_start": [ 789 ] } }, { "context": "İntrameduller çivi humerus cisim kırıklarında cerrahi seçeneklerden biridir. Son yıllarda kullanımı yaygınlaşmıştır. Humeral çivilemenin ilk yıllarında, Seidel çivisinin başlangıçta iyi sonuç verdiği bildirilmesine rağmen rotasyonel instabilite, iyatrojenik kırık ve güvensiz tespit ve çivi başı büyüklüğüne bağlı şiddetli omuz hasarı gibi olumsuz sonuçlarla karşılaşılmıştır. Daha sonraki Russell-Taylor çivisinin çapı daha küçük ve fiksasyon daha iyi olmakla birlikte vida boyutu ile vida deliği arasında uyumsuzluktan kaynaklanan rotasyonel instabilite bildirilmiştir. Daha yeni olan Synthes çivisinin, daha az komplikasyonla birlikte klinikte daha iyi bir başarı elde ettiği bildirilmiştir. İntramedüller çivileme parçalı, segmental ve patolojik kırıklarda endikedir. Humerus çivileri antegrad veya retrograd olarak yerleştirilebilir, antegrad en çok kullanılan tekniktir. Hangi yaklaşımı kullanacağına dair genel bir görüş birliği bulunmamakla birlikte, bazı çalışmalar antegrad çivilemenin proksimal ve orta cisim kırıklarında yapılmasını, distal üçte birlik kırıklarda ise retrograd çivileme yapılmasını önermektedir.", "question": "Russell-Taylor çivisinin hangi özelliği Seidel çivisinden daha iyidir?", "answers": { "text": [ "çapı daha küçük" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde nasıl bir role sahiptir?", "answers": { "text": [ "sınırlı" ], "answer_start": [ 64 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Eksternal fiksasyon hangi durumlarda endikedir?", "answers": { "text": [ "enfekte olan kaynamama durumlarında" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Eksternal fiksasyon hangi durumlarla ilişkili kırıklarda endikasyon olarak bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Eksternal fiksatör uygulaması genellikle ne tür bir tedavi olarak uygulanmaktadır?", "answers": { "text": [ "geçici" ], "answer_start": [ 581 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Eksternal fiksasyon sonrası hangi tür bir tedaviye geçilmektedir?", "answers": { "text": [ "kalıcı tedaviye" ], "answer_start": [ 649 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Hangi tür kırıklarda eksternal fiksasyon hasar kontrol amaçlı kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "çoklu travma hastalarında" ], "answer_start": [ 180 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Eksternal fiksasyon hangi tür sinir felci ile ilişkili kırıklarda endikasyon olarak bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "radial" ], "answer_start": [ 349 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle ne tür bir tedaviye geçiş için uygulanmaktadır?", "answers": { "text": [ "kalıcı tedaviye" ], "answer_start": [ 649 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Eksternal fiksasyon hangi tür kırıklarda geçici bir tedavi olarak uygulanmaktadır?", "answers": { "text": [ "humerus cisim kırıkları" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Eksternal fiksasyon akut humerus cisim kırıklarının tedavisinde sınırlı bir role sahiptir. İleri yumuşak doku hasarı ve kemik kaybı ile giden açık kırıklarda, hasar kontrol amaçlı çoklu travma hastalarında ve özellikle enfekte olan kaynamama durumlarında endikedir. Aynı zamanda distal humerus kırıkları, bilateral humerus kırıkları, travma sonrası radial sinir felci, vasküler yaralanma ilişkili kırıklar, yanıklar ve yumuşak doku interpozisyonu ile ilgili kırıklar da endikasyon olarak bildirilmiştir. Humerus cisim kırıkları tedavisinde eksternal fiksatör uygulaması genellikle geçici tedavi olarak uygulanmaktadır, sonrasında diğer bir yöntemle kalıcı tedaviye geçilmektedir.", "question": "Eksternal fiksasyon sonrası hangi tür tedavi yöntemi tercih edilmektedir?", "answers": { "text": [ "kalıcı tedaviye" ], "answer_start": [ 649 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Genel anestezi sırasında hangi dört durum geçici olarak oluşturulur?", "answers": { "text": [ "bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok" ], "answer_start": [ 75 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Genel anestezi hangi sinir sisteminde depresyona neden olur?", "answers": { "text": [ "santral sinir sisteminde" ], "answer_start": [ 236 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Genel anesteziklere en duyarlı yapılar nerede bulunur?", "answers": { "text": [ "solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki" ], "answer_start": [ 1161 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Analjezi hangi bölgede yer alan nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelir?", "answers": { "text": [ "omurilik arka boynuzu" ], "answer_start": [ 574 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Genel anestezikler nöronlar üzerinde nasıl bir depresyon yapar?", "answers": { "text": [ "desandan" ], "answer_start": [ 399 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşmiş nöronlar hangi sistemin parçasıdır?", "answers": { "text": [ "retiküler aktive edici sistemi" ], "answer_start": [ 865 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Genel anesteziklerin beyin korteksine kadar uzanan yolda duyarlılığı yüksek olan yapılar nelerdir?", "answers": { "text": [ "nöronlar ve sinapslardır" ], "answer_start": [ 1201 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Genel anestezi sırasında analjeziden sonra ne oluşur?", "answers": { "text": [ "bilinç kaybı" ], "answer_start": [ 75 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Genel anesteziklere duyarlılık hangi merkezlerde en yüksektir?", "answers": { "text": [ "solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır" ], "answer_start": [ 1161 ] } }, { "context": "Genel anestezi, vital fonksiyonlarda bir değişiklik olmadan geçici olarak; bilinç kaybı (mental blok), analjezi (sensoryel blok), arefleksi (refleks blok) ve gerektiğinde motor blok oluşturulmasıdır. Bu durum, genel anestezik ilaçların santral sinir sisteminde yaptığı, kortikal ve psişik merkezlerden başlayıp bazal gangliyonlar, serebellum, medulla spinalis ve medüller merkezler sırasını izleyen desandan bir depresyonun sonucudur. Belirli nöron ve nöron yolaklarının genel anesteziklere duyarlılık farklılığı anestezi öncesi analjezi meydana gelmesini sağlar. Analjezi, omurilik arka boynuzunda yer alan substantia gelatinosadaki birinci ağrı nöronlarının akson uçları ve spinotalamik nöronlar arasındaki sinaps ile ilgili nöronların inhibisyonu sonucu meydana gelmektedir. Beyin sapında retiküler formasyonda yerleşimli, bilinçlilik halinin devamından sorumlu retiküler aktive edici sistemi oluşturan nöronların, bu sistemin beyin korteksine kadar uzanan yolu üzerinde yer alan nöronların ve bunların yaptığı sinapsların genel anesteziklere duyarlılığı yüksektir. Bu nedenle analjezinin ardından bilinç kaybı oluşur. Genel anesteziklere en duyarlı yapılar solunum merkezi ve vazomotor merkezdeki nöronlar ve sinapslardır.", "question": "Genel anestezinin neden olduğu desandan depresyon nerede başlar?", "answers": { "text": [ "kortikal ve psişik merkezlerde" ], "answer_start": [ 270 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Çizgili kasların gevşemiş olması cerrahi girişimler sırasında ne için önemlidir?", "answers": { "text": [ "kas tonusunun azaltılması" ], "answer_start": [ 104 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Nöromusküler bloke edici ilaçlar genel anestezi sırasında neyin ortadan kalkmasını sağlar?", "answers": { "text": [ "genel anestezik uygulaması ihtiyacı" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Cerrahi girişim sırasında çizgili kaslarda hangi refleks hareketler uyarılır?", "answers": { "text": [ "somatik refleks hareketler" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Genel anestezikler hangi refleksleri azaltır veya ortadan kaldırır?", "answers": { "text": [ "otonomik refleksleri" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Anesteziye son verildikten sonra uyanma nasıl gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi" ], "answer_start": [ 708 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Nöromusküler bloke edici ilaçların genel anestezi sırasında çizgili kaslar üzerindeki etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "gevşemiş" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Genel anestezikler somatik reflekslerin yanı sıra hangi refleksleri de azaltır?", "answers": { "text": [ "otonomik" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Anestezi sırasında kullanılan ilaçlar çizgili kaslarda ne için kullanılır?", "answers": { "text": [ "somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Anestezi sırasında çizgili kas gevşemesi için kullanılan ilaçlar nedir?", "answers": { "text": [ "nöromusküler bloke edici ilaçlar" ], "answer_start": [ 171 ] } }, { "context": "Çizgili kasların gevşemiş olması, somatomotor reflekslere neden olmaksızın cerrahi girişimler sırasında kas tonusunun azaltılması için önemlidir. Genel anestezi sırasında nöromusküler bloke edici ilaçlar kullanılarak, çizgili kas gevşemesi için gerekli olan yüksek miktarda genel anestezik uygulaması ihtiyacı ortadan kalkmıştır. Cerrahi girişim sırasında yapılan işlemler çizgili kaslarda somatik refleks hareketlere, kalp, solunum yolları ve damarlar gibi yapılarda otonomik reflekslerin uyarılmasına neden olmaktadır. Genel anestezikler, santral etkileri ile somatik reflekslerin yanında otonomik refleksleri de azaltır (hiporefleksi) ya da ortadan kaldırır (arefleksi). Anesteziye son verildikten sonra, çeşitli yapılardaki değişikliklerin kaybolması ve normale dönmesi ile uyanma gerçekleşir.", "question": "Anesteziye son verildikten sonra hangi değişikliklerin kaybolması uyanmayı sağlar?", "answers": { "text": [ "çeşitli yapılarda" ], "answer_start": [ 708 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Endotrakeal entübasyon işlemi nedir?", "answers": { "text": [ "bir tüp yerleştirilmesi" ], "answer_start": [ 118 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Entübasyon işlemi havayolunun açık tutulması dışında hangi faydaları sağlar?", "answers": { "text": [ "havayolu ve solunumun kontrol edilmesi" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Endotrakeal entübasyonun hangi sakıncaları vardır?", "answers": { "text": [ "bazı komplikasyonlara neden olabilmesi" ], "answer_start": [ 590 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Genel anestezi sırasında anestezistin en önemli görevlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı" ], "answer_start": [ 677 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Havayolunun güvenliği hangi cihazlarla sağlanabilir?", "answers": { "text": [ "maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları" ], "answer_start": [ 793 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Havayolu açıklığını en güvenli sağlayan yöntem nedir?", "answers": { "text": [ "Endotrakeal entübasyon" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Endotrakeal entübasyon sırasında hangi tüp yerleştirilir?", "answers": { "text": [ "trakea içine" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Endotrakeal entübasyonun sağladığı cerrahi rahatlık nasıl elde edilir?", "answers": { "text": [ "anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması" ], "answer_start": [ 284 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Endotrakeal entübasyon hangi durumlarda resüsitasyon kolaylığı sağlar?", "answers": { "text": [ "herhangi bir sorun olduğunda" ], "answer_start": [ 369 ] } }, { "context": "Endotrakeal entübasyon işlemi trakea içine solunum yolunu güvenlik altına almak veya solunumu kontrol etmek amacı ile bir tüp yerleştirilmesidir. Entübasyon işlemi, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilmesi; solunum eforunun azalması; aspirasyonun önlenmesi; anestezistin ve diğer aygıtların sahadan uzaklaşması ile cerrahi rahatlık sağlaması; herhangi bir sorun olduğunda resüsitasyon kolaylığı ve ölü boşluk volümü azalması gibi faydalar sağlarken, işlemin zaman alması ve özellikle güçlük çıktığında özel beceri gerektirmesi, daha derin anestezi gerektirmesi ve bazı komplikasyonlara neden olabilmesi gibi sakıncalar taşır. Genel anestezi sırasında hastanın havayolunun güvenliği ve solunumunun devamı anestezistin en önemli görevlerindendir. Havayolunun güvenliği maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik havayolu cihazları veya endotrakeal entübasyon ile sağlanabilir, bunların içinde havayolu açıklığını en güvenle sağlayan endotrakeal entübasyondur.", "question": "Hangi tip havayolu cihazları, endotrakeal entübasyondan daha az güvenlidir?", "answers": { "text": [ "maske, laringeal maske, kombitüp gibi supraglottik" ], "answer_start": [ 793 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Endotrakeal tüpün çıkartılması işlemine ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "ekstübasyon" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Ekstübasyon işlemi entübasyondan nasıl farklıdır?", "answers": { "text": [ "acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir" ], "answer_start": [ 185 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Trakeal ekstübasyon neden yüksek riskli bir fazdır?", "answers": { "text": [ "bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Ekstübasyon hangi safhaya geçişle başlar?", "answers": { "text": [ "Genel anestezinin sonlandırılması" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Hangi birliği trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır?", "answers": { "text": [ "Zor Havayolu Birliği" ], "answer_start": [ 726 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Ekstübasyon safhasında meydana gelen küçük nitelikte olmayan sorunlar ne gibi sonuçlar doğurabilir?", "answers": { "text": [ "yaralanmalar ve hatta ölümle" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine hangi kılavuzlarda vurgu yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "uluslararası havayolu yönetim kılavuzları" ], "answer_start": [ 555 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber hangi perioperatif uygulamada yayımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "yetişkin" ], "answer_start": [ 775 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Trakeal ekstübasyon neden riskli bir süreçtir?", "answers": { "text": [ "hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Ekstübasyon safhasında hangi tür hastaların yönetimine vurgu yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "zor hava yolu olan hastaların" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Endotrakeal tüpün çıkartılması işlemine ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "ekstübasyon" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Ekstübasyon işlemi entübasyondan nasıl farklıdır?", "answers": { "text": [ "acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir" ], "answer_start": [ 185 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Trakeal ekstübasyon neden yüksek riskli bir fazdır?", "answers": { "text": [ "bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Ekstübasyon hangi safhaya geçişle başlar?", "answers": { "text": [ "Genel anestezinin sonlandırılması" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Hangi birliği trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır?", "answers": { "text": [ "Zor Havayolu Birliği" ], "answer_start": [ 726 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Ekstübasyon safhasında meydana gelen küçük nitelikte olmayan sorunlar ne gibi sonuçlar doğurabilir?", "answers": { "text": [ "yaralanmalar ve hatta ölümle" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine hangi kılavuzlarda vurgu yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "uluslararası havayolu yönetim kılavuzları" ], "answer_start": [ 555 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber hangi perioperatif uygulamada yayımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "yetişkin" ], "answer_start": [ 775 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Trakeal ekstübasyon neden riskli bir süreçtir?", "answers": { "text": [ "hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Hastanın solunumunun yeterli olduğu belirlendikten sonra entübasyon için yerleştirilmiş endotrakeal tüpün çıkartılması ekstübasyon olarak adlandırılır. Entübasyonun tersine ekstübasyon acil değildir, uygun koşullar oluşturulana kadar ertelenebilir. Trakeal ekstübasyon, anestezinin yüksek riskli bir fazıdır. Ekstübasyon esnasında meydana gelen sorunların çoğunluğu küçük nitelikte olsa da önemli bir kısmı hayatiyeti tehdit eden yaralanmalar ve hatta ölümle bile sonuçlanabilir. Genel anestezinin sonlandırılması ile geçilen ekstübasyon safhası, çeşitli uluslararası havayolu yönetim kılavuzlarında bahsedilse de detaylı olarak incelenmemiş ve daha çok zor hava yolu olan hastaların ekstübasyon yönetimine vurgu yapılmıştır. Zor Havayolu Birliği (Difficult Airway Society), yetişkin perioperatif uygulamada trakeal ekstübasyonun güvenli yönetimi için rehber yayımlamıştır.", "question": "Ekstübasyon safhasında hangi tür hastaların yönetimine vurgu yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "zor hava yolu olan hastaların" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Trakeal tüpün varlığı anestezinin sonlandırılması esnasında ne tür sorunlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabilite" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Hangi hasta gruplarında trakeal tüpün sebep olduğu tepkiler istenmez?", "answers": { "text": [ "beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Trakeal tüpün sebep olduğu istenmeyen tepkileri hafifletmek için hangi ilaç kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "opioid remifentanilin" ], "answer_start": [ 465 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Remifentanil infüzyonu neyi sağlamak için kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum" ], "answer_start": [ 534 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Havayolu değişimi kateteri hangi materyalden yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "yarı sert termostabil poliüretan" ], "answer_start": [ 693 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Havayolu değişimi kateteri nereye yerleştirilir?", "answers": { "text": [ "Trakeal tüpün içerisinden" ], "answer_start": [ 768 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Havayolu değişimi kateteri ile hangi tür ventilasyon mümkündür?", "answers": { "text": [ "Jet akımla ventilasyon" ], "answer_start": [ 809 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Jet havalandırma neyi amaçlar?", "answers": { "text": [ "hipoksiden kaçınma" ], "answer_start": [ 905 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı ve yeniden entübasyon için ne kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "Havayolu değişimi kateteri" ], "answer_start": [ 639 ] } }, { "context": "Anestezinin sonlandırılması esnasında trakeal tüpün varlığı öksürük, ajitasyon ve hemodinamik instabiliteye sebep olabilir. Bazı hasta gruplarında (örneğin, beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda), bu tepkiler istenmemektedir. Mümkün gibi görünse de bu durumlarda hem uyanık hem de derin ekstübasyon hava yolu idaresini riske atabilir. Mevcut riski azaltmak için kısa etkili opioid remifentanilin infüzyonu, bu istenmeyen tepkileri hafifletir. Endotrakeal tüpe toleranslı, tamamen uyanık ve komutlara uyan klinik durum sağlamak için kullanılabilir. Havayolu değişimi kateteri (airway exchange catheter) yarı sert termostabil poliüretandan yapılmış uzun, ince içi boş tüplerdir. Trakeal tüpün içerisinden yerleştirilir. Jet akımla ventilasyon mümkündür. Jet havalandırma, tam havalandırma yerine, hayatı tehdit eden hipoksiden kaçınmayı amaçlar. Ekstübasyon sonrası oksijenasyonun devamı için, gerekirse yeniden entübasyon için kullanılabilir.", "question": "Hem uyanık hem de derin ekstübasyon hangi durumda hava yolu idaresini riske atabilir?", "answers": { "text": [ "beyin cerrahisi operasyonları, maksillofasiyal, rekonstrüksiyonlarda ve önemli kardiyak veya serebrovasküler hastalığı olanlarda" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu hangi durumlara bağlı olarak gelişebilir?", "answers": { "text": [ "gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonun" ], "answer_start": [ 37 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Hangi faktörler havayolu ödemini kötüleştirir?", "answers": { "text": [ "Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi" ], "answer_start": [ 214 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda hangi durumlar zorlaşabilir?", "answers": { "text": [ "ekstübasyon ve ventilasyon" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Obstrükte havayolunun açılması için hangi manevralar kullanılır?", "answers": { "text": [ "head tilt ve jaw trust" ], "answer_start": [ 587 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Havayolu ödemini kötüleştiren cerrahi pozisyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu" ], "answer_start": [ 233 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu hastayı hangi duruma getirebilir?", "answers": { "text": [ "ventile edilemez ve entübe edilemez" ], "answer_start": [ 462 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Vokal kord paralizisi ve disfonksiyonu hangi postoperatif komplikasyona neden olabilir?", "answers": { "text": [ "havayolu obstrüksiyonu" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Havayolu ödemini kötüleştirebilecek tıbbi durumlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi" ], "answer_start": [ 288 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu hangi tür komplikasyonlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir" ], "answer_start": [ 409 ] } }, { "context": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonu; gevşemiş havayolu kasları, laringospazm, yumuşak doku ödemi, servikal hematom, vokal kord paralizisi, vokal kord disfonksiyonu ve yabancı cisim aspirasyonuna bağlı gelişebilir. Cerrahinin süresi, pron pozisyon, uzamış Trendelenburg pozisyonu, hastaya aşırı sıvı verilmesi ve oluşabilecek anafilaksi havayolu ödemini kötüleştirir. Havayolu obstrüksiyonu gelişen hastalarda ekstübasyon ve ventilasyonu zorlaştırabilir, hastayı ventile edilemez ve entübe edilemez durumuna getirerek hayatı tehlike oluşturabilir. Obstrükte havayolunun açılması için ise head tilt ve jaw trust manevraları kullanılır.", "question": "Postoperatif havayolu obstrüksiyonunun tedavisinde hangi manevralar kullanılır?", "answers": { "text": [ "head tilt ve jaw trust" ], "answer_start": [ 587 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Soluk tutma, öksürük ve ıkınma ekstübasyon sırasında neye neden olur?", "answers": { "text": [ "arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa" ], "answer_start": [ 89 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Laringospazm hangi sinir tarafından uyarılır?", "answers": { "text": [ "vagus sinirini" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Laringospazmın neden olduğu belirtiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Bronkospazm nedir?", "answers": { "text": [ "alt havayolunda oluşan yanıt" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Laringospazmın azaltılmasında hangi anestezik ajanlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "sevofluran ve propofol" ], "answer_start": [ 745 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Laringospazm tedavisinde kullanılan ilaçlar ve yöntemler nelerdir?", "answers": { "text": [ "intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur" ], "answer_start": [ 854 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse hangi manevra uygulanabilir?", "answers": { "text": [ "jaw thust" ], "answer_start": [ 1212 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan" ], "answer_start": [ 1339 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Laringospazm tedavisinde hangi ilaç vokal kordların gevşemesi için kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "1 mg/kg süksinilkolin" ], "answer_start": [ 1499 ] } }, { "context": "Soluk tutma, öksürük, ıkınma abartılmış laringeal reflekslerdir ve ekstübasyon sırasında arter kan basıncı, venöz basınç ve kalp hızında artışa neden olur. Laringospazm, vagus sinirinin dalı olan superior laringeal sinirle uyarılan glottik kapanma refleksinin aşırı artmış halidir, vokal kordların uzamış addüksiyonu ile sonuçlanır. Laringospazm üst havayolu obstrüksiyonu belirtileri oluşturur, post-obstrüktif pulmoner ödem ve hipoksik kardiyak arreste neden olabilir. Bronkospazm ise laringospazma benzeyen fakat alt havayolunda oluşan yanıttır. Hastanın anestezinin derin fazında uyandırılması, anestezi indüksiyonunda vokal kordların üzerine lidokain spreylenmesi, gereksiz havayolu uyarısından kaçınılması, havayoluna daha az irritan olan sevofluran ve propofol gibi anestezik ajanların kullanılması laringospazmı azaltır. Laringospazm tedavisinde intravenöz lidokain, doksapram, magnezyum, ketamin ve akupunktur da kullanılmıştır. Ekstübasyon sırasında laringospazm gelişirse; %100 oksijen verilerek mandibulanın çıkan kolu ve mastoid arasında bulunan laringospazm noktasına her iki elin orta parmağı ile medial ve sefale doğru yapılan basının (Larson’s Manevrası) ve krikotiroid kasını gererek etki eden jaw thust manevrasının spazmı çözebilir. Uygulanan manevralara rağmen laringospazm düzelmez ve oksijen satürasyonu yükselmezse indüksiyon dozunun %20’si kadar intravenöz anestezik ajan veya 1-2 mg/kg propofol ile anesteziyi derinleştirmek tedavide etkili olabilir ancak spazm düzelmezse 1 mg/kg süksinilkolin ile vokal kordların gevşemesi sağlanmalıdır, bu dönemde reentübasyon gerekebilir.", "question": "Ekstübasyon sırasında gelişen laringospazm tedavi edilmezse ne gerekebilir?", "answers": { "text": [ "reentübasyon" ], "answer_start": [ 1577 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalık" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "T2DM hastalarında hangi komplikasyonlar gelişir?", "answers": { "text": [ "mikrovasküler ve makrovasküler" ], "answer_start": [ 236 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "Obezite ve T2DM hangi karaciğer hastalığı ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı" ], "answer_start": [ 309 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "Karaciğerde yağ artışı inflamasyon olmadan nasıl adlandırılır?", "answers": { "text": [ "hepatosteatoz" ], "answer_start": [ 474 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "Karaciğerde inflamasyon mevcut olduğunda hangi durum oluşur?", "answers": { "text": [ "nonalkolik steatohepatit" ], "answer_start": [ 538 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "NASH tedavi edilmezse hangi ciddi durumlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine" ], "answer_start": [ 615 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "NASH hangi ciddi karaciğer hastalığının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "kriptojenik siroz" ], "answer_start": [ 709 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "Dünya genelinde hangi hastalığa bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı artmaktadır?", "answers": { "text": [ "NAYKH" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "NASH hangi durumla sonuçlanabilir?", "answers": { "text": [ "karaciğer yetmezliğine" ], "answer_start": [ 656 ] } }, { "context": "Tip 2 diyabet mellitus (T2DM) hiperglisemi, insülin direnci ve insülin sekresyonunda bozulma ile karakterize yaygın bir metabolik hastalıktır. Prevalansı ülkemizde ve dünya genelinde artmaktadır. Neredeyse hastaların tamamını etkileyen mikrovasküler ve makrovasküler komplikasyonlar gelişir. Obezite ve T2DM, nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı (NAYKH) ile seyreden bir klinik durum ile yakından ilişkilidir. Karaciğerde yağ artışına inflamasyon eşlik etmiyor ise bu durum hepatosteatoz olarak adlandırılırken, inflamasyon da mevcut ise nonalkolik steatohepatit (NASH) olarak adlandırılır. NASH tedavi edilmez ise karaciğer fibrozu, sirozu ve nihayetinde karaciğer yetmezliğine neden olabilir. Öyle ki, NASH kriptojenik siroz olgularının önemli bir nedeni olarak kabul edilmektedir. Tüm dünyada NAYKH ‘na bağlı karaciğer transplantasyonu gerektiren hasta sıklığı giderek artmaktadır.", "question": "Hangi hastalık karaciğerde inflamasyon ile birlikte olur?", "answers": { "text": [ "nonalkolik steatohepatit" ], "answer_start": [ 538 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında insülin sekresyonuna ne eşlik eder?", "answers": { "text": [ "insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "Diyabet sınıflamasında kaç klinik tip yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "dört" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "Tip 2 Diyabetes Mellitus erişkinlerde ne kadar yaygındır?", "answers": { "text": [ ">%90" ], "answer_start": [ 482 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "T2DM hastalarının tanı anında ne gibi bir durumu vardır?", "answers": { "text": [ "asemptomatik" ], "answer_start": [ 552 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için ne yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "tarama programlarının" ], "answer_start": [ 696 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "T2DM hastalığının klasik semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüri" ], "answer_start": [ 808 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "Tip 2 Diyabetes Mellitus tanısı konan hastalar tanı anında genellikle nasıl bir durumdadır?", "answers": { "text": [ "asemptomatik" ], "answer_start": [ 552 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "Diyabetin hangi klinik tipi erişkinlerde en sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "Tip 2 Diyabetes Mellitus" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "Hastalığın klasik semptomları arasında hangi belirtiler yer alır?", "answers": { "text": [ "poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüri" ], "answer_start": [ 808 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığında, insülin sekresyonunda göreceli bozulmaya, insülinin periferik etkisine değişen derecelerde direnç eşlik eder. Diyabet sınıflamasında dört klinik tip yer almaktadır; Tip 1, Tip 2, gestasyonel DM ve diğer spesifik diyabet tipleri. Bu çalışma, T2DM hastaları ile ilgili olduğu için bundan sonraki ifadelerde, aksi belirtilmedikçe, verilecek bilgilerde T2DM kastedilmektedir. Tip 2 Diyabetes Mellitus, erişkinlerde en sık görülen diyabet tipidir (>%90). Günümüzde tanı konulan hastaların önemli bir kısmı tanı anında asemptomatiktir ve hiperglisemi rutin laboratuvar inceleme esnasında tespit edilir. Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için gerçekleştirilen tarama programlarının yaygınlaşması sonucu, semptomatik hasta oranı azalmaktadır. Hastalığın klasik semptomları poliüri, polidipsi, polifaji veya iştahsızlık, halsizlik, çabuk yorulma, ağız kuruluğu ve noktüridir.", "question": "Diyabet tanısında gecikmeleri önlemek için ne tür programlar yaygınlaşmaktadır?", "answers": { "text": [ "tarama programlarının" ], "answer_start": [ 696 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "Tip 2 Diyabetes Mellitus hastalığının prevalansı neye paralel olarak artmaktadır?", "answers": { "text": [ "obezitenin" ], "answer_start": [ 26 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "Tip 2 Diyabetes Mellitus prevalansındaki artış ne ile ilişkilendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim" ], "answer_start": [ 184 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde hangi iki durum T2DM gelişimine katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği" ], "answer_start": [ 349 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "Hiperglisemi hangi pankreas fonksiyonunu bozabilir?", "answers": { "text": [ "beta hücre" ], "answer_start": [ 502 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "T2DM’ye sıklıkla hangi klinik durumlar eşlik eder?", "answers": { "text": [ "Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü" ], "answer_start": [ 659 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hangi durum T2DM ile ilişkili anormalliklerde önemli rol oynar?", "answers": { "text": [ "hiperinsülinemi" ], "answer_start": [ 930 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "İngiltere’de yapılan çalışmada, diyabet gelişen bireylerde tanıdan önceki 5 yıl boyunca hangi değişiklik saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "insülin duyarlılığında belirgin azalma" ], "answer_start": [ 1408 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde hangi iki faktörün önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin" ], "answer_start": [ 1041 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "T2DM hastalarında hiperglisemi nasıl bir kısır döngüye yol açar?", "answers": { "text": [ "pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir" ], "answer_start": [ 493 ] } }, { "context": "Tip 2 Diyabetes Mellitus, obezitenin artmasına paralel olarak prevalansı artan yaygın bir hastalıktır. Son 10 yılda prevalansı endişe verici düzeyde artmıştır ve bu artış büyük oranda obezite ve sedanter yaşam tarzına eğilim ile ilişkilendirilmiştir. Hastalığın patogenezini anlamak bazı sebeplerden ötürü karmaşıktır. Hastalarda değişen düzeylerde insülin direnci ve göreceli insülin yetersizliği mevcuttur. Her iki durum da T2DM gelişimine katkıda bulunur. Ayrıca, hiperglisemi başlı başına pankreas beta hücre fonksiyonunu bozabilir ve insülin direncini artırabilir. Böylelikle, oluşan hiperglisemi kısır döngüsü sonucu, metabolik durum daha da kötüleşir. Hipertansiyon, serum düşük yoğunluklu lipoprotein (LDL) kolesterol yüksekliği ve serum yüksek yoğunluklu lipoprotein (HDL) kolesterol düşüklüğü sıklıkla T2DM’ye eşlik eder ve bu klinik durumlar T2DM gibi kardiyovasküler riski artırır. İnsülin direnci sonucu ortaya çıkan hiperinsülinemi bu anormalliklerin oluşumunda önemli rol oynamaktadır. Tip 2 Diyabetes Mellitus patogenezinde, insülin salınımındaki bozulmanın ve insülin direncinin önemi birçok çalışmada değerlendirilmiştir. Örneğin, İngiltere’de başlangıçta diyabeti olmayan 6500 kişi ile yapılmış prospektif bir çalışmada, ortalama 9.7 yıllık takip sonucunda katılımcıların 505’ine diyabet tanısı konulmuş. Diyabet gelişen ve gelişmeyenler karşılaştırıldığında, tanıdan önceki 5 yıl boyunca insülin duyarlılığında belirgin azalma saptanmış. Tanıdan 3-4 yıl öncesinde, beta hücre fonksiyonunda artış (insülin sekresyonu), sonrasında tanı anına kadar azalış tespit edilmiştir.", "question": "İngiltere'de yapılan çalışmada, tanıdan 3-4 yıl önce beta hücre fonksiyonunda nasıl bir değişiklik tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "insülin sekresyonu" ], "answer_start": [ 1517 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "İnsülin etkisine direnç hangi metabolik değişikliklere neden olur?", "answers": { "text": [ "lipid" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı insülin direncinde nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "artar" ], "answer_start": [ 167 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "Artmış serbest yağ asitleri hangi hücresel streslere yol açar?", "answers": { "text": [ "mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres" ], "answer_start": [ 453 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "Hangi süreç hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar" ], "answer_start": [ 185 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "Artmış serbest yağ asitleri hangi patolojik durumlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "inflamasyon, apoptozis ve fibrozise" ], "answer_start": [ 535 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "Serbest yağ asitleri hangi enzimlerin indükleyicisidir?", "answers": { "text": [ "sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazı" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "Serbest yağ asitlerinin sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazı indüklemesi sonucu ne oluşur?", "answers": { "text": [ "hepatotoksik serbest oksijen radikalleri" ], "answer_start": [ 712 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "Hangi durumlar karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olur?", "answers": { "text": [ "hepatoselüler trigliserid birikimi" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "İnsülin direnci lipid metabolizmasında ne tür değişikliklere sebep olur?", "answers": { "text": [ "Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "İnsülin etkisine direnç, lipid metabolizmasında önemli değişikliklere sebep olmaktadır. Periferik lipoliz, trigliserid sentezi ve karaciğer tarafından yağ asidi alımı artar. Bu dönemde artmış glukoz alımı, karaciğerde de novolipogeneze uğrar. Bu basamakların her biri hepatoselüler trigliserid birikimine katkıda bulunmaktadır ve sonuçta karbonhidrat oksidasyonundan serbest yağ asidi oksidasyonuna kaymaya neden olmaktadır. Artmış serbest yağ asitleri mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulumda stres oluşturur ve bu durum inflamasyon, apoptozis ve fibrozise neden olur. Ayrıca, serbest yağ asitleri birçok sitokrom p-450 mikrozomal lipooksijenazın indükleyicisidir. Bu enzimlerin aktivasyonu sonucu hepatotoksik serbest oksijen radikalleri oluşmaktadır.", "question": "Mitokondriyal disfonksiyon ve endoplazmik retikulum stresi hangi durumlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "inflamasyon, apoptozis ve fibrozise" ], "answer_start": [ 535 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "Obezitenin artışı ile hangi hastalığın sıklığı giderek artmaktadır?", "answers": { "text": [ "NAYKH" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "Visseral obezite insülin direncine nasıl sebep olur?", "answers": { "text": [ "visseral obezite insülin direncine sebep olur" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "Obezite ile birlikte dolaşımda hangi maddeler artar?", "answers": { "text": [ "proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları" ], "answer_start": [ 226 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "NAYKH olan olgularda ortak özellik olarak neler saptanmaktadır?", "answers": { "text": [ "insülin direncine" ], "answer_start": [ 109 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "Kolesterol normal koşullarda karaciğerde hangi yapılarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "safra asidi, LDL ve HDL kolesterol" ], "answer_start": [ 512 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa hangi hücrelerde inflamasyon tetiklenir?", "answers": { "text": [ "Kupffer" ], "answer_start": [ 618 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "Stellat hücrelerinin aktivasyonu ile karaciğerde hangi durum artar?", "answers": { "text": [ "fibrogenezis" ], "answer_start": [ 718 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "Visseral obezite ile hangi hastalık sıklığı artmaktadır?", "answers": { "text": [ "NAYKH" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "Obezite ile dolaşımda artan maddeler hangi hastalıkların risk belirteçleridir?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "Obezitenin artışına paralel olarak NAYKH sıklığı giderek artmaktadır. Obezite, özellikle de visseral obezite insülin direncine sebep olur. Dolaşımda, inflamasyonun göstergesi ve kardiyovasküler hastalık risk belirteçleri olan proinflamatuvar sitokinler, prokoagülan faktörler ve CRP gibi akut faz reaktanları artar. Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı olan olguların çoğunda ortak özellik olarak insülin direnci, visseral obezite ve hipertrigliseridemi saptanmaktadır. Normal koşullarda, kolesterol karaciğerde safra asidi, LDL ve HDL kolesterol yapısına girer. Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa, Kupffer hücrelerinde inflamasyon tetiklenirken, stellat hücrelerinin aktivasyonu ile de karaciğerde fibrogenezis artar.", "question": "Kupffer hücrelerinde inflamasyon hangi durumda tetiklenir?", "answers": { "text": [ "Karaciğere kolesterol girişi anormal derecede artarsa" ], "answer_start": [ 563 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastalar genellikle nasıl bir durumdadır?", "answers": { "text": [ "asemptomatik" ], "answer_start": [ 68 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "NAYKH olan bazı hastalarda hangi semptomlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi" ], "answer_start": [ 101 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "NAYKH tanısı genellikle hangi bulgularla konur?", "answers": { "text": [ "transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz" ], "answer_start": [ 192 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle hangi durum bazı hastalarda mevcut olabilir?", "answers": { "text": [ "hepatomegali" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı hangi oranlar arasında değişmektedir?", "answers": { "text": [ "%5-18" ], "answer_start": [ 512 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "Siroz gelişmiş hastalarda hangi kronik karaciğer hastalığı bulguları izlenebilir?", "answers": { "text": [ "palmar eritem, spider anjioma ve asit" ], "answer_start": [ 550 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "NAYKH tanısında transaminaz seviyeleri ne durumda olabilir?", "answers": { "text": [ "hafif veya orta seviyede" ], "answer_start": [ 692 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "Normal transaminaz değerleri NAYKH tanısını ekarte ettirir mi?", "answers": { "text": [ "NAYKH tanısını ekarte ettirmez" ], "answer_start": [ 772 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "Transaminaz yüksekliği araştırılırken hangi tanı konulabilir?", "answers": { "text": [ "NAYKH" ], "answer_start": [ 418 ] } }, { "context": "Nonalkolik yağlı karaciğer hastalığı tanısı konulan hastaların çoğu asemptomatiktir. Bazı hastalarda hafif yorgunluk ve abdomen sağ üst kadranda müphem rahatsızlık hissi olabilir. Genellikle, transaminaz seviyelerinde yükseklik ve abdominal görüntülemede insidental olarak saptanan hepatosteatoz neticesinde hastalara tanı konur. Karaciğerde yağlı infiltrasyon nedeniyle bazı hastalarda hepatomegali mevcuttur. Ancak, NAYKH olan hastalarda hepatomegali prevalansı çalışmalar arasında değişkenlik göstermektedir (%5-18). Siroz gelişmiş hastalarda ise palmar eritem, spider anjioma ve asit gibi kronik karaciğer hastalığının diğer bulguları izlenebilir. Hastaların laboratuvar incelemelerinde, hafif veya orta seviyede transaminaz yüksekliği olabilir, ancak normal değerler NAYKH tanısını ekarte ettirmez. Hastalarda, transaminaz yüksekliğin gerçek prevalansı bilinmemektedir, çünkü birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur.", "question": "NAYKH olan hastalarda transaminaz yüksekliğinin prevalansı neden bilinmemektedir?", "answers": { "text": [ "birçok hastaya transaminaz yüksekliği araştırılır iken NAYKH tanısı konulur" ], "answer_start": [ 881 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Tıp tarihi ne zaman başlamıştır?", "answers": { "text": [ "insanlığın varoluşuyla birlikte" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Tıp mesleğini yapan kişi neden her dönem saygınlık kazanmıştır?", "answers": { "text": [ "insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Orta Asya Türklerinde sağlık hizmeti veren sihirbaz hekimlere ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "Kam" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Hekimlerin yaptığı müdahalelerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlandığı ilk yazılı metin hangisidir?", "answers": { "text": [ "Hammurabi Kanunları" ], "answer_start": [ 757 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Hammurabi Kanunlarına göre, hatalı bulunan bir hekim ne tür bir cezaya çarptırılabilirdi?", "answers": { "text": [ "elleri bileklerinden kesilirdi" ], "answer_start": [ 1018 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Mısır'da hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkarsa ve hasta ölürse ne tür bir ceza verilirdi?", "answers": { "text": [ "ölüm cezasına" ], "answer_start": [ 1163 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Orta Asya Türklerinde sihirbaz hekimler yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanır mıydı?", "answers": { "text": [ "hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğuna ne zaman inanılmıştır?", "answers": { "text": [ "insanlık tarihinin ilk yıllarından" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Hammurabi Kanunları hangi yıllarda yazılmıştır?", "answers": { "text": [ "MÖ 1700 – 1500" ], "answer_start": [ 779 ] } }, { "context": "Tıp tarihi insanlığın varoluşuyla birlikte başlamıştır. Tıp mesleğini yapan kişi, insan bedenine dokunması ve öngörülerinin tedavi edici olması nedeniyle her dönem saygınlık kazanmıştır. Hatta insanlık tarihinin ilk yıllarından itibaren hekimlere dinsel misyonlar yüklenmiş ve hekimlerin tanrısal güçlere sahip olduğu düşünülmüştür. Orta Asya Türklerinde ise “Kam” adı verilen sihirbaz hekimler, sağlık hizmeti vermişlerdir. Bunlar hiçbir şekilde yaptıkları müdahalelerden dolayı sorgulanmazdı, çünkü insanları hastalıktan koruma ve iyileştirme gibi yüce bir görevi yerine getirmekteydiler. Fakat zamanla bu düşünce değişerek hekimler yaptığı işlemlerden sorumlu tutulup sorgulanmaya başlanmışlardır. Hekimin sorumluluklarının konuşulduğu ilk yazılı metin “Hammurabi Kanunları” (MÖ 1700 – 1500 yıllarında) olarak kabul edilir. Bu metinde hekimlerin yapacakları tıbbi müdahale kuralları ve hatalı müdahalede alacakları cezalar yazılıydı. Eğer hekim bir insanın ölümüne ya da kör olmasına neden olur ve hatalı bulunursa elleri bileklerinden kesilirdi. Mısır’da da benzer şekilde hekim klasik tedavi yollarının dışına çıkar fakat hasta bu durum sonucu ölürse, hekim ölüm cezasına çarptırılırdı.", "question": "Kam adı verilen sihirbaz hekimler hangi toplumda sağlık hizmeti vermişlerdir?", "answers": { "text": [ "Orta Asya Türklerinde" ], "answer_start": [ 333 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Tıbbi müdahale kavramı hangi işlemleri içerir?", "answers": { "text": [ "tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Doktorun yapabileceği girişimler hangi yönetmelikte tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Hasta Hakları Yönetmeliği" ], "answer_start": [ 199 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Tıbbi müdahale kavramı içine zamanla hangi yaklaşımlar girmiştir?", "answers": { "text": [ "tedavi amaçlı olmayan" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Estetik operasyonlar ve kısırlaştırma işlemleri tıbbi müdahale kavramının hangi yönüne örnek teşkil eder?", "answers": { "text": [ "tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Hakan Hakeri tıbbi müdahaleyi nasıl tanımlamaktadır?", "answers": { "text": [ "“İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale”" ], "answer_start": [ 534 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Tıbbi müdahale kavramı zamanla hangi tür operasyonları da içermeye başlamıştır?", "answers": { "text": [ "Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları" ], "answer_start": [ 330 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Estetik operasyonlar ve kısırlaştırma işlemleri hangi tıbbi müdahale kategorisine girer?", "answers": { "text": [ "tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Hasta Hakları Yönetmeliği'nde ne tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Doktorun yapabileceği girişimler" ], "answer_start": [ 166 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Tıbbi müdahale kavramına zamanla dahil olan yaklaşımlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları" ], "answer_start": [ 330 ] } }, { "context": "Tıbbi müdahale; tanı ve tedavi yoluna gitmek için hastaya yapılan kan alma, röntgen çekimi, ameliyat, girişimsel parça alma gibi işlemlerin tamamını oluşturmaktadır. Doktorun yapabileceği girişimler Hasta Hakları Yönetmeliği’nde tanımlanmıştır. Zamanla tedavi amaçlı olmayan yaklaşımlar da tıbbi müdahale kavramı içine girmiştir. Estetik operasyonlar, kısırlaştırma işlemleri ya da verici (bağışlayan) açısından doku organ nakli operasyonları bu gelişime örnek teşkil eder. Hakan Hakeri, bu nedenle tıbbi müdahaleyi en geniş şekliyle “İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale tıbbi müdahale” olarak tanımlamaktadır.", "question": "Hakan Hakeri'ye göre tıbbi müdahale nedir?", "answers": { "text": [ "İnsan üzerinde tıp biliminin uygulanması ile bağlantılı olarak yapılan her türlü müdahale" ], "answer_start": [ 535 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı hangi yıllar arasında artmıştır?", "answers": { "text": [ "her geçen gün" ], "answer_start": [ 55 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "Aşı karşıtı ailelerin organize olduğu platformlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "medya ve internet" ], "answer_start": [ 145 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "Aşılanma oranlarındaki düşüşler hangi hastalıkların artışına neden olmuştur?", "answers": { "text": [ "eradike edilecek hastalıkların" ], "answer_start": [ 501 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "Batı dünyasında hangi hastalık nedeniyle çok sayıda salgın meydana gelmiştir?", "answers": { "text": [ "kızamık" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "İngiltere’de boğmaca aşı alım oranı 1974'te ne kadardı?", "answers": { "text": [ "% 81" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "İngiltere'de 1980'de boğmaca aşı alım oranı ne kadara düşmüştür?", "answers": { "text": [ "% 31" ], "answer_start": [ 763 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "İrlanda'da 2000 yılında kızamık salgını sonucu kaç vaka bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "1500" ], "answer_start": [ 959 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "İngiltere'de kaç yıl aradan sonra ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "14" ], "answer_start": [ 849 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "Fransa'da 2008-2011 yılları arasında kaç kızamık vakası bildirilmiştir?", "answers": { "text": [ "22.000" ], "answer_start": [ 1157 ] } }, { "context": "Çocuğuna aşı yaptırılmasını istemeyen ailelerin sayısı her geçen gün artmakta ve bu konu diğer ailelerin de kafasını karıştırmaktadır. Bu konuda medya ve internet üzerinde organize olup gruplaşmalar artmaktadır. Ülkemizde 2015 yılında bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması örnek teşkil etmiştir. Sağlık Bakanlığı 2016 yılında 11 bin olan aşı karşıtı sayısının 2017’de 23 bin olduğunu açıklamıştır. Aşılanma oranlarındaki düşüşler ise, yakın zamanda eradike edilecek hastalıkların artışına neden olmuştur. Batı dünyasının farklı bölgelerinde çok sayıda kızamık salgını meydana gelmiş, düzinelerce hastayı enfekte etmiş ve hatta ölümlere neden olmuştur. İngiltere’de boğmaca aşı alımının 1974'te % 81'den 1980'de % 31'e düşmesi, uzun yıllar gözükmeyen boğmaca salgınına neden olmuştur. İngiltere'de 14 yıldır ilk kez endemik kızamık vakası bildirilmiştir. İrlanda'da 2000 yılında bir salgın meydana gelmiş ve 1500 vaka ve üç ölüm bildirilmiştir. Salgının, kızamık aşı (MMR) tartışmasını takiben aşılama oranlarındaki düşüşün doğrudan bir sonucu olduğu gösterilmiştir. Fransa'da 2008 - 2011 yılları arasında 22.000'den fazla kızamık vakası bildirilmiştir.", "question": "2015 yılında Türkiye'de hangi olay aşı karşıtı hareketin artmasına örnek teşkil etmiştir?", "answers": { "text": [ "bir savcının çocukları için Hep B aşısını yapılmasını istememesi ve bu konuda dava açması" ], "answer_start": [ 235 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "Kısırlaştırma nedir?", "answers": { "text": [ "çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "Kısırlaştırma işlemi kimin rızasıyla yapılabilir?", "answers": { "text": [ "Kişinin kendi rızası" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "Evli bir kişiye kısırlaştırma işlemi yapılacaksa ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "eşinin de onayı" ], "answer_start": [ 221 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "Kısırlaştırma işleminde hastanın hangi konuda aydınlatılması önem arz eder?", "answers": { "text": [ "Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir" ], "answer_start": [ 250 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "TCK’nın 101. maddesine göre, bir kişiyi rızası olmadan kısırlaştıran kimse hangi ceza ile cezalandırılır?", "answers": { "text": [ "üç yıldan altı yıla kadar hapis" ], "answer_start": [ 498 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "Hadımlaştırmanın diğer adı nedir?", "answers": { "text": [ "kastrasyon" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "Kastrasyon işleminde hangi organlar alınır?", "answers": { "text": [ "testislerin, kadınlarda yumurtalıkların" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "Kastrasyon işlemi hangi durumlarda yapılabilir?", "answers": { "text": [ "tıbbî zorunluluk doğarsa" ], "answer_start": [ 909 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "Kastrasyon insan haklarına aykırı mıdır?", "answers": { "text": [ "kanunlarda yeri yoktur" ], "answer_start": [ 826 ] } }, { "context": "Kısırlaştırma, çocuk sahibi olma kabiliyetinin tamamen alınması demektir; cinsel ilişki özelliğini etkilemeden sadece üreme yeteneğinin ortadan kaldırılması işlemidir. Kişinin kendi rızası dahilinde yapılabilir. Evli ise eşinin de onayı alınmalıdır. Geri dönüşümü olmayan bir yöntem olması nedeniyle hastanın kafasında soru işareti kalmayacak şekilde aydınlatılması önem arz etmektedir. Bu konuyla ilgili olarak TCK’nın 101. maddesinde “Bir erkek veya kadını rızası olmaksızın kısırlaştıran kimse, üç yıldan altı yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılır.” şeklinde hüküm yer almaktadır. Hadımlaştırmanın ise diğer adı kastrasyondur. Erkeklerde testislerin, kadınlarda yumurtalıkların tamamen alınması işlemidir. Burada cinsel kimlik ve cinsel aktivitenin bitirilmesi söz konusudur. İnsan haklarına aykırı olan bu uygulamanın kanunlarda yeri yoktur. Sadece ameliyat sırasında istenilmeyen bir durum oluşur ve tıbbî zorunluluk doğarsa kastrasyon yapılabilecektir. Bu şartlarda hastanın onamı olmasa da, doktor açısından sıkıntılı bir durum ortaya çıkmayacaktır.", "question": "Tıbbi zorunluluk nedeniyle kastrasyon yapılırsa doktor açısından nasıl bir durum ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "sıkıntılı" ], "answer_start": [ 1019 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler nelerdir?", "answers": { "text": [ "primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Primer yaralanma nedir?", "answers": { "text": [ "travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Primer yaralanmalarda beyin nasıl bir hasara uğrar?", "answers": { "text": [ "direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Shearing (gerilme) kuvveti ile meydana gelen yaralanmalar hangi grupta değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "primer yaralanma" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Primer yaralanma hangi faktör ile doğru orantılıdır?", "answers": { "text": [ "beynin maruz kaldığı kuvvet" ], "answer_start": [ 514 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Primer yaralanmalarda neye odaklanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "korunma önlemleri alınmasına" ], "answer_start": [ 788 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Primer yaralanmalarda neye odaklanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "korunma önlemleri alınmasına" ], "answer_start": [ 788 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi ve uygun hastane sevkinin önemi nedir?", "answers": { "text": [ "prognozu direkt olarak etkileyebilmesi" ], "answer_start": [ 937 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Primer yaralanma ve kuvvet arasındaki ilişki nasıldır?", "answers": { "text": [ "beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir" ], "answer_start": [ 514 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanmasının tetiklediği patofizyolojik süreçler primer yaralanma, sekonder yaralanma ve iyileşme süreci olarak 3 grupta incelenir. Primer yaralanma, travma sonucu doğrudan travmaya bağlı olarak gelişen hasarları içermektedir. Bu yaralanmalarda beyin direkt olarak kafatası, dura veya yabancı cisimler ile temasıyla meydana gelirler. Beynin dura sebebiyle daha az esnemesi neticesinde gelişen shearing (gerilme) kuvveti ile olan yaralanmalar da bu grup altında değerlendirilir. Primer yaralanma, beynin maruz kaldığı kuvvet ile doğru orantılı olarak gerçekleşir. Ayrıca primer yaralanmalarda kuvvet ve yaralanmalar eş zamanlı olarak meydana gelmektedir. Primer yaralanmaların meydana getirdiği hasarın önlenemeyeceği, bu nedenle gerçekleşmemesinin engellenmesi amacıyla korunma önlemleri alınmasına odaklanılmalıdır. Primer yaralanmanın uygun ilk değerlendirilmesi, uygun hastane sevki, sahada yapılan ilk müdahele ise prognozu direkt olarak etkileyebilmesi bakımından büyük öneme sahiptir.", "question": "Primer yaralanmaların prognozunu etkileyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "sahada yapılan ilk müdahele" ], "answer_start": [ 905 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "Sekonder yaralanma ne zaman başlar?", "answers": { "text": [ "primer yaralanma sonrası" ], "answer_start": [ 53 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "Sekonder yaralanma ne kadar süre devam eder?", "answers": { "text": [ "Saatler, günler" ], "answer_start": [ 86 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "Sekonder hasarı tetikleyen süreçler nelerdir?", "answers": { "text": [ "kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalar" ], "answer_start": [ 206 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "Sekonder yaralanmanın neden olduğu değişimler nelerdir?", "answers": { "text": [ "serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi" ], "answer_start": [ 329 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "Sekonder yaralanmanın tıbbi ve cerrahi tedavideki asıl amacı nedir?", "answers": { "text": [ "hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "Sekonder yaralanma ne tür sekellerin gelişmesine neden olabilir?", "answers": { "text": [ "nörolojik" ], "answer_start": [ 397 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "Sekonder yaralanma sürecinin başlangıcı hangi yaralanmadan sonra olur?", "answers": { "text": [ "primer" ], "answer_start": [ 53 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "Sekonder hasarı tetikleyen biyokimyasal değişimler nelerdir?", "answers": { "text": [ "eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalar" ], "answer_start": [ 237 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "Sekonder yaralanma sürecinde görülen fizyolojik değişikliklerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "serebral ödem" ], "answer_start": [ 329 ] } }, { "context": "Sekonder yaralanma selüler ve biyokimyasal süreçleri primer yaralanma sonrası başlar. Saatler, günler içinde değişim göstererek devam eder. Sekonder hasarı tetikleyen süreçler travmaya bağlı olarak gelişen kan-beyin bariyerinde bozulma, eksitatutuar aminoasitlerin salınımı ve iyon gradientlerindeki bozulmalardır. Bu değişimler serebral ödem, intrakraniyel basınç artışı, serebral enfarktlar ile nörolojik tablonun gerilemesi olarak kendini gösterir. Sekonder yaralanma kafa travması sonrası gelişen nörolojik sekellerin önemli etmenlerinden biri olup, TBY hastalarında tıbbi ve cerrahi tedavinin asıl amacı hastayı sekonder hasara bağlı gelişen tıbbi komplikasyonlardan korumaktır.", "question": "TBY hastalarında sekonder hasarın önlenmesi için hangi tedavi yaklaşımları kullanılır?", "answers": { "text": [ "tıbbi ve cerrahi" ], "answer_start": [ 571 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "Hekim, travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce neyi göstermelidir?", "answers": { "text": [ "travmanın ağırlığını" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "TBY nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar" ], "answer_start": [ 151 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "Travmatik beyin yaralanması hangi yaralanmalar sonucu meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "Travmatik beyin yaralanması hangi skalaya göre sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "Glasgow Koma Skalası’na (GKS)" ], "answer_start": [ 576 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "Ağır TBY'nin Glasgow Koma Skalası (GKS) değeri nedir?", "answers": { "text": [ "3-8" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "Orta dereceli travmatik beyin yaralanmasının GKS değeri nedir?", "answers": { "text": [ "9-12" ], "answer_start": [ 716 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "Hafif travmatik beyin yaralanmasının GKS değeri nedir?", "answers": { "text": [ "13-15" ], "answer_start": [ 750 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "GKS'ye dayalı travmatik beyin yaralanması sınıflamasının yaygın olarak kullanıldığı alanlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "hem klinik pratikte hem de araştırmalarda" ], "answer_start": [ 880 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "TBY hangi durumlarda meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri" ], "answer_start": [ 396 ] } }, { "context": "Travmatik beyin yaralanması tanısı koymadan önce hekimin, travmanın ağırlığını objektif kanıtlar ile göstermesi gerekmektedir. TBY farklı kaynaklarda “kafa veya beyne dışardan uygulanan travma nedeni ile oluşan hasar” veya “travmatik olarak indüklenen yapısal hasar ve/veya beyin işlevlerinin dışardan etkilenen güce sekonder olarak fizyolojik olarak kesintiye uğraması” şeklinde tanımlanır. TBY darp, ateşli silah yaralanması, çarpma, delici kesici alet yaralanması, çarpışma olmadan akselerasyon ve deselerasyon kuvvetleri sonucu meydana gelir. Travmatik beyin yaralanması, Glasgow Koma Skalası’na (GKS) göre genellikle hafif, orta ve ağır şeklinde sınıflandırılır. Ağır TBY’de, GKS 3-8 arasında; orta TBY’de, GKS 9-12 arasında ve hafif TBY’de GKS 13-15 arasındadır. Bu sınıflama şemasının birçok sınırlaması çalışmalarca desteklenmesine rağmen, GKS’ye dayalı olan bu sınıflama hem klinik pratikte hem de araştırmalarda yaygın olarak kullanılmaktadır.", "question": "Glasgow Koma Skalası'na göre TBY nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "hafif, orta ve ağır" ], "answer_start": [ 622 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "Çocukluk çağı kafa travmaları mortalite ve morbidite sebepleri arasında kaçıncı sırada yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 87 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "Çocukluk çağı kafa travmalarında mortalite oranı lösemiden kaç kat fazladır?", "answers": { "text": [ "5 kat" ], "answer_start": [ 143 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "Çocukluk çağı kafa travmalarında mortalite oranı beyin tümörlerinden kaç kat fazladır?", "answers": { "text": [ "18" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "Çocukluk çağı kafa travmaları en sık hangi çocuklarda görülmektedir?", "answers": { "text": [ "Erkek" ], "answer_start": [ 192 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "Çocukluk çağı kafa travmalarının en sık sebepleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "düşme ve motorlu araç kazaları" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "Yeni doğanlarda kafa travmalarının ön plandaki sebepleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "3-6 aylık süt çocuğunda kafa travmalarının en sık sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "düşme" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "10 yaşından sonra çocuklarda kafa travmalarının en sık sebepleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "araba ve bisiklet kazaları" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "Çocukluk çağı kafa travmalarında gelişen faktörlerin yetişkinlerden farklılık göstermesinin sebepleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı" ], "answer_start": [ 699 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı kafa travmaları, çocukluk çağı mortalite ve morbidite sebepleri arasında üçüncü sırada yer almaktadır. Mortalite oranı lösemiden 5 kat, beyin tümörlerinden 18 kat daha fazladır. Erkek çocuklarda 2 kat fazla sıklıkla görülmektedir. En sık travma sebepleri düşme ve motorlu araç kazalarıdır. Yeni doğanda, doğum travması, hipoksi, germinal matriks kanaması ön planda iken, 3-6 aylık süt çocuğunda düşme (%75), araba kazası (%11), çocuk ihmal ve istismarları, 10 yıldan sonra ise araba ve bisiklet kazaları ilk sıradadır. Özellikle çocukluk çağında meydana gelen kafa travmalarında bazı faktörler sebebiyle gelişen faktörler yetişkenlerden farklılık göstermektedir. Bu faktörler arasında beyin ve koruyucu sistem matürasyonu, nöral gelişim evresi, yaş grubu, gri cevher, beyaz cevher ve kalvaryum yapısı yer almaktadır.", "question": "Çocuk ihmal ve istismarlarının sebep olduğu kafa travmaları hangi yaş grubunda daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "3-6 aylık süt çocuğunda" ], "answer_start": [ 385 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Nöronal hücre sayısı doğumda erişkin ile benzer olsa da hangi süreç ikinci yılda tamamlanır?", "answers": { "text": [ "dendritik genişleme ve astrosit ağı" ], "answer_start": [ 68 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Gri cevherin gelişimi hangi dönemde hızla gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "ilk iki yılda" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda ne kaybeder?", "answers": { "text": [ "su" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı nasıldır?", "answers": { "text": [ "tek tabaka" ], "answer_start": [ 389 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Sutürler ne zaman kapanmaya başlar?", "answers": { "text": [ "doğumu takiben" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Sütürlerin kapanması sonucunda kafatası ne hale gelir?", "answers": { "text": [ "rijid ve kapalı" ], "answer_start": [ 490 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Myelinsiz nöronlar neye maruz kalabilir?", "answers": { "text": [ "komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik" ], "answer_start": [ 557 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Yumuşak kalvaryumun travmatik etkiyi dağıtmasının sonucu ne olur?", "answers": { "text": [ "beyin ödemi" ], "answer_start": [ 707 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Sütürlerin açık ve kalvaryumun yumuşak olması, beyinde hangi durumu sağlar?", "answers": { "text": [ "subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini" ], "answer_start": [ 830 ] } }, { "context": "Nöronal hücre sayısı, doğumda erişkin ile benzer sayılarda olsa da, dendritik genişleme ve astrosit ağı ikinci yılda maturasyonunu tamamlanmaktadır. Gri cevherde ilk iki yılda hızla gelişim gösterirken, beyaz cevher nispeten yavaş gelişir. Beyin yapısında yer alan hücreler ilk 2 yılda hızla su kaybederken, myelinizasyon ilk bir yılda hızla oluşur. Yenidoğan bebeklerin kalvaryum yapısı, tek tabaka şeklindedir. Sutürler doğumu takiben hızla kapanmaya başlayarak 4. yıl sonunda kafatasını rijid ve kapalı hale getirir. Bunun sonucu olarak, myelinsiz nöron komprese olabilmekte veya yumuşak kalvaryum travmatik etkiyi dağıtabilmektedir. Yani kitle lezyonu oluşumu azalacak, fakat beyaz cevherde yırtılma ve beyin ödemi daha sıklıkla karşımıza çıkacaktır. Sütürlerin açık, kalvaryumun yumuşak ve beyin dokusunun daha küçük olması, subaraknoid mesafenin geniş ve çocuk erişkinden daha fazla ekstradural sıvı kolleksiyonunu tolere etmesini sağlamaktadır.", "question": "Myelinizasyon ne zaman hızla oluşur?", "answers": { "text": [ "ilk bir yılda" ], "answer_start": [ 322 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kafatası fraktürü neyin göstergesidir?", "answers": { "text": [ "kafa travması şiddeti" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kafatası fraktürleri kapalı kafa travmalarının yüzde kaçında görülür?", "answers": { "text": [ "%20" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "Fraktürün tipi ve şiddeti TBY'nin durumunu belirleyen ne tür bir kriterdir?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "Fraktür kompleksliği ve sayısı arttıkça ne artar?", "answers": { "text": [ "serebral yaralanma" ], "answer_start": [ 217 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "Fraktür oluşumu hangi faktörlere bağlıdır?", "answers": { "text": [ "kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonu" ], "answer_start": [ 273 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kafatası fraktürlerinde temel tetkik olarak ne istenir?", "answers": { "text": [ "direk grafi" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "TBY'yi göstermede sınırlı olan tetkik nedir?", "answers": { "text": [ "direk grafi" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kraniyal BT neyi gösterebildiği için ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri" ], "answer_start": [ 572 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kapalı kafa travmalarının yüzde kaçında kafatası fraktürü görülür?", "answers": { "text": [ "%20" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "Kafatası fraktürü kafa travması şiddeti göstergesi olup, kapalı kafa travmalarının %20’sinde görülür. Fraktürün tipi ve şiddeti TBY’nin durumunu belirleyen önemli bir kriterdir. Fraktür kompleksliği ve sayısı artıkça serebral yaralanma miktarı artmaktadır. Fraktür oluşumu kafa şekli, travmanın alındığı noktanın kalınlığı, sütürlerin varlığı, açıklığı ve darbenin sütüre yakın yerdeki lokalizasyonuna bağlıdır. Kafatası fraktürlerinde direk grafi istenmesi gereken temel tetkik olsa da, TBY’yi göstermede sınırlı olması sebebiyle BT kullanımı önerilmektedir. Kraniyal BT intrakraniyal patolojiler yanında, kemik penceresinde fraktürleri gösterebilmesi sebebiyle ilk kullanılacak tetkik olarak kabul edilmektedir.", "question": "Kafatası fraktürlerinde hangi tetkik sınırlı olduğu için BT kullanımı önerilir?", "answers": { "text": [ "direk grafi" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı hangi riski artırır?", "answers": { "text": [ "rekürren menenjit" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Likör fistülünün tedavisi için ne yapılması zorunludur?", "answers": { "text": [ "likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak" ], "answer_start": [ 100 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Kafa kaidesi fraktürlerinde çocukluk çağında hangi durum nadir olarak ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "Rinore veya otore şeklindeki fistül" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Kafa travmalarında en sık yaralanan sinir hangisidir?", "answers": { "text": [ "olfaktor sinir" ], "answer_start": [ 333 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Kemik fragmanlarının kranial sinir üzerinde bası meydana getirdiği durumlarda ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "dekompresyon" ], "answer_start": [ 493 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Fasiyal sinir lezyonu genellikle neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "perinöral ödeme" ], "answer_start": [ 551 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Hangi sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir?", "answers": { "text": [ "Fasiyal sinir lezyonu" ], "answer_start": [ 518 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Sinirdeki kesi durumunda uygulanan primer onarımın olumlu sonuç verme oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%50" ], "answer_start": [ 684 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Kafa kaidesi fraktürlerinde en sık hangi sinir yaralanır?", "answers": { "text": [ "optik sinir" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "Rinore veya otore şeklindeki fistülün devamı rekürren menenjit riskini birlikte getirir. Bu nedenle likör fistülünün bulunduğu noktanın tespiti ve duranın ekstra ve/veya intradural olarak tedavisi zorunludur. Çocukluk çağında kafa kaidesi fraktürlerinde nadir olarak ortaya çıkar. Tüm travma olgularına bakılacak olursa, en sıklıkla olfaktor sinirde, takiben optik sinir, fasiyal ve okulamaotor sinirlerde yaralanma görülür. Kemik fragmanları kranial sinir üzerinde bası meydana getirmiş ise, dekompresyon gereklidir. Fasiyal sinir lezyonu genellikle perinöral ödeme bağlıdır. Bu tür sinir lezyonlarında spontan iyileşme görülebilir. Sinirdeki kesi durumunda, uygulanan primer onarım %50 oranında olumlu sonuç vermektedir.", "question": "Spontan iyileşme hangi durumlarda görülebilir?", "answers": { "text": [ "sinir lezyonları" ], "answer_start": [ 584 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu en sık hangi vasküler yaralanma gelişir?", "answers": { "text": [ "karotid arter yaralanmaları" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak karotid arter nerede yaralanabilir?", "answers": { "text": [ "kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Karotid arter yaralanmasını düşündüren belirtiler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Karotid arter yaralanmasının tedavi yöntemi nedir?", "answers": { "text": [ "açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımı" ], "answer_start": [ 417 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Sfenoid kemik fraktürü karotid arterin kaç noktasından yaralanmasına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "bir veya daha fazla" ], "answer_start": [ 208 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Pulsatil ekzoftalmus hangi durumu düşündürür?", "answers": { "text": [ "karotid arter yaralanması" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Karotid arter yaralanmasının tedavisinde hangi yöntemler kullanılır?", "answers": { "text": [ "açık veya endovasküler" ], "answer_start": [ 417 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak karotid arterin yaralanabileceği yerler nerelerdir?", "answers": { "text": [ "kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde" ], "answer_start": [ 156 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Üfürüm duyulması ve hissetmesi hangi arter yaralanmasını düşündürür?", "answers": { "text": [ "karotid" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Çocukluk yaş grubunda fraktür sonucu gelişen vasküler yaralanmaların başında karotid arter yaralanmaları gelmektedir. Sfenoid kemik fraktürüne bağlı olarak kanal içinde ve/veya kavernöz sinüsde karotid arter bir veya daha fazla noktasından yaralanabilir. Pulsatil ekzoftalmus, göz veya çevresinden üfürüm duyulması, hastanın üfürümü hissetmesi veya göz kaslarında karotid arter yaralanmasını düşündürür. Tedavisi ise açık veya endovasküler yol ile vasküler onarımıdır.", "question": "Sfenoid kemik fraktürü hangi arterin yaralanmasına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "karotid arter" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Supraklaviküler travmalar hangi durumlarda kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir?", "answers": { "text": [ "aksi ispat edilene dek" ], "answer_start": [ 73 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Çocukluk çağında kafa travmalarında acil servisin temel amaçları nelerdir?", "answers": { "text": [ "elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Çocukluk çağında travmalı bebeklerde havayolu obstrüksiyonuna neden olabilecek anatomik yapılar nelerdir?", "answers": { "text": [ "geniş kafa, dil, kısa olan epiglot" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hangi belirtiler görülebilir?", "answers": { "text": [ "hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler" ], "answer_start": [ 613 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Travmada klinik bulgular hangi faktörlere bağlı olarak değişim gösterir?", "answers": { "text": [ "BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine" ], "answer_start": [ 807 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Ekstradural hematomlarda venöz yapılar hangi yaş grubunda kaynaktır?", "answers": { "text": [ "yenidoğan ve süt çocuklarında" ], "answer_start": [ 583 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Subdural hematomda hangi belirtilerin görülme sıklığı daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "nöbet ve retinal hemoraji" ], "answer_start": [ 1111 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Lusid interval neonatal çağda hangi gruplara kıyasla daha uzundur?", "answers": { "text": [ "çocuk ve genç erişkin" ], "answer_start": [ 1042 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Kranial hemorajisi olan bebeklerde hangi nörolojik belirti görülebilir?", "answers": { "text": [ "fokal nörolojik defisitler" ], "answer_start": [ 732 ] } }, { "context": "Kafanın büyüklüğü göz önüne alındığında, supraklaviküler bütün travmalar aksi ispat edilene dek kafa ve servikal travma olarak kabul edilmelidir. Çocukluk çağında kafa travmalarında elektrolit denge bozukluklarının giderilmesi, serebral metabolizmanın sağlanması, herniasyonun engellenmesi ve ikincil bir yaralanmanın engellenmesi acil servisin temel amaçları olmalıdır. Çocukluk çağı travmalı olgularda, bebeklerin havayolu obstruksiyonu oluşturacak anatomik yapının varlığı (geniş kafa, dil, kısa olan epiglot) unutulmamalı, bu nedenle tetikte olunmalıdır. Kranial hemorajisi olan yenidoğan ve süt çocuklarında hematokrit düşmesi, solunum sıkıntısı, bradikardi, solukluk, şuur bozukluğu, irritabilite, fontanel gerginliği, nöbet, fokal nörolojik defisitler görülebilir. Travmada klinik bulguların varlığı BOS basıncı, fontanel açıklığı, baskıya maruz kalan beyin dokusu ve bu dokunun tolerasyon düzeyine göre değişim göstermektedir. Ekstradural hematomlarda kaynak venöz yapılar iken, erişkinde arteriyeldir. Lusid interval neonatal çağda, çocuk ve genç erişkine kıyasla daha uzundur. Subdural hematomda ise, nöbet ve retinal hemoraji görülme sıklığı anlamlı olarak daha yüksektir.", "question": "Çocukluk çağı travmalarında hangi metabolizmanın sağlanması acil servisin temel amaçlarından biridir?", "answers": { "text": [ "serebral" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "Minör kafa travmalı (MKT) çocuklar acil servise genellikle nasıl gelir?", "answers": { "text": [ "asemptomatik ya da minimal semptomlarla" ], "answer_start": [ 64 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "İki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri neden zordur?", "answers": { "text": [ "henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "Minör kafa travmalı iki yaş altı çocuklarda en iyi görüntüleme yöntemi nedir?", "answers": { "text": [ "kranial bilgisayarlı tomografi" ], "answer_start": [ 424 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "Klinisyenlerin MKT'lı çocuklarda kranial BT isteme oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%5-50" ], "answer_start": [ 641 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "İki yaş altı çocuklarda kranial BT çekimi için hangi ek işlem gerekebilir?", "answers": { "text": [ "sedasyon" ], "answer_start": [ 715 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "Kranial BT çekimi sırasında sedasyonun getirdiği riskler nelerdir?", "answers": { "text": [ "hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski" ], "answer_start": [ 742 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "MKT'lı çocuklarda radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirme neden zordur?", "answers": { "text": [ "henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler" ], "answer_start": [ 181 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "Kranial BT çekimi sırasında sedasyon hangi durumlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski" ], "answer_start": [ 742 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "MKT'lı çocukların acil servise başvuru semptomları nelerdir?", "answers": { "text": [ "asemptomatik ya da minimal" ], "answer_start": [ 64 ] } }, { "context": "Minör kafa travmalı (MKT) çocukların çoğu acil servis (AS)’e ya asemptomatik ya da minimal semptomlarla gelmektedir. Özellikle iki yaş altı çocukların nörolojik muayeneleri zordur, henüz sütürleri kapanmamış olduğundan intrakranial basınç artışını iyi tolere ederler ve bu yüzden bu yaş grubunun MKT’ında radyografik tetkiklerin gerekliliği açısından değerlendirilmeleri oldukça zordur. Seçilecek en iyi görüntüleme yöntemi kranial bilgisayarlı tomografi (BT)’dir. Böylece bu yaş grubunda çok fazla kranial BT görüntülemesine gidilmektedir. Değişik çalışmalarda klinisyenlerin MKT’lı çocuklarda tanısal tetkik olarak kranial BT isteme oranı %5-50 arasında değişmektedir. Ek olarak, bu grupta kranial BT çekimi için sedasyon gerekmekte, bu da hipoksi, apne, bilinç düzeyinde değişiklik, aspirasyon riski ve belki de endotrakeal entübasyon gibi pek çok ek riski beraberinde getirmektedir.", "question": "Kranial BT'nin hangi yaş grubunda daha fazla kullanıldığı belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "iki yaş altı" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "KBH nedir?", "answers": { "text": [ "glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem var mıdır?", "answers": { "text": [ "yok kabul edilebilir" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Glomerüler filtrasyon değeri kaç ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir?", "answers": { "text": [ "35-50" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Hastaların ilk semptomları genellikle nelerdir?", "answers": { "text": [ "noktüri ve anemiye bağlı halsizlik" ], "answer_start": [ 505 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada ne tür semptomlar ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "üremik" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilmesi için glomerüler filtrasyon değeri kaç ml/dakikaya inmelidir?", "answers": { "text": [ "5-10" ], "answer_start": [ 674 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "SDBY'de hastalar hangi tedavilere ihtiyaç duyar?", "answers": { "text": [ "renal replasman tedavilerine" ], "answer_start": [ 796 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olduğunda hangi semptomlar ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "üremik" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "KBH'nın hastaların klinik semptom ve bulgularıyla ilişkisi nedir?", "answers": { "text": [ "böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "KBH, glomerüler filtrasyon değerinde azalmanın sonucu olarak böbreğin sıvı-solüt dengesini ayarlamada ve metabolik-endokrin fonksiyonlarında, kronik ve ilerleyici bozulma hali olarak tanımlanabilir. Hastaların klinik semptom ve bulguları, böbrek yetmezliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. KBH’dan etkilenmeyen organ veya sistem yok kabul edilebilir. Glomerüler filtrasyon değeri 35-50 ml/dakikanın altına inmedikçe hastalar semptomsuz olabilir. Hastaların ilk semptomları genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. Glomerüler filtrasyon değeri 20-25 ml/dakika olunca hastada üremik semptomlar ortaya çıkmaya başlar. Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince son dönem böbrek yetmezliğinden (SDBY) bahsedilir ve hastalar diyaliz, renal transplantasyon gibi renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Glomerüler filtrasyon değeri 5-10 ml/dakikaya inince hastalarda hangi durumdan bahsedilir?", "answers": { "text": [ "son dönem böbrek yetmezliği" ], "answer_start": [ 698 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Obezite nedir?", "answers": { "text": [ "vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Obeziteyi bir hastalık haline getiren nedir?", "answers": { "text": [ "komplikasyonları" ], "answer_start": [ 138 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Vücut yağ oranı erkeklerde yüzde kaç olursa obeziteden söz edilir?", "answers": { "text": [ "%25" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Vücut kitle indeksine (VKI) göre 1. derece obez tanımı nedir?", "answers": { "text": [ "30-34,9 kg/m2" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Morbid obez olarak tanımlanan VKI değeri nedir?", "answers": { "text": [ "40 kg/m2" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Gelecek dekatta obezite sıklığında ne kadar artış beklenmektedir?", "answers": { "text": [ "%40" ], "answer_start": [ 522 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Obezitenin artışı hangi risk faktörlerinde artışa yol açabilir?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler" ], "answer_start": [ 557 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Obezite hangi hastalığın gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörlerinden biridir?", "answers": { "text": [ "KBH" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Obezitenin patogenezi konusunda hangi süreçler böbrek patogenezine yol açabilir?", "answers": { "text": [ "hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi" ], "answer_start": [ 865 ] } }, { "context": "Obezite, vücutta aşırı yağ depolanması sonucu ortaya çıkan bir hastalıktır. Obeziteyi bir hastalık haline getiren mortalitesi yüksek olan komplikasyonlarıdır. Vücut yağ oranı erkeklerde %25, kadınlarda %33’ü geçer ise obeziteden söz edilir. Vücut kitle indeksine (VKI) göre 30-34,9 kg/m2 1.derece obez, 35-39,9 kg/m2 2.derece obez, 40 kg/m2 üzeri 3.derece obez (morbid obez) olarak tanımlanmaktadır. Obezite gerek ülkemizde gerekse dünyada önemli bir epidemik sorundur. Bununla birlikte gelecek dekatta obezite sıklığında %40 artış beklenmektedir. Bu sorun kardiyovasküler risk faktörlerinde artışla birlikte KBH sıklığında da artışa yol açabilmektedir. Günümüzde obezite, KBH gelişiminde en güçlü düzeltilebilir risk faktörleri arasında gösterilmektedir. Bununla birlikte KBH gelişiminde obezitenin patogenezi konusunda yeterli bilgi yoktur. Bu süreçte eşlik eden hiperlidemi, insulin direnci gibi aterosklerotik süreç sorumlu olabilirken, nefron başına düşen kan akım hızında artış, glomerül içi basıncında artış ve hiperfiltrasyon teorisi de böbrek patogenezine yol açabilmektedir.", "question": "Obezitenin artışı KBH sıklığını nasıl etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "artışa yol açabilmektedir" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Normalde iki böbreğin gücü nedir?", "answers": { "text": [ "600mOsm/gündür" ], "answer_start": [ 37 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalınca ne olur?", "answers": { "text": [ "intraglomerüler hipertansiyon gelişir" ], "answer_start": [ 278 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Hangi büyüme faktörü olaya karışarak endotelde yırtılma oluşturur?", "answers": { "text": [ "anjiotensin 2" ], "answer_start": [ 339 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Endotelde yırtılma sonucu damarlarda ne gelişir?", "answers": { "text": [ "trombüs" ], "answer_start": [ 415 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Glomerüller tükendikçe geride kalan glomerüllere ne olur?", "answers": { "text": [ "binen yük artar" ], "answer_start": [ 472 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Kreatinin seviyeleri ne zaman yükselir?", "answers": { "text": [ "Glomerüller tükendikçe" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Hastaların klinik semptom ve bulguları ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı" ], "answer_start": [ 571 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "Hastaların ilk semptomları genellikle nelerdir?", "answers": { "text": [ "noktüri ve anemiye bağlı halsizlik" ], "answer_start": [ 702 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "GFH 5-10 ml/dk'ya indiğinde ne gelişir?", "answers": { "text": [ "SDBY" ], "answer_start": [ 766 ] } }, { "context": "Normalde bir günde iki böbreğin gücü 600mOsm/gündür ve bu milyonlarca nefron ile sağlanır. Böbreği etkileyen herhangi bir hastalıkta glomerül sayısı azalır ancak yük aynı kaldığı için glomerül başına düşen perfüzyon oranı artar (hiperperfüzyon) ve hiperfiltrasyona bağlı olarak intraglomerüler hipertansiyon gelişir. Büyüme faktörlerinin (anjiotensin 2 gibi) olaya karışması ile endotelde yırtılma olur, damarlarda trombüs gelişir. Glomerüller tükendikçe geride kalanlara binen yük artar. Kreatinin seviyeleri de gittikçe yükselir. Hastaların klinik semptom ve bulguları altta yatan patoloji, böbrek yetersizliğinin derecesi ve gelişme hızı ile yakından ilişkilidir. Hastaların ilk semptomu genellikle noktüri ve anemiye bağlı halsizliktir. GFH 5-10 ml/dk’ya inince SDBY gelişir ve hastalar renal replasman tedavilerine ihtiyaç duyarlar.", "question": "SDBY gelişen hastalar neye ihtiyaç duyar?", "answers": { "text": [ "renal replasman tedavilerine" ], "answer_start": [ 791 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "Anjiotensin II nedir?", "answers": { "text": [ "güçlü bir vazokonstriktör" ], "answer_start": [ 16 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "KBH'da sistemik anjiotensin II seviyesi nasıldır?", "answers": { "text": [ "normal veya azalmıştır" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "Anjiotensin II'nin proteinüriyi artırarak hangi etkileri vardır?", "answers": { "text": [ "glomerüler permeabilite" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "Anjiotensin II hangi hücrelerden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarır?", "answers": { "text": [ "endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "Anjiotensin II'nin proteinüriyi artırarak hangi etkileri vardır?", "answers": { "text": [ "glomerüler permeabilite" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "Anjiotensin II yapımının inhibisyonu KBH'ın ilerlemesini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "yavaşlatmada" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "Anjiotensin II’nin hangi etkileri proteinüriyi artırır?", "answers": { "text": [ "glomerüler permeabilite" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "TGF-β ekspresyonunun artması hangi süreçte rol oynar?", "answers": { "text": [ "transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise" ], "answer_start": [ 356 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "Anjiotensin II'nin yapımının inhibisyonu neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada" ], "answer_start": [ 533 ] } }, { "context": "Anjiotensin II, güçlü bir vazokonstriktördür. KBH’da sistemik anjiotensin II normal veya azalmıştır ancak deneysel çalışmalarda arttığı gözlenmiştir. Yeni çalışmalarda anjiotensin II’nin proteinüriyi arttırarak glomerüler permeabilite üzerine olan etkilerinin, endotel ve vasküler düz kas hücrelerinden plazminojen aktivatör inhibitör-1 yapımını uyarması, transforme edici büyüme faktörü (TGF)-β ekspresyonunu arttırması ve renal fibrozise katkısı ile gerçekleştiği anlaşılmıştır. Bu nedenle anjiotensin II’nin yapımının inhibisyonu KBH’ın ilerlemesini yavaşlatmada etkili olacaktır.", "question": "Anjiotensin II hangi faktörlerin yapımını uyarır?", "answers": { "text": [ "plazminojen aktivatör inhibitör-1" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Proteinüri nasıl gelişir?", "answers": { "text": [ "glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunması neyi artırır?", "answers": { "text": [ "renal hasarı" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Plazma proteinlerinin böbrek tübül hücre kültürlerinde hangi moleküllerin ekspresyonunu artırdığı bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "proinflamatuar sitokinlerin" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Proinflamatuar moleküller peritübüler interstisyuma sekrete edilerek hangi süreçlere katkıda bulunabilir?", "answers": { "text": [ "inflamasyon ve fibrozis" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Proteinüri hangi patolojiler arasında ilişki sağlar?", "answers": { "text": [ "glomerüler ve tübülointerstisyel" ], "answer_start": [ 525 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Proteinüri nasıl bir durumla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji" ], "answer_start": [ 525 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonu hangi hücrelerde artar?", "answers": { "text": [ "böbrek tübül hücre kültürlerin" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerindeki hangi değişiklikle gelişir?", "answers": { "text": [ "geçirgenliğinin bozulması" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Proteinüri ve tübülointerstisyel patoloji arasındaki ilişki nasıl sağlanır?", "answers": { "text": [ "glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Proteinüri, glomerüler filtrasyon bariyerinin geçirgenliğinin bozulması ile gelişir. Yapılan çalışmalar plazma proteinlerinin glomerüler ultrafiltratta anormal miktarda bulunmasının renal hasarı arttırdığını göstermiştir. İn vitro deneylerde, böbrek tübül hücre kültürlerinde plazma proteinlerinin çeşitli proinflamatuar sitokinlerin ekspresyonunu arttırdığı bulunmuştur. Proinflamatuar moleküllerin peritübüler interstisyuma sekrete olarak inflamasyon ve fibrozis gelişmesine katkıda bulundukları düşünülebilir. Proteinüri, glomerüler ve tübülointerstisyel patoloji arasında ilişki sağlamaktadır.", "question": "Proinflamatuar moleküller peritübüler interstisyuma sekrete edilerek neyi artırabilir?", "answers": { "text": [ "inflamasyon ve fibrozis" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Hiperlipidemi KBH'da nasıl bir problemdir?", "answers": { "text": [ "sık görülen" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Hiperlipidemi sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra neye neden olur?", "answers": { "text": [ "renal hastalığın progresyonuna" ], "answer_start": [ 96 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının neyi artırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "intraglomerüler basıncı" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi nasıl etkilediği düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "düzelterek" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Hiperlipidemi hangi reseptörler aracılığıyla mezengial hücreleri uyarır?", "answers": { "text": [ "LDL" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Mezengial hücrelerin uyarılması neye neden olur?", "answers": { "text": [ "proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına" ], "answer_start": [ 608 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Hiperlipideminin glomerülde neyin artışına neden olduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "matriks üretiminin" ], "answer_start": [ 741 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Yüksek kolesterol alımının hangi durumu artırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "intraglomerüler basıncı" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı hakkında bilgi var mı?", "answers": { "text": [ "açıklığa kavuşturulamamıştır" ], "answer_start": [ 227 ] } }, { "context": "Hiperlipidemi KBH’da sık görülen bir problemdir. Sistemik ateroskleroza neden olmanın yanı sıra renal hastalığın progresyonuna da neden olur. Kan lipid düzeylerini düşürmenin hastalığın progresyonunu nasıl azalttığı net olarak açıklığa kavuşturulamamıştır. Farklı hayvan deneylerinde yüksek kolesterol alımının intraglomerüler basıncı arttırarak fokal segmental glomerüloskleroza yol açtığı gösterilmiştir. Lipid düşürücü ajanların glomerüler hemodinamiyi düzelterek etki ettiği düşünülmektedir. Hiperlipidemi aynı zamanda LDL (low density lipoprotein) reseptörleri aracılığıyla mezengial hücreleri uyararak proliferasyonu arttırıp, sitokin ve reaktif oksijen radikallerinin salınımına neden olmakta ve glomerülde makrofaj infiltrasyonu ile matriks üretiminin artışına neden olmaktadır.", "question": "Hiperlipidemi mezengial hücreleri ne aracılığıyla uyarır?", "answers": { "text": [ "LDL (low density lipoprotein) reseptörleri" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek neden zordur?", "answers": { "text": [ "kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir" ], "answer_start": [ 72 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "Kronik böbrek hastalığından bahsedebilmek için ne kadar süre gereklidir?", "answers": { "text": [ "en az 3 ay" ], "answer_start": [ 159 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "Türkiye'de KBH prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "%15.7" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%5.1" ], "answer_start": [ 418 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "Her 20 yetişkinden birinde hangi düzeyde KBH olduğu saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "kritik" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "CREDİT çalışmasına göre KBH hangi cinsiyette daha fazla görülmüştür?", "answers": { "text": [ "bayanlarda" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "KBH riski yaşla birlikte nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "belirgin şekilde arttığı" ], "answer_start": [ 612 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "Türkiye'de hangi bölgelerde KBH riski daha yüksektir?", "answers": { "text": [ "Marmara ve Güneydoğu Anadolu" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "Kronik diyebilmek için en az kaç ay süre gereklidir?", "answers": { "text": [ "3" ], "answer_start": [ 165 ] } }, { "context": "KBH ile ilgili gerçek insidans ve prevalansı tespit etmek zordur. Çünkü kronik böbrek hastaları çoğu zaman asemptomatik seyretmektedir. Kronik diyebilmek için en az 3 ay süreye ihtiyaç olup, çoğu epidemiyolojik çalışmalar hastaları bir kez görmektedir. Türkiye’de yapılan Kronik Böbrek Hastalığı Prevalans Araştırması (CREDİT) çalışmasına göre KBH prevalansı %15.7’dir. Düşük GFH 60 ml/dk altında olan hasta oranı ise %5.1 olup her 20 yetişkinin birisinde kritik düzeyde KBH olduğu saptanmıştır. CREDİT çalışmasında KBH’ın bayanlarda (%18.4), erkeklere (%12.8) oranla daha fazla görüldüğü, yaşla birlikte riskin belirgin şekilde arttığı, kırsal kesimde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşayanlarda riskin daha yüksek olduğu bildirilmiştir.", "question": "CREDİT çalışmasına göre KBH erkeklerde mi bayanlarda mı daha sık görülmüştür?", "answers": { "text": [ "bayanlarda" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "Evre 1-2 KBH'da genellikle ne gözlenmez?", "answers": { "text": [ "semptom" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "GFH azalma evre 3 ve 4'e ilerlerse KBH'ın ne tür komplikasyonları ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "laboratuar ve klinik komplikasyonları" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "En sık görülen KBH komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları" ], "answer_start": [ 217 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "Evre 5 KBH'da neyin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir?", "answers": { "text": [ "toksin" ], "answer_start": [ 549 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "KBH'da idrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak hangi durum gelişir?", "answers": { "text": [ "noktüri" ], "answer_start": [ 739 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "Üreminin erken belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma" ], "answer_start": [ 756 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "Şiddetli böbrek yetmezliğinde hangi nöromüsküler semptomlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme" ], "answer_start": [ 1004 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "İleri böbrek hastalığında hangi komplikasyonlar görülebilir?", "answers": { "text": [ "perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama" ], "answer_start": [ 1247 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "Kardiyomiyopati, renal sodyum ve su retansiyonu ile neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "ödem ve kalp yetmezliğine" ], "answer_start": [ 1398 ] } }, { "context": "Evre 1-2 KBH’da, genellikle semptom gözlenmez. GFH’da azalma evre 3 ve 4’e ilerlerse KBH’ın laboratuar ve klinik komplikasyonları daha belirgin olarak ortaya çıkar. Genelde tüm organ ve sistemler etkilense de en sık; anemi ve bununla ilişkili kolay yorulma, azalmış iştah ile ilerleyici malnütrisyon, kalsiyum ve fosfor denge bozukluğu, paratiroid hormon (PTH), 1,25 (OH)2D3 (kalsitriol) gibi mineral regüle eden hormonlarda anormallikler, sodyum, potasyum, su ve asit-baz denge bozuklukları görülmektedir. Hastalar evre 5’e ilerleyecek olurlar ise toksin birikimi ile üremik sendroma gidiş gözlenir. Altta yatan böbrek hastalığına bağlı olarak proteinüri veya hematüri gelişebilir. İdrarın konsantrasyon bozukluğuna bağlı olarak sıklıkla noktüri gelişir. Halsizlik, bitkinlik, yorgunluk, iştahsızlık, mental kapasitede azalma üreminin erken belirtilerindendir. Şiddetli böbrek yetmezliğinde (GFH ‹10ml/dk diyabetik olmayan hastalar, GFH ‹15ml/dk diyabetik hastalar) nöromüsküler semptomlar görülebilir (hiperrefleksi, kas seyirmeleri, periferik sensöriyal ve motor nöropatiler, kas krampları, inme). İştahsızlık, bulantı, kusma, kilo kaybı, stomatit, ağızda kötü tat görülebilir. Cilt sarı, kahverengi görünüm alabilir. İleri böbrek hastalığında perikardit, gastrointestinal sistem (GIS) ülserasyonu ve kanama görülebilir. Kardiyomiyopati (hipertansif, iskemik) renal sodyum ve su retansiyonu ile ödem ve kalp yetmezliğine yol açabilir.", "question": "KBH'nın erken evrelerinde ne görülmez görülmez?", "answers": { "text": [ "semptom" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "İleri evrelerde hangi sıvı-elektrolit bozuklukları görülebilir?", "answers": { "text": [ "hiperürisemi ve dislipidemi" ], "answer_start": [ 63 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "Serum sodyum ve potasyum düzeyi nasıl olabilir?", "answers": { "text": [ "normal veya azalmış" ], "answer_start": [ 136 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "Hangi iki serum düzeyinde değişiklik görülebilir?", "answers": { "text": [ "Hipokalsemi ve hiperfosfatemi" ], "answer_start": [ 166 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "Serum PTH düzeyi ileri evrelerde nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "Serum PTH yükselmiştir" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "Böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre nedir?", "answers": { "text": [ "GFH" ], "answer_start": [ 377 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "Renal sintigrafi nasıl bir yöntemdir?", "answers": { "text": [ "zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren" ], "answer_start": [ 408 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "Klinik pratikte GFH nasıl ölçülür?", "answers": { "text": [ "kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle" ], "answer_start": [ 512 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "Endojen kreatinin klirensi normalde kaç ml/dk’dır?", "answers": { "text": [ "90-125" ], "answer_start": [ 709 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "GFH normalin yüzde kaçı altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar?", "answers": { "text": [ "%20-35" ], "answer_start": [ 740 ] } }, { "context": "İleri evrelerde sıvı-elektrolit bozuklukları görülmeye başlar, hiperürisemi ve dislipidemi görülebilir. Serum sodyum ve potasyum düzeyi normal veya azalmış olabilir. Hipokalsemi ve hiperfosfatemi görülebilir. Serum PTH yükselmiştir. Böbrek fonksiyonları için çeşitli görüntüleme ve laboratuar yöntemleri kullanılsa da böbreğin ekskresyon fonksiyonunu en iyi gösteren parametre GFH’dır. Renal sintigrafi gibi zaman alıcı ve teknik ekipman gerektiren yöntemlerle daha doğru saptanabilirse de, klinik pratikte GFH; kreatinin klirensi, Cockcroft-Gault formülü ve MDRD formülü gibi basit ve güvenilir yöntemlerle ölçülerek böbrek rezervleri değerlendirilir ve evrelere ayrılır. Endojen kreatinin klirensi normalde 90-125 ml/dk’dır. GFH normalin %20-35’ in altına düştüğünde azotemi gelişmeye başlar ve normalin % 5-10’u seviyesine indiğinde, üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir.", "question": "GFH hangi seviyeye indiğinde üremik sendrom (Evre 5; SDBY) tablosu meydana gelir?", "answers": { "text": [ "% 5-10" ], "answer_start": [ 806 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Üremik hastalarda hangi gastrointestinal sorunlar gözlenebilir?", "answers": { "text": [ "gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Üremik hastalarda abdominal ağrı, bulantı ve kusma neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "GIS kanamaları" ], "answer_start": [ 110 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Protein kısıtlaması üremik hastalarda hangi açıdan faydalı olabilir?", "answers": { "text": [ "bulantı ve kusma" ], "answer_start": [ 161 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH'da neden yaygın gözlenmektedir?", "answers": { "text": [ "yetersiz alım" ], "answer_start": [ 292 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu hangi süreci artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "protein katabolizma" ], "answer_start": [ 461 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesi nedir?", "answers": { "text": [ "Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük" ], "answer_start": [ 501 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalma kardiyovasküler mortalitede ne kadar artışa neden olabilir?", "answers": { "text": [ "%39-66" ], "answer_start": [ 713 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Üremik hastalarda protein kısıtlaması hangi sorunlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "malnütrisyona" ], "answer_start": [ 211 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Protein enerji malnütrisyonu hangi durumda diyaliz tedavisi için endikasyon oluşturur?", "answers": { "text": [ "ileri KBH" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Üremik hastalarda gastrit, peptik hastalık, GIS’de ülserasyon gözlenebilir. Abdominal ağrı, bulantı, kusma ve GIS kanamalarına yol açabilir. Protein kısıtlaması bulantı ve kusma açısından faydalı olabilir ancak malnütrisyona da neden olabilmektedir. Protein enerji malnütrisyonu ileri KBH’da yetersiz alım nedeniyle yaygın gözlenmektedir ve diyaliz tedavisinin başlaması için endikasyon oluşturmaktadır. Metabolik asidoz ve inflamatuar sitokinlerin aktivasyonu protein katabolizmasını arttırmaktadır. Protein alımındaki azalma ve vücut ağırlığındaki düşüklük hemodiyaliz hastalarında mortalitenin bir göstergesidir. Yapılan çalışmalarda serum albümin düzeyindeki 1 gr/dl'lik azalmanın kardiyovasküler mortalitede %39-66'lık bir artışa neden olduğu tespit edilmiştir.", "question": "Serum albümin düzeyindeki azalma kardiyovasküler mortalitede ne kadar artışa neden olur?", "answers": { "text": [ "%39-66" ], "answer_start": [ 713 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "Graves hastalığının etyolojisinde hangi faktörler önemli yer tutmaktadır?", "answers": { "text": [ "genetik ve çevresel" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "Graves hastalığının şiddeti ve semptomları neye bağlı olarak değişebilir?", "answers": { "text": [ "birçok faktöre" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "Graves hastalığı klinikte nasıl görülmektedir?", "answers": { "text": [ "hipertiroidi" ], "answer_start": [ 238 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "Tiroid hormonları vücutta neyi düzenleyen en önemli faktörlerden biridir?", "answers": { "text": [ "metabolizmayı" ], "answer_start": [ 312 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin nedir?", "answers": { "text": [ "hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatör" ], "answer_start": [ 655 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "PGC-1 alfa vücuttaki organlarda hangi süreçte önemli rol oynar?", "answers": { "text": [ "enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde" ], "answer_start": [ 734 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "Graves hastalığının semptomları neye bağlı olarak değişebilir?", "answers": { "text": [ "birçok faktöre" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin hangi durumda saptanan bir maddedir?", "answers": { "text": [ "PGC-1 alfa" ], "answer_start": [ 620 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "PGC-1 alfa ne tür bir maddedir?", "answers": { "text": [ "vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir madde" ], "answer_start": [ 713 ] } }, { "context": "Otoimmün tiroid hastalığının iki ana grubundan birini oluşturan Graves hastalığının etyolojisinde genetik ve çevresel faktörler önemli yer tutmaktadır. Bu hastalığın şiddeti ve semptomları birçok faktöre bağlı değişebilmektedir. Klinikte hipertiroidi ile görülmektedir. Bilindiği üzere tiroid hormonları vücutta metabolizmayı düzenleyen en önemli faktörlerden birisidir. Bu sebeple de, metabolizmayı etkileyen diğer faktörler ile olabilecek ilişkisi önem taşımaktadır. Son dönemde artmış oranda irisin ve tiroid fonksiyonlarının ilişkisinin araştırılması da işte bu sebepledir. İrisin, yeni keşfedilen egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir adipo-miyokin regülatördür. PGC–1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "Graves hastalığının klinik belirtisi nedir?", "answers": { "text": [ "hipertiroidi" ], "answer_start": [ 238 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "GH hangi klinik özelliklerle karakterizedir?", "answers": { "text": [ "hipertiroidi ve diffüz guatr" ], "answer_start": [ 4 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "GH'a hangi iki klinik durum eşlik edebilir?", "answers": { "text": [ "oftalmopati ve dermatopati" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "Endokrin hastalıklar içinde GH hangi hastalıktan sonra ikinci sıklıkta görülür?", "answers": { "text": [ "diabetes mellitustan" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "GH hastalarının %90'ında hangi antikor pozitif saptanır?", "answers": { "text": [ "Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb)" ], "answer_start": [ 214 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "GH patogenezinde hangi immün hücreler rol oynar?", "answers": { "text": [ "T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "Otoantikorların tiroid bezine etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur" ], "answer_start": [ 724 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "Hipertiroidinin hangi önemli fizyolojik etkileri vardır?", "answers": { "text": [ "tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması" ], "answer_start": [ 818 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "GH gelişimi ve alevlenmesi neyin sonucunda görülür?", "answers": { "text": [ "GH'ın patogenez" ], "answer_start": [ 565 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "GH'da TSH reseptör antikoru hangi oranla pozitif saptanır?", "answers": { "text": [ "%90" ], "answer_start": [ 266 ] } }, { "context": "GH, hipertiroidi ve diffüz guatr ile karakterize antikor aracılı otoimmün bir hastalıktır, oftalmopati ve dermatopati eşlik edebilir. Endokrin hastalıklar içinde diabetes mellitustan sonra ikinci sıklıkta görülür. Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb) %90'ında pozitif saptanır. Ayrıca diğer OITH belirteçleri de pozitif olabilir (Anti-TPO veya anti-Tg). Patogenezinde otoimmünite önemli bir faktör olarak görülmektedir. Periferik kan mononükleer hücreleri(PKMH) T hücreleri, B hücreleri, monositler ve daha küçük miktarlarda NK hücrelerinden oluşur. GH'ın patogenezinde bu immün hücreler tirositlere karşı tiroid dokusu içine infiltre olup otoantikorlar üretirler. Sonrasında tiroid bezi bu otoantikorlar ile anormal uyarılarak aşırı tiroid hormonu üretir ve hipertiroidiye sebep olur. Hipertiroidinin; tiroid bezinin büyümesi ve genel olarak immün cevabın uyarılması gibi birçok açıdan önemli fizyolojik etkileri vardır. Tüm bu patogenez sonucunda da, GH gelişimi ve alevlenmesi görülür.", "question": "Graves hastalığında hangi hormon reseptörüne karşı antikorlar pozitif olabilir?", "answers": { "text": [ "Tiroid stimulan hormon(TSH) reseptör antikoru(TRAb)" ], "answer_start": [ 214 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "GH'da primer tedavi nedir?", "answers": { "text": [ "Antitiroid ilaç tedavisi" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "Antitiroid ilaçlar GH'da ne kadar süre kullanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "12-24 ay" ], "answer_start": [ 89 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "Ülkemizde hangi iki antitiroid ilaç kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU)" ], "answer_start": [ 174 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "Karbimazol hangi ilaca metabolize olarak etkisini gösterir?", "answers": { "text": [ "Metimazol" ], "answer_start": [ 174 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "PTU hangi özel durumlarda kullanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "tirotoksik kriz" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "MMI'nın PTU'ya göre üstünlüğünü sağlayan özellik nedir?", "answers": { "text": [ "daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi" ], "answer_start": [ 500 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "MMI ve PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi neye destek olur?", "answers": { "text": [ "uzun süreli remisyon ihtimaline" ], "answer_start": [ 649 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "ATİ tedavisi ne için geçici olarak kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "ablatif tedaviye hazırlık" ], "answer_start": [ 803 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "Uzun süreli ATİ tedavisi verilen hastalar ne kadar sıklıkla kontrol edilmelidir?", "answers": { "text": [ "3-6 hafta aralıklarla" ], "answer_start": [ 935 ] } }, { "context": "Antitiroid ilaç tedavisi GH'da primer tedavidir. Hasta ötiroid olduktan sonra uzun süre (12-24 ay) kullanılmalıdır. Ülkemizde antitiroid ilaç olarak 2 ajan kullanılmaktadır: Metimazol (MMI) ve propiltiourasil (PTU). Etkisini metimazole metabolize olarak gösteren karbimazol ise ülkemizde bulunmamaktadır. PTU sadece gebelik ya da gebelik planlayıp tedavinin bitmesi beklenemeyecek olan durumlar ve tirotoksik kriz gibi özel durumlarda kullanılmalıdır. MMI'nın majör yan etki olasılığının PTU'ya göre daha az olması ve günde tek doz kullanılabilmesi PTU'ya üstünlük sağlamasında rol almaktadır. Hem MMI hem PTU'nun immün sistem üzerine direkt etkisi uzun süreli remisyon ihtimaline destekte bulunur. Bu sayede hastalar 18-24 ay ATİ alıp ötiroid tutulduktan sonra otoimmün olayın remisyonu beklenir. ATİ, ablatif tedaviye hazırlık olarak geçici olarak da kullanılabilir. Uzun süreli ATİ tedavisi verilmesi planlanan hastalar başlangıçta 3-6 hafta aralıklarla kontrol edilerek doz azaltılması yapılır ve etkin en az doz bulunmaya çalışılır. Sonrasında da hasta 1.5-2 aylık aralıklarla takip edilir.", "question": "Antitiroid ilaç tedavisi ile GH'da otoimmün olayın remisyonu ne zaman beklenir?", "answers": { "text": [ "18-24 ay" ], "answer_start": [ 718 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "Ablatif tedavi kararı hangi unsurlara dayanarak yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "hasta görüşü ve onayı" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "RAI için mutlak kontrendikasyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "gebelik ve emzirme" ], "answer_start": [ 187 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "RAI için görece kontrendikasyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "RAI tedavisi hangi durumlar dışında genellikle ayaktan yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "Bayan hastalarda RAI tedavisi öncesinde ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir" ], "answer_start": [ 489 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "Genç ve hafif hipertiroidik hastalarda RAI tedavisi öncesinde ATİ ile hazırlık yapılmalı mıdır?", "answers": { "text": [ "ilacı kesilmelidir" ], "answer_start": [ 687 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "RAI öncesinde MMI ne zaman kesilmelidir?", "answers": { "text": [ "48 saat önce" ], "answer_start": [ 476 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "RAI sonrasında genellikle hangi tedaviye devam edilir?", "answers": { "text": [ "ATİ" ], "answer_start": [ 577 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "RAI tedavisinin hangi durumlar dışında genellikle ayaktan yapıldığı belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "Ablatif tedavi kararı verilen hastalarda RAI veya cerrahi tercihi, hasta görüşü ve onayı alınarak, hastaların diğer özellikleri gözden geçirilerek bireysel düzeyde yapılmalıdır. RAI için gebelik ve emzirme mutlak kontrendikasyonlardır. Görece kontrendikasyonlar ise; oftalmopati, büyük guatr, intratorasik guatr ve malignite kuşkusu varlığıdır. RAI tedavisi, ileri yaş ve kardiyovasküler hastalık varlığı haricinde genellikle ayaktan yapılmaktadır. Bayan hastalarda tedaviden 48 saat önce test yapılarak mutlaka gebelik ekarte edilmelidir. Genç ve hafif hipertiroidik hastalar ATİ ile hazırlık yapılmadan RAI tedavisine verilebilir. ATİ ile hazırlık yapılan hastalardaysa, RAI öncesinde ilacı kesilmelidir. MMI 48 saat önce, PTU 7 gün önce kesilir. RAI sonrasında genellikle ATİ tedavisine devam edilir.", "question": "PTU ne zaman kesilmelidir?", "answers": { "text": [ "7 gün önce" ], "answer_start": [ 729 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin hangi dokuyu neye dönüştürerek enerji harcanmasını sağlar?", "answers": { "text": [ "beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin ilk olarak ne zaman tanınmıştır?", "answers": { "text": [ "2012" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin ismini nereden alır?", "answers": { "text": [ "bir mitolojik kahraman" ], "answer_start": [ 459 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin proteolitik ürününe ne ad verilmiştir?", "answers": { "text": [ "İrisin" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin hangi protein sonrası dolaşıma karışır?", "answers": { "text": [ "FNDC5" ], "answer_start": [ 315 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "PGC-1 alfa vücuttaki hangi süreçlerde önemli rol oynar?", "answers": { "text": [ "organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde" ], "answer_start": [ 638 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin hangi maddenin mevcudiyetinde saptanan hormon benzeri bir maddedir?", "answers": { "text": [ "PGC-1 alfa" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin hangi protein olarak da adlandırılır?", "answers": { "text": [ "adipo-myokin regülatör" ], "answer_start": [ 590 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin ilk olarak ne zaman keşfedilmiştir?", "answers": { "text": [ "2012" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "İrisin, beyaz yağ dokusunu kahverengi yağ dokusuna çevirerek enerji harcanmasını sağlayan termojenik bir proteindir. İlk olarak 2012 yılında yapılan bir çalışmada egzersiz ile iskelet kasından kişiyi metabolik hastalıklardan koruyan bir protein salınımı olduğunun keşfedilmesiyle tanınmıştır. Bu membran proteinine FNDC5 ismi verilmiş ve bu proteinin dolaşıma proteoliz sonrası karıştığı anlaşılmıştır, proteolitik ürününe de İrisin ismi verilmiştir. Bu isim bir mitolojik kahraman olan İris'ten gelmektedir. Egzersiz kaynaklı PGC-1 alfa mevcudiyetinde saptanan bu hormon benzeri madde bir adipo-myokin regülatördür. PGC-1 alfa vücuttaki organların enerji metabolizmasında ve metabolik hastalıkların düzenlenmesinde önemli rol oynayan bir maddedir.", "question": "İrisin FNDC5'in hangi sürecinden sonra dolaşıma karışır?", "answers": { "text": [ "proteoliz" ], "answer_start": [ 360 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "Sigaranın sağlığa zararları ne zaman farkedilmeye başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1665" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "Sigaranın zararlı etkilerinden korunmak için ne yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "yasaklamalar" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "17. yüzyılda tütün üretiminin yaygınlaşmasına ne engel olamamıştır?", "answers": { "text": [ "yasaklamalar" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "Sigara en az kaç madde içermektedir?", "answers": { "text": [ "55" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "Sigaranın içindeki maddelerden bazıları nelerdir?", "answers": { "text": [ "aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşikler" ], "answer_start": [ 677 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "Sigara hangi genleri aktive etmektedir?", "answers": { "text": [ "onkogenleri" ], "answer_start": [ 820 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "Sigara hangi genleri inaktif hale getirmektedir?", "answers": { "text": [ "tümör süpresör genleri" ], "answer_start": [ 855 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "Sigara hangi sistemde kansere neden olabilir?", "answers": { "text": [ "solunum sistemi" ], "answer_start": [ 1011 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "Sigaranın hücresel düzeydeki etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "mutajenik ve kanserojenik" ], "answer_start": [ 572 ] } }, { "context": "Sigaranın sağlığına zararları günümüzde çok sayıda çalışmalar ile ortaya konulmuş ve kesinleştirilmiştir. Bu zararlı etkileri 1665 yılında farkedilmeye başlanmış sonrasında tütün üretiminin tüm dünyada yaygınlaşması ile bu zararlı etkilerden korunmak için tütünün kullanımına yasaklamalar getirilmiştir. Bu yasaklamalar 17. yüzyılda tütün üretiminin bütün Asya ve Avrupa’da yaygınlaşmasına engel olamamış ve gittikçe artan oranda bir ekonomik ve siyasi güç haline gelmiştir. Bu durum zamanımızda aşılması zor problem olarak karşımıza çıkmıştır. Sigaranın hücresel düzeyde mutajenik ve kanserojenik etkilere sahip en az 55 madde içerdiği bilinmektedir. Bu maddelerden bazıları; aza-arenler, aldehitler, nitrosaminler, poliaromatik hidrokarbonlar, organik ve inorganik bileşiklerdir. Sigara bu içerdiği toksik ajanlar ile onkogenleri aktive etmekte ve/veya tümör süpresör genleri inaktif hale getirmektedir. Sigara onkogen ve tümör basılayıcı genlerden en az 10-20 tanesinde mutasyon oluşturmakta ve bunun sonucu solunum sistemi kanseri geliştirdiği tahmin edilmektedir.", "question": "Sigara hangi maddelerle tümör süpresör genleri etkiler?", "answers": { "text": [ "toksik ajanlar" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Nikotin tütün ürünlerinde hangi etkisiyle bilinir?", "answers": { "text": [ "güçlü bağımlılık yapıcı" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler beyinde nasıl kendini göstermektedir?", "answers": { "text": [ "nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle" ], "answer_start": [ 152 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Nikotin bağımlılığında hangi belirleyiciler rol oynamaktadır?", "answers": { "text": [ "psikolojik, biyolojik ve genetik" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar neye katkı sağlamaktadır?", "answers": { "text": [ "sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Nikotin bağımlılığı tedavisinde hangi faktörler başarıyı etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar" ], "answer_start": [ 455 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Pozitif pekiştirici etki hangi maddede gözlenir?", "answers": { "text": [ "bağımlılık yapıcı" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği hangi artışlarla ilgilidir?", "answers": { "text": [ "opioid peptid artışı" ], "answer_start": [ 816 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Nikotin hangi reseptörleri uyarır?", "answers": { "text": [ "nikotinik asetilkolin" ], "answer_start": [ 935 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Nikotin dopamin salınımına nasıl yol açar?", "answers": { "text": [ "nikotinik asetilkolin reseptörlerini" ], "answer_start": [ 935 ] } }, { "context": "Nikotin, tütün ürünlerinin güçlü bağımlılık yapıcı etkisini oluşturan kilit kimyasal bileşendir. Güçlü bağımlılık yapıcı etkiler, beyindeki çok çeşitli nikotin reseptörlerinin değişik eylemleriyle kendilerini göstermektedir. Denemekten ağır bağımlılığa giden yolda psikolojik, biyolojik ve genetik belirleyicilerin rol oynadığı öne sürülmektedir. Genlerdeki kalıtımsal varyasyonlar sigara içme ve bırakma kalıplarının farklılaşmasına katkı sağlamaktadır. Sigara içme hikayelerindeki ve yoksunluk semptomlarının şiddetindeki bireysel farklılıklar nikotin bağımlılığı tedavisinde başarıyı etkilemektedir. Bağımlılık yapıcı maddelerde gözlenen pozitif pekiştirici etki nukleus akkumbensteki dopamin artışından kaynaklanmaktadır. Nikotinin pozitif pekiştirici özelliği ise nukleus akkumbensteki dopamin artışı yanı sıra opioid peptid artışı ile de ilgilidir. Nikotinin davranışlar üzerine olan etkileri, beyinde çok yaygın şekilde bulunan nikotinik asetilkolin reseptörlerini uyarılması sonucudur. Nikotin, mezokortikolimbik dopaminerjik nöronlar üzerindeki nikotinik asetilkolin reseptörlerini active hale getirir ve dopamin salınımına yol açar. Nikotin beyinde Locus coeruleus’tan norepinefrin salınımına sebebiyet vererek huzursuzluk ve arama davranışı gibi yoksunluk belirtilerinin ortaya çıkmasına neden olur.", "question": "Nikotin beyinde hangi maddenin salınımına sebep olur?", "answers": { "text": [ "norepinefrin" ], "answer_start": [ 1179 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Sigara bağımlılığı dünya çapında hangi tür bir problem olarak tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "halk sağlığı" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Sigara kullanımı dünya çapında neyin en başta gelen sebebidir?", "answers": { "text": [ "önlenebilir ölümlerin" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Sigara alışkanlığı nasıl bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "psikolojik" ], "answer_start": [ 301 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Sigara kullanımını azaltmak için hangi politikalar uygulanmıştır?", "answers": { "text": [ "yetersiz sağlık politikaları" ], "answer_start": [ 557 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde sigara kullanım oranı neden artış göstermektedir?", "answers": { "text": [ "uygulanan yetersiz sağlık politikaları" ], "answer_start": [ 547 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Sigara kullanımındaki artışlar en çok hangi kitleleri etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "gençleri ve kadınları" ], "answer_start": [ 667 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman ne zaman da devam etmektedir?", "answers": { "text": [ "gebelik süresince" ], "answer_start": [ 778 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Yapılan çalışmalara göre, sigara bağımlılığı olan kadınların gebelikte sigara kullanma oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%50-70" ], "answer_start": [ 873 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Sigara bağımlılığı hangi tür bir bağımlılık yapma özelliği taşır?", "answers": { "text": [ "fizyolojik ve psikolojik" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "Dünyada ve ülkemizde sigara bağımlılığı çok ciddi bir halk sağlığı problemidir. Sigara kullanımı halen dünya çapında önlenebilir ölümlerin en başta gelen sebebidir. Sigara alışkanlığı kişilerin birbirlerini etkilemesiyle bir sosyal zehirlenme ve neden olduğu tolerans hali, aynı zamanda fizyolojik ve psikolojik bağımlılık yapma özelliği ile de psikolojik bir zehirlenme durumu olarak tanımlanmaktadır. Sigara kullanımı önlenmesi uygulanan sağlık politikaları sayesinde önemli ölçüde azaltılmasına karşın, az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde uygulanan yetersiz sağlık politikaları nedeniyle bu oran artış göstermektedir. Bu artışlar özellikle hedef kitle olarak gençleri ve kadınları daha fazla etkilediği görülmüştür. Kadınlarda ortaya çıkan sigara bağımlılığı çoğu zaman gebelik süresince de devam etmektedir. Yapılan çalışmalarda sigara bağımlılığı olan kadınların %50-70 oranında gebelikte de sigara kullanmayı sürdürdüğü gözlenmiştir.", "question": "Sigara bağımlılığı ile mücadelede en etkili olan nedir?", "answers": { "text": [ "uygulanan sağlık politikaları" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Gebelik ne tür bir süreç olarak tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "fizyolojik" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Komplike gebelik nedir?", "answers": { "text": [ "Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere" ], "answer_start": [ 145 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Gebelikte gelişebilecek tıbbi sorunlar nelere yol açabilir?", "answers": { "text": [ "ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında neler bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalar" ], "answer_start": [ 562 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Gebeliğe bağlı komplikasyonlar hastayı hangi yönden etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "psikososyal" ], "answer_start": [ 936 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "sigara kullanımı" ], "answer_start": [ 1049 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Komplike gebelikler hangi riskleri oluşturabilir?", "answers": { "text": [ "Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite" ], "answer_start": [ 145 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Gebelikte gelişebilecek komplikasyonlar arasında neler yer alır?", "answers": { "text": [ "uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması" ], "answer_start": [ 747 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Gebelikteki komplikasyonlar hangi organ fonksiyonlarında gerilemeye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "hayati organ fonksiyonlarında" ], "answer_start": [ 849 ] } }, { "context": "Gebelik fizyolojik bir süreç olup; bazı hallerde hem anne hem de fetüs üzerinde hayati tehlike oluşturabilecek birçok olaya sebebiyet verebilir. Hem fetüs hem de annede morbidite ya da mortalite riski oluşturabilecek tüm gebeliklere komplike gebelik denir. Gebelikte ya da gebeliğe bağlı doğum öncesi doğum sonrası gelişebilecek her türlü tıbbi sorun; ciddi zorlamalara ve psikiyatrik bozukluklara yol açabilir. Öte yandan bu durum kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir. Gebelikte hayati risk oluşturan durumlar arasında; şiddetli preeklampsi, eklampsi, prepartum, intrapartum, postpartum kanamalara sebebiyet veren durumlarda gebeliğe bağlı komplikasyonlar oluşabilir. Bu komplikasyonlar arasında hastanın uzun süre hospitalizasyonu, genel durum bozukluğu, masif kan transfüzyonu gerektiren kanamalara bağlı hayati organ fonksiyonlarında gerileme, cerrahi gerektirecek durumların olması hastayı psikososyal yönden olumsuz etkileyebilir. Gebelikte gözlemlenen komorbid durumların en önemli nedenlerin başında sigara kullanımı gelmektedir.", "question": "Gebelikte gözlemlenen tıbbi sorunlar kişinin gebeliğe bakış açısını nasıl etkileyebilir?", "answers": { "text": [ "kişinin gebeliğe bakış açısını ve tekrar gebe kalma isteğini de etkileyebilir" ], "answer_start": [ 432 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Sigaranın içindeki hangi maddeler bebek gelişimi ve sağlığı açısından zararlıdır?", "answers": { "text": [ "nikotin ve karbon monoksit" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Sigara içen gebelerde bebekler neden yeterince beslenememektedir?", "answers": { "text": [ "bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Oksijen bebekler için neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "büyümesini ve gelişmelerini sağlayan" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Anne kanında oksijen azaldığında ne olur?", "answers": { "text": [ "büyüme ve gelişme geriliği" ], "answer_start": [ 531 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Sigara içen annelerin bebeklerinde hangi sorun ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "büyüme ve gelişme geriliği" ], "answer_start": [ 531 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Sigarada bulunan zararlı maddeler nasıl bebeğe ulaşabilir?", "answers": { "text": [ "anne kanı" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Anne sigarayı bırakmaya başladığında bebek sağlığı nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "olumlu yönde" ], "answer_start": [ 775 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Anne sigarayı bıraktığında kanı ne olur?", "answers": { "text": [ "zehirli maddelerden temizlenecek" ], "answer_start": [ 847 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Sigara gebeliğin hangi döneminde bırakılırsa fetüs daha az zarar görür?", "answers": { "text": [ "ilk üç ayında" ], "answer_start": [ 1061 ] } }, { "context": "Sigaranın içinde bulunan nikotin ve karbon monoksit bebek gelişimi ve sağlığı açısından önemli ölçüde zararlıdır. Sigara içen gebelerde, bebeğe yeterli miktarda oksijen taşınamadığından ötürü bebekler yeterince beslenememekte ve gelişimleri olumsuz yönde etkilenmektedir. Oksijen bebeklerin büyümesini ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktörlerdendir. Anne kanında oksijen azaldığı zaman bebeğe giden oksijen miktarı ve diğer besin öğelerinin miktarı da önemli ölçüde azalmaktadır. Bu nedenle sigara içen annelerin bebeklerinde büyüme ve gelişme geriliği ortaya çıkabilmektedir. Sigarada bulunan diğer zararlı maddeler ise, anne kanı bebeğe kadar ulaşabilmekte ve bebek bu maddelerden zarar görebilmektedir. Anne sigarayı bırakmaya başladığından itibaren bebek sağlığı da olumlu yönde etkilenmeye başlayacaktır. Anne sigarayı bıraktığında kanı zehirli maddelerden temizlenecek ve bebeğe daha çok oksijen gidecektir. Bu nedenle anne adayı gebeliğinin hangi aşamasında bulunursa bulunsun sigarayı bırakma konusunda geç kalmış sayılmayacaktır. Sigara gebeliğin ilk üç ayında bırakıldığı zaman anne karnındaki fetüs, diğer dönemlere nazaran daha az zarar görür. Anne adayı ne kadar az sigara içerse, fetüs o düzeyde daha az miktarda etkilenir.", "question": "Anne adayı ne kadar az sigara içerse fetüs nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "daha az miktarda" ], "answer_start": [ 1215 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince desteğe neden ihtiyaçları vardır?", "answers": { "text": [ "içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara nasıl yardımcı olmaları gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Sigara içen kadınların sigara kullanımı gebelik süresince nasıl değişiklik göstermektedir?", "answers": { "text": [ "birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği" ], "answer_start": [ 462 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Doğum sonrası sigara içmeye tekrar başlama eğilimi ne zaman artmaktadır?", "answers": { "text": [ "ikinci ve altıncı aylarda" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Gebelikte kadınların sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgileri neden yetersiz olabilir?", "answers": { "text": [ "gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme" ], "answer_start": [ 778 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeyleri nasıldır?", "answers": { "text": [ "orta düzey ve üzerinde" ], "answer_start": [ 924 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Kadınların fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgileri nasıldır?", "answers": { "text": [ "düşük düzeyde" ], "answer_start": [ 1022 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Gebelikte sigara içme oranında hangi trimesterde azalma gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "birinci" ], "answer_start": [ 462 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Gebelikte sigara içme oranında hangi trimesterde artma gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 494 ] } }, { "context": "Sigara içen kadınların gebelikleri süresince içtikleri sigara sayısını azaltmaya ya da bırakmaya çalıştıkları, ancak bu dönemde desteğe gereksinimleri olduğu bilinmektedir. Bundan dolayı sağlık çalışanlarının sigara içen gebe kadınlara yardımcı olabilmeleri için öncelikle bu kadınları tespit etmeleri, daha sonra kadınların sigarayı bırakmalarına yönelik hizmet sunmaları gerektiği vurgulanmaktadır. Sigara içen kadınların gebelikle birlikte bu davranışlarında birinci trimesterde %51 azalma, üçüncü trimesterde %62 oranında artma gözlendiği ve doğum sonrası ikinci ve altıncı aylarda kadınların %50’sinde sigara içmeye tekrar başlama eğiliminin olduğu gözlenmektedir. Kadınların gebelikte sigaranın anne ve bebek sağlığı üzerine etkisi ile ilgili bilgilerinin yetersiz olması gebelikte de bu alışkanlıklarını sürdürme nedeni olabilir. Yapılan çalışmalarda kadınların sigaranın genel etkileri ile ilgili bilgi düzeylerinin orta düzey ve üzerinde, fetus ve yenidoğan sağlığı üzerindeki etkilerine ilişkin bilgilerinin ise düşük düzeyde olduğu ifade edilmektedir.", "question": "Gebelikte sigara içmenin anne ve bebek sağlığı üzerindeki etkisi hakkında kadınların bilgi düzeyi nasıldır?", "answers": { "text": [ "yetersiz" ], "answer_start": [ 762 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Genel anestezi uygularken neyin değerlendirilmesi ve yönetimi önemlidir?", "answers": { "text": [ "hastanın hava yolunun" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları nelerdir?", "answers": { "text": [ "havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı" ], "answer_start": [ 408 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu nedir?", "answers": { "text": [ "genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanması" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Anestezi sırasında entübasyon işlemi solunum için ne sağlar?", "answers": { "text": [ "havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Anestezi sırasında entübasyonun cerrahi sahaya etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "cerrahi rahatlık" ], "answer_start": [ 624 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Entübasyon işlemi aspirasyon tehlikesini nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "aspirasyon tehlikesinin azaltılması" ], "answer_start": [ 523 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Genel anestezi uygulaması sırasında endotrakeal entübasyon ne zaman gereklidir?", "answers": { "text": [ "genel anestezi uygulanacak hastalarda" ], "answer_start": [ 801 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri neyin değerlendirilmesidir?", "answers": { "text": [ "hastanın hava yolunun" ], "answer_start": [ 65 ] } }, { "context": "Genel anestezi uygularken başlıca düşünülmesi gerekenlerden biri hastanın hava yolunun değerlendirilmesi ve yönetimidir. Özellikle hava yolu anatomisinin bilinmesi ve değerlendirilmesi ile anestezist, hayatı tehdit edebilecek sorunları daha önceden görebilir ve hasta için, emniyetli ve etkin anestezi tekniklerinin tümünü daha iyi kullanabilir. Anestezi uygulaması sırasında entübasyon işleminin faydaları, havayolunun açık tutulması; havayolu ve solunumun kontrol edilebilmesi; solunum eforunun azalması; ölü boşluğun ve aspirasyon tehlikesinin azaltılması; anesteziyolog ve ekipmanın cerrahi sahadan uzaklaştırılması ile cerrahi rahatlık sağlanmasıdır; herhangi bir problem yaşandığında resüstasyon kolaylığı gibi faydalar sağlar. Endotrakeal entübasyonun anestezi pratiğindeki başlıca endikasyonu genel anestezi uygulanacak hastalarda havayolu açıklığının ve güvenliğinin sağlanmasıdır.", "question": "Entübasyon işlemi sırasında hangi kolaylık sağlanır?", "answers": { "text": [ "resüstasyon kolaylığı" ], "answer_start": [ 690 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında supraglottik bölgenin stimülasyonu hangi cevaba neden olur?", "answers": { "text": [ "sempatoadrenal" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında hangi komplikasyonlar oluşabilir?", "answers": { "text": [ "taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye" ], "answer_start": [ 160 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Geçici hiperdinamik cevap hangi durumlarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Laringeal mask airway ne zaman kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Laringeal maskenin laringoskopiye göre üstünlükleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması" ], "answer_start": [ 751 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Laringeal mask airway hangi algoritminde yer alır?", "answers": { "text": [ "zor havayolu" ], "answer_start": [ 540 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Laringoskopinin neden olduğu kardiyovasküler yanıtın sebebi nedir?", "answers": { "text": [ "supraglottik bölgenin stimülasyonu" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Laringeal maskenin kullanımı hangi durumlarda güvenli hava yolu sağlar?", "answers": { "text": [ "Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Laringoskopi sırasında hangi fizyolojik değişiklikler olabilir?", "answers": { "text": [ "sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artış" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve trakeal entübasyon sırasında, supraglottik bölgenin stimülasyonu sempatoadrenal cevapta ve dolaşan katekolamin düzeylerinde artışa neden olarak taşikardi, intrakranial basınç artışı, hipertansiyon, aritmiler ve özellikle kalp rezervi kısıtlı hastalarda miyokardial iskemiye sebep olabilir. Geçici hiperdinamik cevap bile semptomatik aortik anevrizması, yakın zamanda geçirilmiş miyokard infarktüsü, serebral anevrizma ve intrakranial hipertansiyonu olan hastalarda ciddi komplikasyonlara yol açabilir. Laringeal mask airway zor havayolu algoritmindedir. Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda, boyuna ekstansiyon verilemediği durumlarda güvenli hava yolu sağlamada kullanılabilir. Laringeal maskenin laringoskopinin neden olduğu kadar kardiyovasküler yanıt oluşturmaması ve laringeal refleksleri uyarmaması gibi üstünlükleri vardır.", "question": "Hangi durumlarda laringeal maskenin kullanılması önerilir?", "answers": { "text": [ "Endotrakeal entübasyon yapılamayan olgularda" ], "answer_start": [ 570 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Farenks nereden başlar?", "answers": { "text": [ "burnun arka kısmından" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Farenks hangi yapıya kadar uzanır?", "answers": { "text": [ "Krikoid kıkırdağa" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Farenks hangi yapılarla sırasıyla açılır?", "answers": { "text": [ "nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse" ], "answer_start": [ 208 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Nasofarenks ile orofarenks arasındaki ayrımı sağlayan yapılar nelerdir?", "answers": { "text": [ "önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle" ], "answer_start": [ 301 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Nasofarenksten hava akımına başlıca engel nedir?", "answers": { "text": [ "büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır" ], "answer_start": [ 401 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesi" ], "answer_start": [ 482 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Genioglossus kası hangi rolü oynar?", "answers": { "text": [ "farengeal bir dilatatör" ], "answer_start": [ 588 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Dil kökünde hangi yapı orofarenksi laringofarenksten ayırır?", "answers": { "text": [ "epiglot" ], "answer_start": [ 642 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Epiglotun görevi nedir?", "answers": { "text": [ "aspirasyonu önler" ], "answer_start": [ 771 ] } }, { "context": "Farenks, kafa tabanı hizasında burnun arka kısmından başlar. Krikoid kıkırdağa kadar uzanarak ösafagus ile devam eder. U şeklinde fibromüsküler bir yapıdır. Farenks önde burun, ağız ve larenks ile sırasıyla, nasofarenks, orofarenks ve laringofarenkse (pars laryngea) açılır. Nasofarenks orofarenksten önde yumuşak damakla, arkada hayali bir düzlemle ayrılır. Nasofarenksten hava akımına başlıca engel büyümüş tonsiller lenfoid yapılardır. Orofarengeal obstrüksiyonun başlıca nedeni genioglossus kasının tonusunda azalmayla dilin geriye düşmesidir. Bu kas dili öne doğru hareket ettirerek farengeal bir dilatatör olarak rol oynar. Dil kökünde epiglot fonksiyonel olarak orofarenksi laringofarenksten (hipofarenks) ayırır. Epiglot yutma sırasında glottisin üzerini örterek aspirasyonu önler.", "question": "Farenksin yapısı nasıldır?", "answers": { "text": [ "U şeklinde fibromüsküler" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "Laringeal boşluk nereye kadar uzanır?", "answers": { "text": [ "epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "Larinksin girişi hangi yapı tarafından oluşturulur?", "answers": { "text": [ "epiglot" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "Epiglot nereye bağlanır?", "answers": { "text": [ "aretenoid kıkırdakların üst ucuna" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "Laringeal boşluk içinde hangi yapı yer alır?", "answers": { "text": [ "vestibüler kıvrım" ], "answer_start": [ 282 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "Vestibüler kıvrımlar nereye uzanır?", "answers": { "text": [ "tiroidal çentiğe" ], "answer_start": [ 391 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "Vestibüler kıvrımlar hangi isimle adlandırılır?", "answers": { "text": [ "yalancı vokal kordlar" ], "answer_start": [ 437 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "Gerçek vokal kordlar nasıl yapılardır?", "answers": { "text": [ "ligamentöz" ], "answer_start": [ 594 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "Vokal kordlar arasındaki aralık neyi oluşturur?", "answers": { "text": [ "glottik girişi" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "Erişkinde laringeal girişin en dar segmenti neresidir?", "answers": { "text": [ "glottik girişi" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Laringeal boşluk epiglottan krikoid kıkırdağın alt sınırına kadar uzanır. Larinksin girişi epiglot tarafından oluşturulur. Epiglot, her iki yanda ariepiglottik kıvrımlarla aretenoid kıkırdakların üst ucuna bağlanır. Laringeal boşluğun içinde fibröz dokudan oluşan dar bir bant olan vestibüler kıvrım yer alır. Vestibüler kıvrımlar, aritenoidlerin anterolateral yüzeyinden, epiglota bağlanan tiroidal çentiğe uzanır. Vestibüler kıvrımlar yalancı vokal kordlar olarak adlandırılır ve gerçek vokal kordlardan laringeal sinüs veya ventrikül ile ayrılırlar. Gerçek vokal kordlar, soluk beyaz renkte ligamentöz yapılardır. Önde tiroidal çentiğe arkada ise aritenoidlere bağlanırlar. Vokal kordlar arasındaki üçgen şeklindeki aralık (trianguler fissur) glottik girişi oluşturur. Bu, erişkinde laringeal girişin en dar segmentidir. 10 yaşın altındaki çocuklarda en dar segment, krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır.", "question": "10 yaşın altındaki çocuklarda laringeal girişin en dar segmenti neresidir?", "answers": { "text": [ "krikoid halka düzeyinde kordların hemen altındadır" ], "answer_start": [ 870 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "Trakea nerede başlar?", "answers": { "text": [ "tiroid kıkırdak düzeyinde" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "Trakea nasıl bir yapıya sahiptir?", "answers": { "text": [ "tübüler" ], "answer_start": [ 74 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "Trakeanın arka kısmı nasıldır?", "answers": { "text": [ "düzleşmiştir" ], "answer_start": [ 108 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "Trakea kaç adet kıkırdak halka tarafından desteklenir?", "answers": { "text": [ "16-20" ], "answer_start": [ 141 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "Trakea nerede sağ ve sol ana bronşa ayrılır?", "answers": { "text": [ "5. torasik vertebra düzeyinde" ], "answer_start": [ 197 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "Trakeanın enine kesit alanı glottise göre nasıldır?", "answers": { "text": [ "150-300 mm²" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "Trakeada hangi tip reseptörler bulunur?", "answers": { "text": [ "mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde hangi reseptörler bulunur?", "answers": { "text": [ "gerim reseptörleri" ], "answer_start": [ 489 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "Gerim reseptörleri neyi düzenler?", "answers": { "text": [ "solunumun hızı ve derinliğini" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "Trakea, 6. servikal vertebra hizasında, tiroid kıkırdak düzeyinde başlar, tübüler bir yapıdadır. Arka kısmı düzleşmiştir ve 10-15 cm boyunca 16-20 adet atnalı şeklindeki kıkırdak halka tarafından, 5. torasik vertebra düzeyinde, sağ ve sol ana bronşa ayrıldığı bifurkasyona kadar desteklenir. Enine kesit alanı glottisten fazladır (150-300 mm²). Trakeada mekanik ve kimyasal stimülüslere duyarlı birkaç tip reseptör bulunur. Trakeanın arka yüzündeki kaslar içinde yavaş adaptasyon gösteren gerim reseptörleri bulunur. Bunlar solunumun hızı ve derinliğini düzenlerler. Diğer reseptörler, hızlı adaptasyon gösteren irritan reseptörlerdir. Trakeanın tüm çevresi boyunca uzanırlar. Öksürük ve bronkokonstrüksiyona yol açarlar.", "question": "İrritan reseptörler trakeanın neresinde bulunur?", "answers": { "text": [ "tüm çevresi boyunca" ], "answer_start": [ 646 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu hangi sinirlerden sağlanır?", "answers": { "text": [ "kranial" ], "answer_start": [ 41 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Burun mukozası önde hangi sinirle innerve olur?", "answers": { "text": [ "trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir)" ], "answer_start": [ 92 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Palatin sinirler hangi yüzlere duysal lifler sağlar?", "answers": { "text": [ "sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine" ], "answer_start": [ 249 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Lingual sinir ve glossofarengeal sinir dilin hangi kısımlarının genel duyusunu sağlar?", "answers": { "text": [ "dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının" ], "answer_start": [ 484 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Fasiyal sinirin dalları ve glossofarengeal sinir dilin hangi duyusunu sağlar?", "answers": { "text": [ "tad alma" ], "answer_start": [ 641 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Glossofarengeal sinir ayrıca hangi bölgeleri innerve eder?", "answers": { "text": [ "farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü" ], "answer_start": [ 699 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Vagal sinir hangi havayollarının duyusunu sağlar?", "answers": { "text": [ "epiglotun altındaki" ], "answer_start": [ 804 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Vagusun süperior laringeal dalı hangi sinirlere ayrılır?", "answers": { "text": [ "eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir" ], "answer_start": [ 889 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Vagusun internal dalı larenksin hangi kısmının duysal innervasyonunu sağlar?", "answers": { "text": [ "epiglot ve vokal kordlar arasındaki" ], "answer_start": [ 994 ] } }, { "context": "Üst hava yollarının duysal innervasyonu, kranial sinirlerden sağlanır. Burun mukozası, önde trigeminal sinirin oftalmik parçası (V1 anterior etmoidal sinir), arkada ise maksiller parçası (V2 sfenopalatin sinirler) ile innerve olur. Palatin sinirler sert ve yumuşak damağın üst ve alt yüzlerine trigeminal (5. kranyal sinir) sinirden duysal lifler sağlarlar. Lingual sinir (trigeminal sinirin mandibular kısmının bir dalı [ V3 ] ) ve glossofarengeal sinir (9. kranial sinir) sırasıyla dilin 2/3 ön ve 1/3 arka kısmının genel duyusunu sağlar. Fasiyal sinirin (7. kranial sinir) dalları ve glossofarengeal sinir sırasıyla dilin bu kısımlarının tad alma duyusunu sağlarlar. Glossofarengeal sinir ayrıca farenks tavanı, tonsiller ve yumuşak damağın alt yüzünü de innerve eder. Vagal sinir (10. kranial sinir, epiglotun altındaki havayollarının duyusunu sağlar. Vagusun süperior laringeal dalı, eksternal laringeal (motor) ve internal laringeal (duysal) sinir olarak ayrılır. İnternal dal, larenksin epiglot ve vokal kordlar arasındaki kısmının duysal innervasyonunu sağlar. Vagusun diğer bir dalı olan rekürren laringeal sinir larenksin vokal kordlar altındaki kısmının ve trakeanın innervasyonunu sağlar.", "question": "Rekürren laringeal sinir larenksin hangi kısmını innerve eder?", "answers": { "text": [ "vokal kordlar altındaki" ], "answer_start": [ 1132 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Glossofaringeal sinir nerede yer alır?", "answers": { "text": [ "orofarenkste" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Superior ve rekürren laringeal sinirler hangi yapıların duyusal uyarılarını iletir?", "answers": { "text": [ "laringotrakeal yapıların" ], "answer_start": [ 171 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Glossofaringeal ve laringeal sinirler nereye duyusal uyarılar iletir?", "answers": { "text": [ "vagal sinir" ], "answer_start": [ 74 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Bu sinir yolları talamusa çıkarken nereye dallar verir?", "answers": { "text": [ "bazal ganglionlar ve mezensefalona" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Efferent yol sempatik sinir sisteminin hangi dallarını içerir?", "answers": { "text": [ "kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını" ], "answer_start": [ 644 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Laringotrakeal entübasyon sonrası hangi fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler" ], "answer_start": [ 816 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Endotrakeal entübasyon sonrası hangi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkabilir?", "answers": { "text": [ "taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı" ], "answer_start": [ 947 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda hangi durumlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe" ], "answer_start": [ 1210 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Glossofaringeal sinir hangi sinire afferent duyusal uyarıları iletir?", "answers": { "text": [ "vagal" ], "answer_start": [ 74 ] } }, { "context": "Glossofaringeal sinir orofarenkste glottis ön yüzünün üstünde yer alır ve vagal sinire afferent duyusal uyarıları iletir. Superior ve rekürren laringeal sinirler de diğer laringotrakeal yapıların duyusal uyarılarını vagal sinire iletir. Talamusa çıkarken bu yollar bazal ganglionlar ve mezensefalona dallar verirler. Uyarılar suprasegmental ve hipotalamik sempatik merkezleri aktive ederek periferik sempatoadrenerjik yanıtın oluşmasına neden olur. Oluşan efferent uyarılar ile glottik nöromusküler, kardiyak ve serebral yanıt ortaya çıkar ve adrenal medulladan sistemik katekolamin salınımı gerçekleşir. Efferent yol sempatik sinir sisteminin kalbe giden T1- 5 dallarını, vasküler yatağa giden T1- 2 dallarını ve adrenal bezleri innerve eden T6- L2 dallarını içerir. Laringotrakeal entübasyon sonrası meydana gelen sempatik ve sempatoadrenerjik yanıt sonrası fizyolojik değişiklikler meydana gelebilir. Endotrakeal entübasyon yapılmasını takiben taşikardi, kan basıncında yükselme, intrakraniyal basınçta artma, göz içi basınç artışı gibi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır. Sağlıklı insanlarda bu yanıtlar genellikle iyi tolere edilebilirken, sınırlı koroner veya miyokard rezervi olan hastalarda ise miyokardiyal iskemi veya yetersizliğe neden olabilir.", "question": "Adrenal medulladan hangi madde salınımı gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "sistemik katekolamin" ], "answer_start": [ 562 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Endotrakeal entübasyon sırasında hangi etkiler ortaya çıkmaktadır?", "answers": { "text": [ "taşikardi ve kan basıncında yükselme" ], "answer_start": [ 174 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Anestezinin derinleştirilmesi hangi etkileri azaltır veya ortadan kaldırır?", "answers": { "text": [ "taşikardi" ], "answer_start": [ 174 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Endotrakeal entübasyon sırasında kalp hızındaki artış ne kadardır?", "answers": { "text": [ "20 atım/dk" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Sistolik basınçta endotrakeal entübasyon sırasında ne kadar yükselme olur?", "answers": { "text": [ "50 mmHg" ], "answer_start": [ 398 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Endotrakeal entübasyon sırasında görülebilen taşikardi dışında hangi etkiler olabilir?", "answers": { "text": [ "ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar" ], "answer_start": [ 627 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Sistolik basınçta endotrakeal entübasyon sırasında ne kadar yükselme olur?", "answers": { "text": [ "30 mmHg" ], "answer_start": [ 426 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Endotrakeal entübasyon sırasında hangi fizyopatolojik etkiler ortaya çıkmaktadır?", "answers": { "text": [ "taşikardi ve kan basıncında yükselme" ], "answer_start": [ 174 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için hangi önlemler alınabilir?", "answers": { "text": [ "derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesi" ], "answer_start": [ 1083 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Endotrakeal entübasyon sonrası kardiyovasküler yanıtın tehlikeli olabileceği hasta grubu kimlerdir?", "answers": { "text": [ "hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde" ], "answer_start": [ 746 ] } }, { "context": "Genel anestezi altında yapılan endotrakeal entübasyon sırasında öksürme, ıkınma, hipoksi ve hiperkapni olmasa da laringoskopi ve tüpün trakea içine yerleştirilmesi sırasında taşikardi ve kan basıncında yükselme olmaktadır. Anestezinin derinleştirilmesi bu etkileri azaltmakta veya tamamen ortadan kaldırmaktadır. Kalp hızındaki artış yaklaşık 20 atım/dk, kan basıncında yükselme; sistolik basınçta 50 mmHg, diastolik basınçta 30 mmHg dolayında olup, bu değişiklikler laringoskopi ile başlamakta, 1-2 dakika içinde maksimuma ulaşmakta ve 5 dakika sonra da çoğunlukla laringoskopi öncesi değerlere inmektedir. Taşikardi dışında, ekstrasistol ve prematüre ventriküler atımlar görülebilmektedir. Bu etkiler normal, sağlıklı kişide sorun yaratmazken, hipertansif ve iskemik kalp hastalığı olan kişilerde tehlikeli olabilir. Laringoskopi ve entübasyona alınan kardiyovasküler yanıt, bu işlem sırasında laringeal ve trakeal dokuların uyarılmasına bağlı olarak sempatik ve sempatoadrenal aktivitede refleks bir artış sonucu ortaya çıkmaktadır. Bu istenmeyen etkileri ortadan kaldırmak için; derin anestezi uygulaması, topikal anestezi (direkt veya trakeal sprey, lidokain inhalasyon veya gargarası), işlemden birkaç dakika önce intravenöz lidokain, sempatoadrenal yanıtı önleyen vazodilatatörler α ve β adrenerjik blokerler, prekürarizasyon, alfentanil ve fentanil gibi ilaçların verilmesine benzer önlemler alınabilir.", "question": "Endotrakeal entübasyon sırasında hangi yanıt ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "kardiyovasküler" ], "answer_start": [ 854 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi intrakraniyal basıncı nasıl artırır?", "answers": { "text": [ "direkt etki" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "Hangi durumlarda intrakraniyal basınç artışı tehlikeli olabilir?", "answers": { "text": [ "venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda" ], "answer_start": [ 279 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "İntrakraniyal basınç artışı kimlerde daha fazla olmaktadır?", "answers": { "text": [ "intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda" ], "answer_start": [ 479 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için hangi önlemler alınmalıdır?", "answers": { "text": [ "anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek" ], "answer_start": [ 657 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "Hangi ilaç kullanımı intrakraniyal basıncı artırabilir?", "answers": { "text": [ "süksinilkolin" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "İntrakraniyal basıncın artması beyin kanlanmasını nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "bozarak tehlikeli" ], "answer_start": [ 378 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "İntrakraniyal basıncı artıran dolaylı nedenlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Laringoskopi ve entübasyon işlemi" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "İntrakraniyal basınç artışı sırasında hangi basınçların artması tehlikeli olabilir?", "answers": { "text": [ "arteriyel ve venöz" ], "answer_start": [ 167 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "İntrakraniyal basıncı kontrol altına almak için anesteziyi nasıl yaparak uygulamalıdır?", "answers": { "text": [ "derinleştirmek" ], "answer_start": [ 668 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon işlemi direkt etki ile veya hipoksi, solunum yollarında obstrüksiyon, süksinilkolin kullanımı, inhalasyon anestezikleri, ketamin kullanımı, arteriyel ve venöz basınçlarda artma gibi dolaylı nedenlerle intrakraniyal basıncı artırır. Bu durum özellikle, venöz basıncın çok yükselip, arteriyel basıncın daha az yükseldiği durumlarda, beynin kanlanmasını bozarak tehlikeli olabilir. İntrakraniyal basınç artışı, tümör veya yer kaplayan bir kitle nedeniyle intrakraniyal basıncı önceden yüksek olanlarda daha fazla olmaktadır. Bu durumda zaten yetersiz olan kan akımı iyice bozulur. İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için, anesteziyi derinleştirmek, nondepolarizan kas gevşeticileri kullanmak ve yeterli kas gevşemesi sağlanıncaya kadar beklemek gerekir.", "question": "Nondepolarizan kas gevşeticileri hangi durumda kullanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "İntrakraniyal basınç artışını en aza indirmek için" ], "answer_start": [ 605 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında intraoküler basınç artışına neden olan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni" ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Süksinilkolinin intraoküler basıncı artırma mekanizması nedir?", "answers": { "text": [ "eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonun" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Süksinilkolinden hangi durumlarda kaçınılmalıdır?", "answers": { "text": [ "delici göz yaralanmaları" ], "answer_start": [ 464 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "İntraoküler basınç artışı nasıl önlenebilir?", "answers": { "text": [ "süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile" ], "answer_start": [ 559 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "İntraoküler basıncı artıran ilaç nedir?", "answers": { "text": [ "süksinilkolin" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Süksinilkolin hangi etkisi ile intraoküler basıncı artırır?", "answers": { "text": [ "koroidal damarların geçici dilatasyonun" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "İntraoküler basınç artışını önlemek için hangi ilaçlar kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "beta bloker" ], "answer_start": [ 682 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Larinks ve trakeanın nasıl anestetize edilmesi intraoküler basınç artışını önler?", "answers": { "text": [ "topikal" ], "answer_start": [ 646 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obstrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Hangi koşulda süksinilkolin kullanımı önerilmez?", "answers": { "text": [ "delici göz yaralanmaları" ], "answer_start": [ 464 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında intraoküler basınç artışına neden olan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni" ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "İntraoküler basıncı artıran ilaç nedir?", "answers": { "text": [ "süksinilkolin" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Süksinilkolinin intraoküler basıncı artırma mekanizması nedir?", "answers": { "text": [ "eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonun" ], "answer_start": [ 334 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Süksinilkolinden hangi durumlarda kaçınılmalıdır?", "answers": { "text": [ "delici göz yaralanmaları" ], "answer_start": [ 463 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "İntraoküler basınç artışı nasıl önlenebilir?", "answers": { "text": [ "süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile" ], "answer_start": [ 558 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "İntraoküler basıncı artıran ilaç nedir?", "answers": { "text": [ "süksinilkolin" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Süksinilkolin hangi etkisi ile intraoküler basıncı artırır?", "answers": { "text": [ "koroidal damarların geçici dilatasyonu" ], "answer_start": [ 386 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "İntraoküler basınç artışını önlemek için hangi ilaçlar kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "nondepolarizan bir kas gevşetici" ], "answer_start": [ 580 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Larinks ve trakeanın nasıl anestetize edilmesi intraoküler basınç artışını önler?", "answers": { "text": [ "topikal olarak" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Laringoskopi ve entübasyon sırasında; öksürme, ıkınma ve solunum yolu obtrüksiyonunun neden olduğu venöz basınç artışı, süksinilkolin kullanımı, hipoksi ve hiperkapni gibi nedenlerle intraoküler basınç artmaktadır. Özellikle süksinilkolinin intraoküler basıncı artırıcı etkisi önemlidir. Mekanizması tam olarak bilinmemekle birlikte, eksternal kaslardaki fasikülasyon ve kontraktür ile koroidal damarların geçici dilatasyonuna bağlanmaktadır. Bu etkisi nedeniyle delici göz yaralanmaları sırasında süksinilkolinden kaçınılmalıdır. İntraoküler basınç artışı, süksinilkolinden önce nondepolarizan bir kas gevşetici verilmesi, larinks ve trakeanın topikal olarak anestetize edilmesi, beta bloker verilmesi ile önlenebilir.", "question": "Hangi koşulda süksinilkolin kullanımı önerilmez?", "answers": { "text": [ "delici göz yaralanmaları" ], "answer_start": [ 463 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hangi faktörler değerlendirilmelidir?", "answers": { "text": [ "hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali" ], "answer_start": [ 34 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Entübasyon işleminin rutin şekli nasıl olmalıdır?", "answers": { "text": [ "genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir" ], "answer_start": [ 193 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Entübasyon sırasında anestezi derinliği nasıl olmalıdır?", "answers": { "text": [ "refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Erişkinlerde entübasyon için genellikle hangi anestezi yöntemi kullanılır?", "answers": { "text": [ "hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu" ], "answer_start": [ 492 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Küçük çocuk ve bebeklerde hangi anestezi yöntemi kullanılır?", "answers": { "text": [ "inhalasyon" ], "answer_start": [ 645 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Çocuklarda sık olarak kullanılan anestezi yöntemleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "rektal ve intramüsküler indüksiyon" ], "answer_start": [ 697 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Kas gevşetici kullanmaksızın yapılan endorakeal entübasyon için ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır" ], "answer_start": [ 848 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Kas gevşemesi sağlandıktan sonra hangi yol tercih edilir?", "answers": { "text": [ "oral yolla ve laringoskopi ile" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Genel anestezi altında entübasyon işlemi ne zaman yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "kas gevşemesi sağlandıktan sonra" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "Entübasyon işlemi yapılmadan önce hasta ve klinik durum, entübasyon yolu ve güç entübasyon ihtimali yönünden değerlendirilmelidir. Aksine bir endikasyon yoksa, entübasyon işleminin rutin şekli genel anestezi altında ve tercihen kas gevşemesi sağlandıktan sonra oral yolla ve laringoskopi ile glottisin görülerek, tüpün trakea içine yerleştirilmesidir. Entübasyon sırasında anestezi refleks supresyon sağlamaya yetecek derinlikte ve kas gevşemesi tam olmalıdır. Bu amaçla erişkinde genellikle hızlı etkili intravenöz indüksiyon ajanı ve bir kas gevşetici kombinasyonu, küçük çocuk ve bebeklerde ise tek başına veya bir kas gevşetici ile birlikte inhalasyon anestezisi kullanılır. Çocuklarda ayrıca rektal ve intramüsküler indüksiyonda sık olarak kullanılır. Endorakeal entübasyon anesteziyle fakat kas gevşetici kullanmaksızın gerçekleştirilecekse, laringospazm gibi istenmeyen refleksleri önlemeye yetecek anestezi derinliğine ulaşılmalıdır.", "question": "Entübasyon sırasında anestezi derinliği neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "refleks supresyon sağlamaya yetecek" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Laringoskop hangi elle tutulur?", "answers": { "text": [ "sol" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Ağız nasıl açılır?", "answers": { "text": [ "sağ elin parmakları kullanılarak" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Laringoskopun bleydi hastanın ağzına nereden sokulur?", "answers": { "text": [ "sağ taraftan" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Bleydin kenarı ile dil nereye itilir?", "answers": { "text": [ "sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu nereye itilir?", "answers": { "text": [ "vallekula" ], "answer_start": [ 322 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Düz bleydin ucu nasıl yerleştirilir?", "answers": { "text": [ "epiglotu da içine alacak şekilde" ], "answer_start": [ 364 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskop nasıl hareket ettirilir?", "answers": { "text": [ "laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Laringoskop kullanılırken dişlerle bleyd arasında neyden kaçınılır?", "answers": { "text": [ "dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Trakeal tüp nasıl tutulur?", "answers": { "text": [ "sağ elle" ], "answer_start": [ 693 ] } }, { "context": "Laringoskop sol elle tutulurken, sağ elin parmakları kullanılarak ağız açılır. Laringoskopun bleydi hastanın ağzına sağ taraftan sokulur. Bu sırada dişlerin hasar görmemesine özen gösterilir. Bleydin kenarı ile dil, sola ve yukarıya doru farenks tavanına doru itilir. Epiglot göründükten sonra eğri bleydin ucu genellikle vallekula içine itilirken düz bleydin ucu epiglotu da içine alacak şekilde ilerletilir. Vokal kordları açığa çıkarmak için laringoskopun sapı bleydle birlikte yukarı doru kaldırılır ve hastanın mandibulası ile dik açı yapacak şekilde hastadan uzaklaştırılır. Dişlerle bleyd arasına dudakların sıkışmasından ve dişler üzerine kuvvet uygulanmasından kaçınılır. Trakeal tüp sağ elle tutular ve ucu vokal kordlar arasından geçirilir. Endotrakeal tüpün balonu trakeanın üst kısmında yerleşmeli ancak larenksin aşağısında olmalıdır. Laringoskop, yine dişlerin zarar görmemesine dikkat edilerek çekilir.", "question": "Endotrakeal tüpün balonu nereye yerleşmelidir?", "answers": { "text": [ "larenksin aşağısında" ], "answer_start": [ 817 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Yaralanma nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Yaralanmaya neden olabilen enerji türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon" ], "answer_start": [ 275 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Yaralanma nedenleri arasında neler yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay" ], "answer_start": [ 375 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Yaralanmalar meydana geliş biçimine göre nasıl sınıflandırılmaktadır?", "answers": { "text": [ "“kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar" ], "answer_start": [ 727 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Kasıtlı yaralanmalar nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "şiddet" ], "answer_start": [ 421 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Kasıtsız yaralanmalar nasıl ifade edilmektedir?", "answers": { "text": [ "kaza" ], "answer_start": [ 446 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Tüm dünyada her yıl kaç kişi yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmektedir?", "answers": { "text": [ "on milyonlarca" ], "answer_start": [ 554 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Yaralanmalar nedeniyle insanlar ne yapmak zorunda kalmaktadır?", "answers": { "text": [ "hastanede yatarak tedavi" ], "answer_start": [ 632 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Yaralanmalara neden olabilecek olaylardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "trafik kazaları" ], "answer_start": [ 439 ] } }, { "context": "Kaynaklarda yaralanma; insan vücudunun aniden fizyolojik tolerans eşiğini aşan miktarda enerjiye maruz kaldığı bir durumda veya oksijen gibi bir veya daha fazla yaşamsal faktörün eksikliği sonucunda meydana gelen fiziksel hasar olarak tanımlanmaktadır. Söz konusu bu enerji; mekanik, termal (ısı), kimyasal ve radyasyon kaynaklı olabilmektedir. Yaralanma nedenleri arasında; kişinin başkalarına veya kendisine karşı olan şiddet eylemleri, trafik kazaları, yanmalar, boğulmalar, düşmeler, zehirlenmeler vb. birçok olay yer almaktadır. Tüm dünyada her yıl on milyonlarca insan yaralanmalar nedeniyle acil servislere müracaat etmekte, hastanede yatarak tedavi olmak zorunda kalmaktadır. Yaralanmalar; meydana geliş biçimine göre, “kasıtlı” ve “kasıtsız” yaralanmalar olarak 2’ye ayrılmaktadır. Kasıtlı yaralanmalar “şiddet” olarak tanımlanırken, kasıtsız yaralanmalar “kaza” olarak ifade edilmektedir.", "question": "Yaralanmaların oluşmasına etki eden yaşamsal faktörlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "oksijen" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "Çocukluk çağı yaralanmaları neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle" ], "answer_start": [ 54 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "Dünya çapında çocuklarda ölümün önemli nedenlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "yaralanma ve şiddet" ], "answer_start": [ 201 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "Her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda kaç ölümden yaralanma ve şiddet sorumlu tutulmaktadır?", "answers": { "text": [ "950.000" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "Bu ölümlerin %90'ında hangi tür kazalar orijin olarak belirtilmektedir?", "answers": { "text": [ "önlenebilir kazalar" ], "answer_start": [ 389 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "Avrupa Birliği’nde çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Yaralanmalar" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin yüzde kaçı yaralanmalardan sorumlu tutulmaktadır?", "answers": { "text": [ "%28" ], "answer_start": [ 579 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "On dört yaş altındaki çocuklarda tüm ölümcül yaralanmaların yüzde kaçı trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana gelmektedir?", "answers": { "text": [ "%62" ], "answer_start": [ 673 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına göre, her yıl kaç çocuğun yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir?", "answers": { "text": [ "7,9 milyon" ], "answer_start": [ 880 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "Beş yaş altındaki çocuklarda yaralanmaların çoğunluğu nerede meydana gelmektedir?", "answers": { "text": [ "evde" ], "answer_start": [ 1063 ] } }, { "context": "Çocukluk çağı yaralanmaları, sakatlık ve ölüm dışında çocuğun fiziksel ve ruhsal gelişimi üzerinde ciddi travmalara yol açması nedeniyle de üzerinde önemle durulması gereken bir konudur. Dünya çapında yaralanma ve şiddet, çocuklarda ölümün önemli nedenlerindendir ve her yıl 18 yaş altındaki genç ve çocuklarda 950.000 ölümden sorumlu tutulmaktadır. Bu ölümlerin neredeyse %90’ında orijin önlenebilir kazalardır. Avrupa Birliği’nde de yaralanmaların, çocukluk çağı ölümlerinin önde gelen nedenlerinden olduğu belirtilmektedir. Yaralanmalar, 1-14 yaş grubundaki çocuk ölümlerinin %28’inden sorumlu tutulmakta, on dört yaş altındaki çocuklarda ise tüm ölümcül yaralanmaların %62’sinin; trafik kazaları, boğulma, şiddet ve ihmal, yüksekten düşmeler ve yangınlar nedeniyle meydana geldiği bildirilmektedir. Avrupa Birliği Yaralanma Veri Tabanına (EU IDB) göre, her yıl 15 yaş altında 7,9 milyon çocuğun herhangi bir yaralanma nedeniyle hastanelerde tedavi edilmek zorunda kaldığı tahmin edilmektedir. Beş yaş altındaki çocuklarda, yaralanmaların %60’ından fazlasının evde meydana geldiği ve en sık görülen kaza türünün düşmeler olduğu bildirilmektedir.", "question": "Beş yaş altındaki çocuklarda en sık görülen kaza türü nedir?", "answers": { "text": [ "düşme" ], "answer_start": [ 737 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Ev kazaları nerelerde meydana gelir?", "answers": { "text": [ "evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Ev kazaları nasıl bir sağlık sorunudur?", "answers": { "text": [ "önlenebilir" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Kazaların büyük bir bölümü nerede gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "evlerde" ], "answer_start": [ 345 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Ev kazaları tüm kazaların yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "%50" ], "answer_start": [ 418 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Kazaların yüzde kaçı evlerde meydana gelir?", "answers": { "text": [ "%41,4" ], "answer_start": [ 519 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Hangi yaş grubu ev kazaları açısından yüksek risk grubundadır?", "answers": { "text": [ "Okul öncesi çağdaki çocuklar" ], "answer_start": [ 636 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Sosyoekonomik düzeyi düşük olanlar ev kazaları açısından nasıl bir gruptur?", "answers": { "text": [ "önemli risk gruplarıdır" ], "answer_start": [ 828 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Çocuklar neden ev kazaları açısından yüksek risk grubundadır?", "answers": { "text": [ "tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları" ], "answer_start": [ 862 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Yaşlılar neden ev kazaları açısından yüksek risk grubundadır?", "answers": { "text": [ "akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma" ], "answer_start": [ 1022 ] } }, { "context": "Ev kazaları; evin içerisinde veya bahçe, avlu, garaj gibi evle bağlantılı alanlarda meydana gelen kazalardır. Konutun ve insanın olduğu her yerde ve her zaman ortaya çıkma olasılığı olan ev kazaları; önlenebilir bir sağlık sorunu olup önemli morbidite ve mortalite nedenidir. Kazalar çok çeşitli ortamlarda meydana gelse de, büyük bir bölümünün evlerde gerçekleştiği bilinmektedir. Ev kazaları, tüm kazaların yaklaşık %50’sini oluşturmakta ve bu oran giderek artış göstermektedir. Yapılan araştırmalara göre, kazaların %41,4’ünün evlerde, %19,5’inin yol ve benzeri yerlerde, %15,2’sinin ise işyerlerinde meydana geldiği bildirilmiştir. Okul öncesi çağdaki çocuklar, yaşlılar, sosyoekonomik düzeyi ve eğitim düzeyi düşük olanlar, yoksullar, işsizler, kadınlar ve sağlıksız konutlarda yaşayanlar ev kazaları açısından tanımlanmış önemli risk gruplarıdır. Çocuklar tehlikelerin farkında olmamaları, çevresel risklere daha duyarlı ve açık olmaları, bulma ve öğrenme konularında meraklı olmaları gibi nedenlerden; yaşlılar ise akut ve kronik hastalıkların sık görülmesi, fizyolojik değişiklikler, unutkanlık, erken yorulma gibi nedenlerden dolayı ev kazaları açısından yüksek riskli iki grubu oluşturmaktadırlar.", "question": "Kadınlar ev kazaları açısından nasıl bir gruptur?", "answers": { "text": [ "önemli risk gruplarıdır" ], "answer_start": [ 828 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "Trafik kazası nedir?", "answers": { "text": [ "hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay" ], "answer_start": [ 15 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "Trafik kazaları dünyada hangi sırada yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "ilk sırada" ], "answer_start": [ 295 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "Trafik kazalarının meydana gelmesinde hangi faktörlerin payı vardır?", "answers": { "text": [ "insan, taşıt, yol, trafik ve çevre" ], "answer_start": [ 361 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin yüzde kaçı yayadır?", "answers": { "text": [ "%16" ], "answer_start": [ 493 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "Ölümlü trafik kazalarında ölenlerin yüzde kaçı sürücüdür?", "answers": { "text": [ "%37" ], "answer_start": [ 509 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "Ölümlü trafik kazalarında ölenlerin yüzde kaçı yolcudur?", "answers": { "text": [ "%35" ], "answer_start": [ 527 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "Ölümlü trafik kazalarında ölenlerin yüzde kaçı 2-3 tekerlekli araçları kullanan sürücülerdir?", "answers": { "text": [ "%12" ], "answer_start": [ 543 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "Ülkemizde yapılan bir çalışmaya göre, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması" ], "answer_start": [ 696 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "Trafik kazalarının tanımında hangi unsurlar yer alır?", "answers": { "text": [ "kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan" ], "answer_start": [ 97 ] } }, { "context": "Trafik kazası, hareket halindeki bir araçla bağlantılı olarak yolda başlayan veya meydana gelen, kişilerin yaralanmasına ya da ölümüne neden olan ya da maddi hasara yol açan, yol üzerindeki bir olay olarak tanımlanmaktadır. Trafik kazaları, bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında ilk sırada yer almaktadır. Trafik kazalarının meydana gelmesinde; insan, taşıt, yol, trafik ve çevre faktörlerinin payı bulunmaktadır. DSÖ ülke raporlarına göre, ölümlü trafik kazalarında ölenlerin %16’sının yaya, %37’sinin sürücü, %35’inin yolcu, %12’sinin ise 2-3 tekerlekli motorlu/motorsuz araçları kullanan sürücüler olduğu görülmektedir. Ünlü ve ark. tarafından ülkemizde yapılan bir çalışmada; kazanın yerleşim yeri dışında gerçekleşmesi, gece veya alacakaranlık vaktinde meydana gelmesi, minibüs/otobüs veya ağır tonajlı araçlarla gerçekleşmesi, sürücünün erkek olması, öğrenim durumunun düşük olması gibi değişkenlerin, trafik kazalarının ölümle sonuçlanma riskinde artışa neden olduğu bulunmuştur.", "question": "Bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar kaçıncı sırada yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "bütün dünyada yaralanmaya neden olan kazalar arasında" ], "answer_start": [ 241 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Ülseratif kolit nedir?", "answers": { "text": [ "kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Ülseratif kolitin etyopatogenezinde hangi faktörler rol oynamaktadır?", "answers": { "text": [ "genetik ve çevresel" ], "answer_start": [ 195 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Rektum tüm vakalarda nasıl etkilenmiştir?", "answers": { "text": [ "tutulmuştur" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır" ], "answer_start": [ 646 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Ülseratif kolit tutulum bölgesine göre nasıl sınıflandırılır?", "answers": { "text": [ "1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit" ], "answer_start": [ 724 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Pankoliti olan hastaların yüzde kaç oranında backwash ileitis bulunur?", "answers": { "text": [ "%10" ], "answer_start": [ 463 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Pankoliti olan hastaların yüzde kaçında backwash ileitis görülebilir?", "answers": { "text": [ "%10" ], "answer_start": [ 463 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Backwash ileitis nedir?", "answers": { "text": [ "ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum" ], "answer_start": [ 511 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Ülseratif kolitte inflamasyon alanı nasıl yayılır?", "answers": { "text": [ "rektumdan proksimale doğru" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Ülseratif kolit karın ağrısı ve kanlı mukuslu diyare şeklinde belirti veren, kolon mukozasının tekrarlayan kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır. Etyopatogenezi hala kesin olmamakla birlikte genetik ve çevresel faktörler ortaya çıkmasında ve seyrinde rol oynamaktadır. Rektum tüm vakalarda tutulmuştur ve inflamasyon alanı rektumdan proksimale doğru yayılım gösterir. Prensip olarak ince bağırsağın olaya katılmadığı kabul edilse de pankoliti olan hastaların %10’unda “backwash ileitis” olarak adlandırılan ileoçekal valvden terminal ileuma doğru kısa bir segmentte tutulum olabileceği bilinmektedir. Ülseratif kolit tanısı konulduktan sonra endoskopik olarak hastalığın yaygınlığı saptanmalıdır. Tutulum bölgesine göre 1)proktit 2)sol kolon 3)ilerlemiş kolit(ekstensif) 4)pankolit olarak sınıflandırılır.", "question": "Ülseratif kolit ne tür bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik idiopatik inflamatuar hastalığıdır" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Poşit vakalarında hangi bakteri miktarında artış gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "Probacteria" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Poşit vakalarında hangi bakterilerin miktarında azalma olmuştur?", "answers": { "text": [ "Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Poşit vakalarında bakteri popülasyonunda nasıl bir değişiklik olmuştur?", "answers": { "text": [ "çeşitliliğin azaldığı" ], "answer_start": [ 237 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Mikrobiyota değişikliklerinin nedeni tam olarak açıklanmış mıdır?", "answers": { "text": [ "tam olarak açıklanamamıştır" ], "answer_start": [ 478 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit nedir?", "answers": { "text": [ "total proktokolektomi" ], "answer_start": [ 514 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "TPKİPAA operasyonunda neden kısa bir rektum alanı bırakılır?", "answers": { "text": [ "anastomozun yapılabilmesi için gerekecek" ], "answer_start": [ 672 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit durumunda hangi bölgede inflamasyon ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "rektum mukozasında" ], "answer_start": [ 784 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit, ülseratif kolitin hangi durumuna benzetilebilir?", "answers": { "text": [ "ülseratif kolitin aktifleşmesi" ], "answer_start": [ 876 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit tedavisinde hangi ilaçlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler" ], "answer_start": [ 1002 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit durumunun semptomları hangi duruma benzer?", "answers": { "text": [ "poşite bağlı oluşan semptomlara" ], "answer_start": [ 950 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Poşit vakalarında hangi bakteri miktarında artış gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "Probacteria" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Poşit vakalarında hangi bakterilerin miktarında azalma olmuştur?", "answers": { "text": [ "Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Poşit vakalarında bakteri popülasyonunda nasıl bir değişiklik olmuştur?", "answers": { "text": [ "çeşitliliğin azaldığı" ], "answer_start": [ 237 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Mikrobiyota değişikliklerinin nedeni tam olarak açıklanmış mıdır?", "answers": { "text": [ "tam olarak açıklanamamıştır" ], "answer_start": [ 478 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit nedir?", "answers": { "text": [ "total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur" ], "answer_start": [ 514 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "TPKİPAA operasyonunda neden kısa bir rektum alanı bırakılır?", "answers": { "text": [ "anastomozun yapılabilmesi için" ], "answer_start": [ 672 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit durumunda hangi bölgede inflamasyon ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "rektum mukozasında" ], "answer_start": [ 784 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit, ülseratif kolitin hangi durumuna benzetilebilir?", "answers": { "text": [ "aktifleşmesi" ], "answer_start": [ 894 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit tedavisinde hangi ilaçlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler" ], "answer_start": [ 1002 ] } }, { "context": "Poşit vakalarında poşit olmayanlara nazaran, poş içindeki Probacteria miktarında artış, Bacteroides ve Faecalibacterium Prausnitzii miktarlarında ise azalma olduğu gösterilmiştir, yine poşit olan vakalarda poştaki bakteri popülasyonunda çeşitliliğin azaldığı gösterilmiştir. Ancak mikrobiyota değişikliklerinin sebep mi sonuç mu olduğu, neden ülseratif kolit vakalarında poşitin FAP vakalarından daha sık olduğu ve poşitin neden bazı ülseratif kolit vakalarında meydana geldiği tam olarak açıklanamamıştır. Cuffit total proktokolektomi IPAA sonrası görülen bir diğer komplikasyondur. TPKİPAA operasyonunda poşun anal kanala direkt olarak anastomozu mümkün olmayacağı için anastomozun yapılabilmesi için gerekecek kısa bir rektum alanı bırakılır. Ülseratif kolit hastalarında bu kalan rektum mukozasında inflamasyonun tekrar ortaya çıkması cuffit olarak adlandırılır. Bu durum ülseratif kolitin aktifleşmesi olarak kabul edilebilir. Klinik semptomlar poşite bağlı oluşan semptomlara benzer. Tedavisinde 5 ASA supozituar, topikal kortikosteroidler kullanılmaktadır.", "question": "Cuffit durumunun semptomları hangi duruma benzer?", "answers": { "text": [ "poşite bağlı oluşan semptomlara" ], "answer_start": [ 950 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "İnfertilite nedir?", "answers": { "text": [ "gebe kalamama" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "Primer infertilite nedir?", "answers": { "text": [ "Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması" ], "answer_start": [ 221 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "Sekonder infertilite nedir?", "answers": { "text": [ "en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "İnfertilite tedavisinde hangi yaklaşımlar kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ)" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "İUİ endikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite" ], "answer_start": [ 577 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "Siklus başına gebelik oranları ne kadar değişmektedir?", "answers": { "text": [ "%8 ile %22" ], "answer_start": [ 773 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi" ], "answer_start": [ 912 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "İnfertilite tanımı yaşa göre nasıl değişmektedir?", "answers": { "text": [ "35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "İnfertilite tedavisinde kullanılan yöntemlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "İnfertilite, 35 yaş altında kadınlarda bir yıl içerisinde, 35 yaş ve üzeri kadınlarda 6 ay içerisinde herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmadan, düzenli cinsel ilişkiye rağmen gebe kalamama olarak tanımlanmaktadır. Daha önce gebeliğin hiç oluşmaması durumu primer infertilite olarak ifade edilirken, en az bir gebelik sonrası gebe kalamama hali ise sekonder infertilite olarak tarif edilir. İnfertilite tedavisinde farklı yaklaşımlar kullanılmaktadır. Ovulasyon uyarımı ve intrauterin inseminasyon (İUİ) en sık uygulanan yöntemlerden biridir. İUİ endikasyonları arasında servikal faktör, hafif endometriozis, hafif veya orta dereceli erkek faktör, ovulasyon bozukluğu ve açıklanamayan infertilite bulunmaktadır. Yapılan çalışmalarda siklus başına gebelik oranlarının %8 ile %22 arasında değiştiği bildirilmiştir. Literatürde, İUİ sonrası gebelik oranlarını etkileyen birçok faktör bildirilmiştir. Örneğin, yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi ile ilgili birçok çalışma bulunmaktadır, bunlar siklus öncesi parametrelerdir.", "question": "Siklus öncesi parametreler nelerdir?", "answers": { "text": [ "yaş, kadınlarda over rezervi ve erkeklerde sperm parametreleri ve infertilitenin süresi ve tipi" ], "answer_start": [ 912 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "İnfertilite nedir?", "answers": { "text": [ "gebe kalamama" ], "answer_start": [ 115 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "Subfertilite terimi kimler için tercih edilmektedir?", "answers": { "text": [ "steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "Genç sağlıklı çiftlerin ne kadarı bir yıl içinde gebe kalmaktadır?", "answers": { "text": [ "%85-%90" ], "answer_start": [ 316 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "Gebe kalmaya çalışan kadınların %72’si ne kadar sürede gebe kalmaktadır?", "answers": { "text": [ "6 ay" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "İnfertilite çiftlerin ne kadarını etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "%10-15" ], "answer_start": [ 566 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "Fekundabilite nedir?", "answers": { "text": [ "korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimali" ], "answer_start": [ 608 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "35 yaş altı kadınlarda fekundabilite oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%20" ], "answer_start": [ 706 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "Kadın yaşı arttıkça fekundabilite nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "azalır" ], "answer_start": [ 749 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "Yapılan çalışmada kaç sağlıklı çift araştırmaya dahil edilmiştir?", "answers": { "text": [ "200" ], "answer_start": [ 779 ] } }, { "context": "İnfertilite, bir yıl süresince herhangi bir kontrasepsiyon yöntemi kullanmaksızın, düzenli cinsel ilişkiye rağmen, gebe kalamama durumudur. Bazıları, steril olmayan ancak üreme yeteneğinde azalma görülen kadınları ve çiftleri tanımlamak için subfertilite terimini tercih etmektedir. Genç sağlıklı çiftlerin yaklaşık %85-%90’ı, çoğu 6 ay içinde olmak üzere, bir yıl içinde gebe kalmaktadır. Gebe kalmaya çalışan kadınların yaklaşık %57’si 3 ayda, %72’si 6 ayda ve %85’den fazlası 1 yılda, %93’ü 2 yılda gebe kalabilmektedir. Bu nedenle infertilite çiftlerin yaklaşık %10-15’ini etkilemektedir. Fekundabilite; korunmasız, bir menstrüel siklusta gebeliğin oluşma ihtimalidir ve 35 yaş altı kadınlarda bu oran %20’dir. Kadın yaşı arttıkça fekundabilite azalır. Yapılan bir çalışmada 200 sağlıklı çift dâhil edildi ve gebe kalabilme oranları araştırıldı. İlk 3 ayda gebe kalabilme 0.25 iken gözlemin sonraki 9 ayında 0.11 düştüğü belirtildi.", "question": "Gözlemin sonraki 9 ayında gebe kalabilme oranı ne kadar düşmüştür?", "answers": { "text": [ "0.11" ], "answer_start": [ 912 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "En sık görülen hipofizer tümör nedir?", "answers": { "text": [ "Prolaktinoma" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "Hiperprolaktineminin en sık nedenlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Prolaktinoma" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "Hiperprolaktinemi sıklıkla ne tür bozukluklarla sonuçlanır?", "answers": { "text": [ "menstrüel" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "Sekonder amenorenin yaklaşık yüzde kaçı hiperprolaktinemiye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "%30" ], "answer_start": [ 195 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "Hafif hiperprolaktinemi hangi duruma neden olabilir?", "answers": { "text": [ "kısa luteal faz" ], "answer_start": [ 299 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "Orta düzeyde hiperprolaktinemi genellikle neye neden olur?", "answers": { "text": [ "oligomenore veya amenoreye" ], "answer_start": [ 372 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "Yüksek prolaktin düzeyleri tipik olarak ne ile sonuçlanır?", "answers": { "text": [ "hipogonadizm" ], "answer_start": [ 503 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "Hipogonadizm ile ilgili olan mekanizma nedir?", "answers": { "text": [ "hipotalamik GnRH inhibisyonu" ], "answer_start": [ 546 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "Kronik hipogonadizm neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "ilerleyici osteopeniye" ], "answer_start": [ 830 ] } }, { "context": "Prolaktinoma en sık görülen hipofizer tümördür ve hiperprolaktineminin de en sık nedenlerindendir. Hiperprolaktinemi sıklıkla menstrüel bozukluklar ile sonuçlanır ve sekonder amenorenin yaklaşık %30’nu oluşturur. Hafif hiperprolaktinemi sadece yetersiz preovulatuar foliküler gelişimden kaynaklanan kısa luteal faza neden olabilir. Orta düzeyde hiperprolaktinemi sıklıkla oligomenore veya amenoreye neden olurken, daha yüksek prolaktin (PRL) düzeyleri tipik olarak düşük östrojen düzeyleri ile birlikte hipogonadizm ile sonuçlanır. Bu mekanizma, hipotalamik GnRH inhibisyonu ile ilgilidir; zamanla hipofiz gonadotropin salgılamasında azalma ve anovulasyon veya hiperprolaktineminin düzeyine ve gonadotropin salgılanmasındaki baskılamanın ölçüsüne bağlı daha ağır bir hipogonadotropik hipogonadizm görülebilir. Kronik hipogonadizm ilerleyici osteopeniye neden olabilir ve prolaktin seviyelerinin normalleşmesi ile osteopeni düzelir ancak kemik mineral yoğunluğu her zaman normale dönmeyebilir. Prolaktinomalar daha çok yetişkinlerde yaygın olmasına rağmen, çocuklarda büyüme geriliği ve primer amenoreye neden olabilirler.", "question": "Prolaktinomalar çocuklarda hangi iki duruma neden olabilir?", "answers": { "text": [ "büyüme geriliği ve primer amenore" ], "answer_start": [ 1067 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda nasıl bir rol oynar?", "answers": { "text": [ "sık görülen nedenlerden" ], "answer_start": [ 40 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Hipertiroidi hangi hormonların seviyelerinde artışa neden olur?", "answers": { "text": [ "serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2)" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Hipertiroidi hastalarında serum FSH ve LH düzeyleri ne olur?", "answers": { "text": [ "yükselir" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Hipertiroidili kadınlarda infertilite prevalansı yüzde kaçtır?", "answers": { "text": [ "%5.8" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde ne tür bir değişim olur?", "answers": { "text": [ "anlamlı" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Hipertiroidili kadınlarda infertilite prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "%5.8" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesi nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "azalma" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Hipotiroid kadınlarda testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "düşer" ], "answer_start": [ 662 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Hipotiroid kadınlarda serum PRL düzeyleri neden artabilir?", "answers": { "text": [ "artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyon" ], "answer_start": [ 797 ] } }, { "context": "Tiroid hastalıkları infertil hastalarda sık görülen nedenlerdendir. Hipertiroidi, serum seks hormon bağlayıcı globulin (SHBG) ve östradiol (E2) seviyelerinde artışa neden olur. Bu hastalarda serum luteinize edici hormon (LH) ve FSH düzeyi yükselir ancak bunun mekanizması açık değildir, hipertiroidili hastalarda GnRH’ ya olan FSH/LH salınımı yanıtında artışa bağlı olabilir. Hipertiroidili hastalarda serum prolaktin düzeylerinde anlamlı bir değişim yoktur. Hipertiroidili kadınlarda primer veya sekonder infertilite prevalansı %5.8’dir. Hipotiroid kadınlarda SHBG’in bağlama kapasitesinde azalma olur, testosteron ve östradiolün total plazma konsantrasyonları düşer. Ancak, bunların serbest fraksiyonları artar. Bu kadınlarda serum FSH ve LH konsantrasyonları genellikle normal olmakla birlikte artmış hipotalamik TRH (tirotrop releasing hormon) sekresyonuna bağlı serum PRL düzeyleri artmış bulunabilir. Anovulasyona sekonder olarak bu kadınlarda siklus uzunluğu ve kanama miktarı değişkendir. Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı %6.2 olarak bulunmuştur.", "question": "Hipotiroid kadınlarda primer veya sekonder infertilite sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%6.2" ], "answer_start": [ 1060 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali nedir?", "answers": { "text": [ "intrauterin sineşi veya Asherman sendromu" ], "answer_start": [ 47 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "İntrauterin adezyonlar hangi durumlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına" ], "answer_start": [ 146 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "İntrauterin adezyonların patofizyolojisi nedir?", "answers": { "text": [ "travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulma" ], "answer_start": [ 305 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "İntrauterin sineşi oluşumunda önemli yer tutan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri" ], "answer_start": [ 386 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "Kronik inflamatuar durumlar ve enfeksiyöz durumlar neyin sebepleri arasındadır?", "answers": { "text": [ "intrauterin sineşi" ], "answer_start": [ 47 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "Submüköz myomlar için yapılan myomektomi hangi duruma neden olabilir?", "answers": { "text": [ "intrauterin sineşi" ], "answer_start": [ 47 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "Asemptomatik endometriyal polip insidansı infertil kadınlarda ne kadara kadar olabilir?", "answers": { "text": [ "%32’ye" ], "answer_start": [ 829 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "Endometriyal poliplerin oluşumundaki risk faktörleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromu" ], "answer_start": [ 889 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "Endometriyal poliplerin fertiliteye olan etkisi hangi mekanizma ile ilgili olabilir?", "answers": { "text": [ "endometriyal reseptiviteyi bozma" ], "answer_start": [ 1034 ] } }, { "context": "İnfertilite ile ilişkili diğer yapısal anomali intrauterin sineşi veya Asherman sendromudur. İntrauterin adezyonlar asemptomatik olabilmekte veya hipomenore, amenore, dismenore gibi menstrüel bozukluklar ve infertilite, spontan abortus ve tekrarlayan gebelik kaybına neden olabilmektedir. Patofizyolojisi travma sonrası endometrium damarlanması ve fonksiyonunda bozulmadır. Etiyolojide postpartum kanama, missed veya inkomplet abortus ya da konsepsiyon ürünlerinin resti gibi gebelik komplikasyonları nedeniyle yapılan küretaj işlemleri önemli yer tutmaktadır. Kronik inflamatuar veya enfeksiyöz durumlar, submüköz myomlar için yapılan myomektomi, histerektomi, diagnostik küretaj, sezaryen diğer az rastlanan sebepler arasındadır. İnfertil kadınlarda asemptomatik endometriyal polip insidansı %6-%8 olarak bildirilse de, sıklık %32’ye kadar çıkabilir. Polip oluşumundaki risk faktörleri, obezite, karşılanmamış östrojen maruziyeti ve polikistik over sendromudur. Endometriyal poliplerin fertiliteye neden olan mekanizmalarından biri endometriyal reseptiviteyi bozmaları ile ilgili olabilir.", "question": "Postpartum kanama ve missed abortus gibi durumlar intrauterin sineşi oluşumunda nasıl bir yer tutar?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 537 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Açıklanamayan infertilite nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "gösterilebilir bir neden bulunamaz ise" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Açıklanamayan infertilite tanısı konulabilmesi için hangi faktörlerin gösterilmesi gereklidir?", "answers": { "text": [ "ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu" ], "answer_start": [ 118 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Açıklanamayan infertilite hangi yaş grubunda daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "35" ], "answer_start": [ 395 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Açıklanamayan infertilitenin olası gizli nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını" ], "answer_start": [ 727 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Açıklanamayan infertilite ile doğurganlık arasındaki ilişki nedir?", "answers": { "text": [ "artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir" ], "answer_start": [ 334 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerdeki durumu nedir?", "answers": { "text": [ "2 kat daha fazla" ], "answer_start": [ 515 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Hangi yaşam tarzı faktörleri fertiliteyi azaltabilir?", "answers": { "text": [ "Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi" ], "answer_start": [ 827 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Hangi değişiklikler açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler?", "answers": { "text": [ "Hayat tarzı değişiklikleri" ], "answer_start": [ 933 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu durum hangi infertilite türünde gösterilmelidir?", "answers": { "text": [ "açıklanamayan infertilite" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "İnfertil çiftlerde gösterilebilir bir neden bulunamaz ise açıklanamayan infertilite olarak tanımlanır. Bu hastalarda; ovulasyonun objektif kanıtları, bilateral tubal açıklık ve normal uterin kavitenin varlığı, semen analizinin normal olduğu ve yeterli ovaryan rezervin olduğu gösterilmelidir. Açıklanamayan infertilitenin büyük kısmı artan yaşla birlikte doğurganlıkta azalma ile ilişkili olup, 35 yaş üstü kadınlarda daha sık görülmektedir. Yapılan bir çalışmada açıklanamayan infertilitenin 35 yaş üstündekilerde 2 kat daha fazla olduğuna dair veriler bulunmaktadır. Açıklanamayan infertilitenin en olası gizli nedenleri, normal reprodüktif dağılımın alt sınırını veya standart değerlendirme metotları ile tanısı konulamayan sperm veya oosit fonksiyon anormalliklerini, fertilizasyon veya implantasyon bozukluklarını içerir. Sigara içmek, anormal beden kitle indeksi, aşırı kafein ve alkol tüketimi, fertiliteyi azaltabilmektedir. Hayat tarzı değişiklikleri ile bu faktörlerin kontrol altına alınması açıklanamayan infertilitesi olan çiftlerde fertiliteyi olumlu etkiler.", "question": "Açıklanamayan infertilitenin tanısı konulmasında hangi bozukluklar yer alabilir?", "answers": { "text": [ "fertilizasyon veya implantasyon" ], "answer_start": [ 772 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı için genel konsensus nedir?", "answers": { "text": [ "düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur" ], "answer_start": [ 74 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "Kadının yaşı 35'den büyükse infertilite değerlendirmesine ne zaman başlanabilir?", "answers": { "text": [ "daha erken" ], "answer_start": [ 260 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi ne zaman başlamalıdır?", "answers": { "text": [ "6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde" ], "answer_start": [ 448 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "40 yaş üzeri kadınlarda infertilite değerlendirmesi ne zaman başlanmalıdır?", "answers": { "text": [ "6 ay da beklemeden" ], "answer_start": [ 546 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "İnfertil çiftin değerlendirilmesi ne zaman yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "aynı anda" ], "answer_start": [ 644 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede" ], "answer_start": [ 707 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "İlk muayenede kimler olmalıdır?", "answers": { "text": [ "partnerlerin ikisi" ], "answer_start": [ 792 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "Doktor kadından hangi tür öyküleri almalıdır?", "answers": { "text": [ "medikal, cerrahi ve jinekolojik" ], "answer_start": [ 849 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "İnfertilite için risk faktörü öyküleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi" ], "answer_start": [ 897 ] } }, { "context": "Fertilitenin değerlendirilmeye başlama zamanı ile ilgili genel konsensus; düzenli ve korunmasız 12 ay cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilememesi durumudur. Medikal öykü ve fizik muayeneye bağlı bulgular varsa ve kadın yaşı 35’den büyük ise değerlendirmeye daha erken başlanabilir. 35 yaşından sonra ovaryan yaşlanmaya bağlı olarak fekundite-de anlamlı azalma meydana geldiği için 35-40 yaş arası infertil kadınlarda infertilite değerlendirmesi 6 aylık korunmasız cinsel ilişki sonrası gebelik elde edilemediğinde, 40 yaş üzeri kadınlarda ise 6 ay da beklemeden infertilite değerlendirilmesi başlanmalıdır. İnfertil çiftin değerlendirilmesi aynı anda yapılmalıdır. Doktorun infertil çiftle ilk görüşmesi sonraki yapılacak inceleme ve tedavilere yön vermede çok önemlidir. Bu ilk muayenede partnerlerin ikisi de olmalıdır. Doktor kadından tam bir medikal, cerrahi ve jinekolojik öykü almalıdır. Pelvik inflamatuar hastalık (PIH) ve ya pelvik cerrahi gibi infertilite için risk faktörü öyküleri, hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları ile ilgili sistemlerin gözden geçirilmesi yararlıdır. Aynı zamanda galaktore, hirsutizm, kilo değişiklerine ait sorulara dikkat edilmesi gerekir.", "question": "Doktorun incelemesi gereken sistemler nelerdir?", "answers": { "text": [ "hipofiz, adrenal ve tiroid fonksiyonları" ], "answer_start": [ 997 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce hangi temel incelemeler yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile)" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında hangi test yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "kızamıkçık bağışıklığı" ], "answer_start": [ 306 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "Ağır sistemik hastalıkları olan hastalarda gebelik öncesi ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "değerlendirme ve konsultasyon" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "Ovulatuar disfonksiyon neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "infertilite" ], "answer_start": [ 566 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlarda hangi belirtiler ovulasyon olduğunu varsaydırır?", "answers": { "text": [ "göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk" ], "answer_start": [ 758 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "Siklusu düzenli olmayan kadınlarda ovülasyonun nasıl değerlendirilmesi gerekir?", "answers": { "text": [ "laboratuvar, invaziv veya noninvaziv" ], "answer_start": [ 966 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "Hangi durumda infertilite değerlendirmesi gebelik öncesi yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "Ovulatuar disfonksiyon neyi değerlendirmede anahtar role sahiptir?", "answers": { "text": [ "kadın infertilitesinde" ], "answer_start": [ 619 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "İnfertilite değerlendirilmesi öncesinde hangi tıbbi geçmiş dikkate alınmalıdır?", "answers": { "text": [ "öykü ve fizik muayene" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce öykü ve fizik muayeneye ek olarak başlangıç gerçekleştirilmesi gereken temel incelemeler; semen analizi, normal ovulatuar fonksiyonun değerlendirilmesi ve tubal obstrüksiyonun dışlanması (genellikle HSG ile) kapsamalıdır. İnfertilite dışı değerlendirmeler kapsamında kızamıkçık bağışıklığının testi olmalıdır. Eğer böbrek, karaciğer ve kalp yetmezliği veya kanser gibi ağır sistemik hastalıkları olan hasta gebe kalmak isterse, gebelik öncesi ilgili birimle değerlendirme ve konsultasyon önerilmelidir. Ovulatuar disfonksiyon, infertilitenin en sık nedenlerinden biri olduğundan, kadın infertilitesinde değerlendirilmesinde anahtar role sahiptir. Menstrüel siklus düzeni yaklaşık 28 günde bir olan kadınlar mens öncesi göğüslerde hassasiyet, şişkinlik, dismenore, yorgunluk gibi premenstrüel belirtilerin olması büyük olasılıkla kadınların ovulasyon olduğunu varsayıyor. Sikluslarını böyle tanımlamayan kadınlarda, ovülasyonun laboratuvar, invaziv veya noninvaziv değerlendirilmesi yapılmalıdır.", "question": "İnfertilite tedavisine başlamadan önce yapılması gereken incelemelerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "semen analizi" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "GKD konusunda ilk çalışmalar hangi döneme kadar uzanır?", "answers": { "text": [ "Hipokrat" ], "answer_start": [ 29 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "Hipokrat, GKD’yi nasıl tanımlamıştır?", "answers": { "text": [ "gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir" ], "answer_start": [ 87 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "GKD’nin modern anlamda tanımını yapan ilk kişi kimdir?", "answers": { "text": [ "Guillaume Dupuytren" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "Pravaz, hangi yöntemi uygulayan ilk kişi olmuştur?", "answers": { "text": [ "cilt traksiyonu" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "Putti, kalça çıkığının erken tanı ve tedavisi hakkında ne savunmuştur?", "answers": { "text": [ "erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını" ], "answer_start": [ 534 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "Adolph Lorenz, kapalı redüksiyon tekniğini ne zaman tanımlamıştır?", "answers": { "text": [ "19. yüzyılın sonlarında" ], "answer_start": [ 600 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "Fettweis, femur başının iskemik nekrozunun neden kaynaklandığını gözlemlemiştir?", "answers": { "text": [ "kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından" ], "answer_start": [ 850 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "Salter, hangi pozisyonu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır?", "answers": { "text": [ "kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir" ], "answer_start": [ 977 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "Açık redüksiyon metodunun ilk öncüleri kimdir?", "answers": { "text": [ "Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908)" ], "answer_start": [ 1247 ] } }, { "context": "GKD konusunda ilk çalışmalar Hipokrat’a (MÖ 460 - 357) kadar uzanır. Hipokrat, GKD’yi “gebelik sırasındaki uterus içi basınç artışı ve doğum eylemi sırasındaki travmalara bağlı gelişir” şeklinde tanımlamıştır. Hastalığın modern anlamda tanımını yapan ilk kişi ise 1832 yılında Guillaume Dupuytren olmuştur. Guillaume bu durumu orijinal veya doğumsal kalça çıkığı olarak adlandırmıştır. Pravaz, kapalı redüksiyon öncesinde cilt traksiyonu uygulayan ilk kişidir. Putti 1927’de kalça çıkığının erken tanı ve tedavisinin önemini belirtip erken tanıda % 90 başarı sağlanacağını savunmuştur. Adolph Lorenz 19. yüzyılın sonlarında kendi geliştirdiği kapalı redüksiyon tekniğini tanımlamıştır. Kapalı redüksiyon esnasında aşırı zorlamalı davrandığı için AVN oranını çok yüksek bulmuştur. Fettweis 1968’de yaptığı gözlemlerde femur başının iskemik nekrozunun kapalı redüksiyon sırasındaki travma ve sonrasında kalçanın Lorenz pozisyonunda alçılanmasından kaynaklandığını gözlemlemiş ve kalçaları 110 - 120 derece fleksiyona ve 40 - 50 derece abdüksiyona getirerek immobilize etmiştir. Salter 1969’da bu pozisyonu yaptığı hayvan deneylerinde keşfetmiş ve bunu “human pozisyonu” olarak tanımlamıştır. Açık redüksiyon metodu 1880’lerde uygulanmaya başlanmış, Lorenz (1892 - 1895) ve Ludloff (1908) metodun ilk öncülerindendir. Pavlik 1959 yılında bugün kendi adıyla anılan bandaj ile tedavi sonuçlarını yayınlamıştır. GKD terimi ilk kez Klisic tarafından 1989 yılında konjenital kalça çıkığı yerine kullanılmıştır. R. Graf’ın 1980 yılında ultrasonografi (USG) ile tarama testi sonuçlarını yayınlaması ile tanısal açıdan yeni bir dönem başlamıştır.", "question": "GKD terimi ilk kez kim tarafından ne zaman kullanılmıştır?", "answers": { "text": [ "1989" ], "answer_start": [ 1443 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "Gelişimsel kalça displazisi hangi patolojileri kapsar?", "answers": { "text": [ "basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "İnstabil kalça nedir?", "answers": { "text": [ "femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "Dislokasyon nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "eklemin tümüyle deplasmanı" ], "answer_start": [ 363 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "Subluksasyon nedir?", "answers": { "text": [ "eklem deplasmanı" ], "answer_start": [ 485 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "Displazi ne anlama gelir?", "answers": { "text": [ "asetabulumun tam olmayan gelişimidir" ], "answer_start": [ 531 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "Yenidoğan kalçasındaki değişiklikler neye neden olur?", "answers": { "text": [ "patolojiye" ], "answer_start": [ 697 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "Neden “gelişimsel kalça displazisi” terimi tercih edilmelidir?", "answers": { "text": [ "hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir" ], "answer_start": [ 731 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "Hangi terim “doğuştan kalça çıkığı” yerine kullanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "gelişimsel kalça displazisi" ], "answer_start": [ 838 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "Bebeklerdeki kalça çıkığı kaç grupta sınıflandırılabilir?", "answers": { "text": [ "iki ana grupta" ], "answer_start": [ 929 ] } }, { "context": "Gelişimsel kalça displazisi basit instabiliteden, asetabuler displazi ve femur başının tam çıkığına kadar olan geniş yelpazedeki patolojilerin hepsi için kullanılan ortak bir tanımlamadır. İnstabil kalça, femur başı ile asetabulum arasındaki ilişki tamdır ancak Barlow testi ile çıkarılabilir. Dislokasyon, femur başı ile acetabulum arasında temasın bulunmadığı, eklemin tümüyle deplasmanı olarak tanımlanır. Subluksasyon, femur başı ile acetabulum arasında bir miktar temasın kaldığı eklem deplasmanı olarak tanımlanır. Displazi, asetabulumun tam olmayan gelişimidir. Yenidoğan kalçasının gelişmekte olan kondro-osseos kısmındaki değişiklikler, dinamik yapı ve normal olmayan biyomekanik etkiler patolojiye neden olur. Bu nedenle hastalık doğuştan olmaktan ziyade gelişimsel bir diplazidir ve “doğuştan kalça çıkığı” tanımlaması yerine “gelişimsel kalça displazisi” daha doğru bir tanımlama olacaktır. Bebeklerdeki kalça çıkığı iki ana grupta sınıflandırılabilir.", "question": "Barlow testi hangi durumda kullanılır?", "answers": { "text": [ "İnstabil kalça" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Artrografi nedir?", "answers": { "text": [ "eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir." ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Artrografi ile hangi yapılar ayrıntılı olarak görüntülenir?", "answers": { "text": [ "femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Artrografinin dezavantajları nelerdir?", "answers": { "text": [ "invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunması" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Hangi durumlarda artrografi yapılması faydalı olabilir?", "answers": { "text": [ "kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa" ], "answer_start": [ 470 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Artrografi nasıl yapılır?", "answers": { "text": [ "skopi altında median-subaddüktör bölgeden" ], "answer_start": [ 661 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Artrografi sırasında kalçaya nasıl hareketler yaptırılır?", "answers": { "text": [ "hafif hareketler" ], "answer_start": [ 842 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Artrografide hangi ölçüme göre redüksiyonun kalitesi değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "medial kontrast madde göllenmesi" ], "answer_start": [ 1189 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması neyi ifade eder?", "answers": { "text": [ "iyi redüksiyon" ], "answer_start": [ 1306 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Kontras madde göllenmesi 3 – 7 mm arasında olduğunda nasıl bir redüksiyon değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "vasat" ], "answer_start": [ 1347 ] } }, { "context": "Artrografi, eklem yapısının ve eklem içi komponentlerin görüntülenmesi için kullanılan bir tetkikdir. Skopi altında yapılan artrografi ile femur başının asetabulumla ilişkisi ve santralizasyon derecesi, kalça eklemindeki yumuşak doku interpozisyonları, labral deformiteler, ligamentum teres hipertrofisi, transvers asetabuler ligament ayrıntılı olarak görüntülenir. Dezavantajları; invaziv bir yöntem olması, anestezi gerektirmesi ve AVN riski bulunmasıdır. Buna karşın kapalı veya açık redüksiyon için genel anestezi almış bir çocuğa artrografi yapılması, eklem yapısının değerlendirilmesi ve konsantrik redüksiyonun kontrolü için faydalı olabilir. Artrografi skopi altında median-subaddüktör bölgeden yapılır. İğne addüktör longus kasının hemen altından, başlangıcından 2 cm distalinden yapılır. Ekleme enjeksiyon yapıldıktan sonra kalçaya hafif hareketler yaptırılarak radyo-opak maddenin eklem içinde yayılması sağlanır ve kalçaya ön-arka, oblik, lateral grafiler çekilerek değerlendirme yapılır. Görüntü alındıktan sonra ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir. Artrografide, femur başının en iç noktası ile asetabulum duvarının en dış noktası arasında kalan medial kontrast madde göllenmesi ölçülerek değerlendirme yapılrır. Kontras madde göllenmesi 0 – 2 mm arasında olması iyi redüksiyon, 3 – 7 mm arasında olması vasat redüksiyon, 7 mm üzerinde olması kötü redüksiyon olarak değerlendirilir.", "question": "Artrografi sırasında AVN riskini azaltmak için ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "ekleme verilen opak madde AVN riskinden dolayı geri çekilmelidir" ], "answer_start": [ 1026 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "Genel anestezi altındayken hangi manevra ile kalçanın emniyet zonu değerlendirilir?", "answers": { "text": [ "Ortolani" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "Kalça redükte edildikten sonra hangi hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir?", "answers": { "text": [ "abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon" ], "answer_start": [ 302 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "Emniyet zonu nedir?", "answers": { "text": [ "Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen" ], "answer_start": [ 437 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "Stabil kalçada kalça hangi durumda disloke olur?", "answers": { "text": [ "adduksiyon ve ekstansiyon" ], "answer_start": [ 593 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "İnstabil kalçalar neden zorlanabilir?", "answers": { "text": [ "redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır" ], "answer_start": [ 675 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "Redüksiyon stabil olduğunda hangi tedavi uygulanır?", "answers": { "text": [ "pelvipedal alçı" ], "answer_start": [ 862 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "Bazı cerrahlar pelvipedal alçı yerine neyi tercih eder?", "answers": { "text": [ "pavlik bandaj" ], "answer_start": [ 904 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "Redüksiyon sonrası pelvipedal alçı hangi pozisyonda uygulanır?", "answers": { "text": [ "human" ], "answer_start": [ 1073 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "Ortolani manevrası sırasında neye nazikçe bastırılır?", "answers": { "text": [ "trokanter major" ], "answer_start": [ 187 ] } }, { "context": "Genel anestezi altındayken Ortolani manevrası ile redükte edilen kalçanın emniyet zonu değerlendirilir. Kalça fleksiyonu 90 dereceden fazla artırarak ve ortoloni manevrasında olduğu gibi trokanter majordan nazik bir şekilde bastırırken abduksiyon yaptırarak redükte edilir. Redüksiyondan sonra kalçaya abduksiyon, adduksiyon, ekstansiyon ve gerekirse iç rotasyon verilerek redüksiyonun korunduğu hareket açıklığı saptanır ve kaydedilir. Hareket sınırlar içinde redükte edilebilen bu aralığa emniyet zonu denir. Stabil kalçada, hareket aralığının büyük çoğunluğunda kalça redükte kalır, sadece adduksiyon ve ekstansiyonda disloke olur. İnstabil kalçalar kolay disloke olur ve redüksiyonu korumak için hekim trokanter majöru posteriordan sürekli bastırmak zorundadır. Tüm bu bulgularla hekim redüksiyonun stabilitesi hakkında karar verir. Eğer redüksiyon stabilse pelvipedal alçı uygulanır, bazı cerrahlar pavlik bandajı tercih etse de çoğunlukla pelvipedal alçı tercih edilir. Redüksiyon sonrası Salter’in tarif ettiği kalçalar 90 - 110° fleksiyon ve 40 - 50° abdüksiyonda (human pozisyonu) iken pelvipedal alçı uygulaması yapılır.", "question": "Hekim ne hakkında karar verir?", "answers": { "text": [ "redüksiyonun stabilitesi" ], "answer_start": [ 790 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) nedir?", "answers": { "text": [ "ortopedik cerrahi uygulamadır" ], "answer_start": [ 175 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) ne zaman uygulanır?", "answers": { "text": [ "Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler" ], "answer_start": [ 206 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "TKA uygulamalarında artışa paralel olarak RKA uygulamaları neden artış göstermektedir?", "answers": { "text": [ "aseptik gevşeme ve enfeksiyon" ], "answer_start": [ 367 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "1990 ve 2002 yılları arasında A.B.D.'de TKA uygulanan hastaların yüzde kaçı RKA uygulanmıştır?", "answers": { "text": [ "%17,5" ], "answer_start": [ 569 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "Almanya'da yılda kaç TKA uygulanmaktadır?", "answers": { "text": [ "160.000" ], "answer_start": [ 639 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "RKA neden riskli cerrahi sınıfına girmektedir?", "answers": { "text": [ "primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi" ], "answer_start": [ 685 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "Ne primer kalça artroplastisi kadar yüksek değildir?", "answers": { "text": [ "RKA sonrası hasta memnuniyeti" ], "answer_start": [ 863 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "RKA uygulamalarının özellikle hangi dönemde artış gösterdiği belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "son üç dekatta" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "RKA'nın primer kalça artroplastisine göre daha fazla zorluklar içermesinin nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi" ], "answer_start": [ 719 ] } }, { "context": "Total Kalça Artroplastisi (TKA) işlevini kaybetmiş kalça ekleminin tedavisinde kullanılan ve her geçen gün ilerleyen teknoloji ile birlikte uygulama sıklığı ve başarısı artan ortopedik cerrahi uygulamadır. Başarılı sonuçlara karşın başarısız olan artroplastiler sonucu ise Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) uygulanır. TKA uygulamalarında artışa paralel olarak başta aseptik gevşeme ve enfeksiyon olmak üzere çeşitli sebeplerle RKA uygulamaları da özellikle son üç dekatta giderek artış göstermektedir. A.B.D.’de 1990 ve 2002 yılları arasında TKA uygulanmış hastaların %17,5’ine çeşitli endikasyonlarla RKA uygulanmıştır. Almanya’da yılda 160.000 TKA, 25.800 RKA uygulanmaktadır. RKA, primer kalça artroplastisine göre hem hasta açısından hem de teknik açıdan oldukça fazla zorluklar içermesi sebebiyle riskli cerrahi sınıfına girmektedir. Bu zorluklar nedeniyle RKA sonrası hasta memnuniyeti primer kalça artroplastisi kadar yüksek olmamaktadır.", "question": "Revizyon Kalça Artroplastisi (RKA) hangi durumlarda özellikle artış göstermektedir?", "answers": { "text": [ "aseptik gevşeme ve enfeksiyon" ], "answer_start": [ 367 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Aseptik gevşemede fiksasyon nasıl bir yer tutmaktadır?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Kullanılan protezlerde fiksasyon türleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "çimentolu veya çimentosuz" ], "answer_start": [ 102 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı nasıl gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "çimento yoluyla" ], "answer_start": [ 203 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Çimentosuz fiksasyonda yük aktarımı nasıl gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "direk implanttan kemiğe doğru" ], "answer_start": [ 260 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için hangi faktörler önemlidir?", "answers": { "text": [ "çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi" ], "answer_start": [ 357 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Çimentosuz fiksasyonda biyolojik bağlantı sağlamak için ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi" ], "answer_start": [ 684 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Aseptik gevşemeye yol açabilecek faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım" ], "answer_start": [ 799 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Çimentolama işlemi sırasında çimento polimerize olduğu esnada ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Çimentolu fiksasyonda yük aktarımı ne ile sağlanır?", "answers": { "text": [ "çimento" ], "answer_start": [ 102 ] } }, { "context": "Aseptik gevşemede fiksasyon önemli bir yer tutmaktadır. Kullanılan protezlerde fiksasyon genel olarak çimentolu veya çimentosuz olarak tercih edilebilir. Çimentolu fiksasyonda kemiğe yük aktarımı kemiğe çimento yoluyla aktarılırken, çimentosuz fiksasyonda ise direk implanttan kemiğe doğru aktarım gerçekleşir. Çimentolu fiksasyonda başarılı olabilmek için çimentolama işleminin basınçlı yapılması, boşluk bırakılmaması ve çimento polimerize olduğu esnada kan basıncının anestezi aracılığı ile hayatı riske etmeyecek minimum değerlere çekilmesi gerekliliği önemli bir gerçektir. Çimentosuz fiksasyonda ise implant ve kemik arasında oluşması gerek biyolojik bağlantıyı sağlamak adına, ilk tespit mikrohareketi engelleyecek nitelikte iyi olmalıdır. Ancak cerrahi olarak ne kadar iyi tespit yapılsa da hastanın kilo fazlalılığı, aşırı aktivitelere girmesi, kalitesiz implant kullanımı, femoral kanal hazırlığı esnasında bozulan dolaşım gibi faktörler aseptik gevşemeye yol açabilir.", "question": "Çimentosuz fiksasyonun amacı nedir?", "answers": { "text": [ "biyolojik bağlantıyı sağlamak" ], "answer_start": [ 647 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "Segmenter femoral defektlerin kaç alt tipi vardır?", "answers": { "text": [ "beş" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "İBir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise ne olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "interkalar defekt" ], "answer_start": [ 228 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "Büyük trokanter neden ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir?", "answers": { "text": [ "trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri" ], "answer_start": [ 284 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "Kaviter defektler nasıl tiplendirilir?", "answers": { "text": [ "femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre" ], "answer_start": [ 421 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "Kansellöz defekt neyi temsil eder?", "answers": { "text": [ "kansellöz medüller kemiğin kaybını" ], "answer_start": [ 514 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "Kortikal kaviter defektler neyi içerir?", "answers": { "text": [ "kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını" ], "answer_start": [ 604 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "Ektazi nedir?", "answers": { "text": [ "kaviter defekt türü" ], "answer_start": [ 769 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "Kombine segmenter ve kaviter defektlere hangi durumda rastlanır?", "answers": { "text": [ "revizyon cerrahisi" ], "answer_start": [ 844 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "Kombine defektlere hangi durumlarda rastlanır?", "answers": { "text": [ "Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde" ], "answer_start": [ 877 ] } }, { "context": "Segmenter femoral defektlerin proksimal, kısmi, tam, interkalar ve büyük trokanter olmak üzere beş alt tipi bulunmaktadır. Bir segmenter defekt çevresel kemik kaybı ile birlikte alt ve üst kısımlarda intakt bir yapıya sahip ise interkalar defekt olarak adlandırılır. Büyük trokanter, trokanterik kaynamama ve abdüktör yetmezliğinin özel problemleri nedeniyle ayrık segmenter defekt olarak kabul edilir. Kaviter defektler femurda oluşmuş mevcut kemik kaybı derecesine göre tiplendirilir. Kansellöz defektler sadece kansellöz medüller kemiğin kaybını temsil eder. Kortikal kaviter defektler daha geniştir; kansellöz ve endosteal kortikal kemik stoğunun kaybını içerir. Ektazi, korteksin incelmesi ve kansellöz kemik kaybına ek olarak femurun dilate hale geldiği özel bir kaviter defekt türüdür. Kombine segmenter ve kaviter defektlere genellikle revizyon cerrahisinde rastlanır. Gevşek bir sap çöktüğünde, varus ya da retroversiyona migre olduğunda ve aynı zamanda osteolizis birlikteliğinde kombine defektlere rastlanır.", "question": "Kortikal kaviter defektler kansellöz defektlerden nasıl farklıdır?", "answers": { "text": [ "daha geniştir" ], "answer_start": [ 589 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Periprostetik enfeksiyon nedir?", "answers": { "text": [ "artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır" ], "answer_start": [ 38 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları nedir?", "answers": { "text": [ "%1-3" ], "answer_start": [ 180 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Periprostetik enfeksiyonlar neden giderek önem kazanmaktadır?", "answers": { "text": [ "artroplasti sayısındaki artış" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Tedaviyi zorlaştıran faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar" ], "answer_start": [ 318 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen nedir?", "answers": { "text": [ "Stafilokok Aeirus" ], "answer_start": [ 442 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Artroplasti cerrahi sonrası 6 hafta içinde gelişen enfeksiyon türü nedir?", "answers": { "text": [ "akut enfeksiyon" ], "answer_start": [ 763 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Geç enfeksiyon nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon" ], "answer_start": [ 677 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Subakut enfeksiyonun oluşma nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "perioperatif dönem kontaminasyonu" ], "answer_start": [ 781 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Periprostetik enfeksiyon şüphesinde hangi tetkikler yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "CRP ve ESH" ], "answer_start": [ 1019 ] } }, { "context": "Periprostetik enfeksiyon genel olarak artroplasti cerrahileri sonrası karşılaşılabilecek ciddi komplikasyonlardandır. Kalça artroplastisi sonrası periprostetik enfeksiyon oranları %1-3 aralığında bildirilmiştir. Periprostetik enfeksiyonlar artroplasti sayısındaki artış sebebiyle giderek önem kazanmaktadır. Özellikle tedavi sürecinin uzun olması, kemik defektleri ve antibiyotik direncine sahip mikroorganizmalar tedaviyi zorlaştırmaktadır. Stafilokok Aeirus periprostetik enfeksiyonlarda en sık karşılaşılan etken patojen olarak bilinmektedir. Artroplasti cerrahi sonrası ilk 6 hafta içerisinde gelişen enfeksiyon akut, 6 hafta – 1 yıl içerisinde gelişen enfeksiyon subakut, 1. yıldan sonra gelişen enfeksiyon ise geç enfeksiyon olarak nitelendirilmektedir. Subakut enfeksiyonda perioperatif dönem kontaminasyonu ile, geç enfeksiyonda ise lenfatik veya hematojen yolla periprostetik enfeksiyon oluşmaktadır. Hastadan alınan anamnez ve yapılan klinik muayene sonucu periprostetik enfeksiyondan şüphelenilmişse mutlaka CRP ve ESH tetkikleri yapılmalıdır. Eğer ki kan tetkikleri de enfeksiyon lehine yüksek bulunmuşsa hastaya antibiyotik başlanmadan önce mutlaka eklem aspirasyonu yapılmalıdır. Aspirasyon sonucu negatif ancak şüphemiz yüksek ise kan tetkikleri ve aspirasyon tekrarlanmalıdır. Ayrıca 2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı periprostetik enfeksiyon tanısı için yeterli bulunmuştur.", "question": "Periprostetik enfeksiyon tanısı için hangi durumlar yeterlidir?", "answers": { "text": [ "2 pozitif kültür sonucu veya sinüs traktı varlığı" ], "answer_start": [ 1300 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Cilt insizyonu olarak hastanın eski insizyonunu tercih etmek neden avantajlıdır?", "answers": { "text": [ "hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Cerrahlar, birbirine yakın paralel insizyonlardan kaçınmak için ne kadar mesafe bırakmalıdır?", "answers": { "text": [ "<6 cm." ], "answer_start": [ 202 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Cerrahlar, insizyon hattından ayrılmak gerekirse hangi açılardan kaçınmalıdır?", "answers": { "text": [ "akut açılardan" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Yeni bir insizyonun gerekli olup olmadığının belirlenmesi neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Cilt kesisi sonrası hangi tabaka karşımıza çıkar?", "answers": { "text": [ "derin fasyal" ], "answer_start": [ 550 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya getirilmesi neden gereklidir?", "answers": { "text": [ "yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi" ], "answer_start": [ 704 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Cerrahi işlem tamamlandıktan sonra hangi tabakanın durumu kontrol edilmelidir?", "answers": { "text": [ "derin fasyal tabaka" ], "answer_start": [ 550 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Cilt insizyonunda daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekiyorsa ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "akut açılardan" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Derin fasyal tabaka cilt kesisinden sonra neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi" ], "answer_start": [ 704 ] } }, { "context": "Cilt insizyonu olarak öncelikle hastanın eski insizyonunu tercih etmek hem cilt beslenmesini korumak ve iyileşme adına hem de estetik olarak daha avantajlıdır. Genel olarak, cerrahlar, birbirine yakın (<6 cm.) paralel insizyonlardan kaçınmalıdır. Aynı şekilde, daha önceki insizyon hattından ayrılmak gerekirse akut açılardan (<60°) kaçınılmalıdır. Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olduğu ya da yeni bir insizyonun gerekli olduğunun belirlenmesi, cerrahın revizyon için seçilmiş yaklaşımına bağlı olarak değişecektir. Cilt kesisi ardından derin fasyal tabaka karşımıza çıkar. Cerrahi işlemin tamamlanması ardından derin fasyanın kapatılabilir halde kalması veya kapatılabilir hale getirilmesi yara yeri akıntısı, enfeksiyon gibi komplikasyonların önlenmesi açısından gereklidir.", "question": "Bir önceki insizyonun tekrar kullanılabilir olup olmadığına kim karar verir?", "answers": { "text": [ "cerrahın" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Cerrahi olarak hasta hangi pozisyonda yatırılır?", "answers": { "text": [ "lateral dekübit pozisyonda" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Cilt insizyonu nerede başlatılır?", "answers": { "text": [ "spina ilyaka anterior hizasında" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Subkutan dokular hangi yönde diseke edilir?", "answers": { "text": [ "anterior ve posteriora" ], "answer_start": [ 410 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Fasya lata nasıl kaldırılır?", "answers": { "text": [ "Parmak yardımı" ], "answer_start": [ 577 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Yanlışlıkla maksimus tendonunu kesme riski ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon" ], "answer_start": [ 659 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Siyatik sinir nasıl korunmalıdır?", "answers": { "text": [ "görerek" ], "answer_start": [ 815 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra ne yapılır?", "answers": { "text": [ "lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir." ], "answer_start": [ 949 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Cilt insizyonu boyunca hangi dokular tek bir düzlemde geçilir?", "answers": { "text": [ "deri altı dokular" ], "answer_start": [ 483 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Siyatik sinir neden korunmalıdır?", "answers": { "text": [ "yaralanmaları önlemek" ], "answer_start": [ 843 ] } }, { "context": "Cerrahi olarak hasta lateral dekübit pozisyonda (sağlam kalça alt tarafta olmak üzere) yatırılır. Cilt insizyonuna, spina ilyaka anterior hizasında, büyük trokanterin arka kenarına paralel bir hat boyunca hafifçe kavisli olacak şekilde başlanır. Kesi, femoral şaft boyunca büyük trokanterin distaline belirlenen ihtiyaç kadar uzatılır. Subkutan dokular kapanma esnasında sorun yaşanmaması adına yaklaşık 1 cm. anterior ve posteriora olmak üzere diseke edilir. Deri insizyonu boyunca deri altı dokular, fasya lata ve gluteus maksimusu örten ince fasya tek bir düzlemde geçilir. Parmak yardımı ile fasya lata kaldırılarak gluteus maksimus tendonu palpe edilir. Fazla posteriorda kalan fasyal insizyon, yanlışlıkla maksimus tendonunu kesebilir ve tendonun hemen dibindeki siyatik siniri riske atabilir. Siyatik siniri görerek koruma altına almak yaralanmaları önlemek adına önemli bir hamledir. Gluteus maksimus lifleri ve tendonu belirlendikten sonra lifleri arasından künt bir şekilde diseke edilerek geçilir.", "question": "Cilt insizyonu ne kadar uzatılır?", "answers": { "text": [ "belirlenen ihtiyaç kadar" ], "answer_start": [ 301 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım nasıl bir yaklaşımdır?", "answers": { "text": [ "diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır" ], "answer_start": [ 35 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "Lateral yaklaşım ilk olarak kim tarafından tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Bauer" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "Hardinge'in tanımladığı yaklaşımda abdüktörün ne kadarı ayrılır?", "answers": { "text": [ "%50-60" ], "answer_start": [ 252 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "RKA için geliştirilen modifikasyon neyi içerir?", "answers": { "text": [ "abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "RKA sonrası en yaygın komplikasyonlardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "dislokasyon" ], "answer_start": [ 780 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "Lateral yaklaşım neden kalça stabilitesinde başarılıdır?", "answers": { "text": [ "arka kapsül ve dış rotatorları korur" ], "answer_start": [ 605 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "Direkt lateral yaklaşımın avantajı nedir?", "answers": { "text": [ "mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü" ], "answer_start": [ 962 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım ne zaman popüler hale gelmiştir?", "answers": { "text": [ "1982" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "RKA için geliştirilen modifikasyon neden tercih edilir hale gelmiştir?", "answers": { "text": [ "abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Kalçaya doğrudan lateral yaklaşım, diseksiyonun gluteus medius ve minimus yoluyla yapıldığı bir yaklaşımdır. İlk olarak Bauer tarafından tanımlanmış 1982 yılında ise Hardinge tarafından popüler hale getirilmiştir. Hardinge’in tanımlamasında abdüktörün %50-60 kısmı büyük trokantörden ayrılacak şekildedir. Bu nedenle revizyon cerrahisinde Head ve arkadaşları tarafından tanımlanan, RKA için geliştirilen modifikasyon tercih edilmektedir. Bu modifikasyon abdüktörlerin %25-30’unun ayrılmasını içerdiği ve bu sayede fonksiyonelliği daha iyi koruduğu için daha tercih edilir hale gelmiştir. Lateral yaklaşım arka kapsül ve dış rotatorları korur, bu sayede kalça stabilitesinde diğer yaklaşımlara göre daha başarılıdır. RKA sonrası ortaya çıkan en yaygın komplikasyonlardan biri olan dislokasyon riskini azaltılması sebebiyle tercih edilen bir yaklaşımdır. Direkt lateral yaklaşım proksimal ve distale doğru uzatılabilen tekniği ile hem femur hem de asetabulum için mükemmel bir cerrahi alan görüntüsü sağlar.", "question": "Direkt lateral yaklaşımın tekniği neye imkan tanır?", "answers": { "text": [ "proksimal ve distale doğru uzatılabilen" ], "answer_start": [ 877 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Femur bölgesinde diseksiyona nereden devam edilir?", "answers": { "text": [ "vastus lateralis posterolateralinden" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Vastus lateralis hangi yöne ekarte edilir?", "answers": { "text": [ "anterior" ], "answer_start": [ 127 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Gluteus medius ve minimusa diseksiyon nasıl belirlenir?", "answers": { "text": [ "femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta" ], "answer_start": [ 190 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Abdüktör içine proksimal diseksiyon ne kadar ile sınırlı olmalıdır?", "answers": { "text": [ "3-4 cm." ], "answer_start": [ 299 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Korumacı yaklaşımın amacı nedir?", "answers": { "text": [ "superior gluteal siniri korur" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Femoral komponent boynunu gördükten sonra ne yapılır?", "answers": { "text": [ "bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir" ], "answer_start": [ 567 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Hohman ekartörü hangi dokuları ekarte eder?", "answers": { "text": [ "vastus lateralis anteriora" ], "answer_start": [ 110 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu korumak için hangi sinir korunur?", "answers": { "text": [ "superior gluteal siniri" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Hohman ekartörü femoral komponent boynunu gördükten sonra nereye yerleştirilir?", "answers": { "text": [ "asetabulum anterioruna" ], "answer_start": [ 544 ] } }, { "context": "Femur bölgesinde vastus lateralis posterolateralinden diseksiyona devam edilir ve Hohman ekartörü yardımı ile vastus lateralis anteriora ekarte edilir. Gluteus medius ve minimusa diseksiyon femoral protez boynunun lokasyonu ile belirlenen bir aralıkta uygulanır. Abdüktör içine proksimal diseksiyon 3-4 cm. ile sınırlı olmalıdır. Bu korumacı yaklaşım, superior gluteal siniri korur ve böylece vastus lateralis ile sürekliliği olan gluteus medius ve minimusun en ön liflerine innervasyonu koruyacaktır. Femoral komponent boynunu gördükten sonra asetabulum anterioruna bir Hohman ekartörü yerleştirilir ve dokular anteriora doğru ekarte edilir.", "question": "Femoral protez boynunun lokasyonu neyi belirler?", "answers": { "text": [ "Gluteus medius ve minimusa diseksiyon" ], "answer_start": [ 152 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Hangi durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir?", "answers": { "text": [ "ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Dislokasyon oranları hangi yaklaşıma göre azdır?", "answers": { "text": [ "posterior yaklaşıma göre" ], "answer_start": [ 249 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda ne kadar olarak görülmüştür?", "answers": { "text": [ "%0-6,6" ], "answer_start": [ 323 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Anterior yaklaşım neden komplike vakalarda tercih edilmez?", "answers": { "text": [ "kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı" ], "answer_start": [ 358 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Anterior yaklaşımın distal bölümü nereye tam erişim sağlar?", "answers": { "text": [ "femur şaftına" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Anterior yaklaşım sırasında hangi komplikasyonlara rastlanabilir?", "answers": { "text": [ "trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematom" ], "answer_start": [ 875 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Cerrahlar neden anterior yaklaşımı daha az tercih etmektedir?", "answers": { "text": [ "daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle" ], "answer_start": [ 1186 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Anterior yaklaşımın cerrah için dezavantajı nedir?", "answers": { "text": [ "femura bir müdahale gerekecekse" ], "answer_start": [ 744 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Anterior yaklaşım sırasında hangi kırığa rastlanabilir?", "answers": { "text": [ "trokantör kırığı" ], "answer_start": [ 700 ] } }, { "context": "Zole olarak ara parça (liner) aşınmalarında ara parça değişimi ve baş değişimi gerektiği durumlarda anterior yaklaşım tercih edilebilir. Kısacası izole asetabular komponentlerin değişimlerinde tercih edilebilir bir yaklaşımdır. Dislokasyon oranları posterior yaklaşıma göre azdır. Dislokasyon oranları yapılan çalışmalarda %0-6,6 olarak görülmüştür. Yine de kısıtlı bir alana ulaşım sağladığı, özellikle asetabulum posteriorunu ve posterior kolona yaklaşımda yetersiz kaldığı için komplike vakalarda tercih edilirliği düşüktür. Ayrıca yaklaşımın distal bölümü femur şaftına tam erişim sağlar, ancak subperiosteal elevasyon veya vastus lateralis'in ayrılmasını gerektirir. Anterior yaklaşım esnasında trokantör kırığına rastlamak olasıdır. Yani femura bir müdahale gerekecekse bu yaklaşım cerrah için dezavantaj olacaktır. Anterior yaklaşımda sık karşılaşılan komplikasyonlar trokanterik kırık, gecikmiş yara iyileşmesi, lateral femoral kutanöz sinir hasarı, femoral perforasyon, bacak boyunda eşitsizlik, kanama ve hematomdur. Bu komplikasyonları önlemek için çeşitli önlemler alınmaktadır. Ancak günümüzde lateral ve posterior yaklaşımların cerrahlar tarafından daha aşina olunması ve daha az komplikasyona neden olmaları nedeniyle tercih edilirliği son sırada kalmaktadır.", "question": "Anterior yaklaşımda karşılaşılan komplikasyonları önlemek için ne yapılır?", "answers": { "text": [ "çeşitli önlemler alınmaktadır" ], "answer_start": [ 1060 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama nedir?", "answers": { "text": [ "mevcut implantların çıkarılması" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "İmplantlar hangi durumda cerrahi ekibi zor durumda bırakabilir?", "answers": { "text": [ "fiksasyonu sağlam" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda çıkarma işlemi esnasında ne amaçlanır?", "answers": { "text": [ "mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek" ], "answer_start": [ 248 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "Çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır" ], "answer_start": [ 467 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "Revizyon cerrahisinde çıkarma işleminin ilk aşaması nedir?", "answers": { "text": [ "femoral başın çıkarılmasıdır." ], "answer_start": [ 675 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "Femoral başın çıkarılması sırasında genellikle ne yaşanmaz?", "answers": { "text": [ "zorluk" ], "answer_start": [ 757 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "Kilitli ara parça olduğunda baş, dislokasyon esnasında nereye kalabilir?", "answers": { "text": [ "liner" ], "answer_start": [ 887 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "Kilitli ara parça olduğunda başın çıkarılması için ne yapmak gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma" ], "answer_start": [ 926 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda hangi yöntemler geliştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "çeşitli yöntemler" ], "answer_start": [ 366 ] } }, { "context": "Revizyon cerrahisinde ilk aşama mevcut implantların çıkarılmasıdır. İmplantlar gevşemiş olup rahatlıkla çıkabildiği gibi fiksasyonu sağlam olup çıkartma esnasında cerrahi ekibi zor durumda da bırakabilmektedir. Fiksasyonun sağlam olduğu durumlarda mevcut kemik stoğuna ve yumuşak dokulara en az hasarı vererek çıkarma işlemini gerçekleştirmek adına zaman içerisinde çeşitli yöntemler ortaya konulmuştur. Mevcut anatomiye çıkarma işlemi esnasında en az hasarı vermek, revizyon cerrahisinin ikinci aşamasında cerraha kolaylık sağlar ve komplike artroplasti implantlarının kullanım oranını azaltır. Çıkarma işleminde ilk aşama, yalnızca asetabular revizyon bile yapılacak olsa, femoral başın çıkarılmasıdır. Genellikle başın çıkarılması işleminde herhangi bir zorluk yaşanmaz ve kolaylıkla çıkartılır. Ancak kilitli ara parça olduğu zaman kalça dislokasyonu esnasında baş, boyundan çıkarak liner içerisinde kalabilir. Bu durumda özel malzemelerle (trunnion (muylu)) çıkarma yapmak gerekmektedir.", "question": "Femoral başın çıkarılması işleminde ne zaman zorluk yaşanabilir?", "answers": { "text": [ "kilitli ara parça olduğu zaman" ], "answer_start": [ 805 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak nedir?", "answers": { "text": [ "ara parçanın çıkarılması" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "Hangi durumlarda ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir?", "answers": { "text": [ "Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "Ara parça çıkarma işlemi genel olarak nasıl bir işlemdir?", "answers": { "text": [ "kolay ve komplikasyonsuz" ], "answer_start": [ 231 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "Asetabular komponent çıkarılmadan önce ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "ekartasyonu" ], "answer_start": [ 320 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek neler temizlenmelidir?", "answers": { "text": [ "fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "Ara parçalar genellikle hangi malzemelerden oluşmaktadır?", "answers": { "text": [ "polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "PE ara parçayı çıkarmak için hangi yöntem kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak" ], "answer_start": [ 700 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "Seramik ve PE gibi farklı materyallerin çıkarılma mekanizmaları nasıldır?", "answers": { "text": [ "farklılıklar" ], "answer_start": [ 612 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "Ara parça değiştirilecek olgularda hangi durum göz önünde bulundurulmalıdır?", "answers": { "text": [ "kilitleme mekanizmasını" ], "answer_start": [ 838 ] } }, { "context": "Asetabular komponent çıkarılmasında ilk basamak ara parçanın çıkarılmasıdır. Asetabular gevşemesi olan ve vidasız tespitli komponentlerde ara parça çıkarılmasına gerek olmayabilir. Genel olarak ara parça çıkarma işlemi cerrah için kolay ve komplikasyonsuz bir işlemdir. Asetabular komponent tam olarak görünecek şekilde ekartasyonu yapılmalıdır. Ara parçanın çıkarılmasına engel olabilecek fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular temizlenmelidir. Ara parçalar genellikle polietilen (PE) gibi yumuşak veya seramik gibi sert malzemelerden oluşmaktadır. Her iki materyalin çıkarılma mekanizması farklılıklar içermektedir. PE ara parçayı çıkarmak için farklı teknikler uygulanabilir. Ara parça ve kap arasına kavisli bir osteotom yerleştirerek çıkarmak iyi bir yöntemdir ancak, yalnızca ara parça değiştirilecek olgularda kilitleme mekanizmasını bozabileceği unutulmamalıdır.", "question": "Asetabular komponent çıkarılmasında hangi dokular temizlenmelidir?", "answers": { "text": [ "fibrotik dokular ve komponent üzerine büyüyen kemik dokular" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "İnme nedir?", "answers": { "text": [ "nörolojik defisit" ], "answer_start": [ 85 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'ne göre inme nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "İnmenin tanımında dışlanan durumlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama" ], "answer_start": [ 391 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "İnmenin alt tipleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK)" ], "answer_start": [ 565 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "İnme, Amerika Birleşik Devletleri'nde ölüm nedenleri arasında kaçıncı sıradadır?", "answers": { "text": [ "3." ], "answer_start": [ 753 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "İnme, ABD'de hangi cinsiyetler arasında morbiditenin en önde gelen sebebidir?", "answers": { "text": [ "hem erkek hem de kadınlar" ], "answer_start": [ 704 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "ABD'de her yıl yaklaşık kaç inme vakası görülmektedir?", "answers": { "text": [ "700.000" ], "answer_start": [ 837 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "ABD'de inme vakalarının önemli bir kısmı nasıl seyretmektedir?", "answers": { "text": [ "fatal" ], "answer_start": [ 906 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "İnme sonrası hangi tür nörolojik defisit meydana gelir?", "answers": { "text": [ "akut" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "İnme, vasküler bir olay nedeniyle santral sinir sisteminde akut olarak meydana gelen nörolojik defisit olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü’nün yaptığı tanımlamaya göre ise; vasküler nedenler dışında görünür bir neden olmaksızın, fokal serebral fonksiyon kaybına ait belirti ve bulguların hızla yerleşmesi ile karakterize, 24 saatten uzun süren klinik bir sendromdur. Bu tanıma göre primer beyin tümörü, metastatik beyin tümörü, nöbet sonrası oluşan palsi, subdural kanama ve geçici iskemik atak (TİA) ve subdural kanama dışlanmaktadır. İnmenin alt tipleri iskemik inme, intrakraniyal kanama (İK) ve subaraknoid kanama (SAK) şeklinde tanımlanmaktadır. İnme, Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) hem erkek hem de kadınlar arasında ölümün en sık 3. nedeni iken, aynı zamanda morbiditenin en önde gelen sebebidir. Her yıl yaklaşık 700.000 inme vakası görülmekte olup bu vakaların önemli bir kısmı da fatal seyretmektedir.", "question": "İnme ne kadar süre boyunca süren bir sendromdur?", "answers": { "text": [ "24 saatten" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "Beyin hangi arterler vasıtasıyla beslenir?", "answers": { "text": [ "karotis ve vertebral" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "Beynin kanlanması büyük oranda hangi arter vasıtasıyla olur?", "answers": { "text": [ "arteria carotis interna (ICA)" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "Hangi yapılar vertebral arter tarafından beslenir?", "answers": { "text": [ "oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "Arteria carotis communis (CCA) kaçıncı servikal vertebral düzeyine kadar yükselir?", "answers": { "text": [ "4." ], "answer_start": [ 450 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "Arteria carotis externa (ECA) hangi yapıları besler?", "answers": { "text": [ "tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater" ], "answer_start": [ 648 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "ICA, hangi kanala girer?", "answers": { "text": [ "karotis kanalı" ], "answer_start": [ 739 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "ICA'nın çıktığı kavernöz sinüs sonrası ilerlediği yaprak nedir?", "answers": { "text": [ "duramater" ], "answer_start": [ 816 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "ICA'nın verdiği dallar nelerdir?", "answers": { "text": [ "anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA)" ], "answer_start": [ 909 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "CCA, tiroid kartilaj düzeyinde kaç dala ayrılır?", "answers": { "text": [ "iki dala" ], "answer_start": [ 586 ] } }, { "context": "Beyin, arcus aorta ve onun dallarından çıkan karotis ve vertebral arterler vasıtasıyla beslenir. Beynin kanlanması büyük oranda arteria carotis interna (ICA) vasıtasıyla olur, ancak oksipital lob, talamus, beyin sapı ve serebellum gibi yapılar vertebral arter tarafından beslenir. ICA, arteria carotis communis’in (CCA) bir dalı olup sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılırken sağdan truncus brachiocephalicus denen arterden ayrılır. CCA, 4. servikal vertebral düzeyine kadar yükselip herhangi bir dal vermezken bu seviyenin üstünde yaklaşık olarak tiroid kartilaj düzeyinde iki dala ayrılır. Bu dallardan arteria carotis externa (ECA), tiroid bezi, yüz, scalp ve dura mater gibi yapıları besler. ICA ise kafa tabanında bulunan karotis kanalına girer ve çıktıktan sonra kavernöz sinüs içerisinde ilerler, duramater yaprağını delerek subaraknoid mesafeye ulaşır. Chiasma opticum’un yanından çıkarak anterior serebral arter (ACA) ve orta serebral arter (MCA) dallarını verir.", "question": "Arteria carotis communis (CCA), sağ tarafta hangi arterden ayrılır?", "answers": { "text": [ "truncus brachiocephalicus" ], "answer_start": [ 395 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Vertebral arter hangi sistemi oluşturur?", "answers": { "text": [ "vertebrobaziler" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Vertebral arter sağdan hangi arterden ayrılır?", "answers": { "text": [ "truncus brachiocephalicus" ], "answer_start": [ 78 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Vertebral arter sol taraftan hangi arterden ayrılır?", "answers": { "text": [ "subklavyen arter" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Vertebral arter, serebellumun alt kısmını besleyen hangi dalı verir?", "answers": { "text": [ "posterior inferior serebellar arter (PICA)" ], "answer_start": [ 231 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Vertebral arterler birleşerek hangi arteri oluşturur?", "answers": { "text": [ "baziler" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Baziler arter, beyin sapının hangi bölümünü sulayan dallar verir?", "answers": { "text": [ "ön orta" ], "answer_start": [ 481 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Baziler arterden ayrılan dallar nelerdir?", "answers": { "text": [ "anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter" ], "answer_start": [ 631 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Baziler arter hangi arterden sonra sonlanır?", "answers": { "text": [ "posterior serebral arteri (PCA" ], "answer_start": [ 729 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Willis poligonu neyi sağlar?", "answers": { "text": [ "beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz" ], "answer_start": [ 880 ] } }, { "context": "Vertebral arter, vertebrobaziler sistemi oluşturan arterdir. Bu arter, sağdan truncus brachiocephalicus adlı arterden, sol taraftan direkt olarak arcus aorta’dan ayrılan subklavyen arterden ayrılır. Daha sonra, intradural mesafede posterior inferior serebellar arter (PICA) dalını verir. Bu arter, serebellumun alt kısmını besler. Subaraknoid aralığa girdikten sonra her iki vertebral arter bulbus ön yüzünde birleşerek baziler arteri meydana getirir. Baziler arter, beyin sapının ön orta bölümünü sulayan kısa perforan dallar ve beyni çevreleyen sirkümferensiyel dallar verir. Bu sirkümferensiyel dallar, baziler arterden ayrılıp anterior inferior serebellar arter (AICA) ve superior serebellar arter adını alır. Baziler arter, posterior serebral arteri (PCA) verdikten sonra sonlanır. PCA, posterior kominikan arter aracılığı ile karotis sistemine bağlıdır. İntrakranial alanda beynin kanlanmasını sağlayan karotis sistemi ve vertebrobaziler sistemi birbirine bağlayarak aralarında anastomoz sağlayan yapı Willis poligonudur. Bu bağlantılar, bir damarın tıkanıklığında dolaşımın devam etmesine katkıda bulunurlar.", "question": "Willis poligonu, hangi durumda dolaşımın devam etmesine katkıda bulunur?", "answers": { "text": [ "bir damarın tıkanıklığında" ], "answer_start": [ 1044 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "Geniş damar aterosklerozu nedir?", "answers": { "text": [ "etiyolojik faktör" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "Ateroskleroz hangi damarlarda meydana gelebilir?", "answers": { "text": [ "ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda" ], "answer_start": [ 103 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması neye sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "infarkt" ], "answer_start": [ 308 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu neye neden olur?", "answers": { "text": [ "infarkt" ], "answer_start": [ 308 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "Geniş damar aterosklerozu en çok hangi bölgelerde görülür?", "answers": { "text": [ "ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde" ], "answer_start": [ 460 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "Hangi durumda infarkt gelişimi için yüksek risk kabul edilir?", "answers": { "text": [ "%70’in üzerinde darlık" ], "answer_start": [ 610 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "İnme gelişimini önlemek için hangi işlem uygulanabilir?", "answers": { "text": [ "Karotis endarterektomi" ], "answer_start": [ 701 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "Ateroskleroz kaynaklı infarktı göstermek için hangi görüntüleme yöntemleri kullanılır?", "answers": { "text": [ "doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi" ], "answer_start": [ 860 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "Diğer etyolojik faktörleri dışlamak neyi destekler?", "answers": { "text": [ "ateroskleroz" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Geniş damar aterosklerozu, olguların çoğunluğunda etiyolojik faktör olarak bilinmektedir. Ateroskleroz ekstrakranial veya intrakranial büyük damarlarda meydana gelebilir. Lümeni daraltacak aterom plağının oluşması ve bu plaktan kaynaklanan trombüs oluşumu kollateral damarların da yeterli olmaması durumunda infarkt meydana gelmesine sebep olur. Trombüs veya aterom plağının distale embolizasyonu da infarkt gelişimine neden olur. Bu tip lezyonlar çoğunlukla, ana carotis’in bifurkasyon noktasında veya vertebral arterin ilk ve dördüncü segmenti ile baziler arterin ilk segmentinde daha çok görülür. Özellikle %70’in üzerinde darlık olması infarkt gelişimi için yüksek risk olarak kabul edilmektedir. Karotis endarterektomi gibi bir işlem ile bu düzeyde darlıklarda uygulandığında inme gelişimi önlenebilir. İnfarktın ateroskleroz kaynaklı olduğunu göstermede doppler ultrasonografi, anjiografi ve MRG anjiografi gibi görüntüleme yöntemleri yardımcıdır. Diğer etyolojik faktörleri dışlamak da etyolojinin ateroskleroz olduğu kanısını destekler.", "question": "Aterom plağının distale embolizasyonu neyi tetikleyebilir?", "answers": { "text": [ "infarkt" ], "answer_start": [ 308 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Laküner infarkt nedir?", "answers": { "text": [ "küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır" ], "answer_start": [ 88 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Laküner infarktın en büyük infarkt çapı ne kadar olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "15-20 mm" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Laküner infarkt hangi tür bulgular oluşturabilir?", "answers": { "text": [ "motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Laküner infarktın ortaya çıkarabileceği bulgular neye bağlı olarak değişmektedir?", "answers": { "text": [ "lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna" ], "answer_start": [ 453 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Laküner infarkt hangi hastalarda daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "ileri yaştaki hastalarda" ], "answer_start": [ 632 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Laküner infarkt için hangi etiyolojik faktörler dışlanmalıdır?", "answers": { "text": [ "kardiyoembolizm veya ateroskleroz" ], "answer_start": [ 698 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Talamus tutulumunda hangi tür semptomlar görülür?", "answers": { "text": [ "duyusal semptomlar" ], "answer_start": [ 767 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Capsula interna tutulumunda hangi bulgular görülür?", "answers": { "text": [ "motor" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Laküner infarkt çoğu zaman nasıl bir gidişata sahiptir?", "answers": { "text": [ "iyi" ], "answer_start": [ 869 ] } }, { "context": "Küçük damar oklüzyonu (laküner infarkt) diğer bir etiyolojik sınıftır. Laküner infarkt, küçük ve derin yerleşimli olan arterlerde meydana gelen oklüzyon sonucu ortaya çıkan küçük lezyonlardır. Kollaterallerin zayıf olması nedeniyle oklüzyon durumunda infarkt çoğunlukla gelişmekle beraber en büyük infarkt çapı 15-20 mm olarak kabul edilmektedir. Sadece motor, sadece duyusal, konuşma bozuklukları veya kombine bulgular oluşturabilir. Oluşacak bulgular lezyonun meydana geldiği beyin bölgesinin motor veya duyu liflerinden yoğunluğuna bağlı olarak değişmektedir. Asemptomatik olarak da tespit edilebilmektedir. HT ve DM tanısı olan ileri yaştaki hastalarda daha sık görülmektedir. Sebep olabilecek kardiyoembolizm veya ateroskleroz dışlanmalıdır. Talamus tutulumunda duyusal semptomlar, capsula interna tutulumunda motor bulgular görülür. Laküner infarktlar çoğu zaman iyi bir gidişata sahiptir.", "question": "Laküner infarkt nasıl tespit edilebilmektedir?", "answers": { "text": [ "Asemptomatik" ], "answer_start": [ 563 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "İnme tanısını koymada en önemli basamaklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Öykü ve fizik muayene" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "İnme hikâyesinde en önemli özellik nedir?", "answers": { "text": [ "akut başlangıçtır" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "Fizik muayenede saptanabilen belirtiler ve bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu" ], "answer_start": [ 134 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "Semptomların ne zaman başladığını bilmek neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "tromboliz gibi tedavilerin uygulanması" ], "answer_start": [ 377 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "İskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak için neye ihtiyaç duyulur?", "answers": { "text": [ "nörogörüntüleme" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "İki inme şekli de kendini nasıl gösterir?", "answers": { "text": [ "akut başlayan fokal defisit" ], "answer_start": [ 613 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "Hemorajik inmede klinik tablo nasıl kötüleşebilir?", "answers": { "text": [ "hematomun büyümesi" ], "answer_start": [ 740 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "İnme tanısında hangi tür başlangıç önemlidir?", "answers": { "text": [ "akut" ], "answer_start": [ 98 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "Öykü ve fizik muayene ile hangi iki inme tipi arasında ayrım yapmak zordur?", "answers": { "text": [ "iskemik inme ile hemorajik inme" ], "answer_start": [ 478 ] } }, { "context": "Öykü ve fizik muayene, inme tanısını koymada en önemli basamaklardır. Hikâyede en önemli özellik, akut başlangıçtır. Fizik muayenede, konuşma bozukluğu ve kol-bacak güçsüzlüğü, fasial güçsüzlük, yüzde, kol ve bacakta parestezi, baş ağrısı, baş dönmesi, disfaji, dizartri, yürüme bozukluğu saptanabilen belirti ve bulgulardır. Semptomların ne zaman başladığını bilmek özellikle tromboliz gibi tedavilerin uygulanması açısından çok değerlidir. Öykü ve fizik muayene aracılığı ile iskemik inme ile hemorajik inme arasında kesin ayrım yapmak mümkün olmadığı için, nörogörüntülemeye ihtiyaç duyulur. İki inme şekli de akut başlayan fokal defisit ile kendini gösterir. Bu anlamda tam olarak ayrılması zordur. Hemorajik inme de bazen klinik tablo hematomun büyümesi ile hızlıca kötüleşebilir.", "question": "Hangi tedavilerin uygulanması açısından semptomların başlangıç zamanı önemlidir?", "answers": { "text": [ "tromboliz" ], "answer_start": [ 377 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "TKS nedir?", "answers": { "text": [ "günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "TKS hangi konularda bilgi sağlar?", "answers": { "text": [ "Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "TKS hangi durumlarla ilgili bilgi verir?", "answers": { "text": [ "Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik" ], "answer_start": [ 354 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "Bazı ilaçların kullanımı neden TKS takibi gerektirir?", "answers": { "text": [ "TKS üzerinde bazı değişiklikler" ], "answer_start": [ 495 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "TKS parametreleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri" ], "answer_start": [ 636 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "TKS parametreleri hangi faktörlerden etkilenir?", "answers": { "text": [ "yaş, cinsiyet" ], "answer_start": [ 1074 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "TKS testi hangi hücrelerin üretimi hakkında bilgi verir?", "answers": { "text": [ "Tüm kan hücrelerinin" ], "answer_start": [ 75 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "Oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili hangi TKS parametreleri bilgi sağlar?", "answers": { "text": [ "Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct)" ], "answer_start": [ 126 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "TKS ile hangi immün sistem hücresinin durumu hakkında bilgi alınır?", "answers": { "text": [ "beyaz küre" ], "answer_start": [ 295 ] } }, { "context": "TKS, günlük pratikte en sık kullanılan laboratuvar testlerinden birisidir. Tüm kan hücrelerinin üretimi hakkında bilgi verir. Kırmızı kan hücreleri (RBC), hemoglobin (Hgb), hematokrit (Hct) gibi parametrelerle oksijen taşıma kapasitesiyle ilgili, platelet sayısı ile hemostaz durumuylailgili ve beyaz küre (WBC) ile immün sistem ile ilgili bilgi sağlar. Anemiler, neoplaziler, enfeksiyonlar, allerji, kanama bozuklukları, immün yetmezlik durumları ile ilgili bilgi verir. Ayrıca, bazı ilaçların TKS üzerinde bazı değişiklikler oluşturur. Bundan dolayı bu tip ilaçların kullanımında TKS takibi yapılır. Yukarıdaki parametreler haricinde ortalama eritrosit volümü (MCV), ortalama eritrosit hemoglobin miktarı (MCH), eritrosit volümü başına ortalama hemoglobin konsantrasyonu (MCHC), Eritrositlerin Büyüklüklerine Göre Dağılım Genişliği (RDW), ortalama platelet hacmi (MPV), platelet dağılım genişliği (PDW), platokrit (Pct), bazofil sayısı, monosit sayısı, nötrofil sayısı, eozinofil sayısı, lenfosit sayısı ve bu hücrelerin yüzdeleri hakkında bilgi sağlar. TKSparametreleri; yaş, cinsiyet gibi faktörlerden etkilenmektedir.", "question": "Hangi TKS parametresi hemostaz durumu hakkında bilgi verir?", "answers": { "text": [ "platelet sayısı" ], "answer_start": [ 247 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Sinir sistemi hangi kökenden gelişmeye başlar?", "answers": { "text": [ "ektoderm" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Nöral tabaka nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "Ektodermin kalınlaşmasıyla" ], "answer_start": [ 90 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Nöral oluk nasıl oluşur?", "answers": { "text": [ "silindir şeklinde kapanır" ], "answer_start": [ 380 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Nöral plağın rostral kısmı neyi oluşturur?", "answers": { "text": [ "serebrum ve serebellum" ], "answer_start": [ 458 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa ne ad verilir?", "answers": { "text": [ "sulkus limitans" ], "answer_start": [ 594 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Medulla spinalisin dorsal ve ventral kısmında oluşan plaklar nelerdir?", "answers": { "text": [ "bazal plaklar" ], "answer_start": [ 729 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Alar ve bazal plaklar hangi liflerle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "afferent ve efferent" ], "answer_start": [ 838 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Cornu posterior'da yer alacak gri cevher nereden oluşur?", "answers": { "text": [ "hücre gövdeleri" ], "answer_start": [ 965 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Gri cevherdeki hücreler hangi fonksiyona sahiptir?", "answers": { "text": [ "motor" ], "answer_start": [ 1006 ] } }, { "context": "Embriyojenik dönemin üçüncü haftasında başlamakta olan sinir sistemi ektoderm kökenlidir. Ektodermin kalınlaşmasıyla nöral tabaka oluşmaya başlar. Nöral plaktan ise orta hatta nöral katlantı ve her iki yanda kabartı şeklinde nöral krestler oluşmaya başlar. İşte bu oluşan nöral oluk, lateralinde yükselti olarak bulunan nöral katlantıların mediale doğru yaklaşarak birleşmesi ile silindir şeklinde kapanır ve nöral tüpü oluşturur. Nöral plağın rostral kısmı serebrum ve serebellumu oluştururken kalan kaudal kısmı medulla spinalisi oluşturacaktır. Medulla spinalisin duvarında oluşan sığ oluğa sulkus limitans adı verilmekte olup bu oluk dorsal ve ventral kısma ayırmaktadır. Dorsal kısımda oluşan alar ve ventral kısımda oluşan bazal plaklar medulla spinalisin gelişmesi esnasında uzunlamasına çıkıntılar oluşturur. Bu plaklar sırasıyla afferent ve efferent lifler ile ilişkili olacaktır. Cornu posterior’da yer alacak olan gri cevher, alar plakta bulunmakta olan hücre gövdelerinden oluşmaktadır. Bunlar motor fonksiyona sahip hücrelerdir. Bu nöronlardan çıkacak olan çeşitli akson demetleri (traktus ve funikuluslar) beyaz cevheri oluşturacaktır.", "question": "Beyaz cevheri oluşturan yapı nedir?", "answers": { "text": [ "akson demetleri" ], "answer_start": [ 1078 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Ürtiker kelimesi hangi dilden gelmektedir?", "answers": { "text": [ "Latince" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Ürtiker kelimesinin kökeni hangi bitkiden gelmektedir?", "answers": { "text": [ "ısırgan otu" ], "answer_start": [ 55 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Ürtika (urtica) lezyonları neye benzemektedir?", "answers": { "text": [ "pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonlar" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Ürtika (urtica) lezyonları nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "papül ve plak şeklinde" ], "answer_start": [ 233 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Ürtiker, hangi tür bir reaksiyondur?", "answers": { "text": [ "kutanöz vasküler" ], "answer_start": [ 513 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Ürtikerin süresi ne kadar olabilir?", "answers": { "text": [ "24 saatten" ], "answer_start": [ 491 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Altı haftadan kısa süren klinik tablolar ne olarak adlandırılır?", "answers": { "text": [ "akut ürtiker" ], "answer_start": [ 589 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Kronik ürtiker, kaç hafta süren klinik tablolarda görülür?", "answers": { "text": [ "Altı" ], "answer_start": [ 548 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Ürtikerin karakteristik rengi nedir?", "answers": { "text": [ "pembe-kırmızı" ], "answer_start": [ 186 ] } }, { "context": "Ürtiker kelimesinin kökeni, Latince bir kelime olan ve ısırgan otu anlamına gelen “Urtica dioica”dan gelmektedir. “Urtica dioica” temas ettiği deride; kısa sürede ortaya çıkıp kaybolan, pembe-kırmızı renkte, genellikle çok kaşıntılı papül ve plak şeklinde lezyonların oluşmasına neden olmakta ve bu lezyonlara “ürtika (urtica)” adı verilmektedir. Ürtiker; eritemli, deriden kabarık, genellikle kaşıntılı, yüzeyel dermisi tutan, kırmızı-pembe renkte, sınırları belirgin, ödemli ve genellikle 24 saatten kısa süren kutanöz vasküler bir reaksiyondur. Altı haftadan kısa süren klinik tablolar akut ürtiker, altı hafta ya da daha uzun süren klinik tablolar ise kronik ürtiker olarak adlandırılır.", "question": "Ürtika (urtica) neye temas ettiğinde lezyonlara neden olur?", "answers": { "text": [ "deri" ], "answer_start": [ 143 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "Psikolojik stresin neyi bilinir?", "answers": { "text": [ "KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği" ], "answer_start": [ 19 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "Stres hangi hormonların düzeylerini etkiler?", "answers": { "text": [ "kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S)" ], "answer_start": [ 89 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "Kronik spontan ürtiker hastalarında DHEA-S düzeyleri nasıl bir farklılık gösterir?", "answers": { "text": [ "daha düşük" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "Ürtikerin akut ataklarında hangi tedavi yöntemi kullanılır?", "answers": { "text": [ "kortikosteroidler" ], "answer_start": [ 477 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "Kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeyleri nasıldır?", "answers": { "text": [ "beklenenden düşük" ], "answer_start": [ 611 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "Steroid hormonlar ve D vitamini hangi yapıdan sentezlenir?", "answers": { "text": [ "kolesterol" ], "answer_start": [ 736 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasındaki ilişki nasıldır?", "answers": { "text": [ "ters" ], "answer_start": [ 1086 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "DHCR7 enzimi neyi belirler?", "answers": { "text": [ "kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini" ], "answer_start": [ 917 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında nasıl bir ilişki vardır?", "answers": { "text": [ "ters" ], "answer_start": [ 1086 ] } }, { "context": "Psikolojik stresin KSÜ’yü tetiklediği ve/veya alevlendirdiği bilinmekle beraber, stresin kortizol ve dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerini de etkilediği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı çalışmalarda kronik spontan ürtiker hastalarında dehidroepiandrosteron-sülfat (DHEA-S) düzeylerinin kontrol grubuna göre daha düşük olduğu ve kortizol düzeylerinin de değişkenlik gösterdiği bildirilmiştir. Ürtikerin akut atakları sırasında ve şiddetli olguların tedavisinde kortikosteroidler kullanılmakta ve iyi yanıt alınmaktadır. Ayrıca yine kronik spontan ürtiker hastalarının D vitamini düzeylerinin de beklenenden düşük olduğu ve D vitamini tedavisine de kısmen yanıt verdikleri gösterilmiştir. Steroid hormonlar ve D vitamini kolesterol yapısından sentezlenmektedir. Kolesterol düzeyleri ile D vitamini arasında da ilişki olduğu gösterilmiştir. 7-dehidrokolesterol redüktaz (DHCR7), kolesterol öncüllerinin kolesterol sentezine mi yoksa D vitamini sentezine mi gideceğini belirleyen ana kontrol enzimlerinden birisidir. Serum DHCR7 düzeyleri ile D vitamini düzeyleri arasında ters bir ilişki olduğu gösterilmiştir. Kortizolün epidermal keratinositlerden de sentezlendiği ve doku hasarı ile salınan interlökin (IL) -1 tarafından epidermisteki kortizol üretiminin indüklendiği gösterilmiştir.", "question": "Kortizolün üretimi epidermiste hangi faktör tarafından indüklenir?", "answers": { "text": [ "interlökin (IL) -1" ], "answer_start": [ 1208 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler neye göre farklılık göstermektedir?", "answers": { "text": [ "akut veya kronik" ], "answer_start": [ 53 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Akut ürtikerde etiyolojik nedenlerin tespit edilmesi ne kadar mümkündür?", "answers": { "text": [ "sıklıkla" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Kronik spontan ürtiker hastalarında etiyoloji yüzde kaç aralığında saptanabilir?", "answers": { "text": [ "%70-90" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Kronik ürtikerli hastaların ne kadarlık bir kısmında etiyolojik neden bulunabilir?", "answers": { "text": [ "%10-30" ], "answer_start": [ 331 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Kronik spontan ürtiker hastalarında etiyoloji ne kadar saptanabilir?", "answers": { "text": [ "%70-90" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Kronik ürtiker vakalarında etiyolojide hangi faktörler yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar" ], "answer_start": [ 559 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Fiziksel uyaranlar arasında hangi tür ürtikerler bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker" ], "answer_start": [ 711 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Kronik ürtikerde etiyolojik neden tespiti ne kadar güçtür?", "answers": { "text": [ "oldukça güçtür" ], "answer_start": [ 280 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan hangi neden tespit edilebilirken?", "answers": { "text": [ "etiyolojik" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Ürtikerli hastalarda etiyolojik faktörler hastalığın akut veya kronik olmasına göre farklılık göstermektedir. Akut ürtikerde sıklıkla altta yatan etiyolojik neden tespit edilebilirken kronik ürtikerde çoğu zaman bu mümkün olmamaktadır. Kronik ürtikerde etiyolojik nedeni saptamak oldukça güçtür. Kronik ürtikerli hastaların sadece %10-30 kadarında neden saptanabilmektedir. Kronik spontan ürtikerde ise bu oran daha da düşük olup hastaların %70-90’ında etiyoloji saptanamamaktadır. Etiyolojik ajan saptanabilen kronik ürtiker vakalarında etiyolojide sıklıkla advers ilaç reaksiyonları, advers gıda reaksiyonları, inhalanlar, enfeksiyon ve enfestasyonlar, dahili hastalıklar, maligniteler ve fiziksel uyaranlar (dermografizm, basınç ürtikeri, soğuk ürtikeri, sıcak ürtikeri, kolinerjik ürtiker, solar ürtiker) yer almaktadır.", "question": "Kronik spontan ürtikerde etiyoloji saptanamama oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%70-90" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "PAPP-A ilk olarak kimler tarafından tanımlandı?", "answers": { "text": [ "Lin ve arkadaşları" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "PAPP-A hangi yıl tanımlandı?", "answers": { "text": [ "1974" ], "answer_start": [ 48 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "PAPP-A, ilk olarak hangi tür hastaların serumlarında yüksek olarak tespit edilmiştir?", "answers": { "text": [ "gebe kadınların" ], "answer_start": [ 61 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "PAPP-A'nın fonksiyonu kaç yıl boyunca net olarak bilinmedi?", "answers": { "text": [ "25" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "Neyin ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi?", "answers": { "text": [ "Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının" ], "answer_start": [ 205 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "IGFBP-4'ü bölmek için hangi faktör gereklidir?", "answers": { "text": [ "İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF)" ], "answer_start": [ 572 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "Lawrence ve arkadaşları 1999 yılında neyi insan fibroblast kültür ortamından izole ettiler?", "answers": { "text": [ "IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını" ], "answer_start": [ 666 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "PAPP-A'nın neler tarafından sentezlenebildiği anlaşıldı?", "answers": { "text": [ "damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre" ], "answer_start": [ 827 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "PAPP-A hangi nelerden sentezlenebilmektedir?", "answers": { "text": [ "damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından" ], "answer_start": [ 827 ] } }, { "context": "PAPP-A ilk olarak Lin ve arkadaşları tarafından 1974 yılında gebe kadınların serumlarında yüksek olarak tesbit edilen dört proteinden biri olarak bulundu. Yaklaşık 25 yıl fonksiyonu net olarak bilinemedi. Brambati ve arkadaşlarının Down Sendromlu doğumu olan gebelerin plasmasında PAPP-A oranını yüksek bulmalarının ardından PAPP-A araştırmaları popüler hale geldi. 1990'lı yıllarda pek çok laboratuar çeşitli hücre kültürlerinde İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4) karşı proteaz kabiliyeti olan bir protein bildirdi. Bu proteaz IGFBP-4’ü bölmek için İnsulin-like growth factor l veya ll’ye (IGF) gereksinim duymaktaydı. Lawrence ve ark 1999 da IGF'ye bağımlı IGFBP-4 proteazını insan fibroblast kültür ortamından izole ettiklerini ve PAPP-A olarak tanımladıklarını bildirdiler. Daha sonraları, PAPP-A'nın damar düz kasından, yumurtalıkta granülosa hücrelerinden, plesentada trofoblastlardan ve pek çok hücre tarafından sentezlenebildiği, yani yalnızca gebelikle ilişkili olmadığı anlaşıldı.", "question": "PAPP-A'nın hangi protein için proteaz kabiliyeti vardır?", "answers": { "text": [ "İnsulin-like growth factor binding protein-4’e (IGFBP-4" ], "answer_start": [ 430 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "PAPP-A ve proMBP'nin ana sentez bölgeleri neresidir?", "answers": { "text": [ "plasenta" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "PAPP-A mRNA'sı hangi hücrelerde lokalizedir?", "answers": { "text": [ "trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda" ], "answer_start": [ 164 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "ProMBP mRNA'sı hangi hücrelerde lokalizedir?", "answers": { "text": [ "plasental X hücrelerde" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki hangi iki mRNA miktarları arasındaki oran değişir?", "answers": { "text": [ "proMBP ve PAPP-A" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "İlk trimester plasentasında hangi iki mRNA türü term plasentaya göre daha düşüktür?", "answers": { "text": [ "proMBP ve PAPP-A" ], "answer_start": [ 350 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "İlk trimesterda görülen proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde ne kadar düşer?", "answers": { "text": [ "4 kata" ], "answer_start": [ 643 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "PAPP-A ve proMBP mRNAları hangi tür dokularda bulunur?", "answers": { "text": [ "reprodüktif veya non-reprodüktif" ], "answer_start": [ 752 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "Kadın üreme sisteminde PAPP-A ve proMBP mRNAlarının bulunduğu dokulardan bazıları nelerdir?", "answers": { "text": [ "overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium" ], "answer_start": [ 870 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "PAPP-A ve proMBP mRNAlarının bulunduğu nonreprodüktif dokulardan bazıları nelerdir?", "answers": { "text": [ "böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri" ], "answer_start": [ 939 ] } }, { "context": "Gebelikte PAPP-A ve proMBP plasentada en çok exprese edilen genlere sahip olup ana sentez bölgeleri plasentadır. Yapılan çalışmalarla görülmüştür ki PAPP-A mRNA'sı trofoblastlardan derive septal X hücreler ve sinsityotrofoblastlarda lokalize iken proMBP mRNA sı sadece plasental X hücrelerde lokalizedir. Gebelik haftasının değişimi ile plasentadaki proMBP ve PAPP-A mRNA miktarları arasındaki oran da sürekli değişmektedir. Her iki mRNA türü de ilk trimester plasentasında term plasentaya göre daha düşüktür. Fakat PAPP-A mRNA’sı proMBP’ninkinden daha fazla artar. İlk trimesterda görülen 10 kat proMBP fazlalığı üçüncü trimesterde neredeyse 4 kata kadar iner. Yapılan analizler sonucu elde edilen bulgular hem PAPP-A hem de proMBP mRNAlarının birçok reprodüktif veya non-reprodüktif dokuda bulunduğunu ortaya çıkarmıştır. Bu dokulardan bazıları kadın üreme sisteminde overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium sayılabilir. Ayrıca böbrek, kolon, kemik iliği hücresi, meme ve meme kanseri gibi nonreprodüktif dokularda da hem PAPP-A hem de proMBP’nin sentezinin yapıldığı görülmüştür.", "question": "Kadın üreme sisteminde PAPP-A ve proMBP mRNAlarının bulunduğu dokular nelerdir?", "answers": { "text": [ "overler, tuba uterina, endometrium ve myometrium" ], "answer_start": [ 870 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "Down Sendromu (DS) nedir?", "answers": { "text": [ "kromozom anormalliği" ], "answer_start": [ 72 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "Trisomi 21’li gebelerde hangi maddelerin serum seviyeleri anormaldir?", "answers": { "text": [ "birçok madde" ], "answer_start": [ 189 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "Down Sendromlu fetüs varlığında PAPP-A seviyesi ne zaman düşer?", "answers": { "text": [ "ilk trimester" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "Gebelik haftası ilerledikçe normal ve DS'lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "giderek azalmaktadır" ], "answer_start": [ 417 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "PAPP-A hangi trimesterde Down Sendromu taramasında marker olarak kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "birinci trimester" ], "answer_start": [ 481 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "PAPP-A ve serbest beta HCG hangi haftalar arasında trizomi tarama markerı olarak önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "9 ile 13." ], "answer_start": [ 653 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda tarama hızı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "%56-%62" ], "answer_start": [ 877 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "PAPP-A ve serbest beta HCG taramalarında yanlış pozitiflik oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%5" ], "answer_start": [ 852 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "PAPP-A ve serbest beta HCG ne zaman çok merkezli çalışmalarda değerlendirildi?", "answers": { "text": [ "90'lı yıllarda" ], "answer_start": [ 719 ] } }, { "context": "Down Sendromu (DS) etkilenen yenidoğanların uzun süre yaşayabildiği bir kromozom anormalliğidir. Yıllardır yapılan çalışmalarda trisomi 21’li gebelerin serumlarında seviyeleri anormal olan birçok madde gözlenmiştir. PAPP-A da bunlaran biridir. DS’lu fetus varlığında ilk trimester PAPP-A seviyesi ciddi oranda düşmektedir. Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır. Bu nedenle PAPP-A DS’u taramasında sadece birinci trimesterde marker olarak kullanılabilir. Yapılan retrospektif ve vaka-kontrol çalışmalarında PAPP-A ve serbest beta HCG’nin trizomi tarama markerı olarak en ideal 9 ile 13. gebelik haftaları arasında kullanımlarını önermektedir. 90'lı yıllarda yapılan çok merkezli çalışmalarda PAPP-A ve serbest beta HCG’nin gebelik yaşı ile beraber değerlendirilmesi durumunda %5 yanlış pozitiflik ile %56-%62 arasında tarama hızına ulaştıkları gösterildi.", "question": "PAPP-A neden Down Sendromu taramasında sadece birinci trimesterde kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "Gebelik haftası ilerledikçe normal gebelikler ile DS’lu gebelikler arasındaki PAPP-A farkı da giderek azalmaktadır" ], "answer_start": [ 323 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "Beta HCG'ye başka hangi isim verilmektedir?", "answers": { "text": [ "gebelik hormonu" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "Gebeliğin erken zamanlarında Beta HCG nerede üretilir?", "answers": { "text": [ "plasentada" ], "answer_start": [ 75 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "Gebeliğin ilerleyen haftalarında Beta HCG hangi hücreler tarafından üretilmeye başlanır?", "answers": { "text": [ "sinsityotrofolastlarca" ], "answer_start": [ 162 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "Beta HCG plasenta dışında hangi organlarda üretilir?", "answers": { "text": [ "fetal karaciğerde" ], "answer_start": [ 239 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "HCG'nin yapısı kaç subünitten oluşur?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 393 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "HCG’nin alfa subüniti hangi hormonlarla aynı yapıdadır?", "answers": { "text": [ "LH, FSH ve TSH" ], "answer_start": [ 436 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı ne kadardır?", "answers": { "text": [ "37500 daltondur" ], "answer_start": [ 596 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "HCG'nin alfa-subunit'i kaç amino asitten oluşmaktadır?", "answers": { "text": [ "92" ], "answer_start": [ 678 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "HCG'de asıl biyolojik aktiviteyi gösteren kısım nedir?", "answers": { "text": [ "Beta subünit" ], "answer_start": [ 709 ] } }, { "context": "Beta HCG’ye gebelik hormonu da denilmektedir. Gebeliğin erken zamanlarında plasentada sitotrofoblastlar tarafından üretilir. Ama gebeliğin ilerleyen haftalarında sinsityotrofolastlarca da üretilmeye başlanır. Beta HCG’nin plasenta dışında fetal karaciğerde, erkekte ve gebe olmayan kadınlarda da hipofiz bezinde çok az miktarda üretildiği saptanmıştır. HCG’nin yapısı alfa ve beta olmak üzere iki subünitten oluşmaktadır. Alfa subüniti LH, FSH ve TSH gibi glikoprotein hormonlarda aynı yapıdadır. HCG’nin ortalama moleküler ağırlığı 14000’i alfa HCG’ye 23500’ü beta HCG’ye ait olmak üzere toplam 37500 daltondur. Tüm glikoprotein yapılı hormonlarda (GPH) aynı olan alfa-subunit 92 amino asitten oluşmaktadır. Beta subünit ise asıl biyolojik aktivite gösteren kısımdır. Bu beta subünit, mesela HCG ve LH arasında %80 olmak üzere, glikoprotein hormonlar arasında değişik derecelerde homoloji gösterebilir.", "question": "Beta subünit, HCG ve LH arasında yüzde kaç homoloji gösterir?", "answers": { "text": [ "%80" ], "answer_start": [ 812 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Down Sendromu (DS) hangi kromozomun trizomik olması sonucu oluşur?", "answers": { "text": [ "1" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Down Sendromu'nun fenotipik bulgularını ilk kim tanımladı?", "answers": { "text": [ "John Langdon Down" ], "answer_start": [ 96 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Down Sendromu'nda trizomi 21’li bireylerin yüzleri nasıl görünür?", "answers": { "text": [ "düz" ], "answer_start": [ 351 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Fraser ve Mitchell hangi yıl Down Sendromu'nun konjenital bir hastalık olduğunu buldular?", "answers": { "text": [ "1876" ], "answer_start": [ 452 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Shuttleworth, Down Sendromu ile hangi faktör arasında ilişki buldu?", "answers": { "text": [ "ileri anne yaşı" ], "answer_start": [ 559 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Down Sendromu'nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını kim bildirdi?", "answers": { "text": [ "Lejeune" ], "answer_start": [ 703 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Down Sendromu olan bireylerde mutlaka hangi problem görülür?", "answers": { "text": [ "mental" ], "answer_start": [ 843 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Down Sendromu olan bireylerde sıkça görülen iki özellik nedir?", "answers": { "text": [ "karakteristik yüz hatları ve hipotoni" ], "answer_start": [ 900 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Down Sendromu olan bireylerin yaklaşık yarısında hangi tür anomali vardır?", "answers": { "text": [ "kalp anomalileri" ], "answer_start": [ 994 ] } }, { "context": "1 numaralı kromozomun trizomik olması sonucu oluşan hastalığa Down Sendromu (DS) denilmektedir. John Langdon Down 1866 yılında bu hastalığın fenotipik bulgularını tanımladı. Longdon Down trizomi 21’li bireyleri derilerindeki elastisite yetersizliğine bağlı olarak ortaya çıkan; ciltlerinin vücutları için çok geniş, burunlarının küçük, yüzlerinin ise düz olarak göründüğünü ‘Observation on ethnic classification of idiots’ adlı makalesinde tarif etti. 1876 yılında Fraser ve Mitchell DS’nun konjenital bir hastalık olduğunu, 1909 yılında ise Shuttleworth ise ileri anne yaşı ile ilişki olduğunu buldular. 1956 yılında Tijo ve Levan sağlıklı bireylerin kromozom sayısını gösterdikten sonra, 1959 yılında Lejeune DS’nun 21. kromozomun 3 adet olmasından kaynaklandığını bildirdi. Tüm DS’lu bireylerde şiddeti çok değişken olmasına rağmen mutlaka mental problem görülür. Neredeyse tüm bireylerde görülen karakteristik yüz hatları ve hipotoni mevcuttur. DS’lu bireylerin yaklaşık yarısında doğumsal kalp anomalileri vardır. Diğer sistemlere ait anomaliler de sağlıklı bireylere kıyasla artmış oranlarda saptanmaktadır.", "question": "Down Sendromu olan bireylerde diğer sistemlere ait anomaliler sağlıklı bireylere kıyasla nasıl bir oran gösterir?", "answers": { "text": [ "artmış" ], "answer_start": [ 1081 ] } } ]