[ { "context": "Tıp, bir hastaya bakma, teşhis, prognoz, önleme, tedavi, yaralanma veya hastalıklarının palyasyonunu yönetme ve sağlığını geliştirme bilimi ve uygulamasıdır. Tıp, hastalıkların önlenmesi ve tedavisi yoluyla sağlığı korumak ve iyileştirmek için geliştirilen çeşitli sağlık uygulamalarını kapsar. Çağdaş tıp, yaralanma ve hastalıkları teşhis etmek, tedavi etmek ve önlemek için biyomedikal bilimleri, biyomedikal araştırmaları, genetiği ve tıbbi teknolojiyi, tipik olarak farmasötikler veya cerrahi yoluyla, ancak aynı zamanda psikoterapi, harici ateller ve traksiyon, tıbbi cihazlar, biyolojikler ve iyonlaştırıcı radyasyon gibi çeşitli tedaviler yoluyla uygular.", "question": "Tıp nedir?", "answers": { "text": [ "bir hastaya bakma, teşhis, prognoz, önleme, tedavi, yaralanma veya hastalıklarının palyasyonunu yönetme ve sağlığını geliştirme bilimi ve uygulamasıdır" ], "answer_start": [ 5 ] } }, { "context": "Tıp, bir hastaya bakma, teşhis, prognoz, önleme, tedavi, yaralanma veya hastalıklarının palyasyonunu yönetme ve sağlığını geliştirme bilimi ve uygulamasıdır. Tıp, hastalıkların önlenmesi ve tedavisi yoluyla sağlığı korumak ve iyileştirmek için geliştirilen çeşitli sağlık uygulamalarını kapsar. Çağdaş tıp, yaralanma ve hastalıkları teşhis etmek, tedavi etmek ve önlemek için biyomedikal bilimleri, biyomedikal araştırmaları, genetiği ve tıbbi teknolojiyi, tipik olarak farmasötikler veya cerrahi yoluyla, ancak aynı zamanda psikoterapi, harici ateller ve traksiyon, tıbbi cihazlar, biyolojikler ve iyonlaştırıcı radyasyon gibi çeşitli tedaviler yoluyla uygular.", "question": "Tıp neyi kapsar?", "answers": { "text": [ "çeşitli sağlık uygulamalarını" ], "answer_start": [ 257 ] } }, { "context": "Tıp, bir hastaya bakma, teşhis, prognoz, önleme, tedavi, yaralanma veya hastalıklarının palyasyonunu yönetme ve sağlığını geliştirme bilimi ve uygulamasıdır. Tıp, hastalıkların önlenmesi ve tedavisi yoluyla sağlığı korumak ve iyileştirmek için geliştirilen çeşitli sağlık uygulamalarını kapsar. Çağdaş tıp, yaralanma ve hastalıkları teşhis etmek, tedavi etmek ve önlemek için biyomedikal bilimleri, biyomedikal araştırmaları, genetiği ve tıbbi teknolojiyi, tipik olarak farmasötikler veya cerrahi yoluyla, ancak aynı zamanda psikoterapi, harici ateller ve traksiyon, tıbbi cihazlar, biyolojikler ve iyonlaştırıcı radyasyon gibi çeşitli tedaviler yoluyla uygular.", "question": "Çağdaş tıp hangi alanları uygular?", "answers": { "text": [ "biyomedikal bilimleri, biyomedikal araştırmaları, genetiği ve tıbbi teknolojiyi" ], "answer_start": [ 376 ] } }, { "context": "Tıp, bir hastaya bakma, teşhis, prognoz, önleme, tedavi, yaralanma veya hastalıklarının palyasyonunu yönetme ve sağlığını geliştirme bilimi ve uygulamasıdır. Tıp, hastalıkların önlenmesi ve tedavisi yoluyla sağlığı korumak ve iyileştirmek için geliştirilen çeşitli sağlık uygulamalarını kapsar. Çağdaş tıp, yaralanma ve hastalıkları teşhis etmek, tedavi etmek ve önlemek için biyomedikal bilimleri, biyomedikal araştırmaları, genetiği ve tıbbi teknolojiyi, tipik olarak farmasötikler veya cerrahi yoluyla, ancak aynı zamanda psikoterapi, harici ateller ve traksiyon, tıbbi cihazlar, biyolojikler ve iyonlaştırıcı radyasyon gibi çeşitli tedaviler yoluyla uygular.", "question": "Çağdaş tıpta tedavi yolları nelerdir?", "answers": { "text": [ "psikoterapi, harici ateller ve traksiyon, tıbbi cihazlar, biyolojikler ve iyonlaştırıcı radyasyon" ], "answer_start": [ 525 ] } }, { "context": "Tıp, bir hastaya bakma, teşhis, prognoz, önleme, tedavi, yaralanma veya hastalıklarının palyasyonunu yönetme ve sağlığını geliştirme bilimi ve uygulamasıdır. Tıp, hastalıkların önlenmesi ve tedavisi yoluyla sağlığı korumak ve iyileştirmek için geliştirilen çeşitli sağlık uygulamalarını kapsar. Çağdaş tıp, yaralanma ve hastalıkları teşhis etmek, tedavi etmek ve önlemek için biyomedikal bilimleri, biyomedikal araştırmaları, genetiği ve tıbbi teknolojiyi, tipik olarak farmasötikler veya cerrahi yoluyla, ancak aynı zamanda psikoterapi, harici ateller ve traksiyon, tıbbi cihazlar, biyolojikler ve iyonlaştırıcı radyasyon gibi çeşitli tedaviler yoluyla uygular.", "question": "Tıp hangi yollarla sağlığı korumak ve iyileştirmek için kullanılır?", "answers": { "text": [ "hastalıkların önlenmesi ve tedavisi" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Tedavi, sağlığı bozulmuş olan bireyi sağlıklı duruma kavuşturma amacıyla yapılan tıbbi işlemler bütünüdür. Tanı, anamnez ve fizik muayeneden sonra yapılır. Tedavi doğal, spor, ilaç, tıbbi cihaz, tıbbi test, tıbbi görüntüleme, ameliyat ve farklı tıbbi prosedürlerle yapılabilir. Özel tedavi şekillerine terapi adı verilmektedir. Tek başına ruhsal yolla tedavi şekline de terapi denilmektedir. Hastalık tedavisi evde, doğada, hastane, sağlık ocağı ve başka yerlerde yapılır.", "question": "Tedavi nedir?", "answers": { "text": [ "sağlığı bozulmuş olan bireyi sağlıklı duruma kavuşturma amacıyla yapılan tıbbi işlemler bütünü" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Tedavi, sağlığı bozulmuş olan bireyi sağlıklı duruma kavuşturma amacıyla yapılan tıbbi işlemler bütünüdür. Tanı, anamnez ve fizik muayeneden sonra yapılır. Tedavi doğal, spor, ilaç, tıbbi cihaz, tıbbi test, tıbbi görüntüleme, ameliyat ve farklı tıbbi prosedürlerle yapılabilir. Özel tedavi şekillerine terapi adı verilmektedir. Tek başına ruhsal yolla tedavi şekline de terapi denilmektedir. Hastalık tedavisi evde, doğada, hastane, sağlık ocağı ve başka yerlerde yapılır.", "question": "Tedavi ne zaman yapılır?", "answers": { "text": [ "Tanı, anamnez ve fizik muayeneden sonra" ], "answer_start": [ 107 ] } }, { "context": "Tedavi, sağlığı bozulmuş olan bireyi sağlıklı duruma kavuşturma amacıyla yapılan tıbbi işlemler bütünüdür. Tanı, anamnez ve fizik muayeneden sonra yapılır. Tedavi doğal, spor, ilaç, tıbbi cihaz, tıbbi test, tıbbi görüntüleme, ameliyat ve farklı tıbbi prosedürlerle yapılabilir. Özel tedavi şekillerine terapi adı verilmektedir. Tek başına ruhsal yolla tedavi şekline de terapi denilmektedir. Hastalık tedavisi evde, doğada, hastane, sağlık ocağı ve başka yerlerde yapılır.", "question": "Tedavi hangi yöntemlerle yapılabilir?", "answers": { "text": [ "doğal, spor, ilaç, tıbbi cihaz, tıbbi test, tıbbi görüntüleme, ameliyat ve farklı tıbbi prosedürler" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Tedavi, sağlığı bozulmuş olan bireyi sağlıklı duruma kavuşturma amacıyla yapılan tıbbi işlemler bütünüdür. Tanı, anamnez ve fizik muayeneden sonra yapılır. Tedavi doğal, spor, ilaç, tıbbi cihaz, tıbbi test, tıbbi görüntüleme, ameliyat ve farklı tıbbi prosedürlerle yapılabilir. Özel tedavi şekillerine terapi adı verilmektedir. Tek başına ruhsal yolla tedavi şekline de terapi denilmektedir. Hastalık tedavisi evde, doğada, hastane, sağlık ocağı ve başka yerlerde yapılır.", "question": "Tedavi nerelerde yapılır?", "answers": { "text": [ "evde, doğada, hastane, sağlık ocağı ve başka yerlerde" ], "answer_start": [ 410 ] } }, { "context": "Tedavi, sağlığı bozulmuş olan bireyi sağlıklı duruma kavuşturma amacıyla yapılan tıbbi işlemler bütünüdür. Tanı, anamnez ve fizik muayeneden sonra yapılır. Tedavi doğal, spor, ilaç, tıbbi cihaz, tıbbi test, tıbbi görüntüleme, ameliyat ve farklı tıbbi prosedürlerle yapılabilir. Özel tedavi şekillerine terapi adı verilmektedir. Tek başına ruhsal yolla tedavi şekline de terapi denilmektedir. Hastalık tedavisi evde, doğada, hastane, sağlık ocağı ve başka yerlerde yapılır.", "question": "Ruhsal yolla yapılan tedavi şekline ne denir?", "answers": { "text": [ "terapi" ], "answer_start": [ 302 ] } }, { "context": "Radyoterapi, iyonlaştırıcı ışın kullanarak kanser hastalığının tedavisidir. Hedef, tümör dokusunu komşu sağlıklı dokuları koruyarak yok edilmesidir. Bu konu ile ilgili anabilim dalına Radyasyon Onkolojisi adı verilir. İyonlaştırıcı ışınların biyolojik etkilerini Radyobiyoloji bilim dalı inceler. Radyoterapi kanser tedavisinde tek başına ya da cerrahi ve/veya kemoterapi ile birlikte kullanılabilir. Cerrahi tedavi ile benzer sonuçlar elde edilen hastalıklarda, organın koruyucu yaklaşım prensibi ile organ kaybı ve ilişkili fonksiyon kaybını önlediğinden tercih edilebilen tedavi yöntemidir.", "question": "Radyoterapi nedir?", "answers": { "text": [ "kanser hastalığının tedavisi" ], "answer_start": [ 43 ] } }, { "context": "Radyoterapi, iyonlaştırıcı ışın kullanarak kanser hastalığının tedavisidir. Hedef, tümör dokusunu komşu sağlıklı dokuları koruyarak yok edilmesidir. Bu konu ile ilgili anabilim dalına Radyasyon Onkolojisi adı verilir. İyonlaştırıcı ışınların biyolojik etkilerini Radyobiyoloji bilim dalı inceler. Radyoterapi kanser tedavisinde tek başına ya da cerrahi ve/veya kemoterapi ile birlikte kullanılabilir. Cerrahi tedavi ile benzer sonuçlar elde edilen hastalıklarda, organın koruyucu yaklaşım prensibi ile organ kaybı ve ilişkili fonksiyon kaybını önlediğinden tercih edilebilen tedavi yöntemidir.", "question": "Radyoterapinin hedefi nedir?", "answers": { "text": [ "tümör dokusunu komşu sağlıklı dokuları koruyarak yok edilmesidir" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "Radyoterapi, iyonlaştırıcı ışın kullanarak kanser hastalığının tedavisidir. Hedef, tümör dokusunu komşu sağlıklı dokuları koruyarak yok edilmesidir. Bu konu ile ilgili anabilim dalına Radyasyon Onkolojisi adı verilir. İyonlaştırıcı ışınların biyolojik etkilerini Radyobiyoloji bilim dalı inceler. Radyoterapi kanser tedavisinde tek başına ya da cerrahi ve/veya kemoterapi ile birlikte kullanılabilir. Cerrahi tedavi ile benzer sonuçlar elde edilen hastalıklarda, organın koruyucu yaklaşım prensibi ile organ kaybı ve ilişkili fonksiyon kaybını önlediğinden tercih edilebilen tedavi yöntemidir.", "question": "Radyasyon Onkolojisi nedir?", "answers": { "text": [ "Radyoterapi" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Radyoterapi, iyonlaştırıcı ışın kullanarak kanser hastalığının tedavisidir. Hedef, tümör dokusunu komşu sağlıklı dokuları koruyarak yok edilmesidir. Bu konu ile ilgili anabilim dalına Radyasyon Onkolojisi adı verilir. İyonlaştırıcı ışınların biyolojik etkilerini Radyobiyoloji bilim dalı inceler. Radyoterapi kanser tedavisinde tek başına ya da cerrahi ve/veya kemoterapi ile birlikte kullanılabilir. Cerrahi tedavi ile benzer sonuçlar elde edilen hastalıklarda, organın koruyucu yaklaşım prensibi ile organ kaybı ve ilişkili fonksiyon kaybını önlediğinden tercih edilebilen tedavi yöntemidir.", "question": "Radyobiyoloji bilim dalı neyi inceler?", "answers": { "text": [ "İyonlaştırıcı ışınların biyolojik etkilerini" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Radyoterapi, iyonlaştırıcı ışın kullanarak kanser hastalığının tedavisidir. Hedef, tümör dokusunu komşu sağlıklı dokuları koruyarak yok edilmesidir. Bu konu ile ilgili anabilim dalına Radyasyon Onkolojisi adı verilir. İyonlaştırıcı ışınların biyolojik etkilerini Radyobiyoloji bilim dalı inceler. Radyoterapi kanser tedavisinde tek başına ya da cerrahi ve/veya kemoterapi ile birlikte kullanılabilir. Cerrahi tedavi ile benzer sonuçlar elde edilen hastalıklarda, organın koruyucu yaklaşım prensibi ile organ kaybı ve ilişkili fonksiyon kaybını önlediğinden tercih edilebilen tedavi yöntemidir.", "question": "Radyoterapi ne kullanarak kanser hastalığını tedavi eder?", "answers": { "text": [ "iyonlaştırıcı ışın" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Mamografi, memenin filmini çeken özel bir cihaz. Meme kanserinin teşhisindeki en etkin görüntüleme yöntemlerinden biridir.Memede, muayene ile saptanamayacak kadar küçük anormalliklerin tespit edilmesi amacıyla uygulanan mamografi yönteminde elde edilen sonuç, meme kanseri tanısında büyük önem taşımaktadır. Her yaştaki kadına tıbbi gereklilik halinde mamografi uygulaması yapılabilir ancak yakınması olmayan hastaların da 35-40 yaş aralığında en az 1 kez mamografi yaptırması öngörülmektedir. Hiçbir şikayeti olmayan kadınların yaşlarına uygun yıllık takipler yaptırması, meme kanserine karşı tek korunma yoludur.", "question": "Mamografi nedir?", "answers": { "text": [ "memenin filmini çeken özel bir cihaz" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Mamografi, memenin filmini çeken özel bir cihaz. Meme kanserinin teşhisindeki en etkin görüntüleme yöntemlerinden biridir.Memede, muayene ile saptanamayacak kadar küçük anormalliklerin tespit edilmesi amacıyla uygulanan mamografi yönteminde elde edilen sonuç, meme kanseri tanısında büyük önem taşımaktadır. Her yaştaki kadına tıbbi gereklilik halinde mamografi uygulaması yapılabilir ancak yakınması olmayan hastaların da 35-40 yaş aralığında en az 1 kez mamografi yaptırması öngörülmektedir. Hiçbir şikayeti olmayan kadınların yaşlarına uygun yıllık takipler yaptırması, meme kanserine karşı tek korunma yoludur.", "question": "Mamografinin meme kanserinin teşhisindeki rolü nedir?", "answers": { "text": [ "etkin görüntüleme yöntemlerinden biri" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Mamografi, memenin filmini çeken özel bir cihaz. Meme kanserinin teşhisindeki en etkin görüntüleme yöntemlerinden biridir.Memede, muayene ile saptanamayacak kadar küçük anormalliklerin tespit edilmesi amacıyla uygulanan mamografi yönteminde elde edilen sonuç, meme kanseri tanısında büyük önem taşımaktadır. Her yaştaki kadına tıbbi gereklilik halinde mamografi uygulaması yapılabilir ancak yakınması olmayan hastaların da 35-40 yaş aralığında en az 1 kez mamografi yaptırması öngörülmektedir. Hiçbir şikayeti olmayan kadınların yaşlarına uygun yıllık takipler yaptırması, meme kanserine karşı tek korunma yoludur.", "question": "Mamografi yöntemi ne amaçla uygulanır?", "answers": { "text": [ "Memede, muayene ile saptanamayacak kadar küçük anormalliklerin tespit edilmesi" ], "answer_start": [ 122 ] } }, { "context": "Mamografi, memenin filmini çeken özel bir cihaz. Meme kanserinin teşhisindeki en etkin görüntüleme yöntemlerinden biridir.Memede, muayene ile saptanamayacak kadar küçük anormalliklerin tespit edilmesi amacıyla uygulanan mamografi yönteminde elde edilen sonuç, meme kanseri tanısında büyük önem taşımaktadır. Her yaştaki kadına tıbbi gereklilik halinde mamografi uygulaması yapılabilir ancak yakınması olmayan hastaların da 35-40 yaş aralığında en az 1 kez mamografi yaptırması öngörülmektedir. Hiçbir şikayeti olmayan kadınların yaşlarına uygun yıllık takipler yaptırması, meme kanserine karşı tek korunma yoludur.", "question": "Yakınması olmayan hastalara mamografi hangi yaş aralığında önerilir?", "answers": { "text": [ "35-40" ], "answer_start": [ 423 ] } }, { "context": "Mamografi, memenin filmini çeken özel bir cihaz. Meme kanserinin teşhisindeki en etkin görüntüleme yöntemlerinden biridir.Memede, muayene ile saptanamayacak kadar küçük anormalliklerin tespit edilmesi amacıyla uygulanan mamografi yönteminde elde edilen sonuç, meme kanseri tanısında büyük önem taşımaktadır. Her yaştaki kadına tıbbi gereklilik halinde mamografi uygulaması yapılabilir ancak yakınması olmayan hastaların da 35-40 yaş aralığında en az 1 kez mamografi yaptırması öngörülmektedir. Hiçbir şikayeti olmayan kadınların yaşlarına uygun yıllık takipler yaptırması, meme kanserine karşı tek korunma yoludur.", "question": "Meme kanserine karşı tek korunma yolu nedir?", "answers": { "text": [ "yıllık takipler yaptırması" ], "answer_start": [ 545 ] } }, { "context": "Onkoloji kanserin oluşumu, nedenleri, kalıtımla ilişkisi, tanısı, tedavisi, kanserle ilgili istatisikler ve kanserden korunmayla ilgilenen tıp dalıdır. Kanser bir tümör türüdür, kötü huylu (kötücül, habis, malin) tümörleri ifade eder. Onkoloji Türkçede 'kanserbilim' olarak ifade edilebilir.\n\nRadyasyon Onkolojisi ve Tıbbi Onkoloji (Medikal Onkoloji), kanserli hastaların takip ve tedavisini yapar. Bu hastaların takip ve tedavisinde gerektiğinde ilgili cerrahi uzmanları ile iş birliği yapılır. Medikal Onkoloji bilim dalının uzmanlarına tıbbi onkoloji uzmanı, radyasyon onkolojisi Ana Bilim Dalı uzmanlarına ise radyasyon onkolojisi uzmanı denir.", "question": "Onkoloji nedir?", "answers": { "text": [ "tıp dalıdır" ], "answer_start": [ 139 ] } }, { "context": "Onkoloji kanserin oluşumu, nedenleri, kalıtımla ilişkisi, tanısı, tedavisi, kanserle ilgili istatisikler ve kanserden korunmayla ilgilenen tıp dalıdır. Kanser bir tümör türüdür, kötü huylu (kötücül, habis, malin) tümörleri ifade eder. Onkoloji Türkçede 'kanserbilim' olarak ifade edilebilir.\n\nRadyasyon Onkolojisi ve Tıbbi Onkoloji (Medikal Onkoloji), kanserli hastaların takip ve tedavisini yapar. Bu hastaların takip ve tedavisinde gerektiğinde ilgili cerrahi uzmanları ile iş birliği yapılır. Medikal Onkoloji bilim dalının uzmanlarına tıbbi onkoloji uzmanı, radyasyon onkolojisi Ana Bilim Dalı uzmanlarına ise radyasyon onkolojisi uzmanı denir.", "question": "Kanser nedir?", "answers": { "text": [ "tümör türüdür" ], "answer_start": [ 163 ] } }, { "context": "Onkoloji kanserin oluşumu, nedenleri, kalıtımla ilişkisi, tanısı, tedavisi, kanserle ilgili istatisikler ve kanserden korunmayla ilgilenen tıp dalıdır. Kanser bir tümör türüdür, kötü huylu (kötücül, habis, malin) tümörleri ifade eder. Onkoloji Türkçede 'kanserbilim' olarak ifade edilebilir.\n\nRadyasyon Onkolojisi ve Tıbbi Onkoloji (Medikal Onkoloji), kanserli hastaların takip ve tedavisini yapar. Bu hastaların takip ve tedavisinde gerektiğinde ilgili cerrahi uzmanları ile iş birliği yapılır. Medikal Onkoloji bilim dalının uzmanlarına tıbbi onkoloji uzmanı, radyasyon onkolojisi Ana Bilim Dalı uzmanlarına ise radyasyon onkolojisi uzmanı denir.", "question": "Onkoloji Türkçede nasıl ifade edilir?", "answers": { "text": [ "kanserbilim" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Onkoloji kanserin oluşumu, nedenleri, kalıtımla ilişkisi, tanısı, tedavisi, kanserle ilgili istatisikler ve kanserden korunmayla ilgilenen tıp dalıdır. Kanser bir tümör türüdür, kötü huylu (kötücül, habis, malin) tümörleri ifade eder. Onkoloji Türkçede 'kanserbilim' olarak ifade edilebilir.\n\nRadyasyon Onkolojisi ve Tıbbi Onkoloji (Medikal Onkoloji), kanserli hastaların takip ve tedavisini yapar. Bu hastaların takip ve tedavisinde gerektiğinde ilgili cerrahi uzmanları ile iş birliği yapılır. Medikal Onkoloji bilim dalının uzmanlarına tıbbi onkoloji uzmanı, radyasyon onkolojisi Ana Bilim Dalı uzmanlarına ise radyasyon onkolojisi uzmanı denir.", "question": "Radyasyon Onkolojisi ve Tıbbi Onkoloji ne yapar?", "answers": { "text": [ "kanserli hastaların takip ve tedavisini" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Onkoloji kanserin oluşumu, nedenleri, kalıtımla ilişkisi, tanısı, tedavisi, kanserle ilgili istatisikler ve kanserden korunmayla ilgilenen tıp dalıdır. Kanser bir tümör türüdür, kötü huylu (kötücül, habis, malin) tümörleri ifade eder. Onkoloji Türkçede 'kanserbilim' olarak ifade edilebilir.\n\nRadyasyon Onkolojisi ve Tıbbi Onkoloji (Medikal Onkoloji), kanserli hastaların takip ve tedavisini yapar. Bu hastaların takip ve tedavisinde gerektiğinde ilgili cerrahi uzmanları ile iş birliği yapılır. Medikal Onkoloji bilim dalının uzmanlarına tıbbi onkoloji uzmanı, radyasyon onkolojisi Ana Bilim Dalı uzmanlarına ise radyasyon onkolojisi uzmanı denir.", "question": "Radyasyon Onkolojisi uzmanları hangi bilim dalına aittir?", "answers": { "text": [ "radyasyon onkolojisi" ], "answer_start": [ 562 ] } }, { "context": "İmmünoloji, bağışıklık ve farklı organizmaların bağışıklık sistemleri ile ilgilenen bilim alt dalıdır. Türkçeye, Fransızca immunologie kelimesinden türeyerek gelmiştir. Türkçede bağışıklık bilimi olarak da adlandırılır. İmmünoloji, çeşitli organizmalardaki bağışıklık olayları ve bu organizmanın çeşitli yabancı maddelere karşı savunma reaksiyonlarını kapsamaktadır. Ayrıca bağışıklık sisteminin yapısı, normal ve normal dışı fonksiyonlarını inceler. İmmünoloji oldukça geniş bir daldır ve birçok alt dala sahiptir; immünoterapi, immünogenetik ve evrimsel immünoloji gibi. Ayrıca farklı bilimsel disiplinlerde immünolojik bulgular kullanılabilir, immünolojik yönler olabilir.", "question": "İmmünoloji nedir?", "answers": { "text": [ "bağışıklık ve farklı organizmaların bağışıklık sistemleri ile ilgilenen bilim alt dalı" ], "answer_start": [ 12 ] } }, { "context": "İmmünoloji, bağışıklık ve farklı organizmaların bağışıklık sistemleri ile ilgilenen bilim alt dalıdır. Türkçeye, Fransızca immunologie kelimesinden türeyerek gelmiştir. Türkçede bağışıklık bilimi olarak da adlandırılır. İmmünoloji, çeşitli organizmalardaki bağışıklık olayları ve bu organizmanın çeşitli yabancı maddelere karşı savunma reaksiyonlarını kapsamaktadır. Ayrıca bağışıklık sisteminin yapısı, normal ve normal dışı fonksiyonlarını inceler. İmmünoloji oldukça geniş bir daldır ve birçok alt dala sahiptir; immünoterapi, immünogenetik ve evrimsel immünoloji gibi. Ayrıca farklı bilimsel disiplinlerde immünolojik bulgular kullanılabilir, immünolojik yönler olabilir.", "question": "İmmünoloji kelimesi Türkçeye hangi dilden türeyerek gelmiştir?", "answers": { "text": [ "Fransızca" ], "answer_start": [ 113 ] } }, { "context": "İmmünoloji, bağışıklık ve farklı organizmaların bağışıklık sistemleri ile ilgilenen bilim alt dalıdır. Türkçeye, Fransızca immunologie kelimesinden türeyerek gelmiştir. Türkçede bağışıklık bilimi olarak da adlandırılır. İmmünoloji, çeşitli organizmalardaki bağışıklık olayları ve bu organizmanın çeşitli yabancı maddelere karşı savunma reaksiyonlarını kapsamaktadır. Ayrıca bağışıklık sisteminin yapısı, normal ve normal dışı fonksiyonlarını inceler. İmmünoloji oldukça geniş bir daldır ve birçok alt dala sahiptir; immünoterapi, immünogenetik ve evrimsel immünoloji gibi. Ayrıca farklı bilimsel disiplinlerde immünolojik bulgular kullanılabilir, immünolojik yönler olabilir.", "question": "İmmünoloji Türkçede nasıl adlandırılır?", "answers": { "text": [ "bağışıklık bilimi" ], "answer_start": [ 178 ] } }, { "context": "İmmünoloji, bağışıklık ve farklı organizmaların bağışıklık sistemleri ile ilgilenen bilim alt dalıdır. Türkçeye, Fransızca immunologie kelimesinden türeyerek gelmiştir. Türkçede bağışıklık bilimi olarak da adlandırılır. İmmünoloji, çeşitli organizmalardaki bağışıklık olayları ve bu organizmanın çeşitli yabancı maddelere karşı savunma reaksiyonlarını kapsamaktadır. Ayrıca bağışıklık sisteminin yapısı, normal ve normal dışı fonksiyonlarını inceler. İmmünoloji oldukça geniş bir daldır ve birçok alt dala sahiptir; immünoterapi, immünogenetik ve evrimsel immünoloji gibi. Ayrıca farklı bilimsel disiplinlerde immünolojik bulgular kullanılabilir, immünolojik yönler olabilir.", "question": "İmmünoloji hangi olayları kapsar?", "answers": { "text": [ "çeşitli organizmalardaki bağışıklık olayları" ], "answer_start": [ 232 ] } }, { "context": "İmmünoloji, bağışıklık ve farklı organizmaların bağışıklık sistemleri ile ilgilenen bilim alt dalıdır. Türkçeye, Fransızca immunologie kelimesinden türeyerek gelmiştir. Türkçede bağışıklık bilimi olarak da adlandırılır. İmmünoloji, çeşitli organizmalardaki bağışıklık olayları ve bu organizmanın çeşitli yabancı maddelere karşı savunma reaksiyonlarını kapsamaktadır. Ayrıca bağışıklık sisteminin yapısı, normal ve normal dışı fonksiyonlarını inceler. İmmünoloji oldukça geniş bir daldır ve birçok alt dala sahiptir; immünoterapi, immünogenetik ve evrimsel immünoloji gibi. Ayrıca farklı bilimsel disiplinlerde immünolojik bulgular kullanılabilir, immünolojik yönler olabilir.", "question": "İmmünoloji hangi alt dallara sahiptir?", "answers": { "text": [ "immünoterapi, immünogenetik ve evrimsel immünoloji" ], "answer_start": [ 516 ] } }, { "context": "Patoloji, hastalık çalışması ve bilimi kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş hastalıklar bilimi anlamına gelen bir sözcüktür. Ayrıca belirli bir bozukluğun tipik özellikleriyle birlikte bütününe patoloji denilebilir. Patoloji (hastalıkbilim) özellikle altta yatan hastalıkla ilgili hücrelerdeki, dokulardaki ve organlardaki yapısal ve işlevsel değişikliklerin tanınması, araştırılması ve incelenmesiyle ilgilenir. Hekimliğin en zor ve en fazla disipline sahip bölümlerinden biri olan patoloji, klinikler ve paraklinikler arasında bir nevi köprü görevi görür. Patoloji alanında uzman olan kişilere patolog veya patoloji uzmanı denmektedir.", "question": "Patoloji sözcüğünün anlamı nedir?", "answers": { "text": [ "hastalıklar bilimi" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Patoloji, hastalık çalışması ve bilimi kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş hastalıklar bilimi anlamına gelen bir sözcüktür. Ayrıca belirli bir bozukluğun tipik özellikleriyle birlikte bütününe patoloji denilebilir. Patoloji (hastalıkbilim) özellikle altta yatan hastalıkla ilgili hücrelerdeki, dokulardaki ve organlardaki yapısal ve işlevsel değişikliklerin tanınması, araştırılması ve incelenmesiyle ilgilenir. Hekimliğin en zor ve en fazla disipline sahip bölümlerinden biri olan patoloji, klinikler ve paraklinikler arasında bir nevi köprü görevi görür. Patoloji alanında uzman olan kişilere patolog veya patoloji uzmanı denmektedir.", "question": "Patoloji (hastalıkbilim) neyle ilgilenir?", "answers": { "text": [ "altta yatan hastalıkla ilgili hücrelerdeki, dokulardaki ve organlardaki yapısal ve işlevsel değişikliklerin tanınması, araştırılması ve incelenmesi" ], "answer_start": [ 251 ] } }, { "context": "Patoloji, hastalık çalışması ve bilimi kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş hastalıklar bilimi anlamına gelen bir sözcüktür. Ayrıca belirli bir bozukluğun tipik özellikleriyle birlikte bütününe patoloji denilebilir. Patoloji (hastalıkbilim) özellikle altta yatan hastalıkla ilgili hücrelerdeki, dokulardaki ve organlardaki yapısal ve işlevsel değişikliklerin tanınması, araştırılması ve incelenmesiyle ilgilenir. Hekimliğin en zor ve en fazla disipline sahip bölümlerinden biri olan patoloji, klinikler ve paraklinikler arasında bir nevi köprü görevi görür. Patoloji alanında uzman olan kişilere patolog veya patoloji uzmanı denmektedir.", "question": "Patoloji hekimlikte klinikler ve paraklinikler arasında nasıl bir görev görür?", "answers": { "text": [ "köprü" ], "answer_start": [ 538 ] } }, { "context": "Patoloji, hastalık çalışması ve bilimi kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş hastalıklar bilimi anlamına gelen bir sözcüktür. Ayrıca belirli bir bozukluğun tipik özellikleriyle birlikte bütününe patoloji denilebilir. Patoloji (hastalıkbilim) özellikle altta yatan hastalıkla ilgili hücrelerdeki, dokulardaki ve organlardaki yapısal ve işlevsel değişikliklerin tanınması, araştırılması ve incelenmesiyle ilgilenir. Hekimliğin en zor ve en fazla disipline sahip bölümlerinden biri olan patoloji, klinikler ve paraklinikler arasında bir nevi köprü görevi görür. Patoloji alanında uzman olan kişilere patolog veya patoloji uzmanı denmektedir.", "question": "Patoloji alanında uzman olan kişilere ne denir?", "answers": { "text": [ "patolog veya patoloji uzmanı" ], "answer_start": [ 596 ] } }, { "context": "Patoloji, hastalık çalışması ve bilimi kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş hastalıklar bilimi anlamına gelen bir sözcüktür. Ayrıca belirli bir bozukluğun tipik özellikleriyle birlikte bütününe patoloji denilebilir. Patoloji (hastalıkbilim) özellikle altta yatan hastalıkla ilgili hücrelerdeki, dokulardaki ve organlardaki yapısal ve işlevsel değişikliklerin tanınması, araştırılması ve incelenmesiyle ilgilenir. Hekimliğin en zor ve en fazla disipline sahip bölümlerinden biri olan patoloji, klinikler ve paraklinikler arasında bir nevi köprü görevi görür. Patoloji alanında uzman olan kişilere patolog veya patoloji uzmanı denmektedir.", "question": "Patoloji hangi alanlarla ilgilidir?", "answers": { "text": [ "hücrelerdeki, dokulardaki ve organlardaki yapısal ve işlevsel değişikliklerin tanınması, araştırılması ve incelenmesiyle" ], "answer_start": [ 281 ] } }, { "context": "Fizik tedavi; yaralanma, hastalık, travma ya da yaşlılık gibi nedenlerle eksilme gösteren fonksiyonel hareketleri geri kazandırma amaçlı yapılan elektrik akımı, sıcak ya da soğuk uygulaması, egzersizler ya da çeşitli uygulamalarla hastaların tedavisine verilen isimdir. Fizyoterapi, Tıp Fakültesinden sonra fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlık eğitimini almış olan hekimlerce (fiziatrist) tanısı konmuş çok geniş hastalık durumlarını kapsar. Uzman hekim tarafından tanısı konmuş tedaviyi üniversitelerin Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü lisans programlarından mezun sağlık çalışanları (fizyoterapist) planlar ve uygular.", "question": "Fizik tedavi nedir?", "answers": { "text": [ "elektrik akımı, sıcak ya da soğuk uygulaması, egzersizler ya da çeşitli uygulamalarla hastaların tedavisine verilen isim" ], "answer_start": [ 145 ] } }, { "context": "Fizik tedavi; yaralanma, hastalık, travma ya da yaşlılık gibi nedenlerle eksilme gösteren fonksiyonel hareketleri geri kazandırma amaçlı yapılan elektrik akımı, sıcak ya da soğuk uygulaması, egzersizler ya da çeşitli uygulamalarla hastaların tedavisine verilen isimdir. Fizyoterapi, Tıp Fakültesinden sonra fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlık eğitimini almış olan hekimlerce (fiziatrist) tanısı konmuş çok geniş hastalık durumlarını kapsar. Uzman hekim tarafından tanısı konmuş tedaviyi üniversitelerin Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü lisans programlarından mezun sağlık çalışanları (fizyoterapist) planlar ve uygular.", "question": "Fizyoterapi hangi hekimler tarafından tanısı konulan hastalıkları kapsar?", "answers": { "text": [ "fiziatrist" ], "answer_start": [ 380 ] } }, { "context": "Fizik tedavi; yaralanma, hastalık, travma ya da yaşlılık gibi nedenlerle eksilme gösteren fonksiyonel hareketleri geri kazandırma amaçlı yapılan elektrik akımı, sıcak ya da soğuk uygulaması, egzersizler ya da çeşitli uygulamalarla hastaların tedavisine verilen isimdir. Fizyoterapi, Tıp Fakültesinden sonra fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlık eğitimini almış olan hekimlerce (fiziatrist) tanısı konmuş çok geniş hastalık durumlarını kapsar. Uzman hekim tarafından tanısı konmuş tedaviyi üniversitelerin Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü lisans programlarından mezun sağlık çalışanları (fizyoterapist) planlar ve uygular.", "question": "Fizik tedavi hangi nedenler için uygulanır?", "answers": { "text": [ "yaralanma, hastalık, travma ya da yaşlılık" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Fizik tedavi; yaralanma, hastalık, travma ya da yaşlılık gibi nedenlerle eksilme gösteren fonksiyonel hareketleri geri kazandırma amaçlı yapılan elektrik akımı, sıcak ya da soğuk uygulaması, egzersizler ya da çeşitli uygulamalarla hastaların tedavisine verilen isimdir. Fizyoterapi, Tıp Fakültesinden sonra fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlık eğitimini almış olan hekimlerce (fiziatrist) tanısı konmuş çok geniş hastalık durumlarını kapsar. Uzman hekim tarafından tanısı konmuş tedaviyi üniversitelerin Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü lisans programlarından mezun sağlık çalışanları (fizyoterapist) planlar ve uygular.", "question": "Fizyoterapistler hangi programlardan mezun olurlar?", "answers": { "text": [ "Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü lisans programlarından" ], "answer_start": [ 507 ] } }, { "context": "Fizik tedavi; yaralanma, hastalık, travma ya da yaşlılık gibi nedenlerle eksilme gösteren fonksiyonel hareketleri geri kazandırma amaçlı yapılan elektrik akımı, sıcak ya da soğuk uygulaması, egzersizler ya da çeşitli uygulamalarla hastaların tedavisine verilen isimdir. Fizyoterapi, Tıp Fakültesinden sonra fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlık eğitimini almış olan hekimlerce (fiziatrist) tanısı konmuş çok geniş hastalık durumlarını kapsar. Uzman hekim tarafından tanısı konmuş tedaviyi üniversitelerin Fizyoterapi ve Rehabilitasyon Bölümü lisans programlarından mezun sağlık çalışanları (fizyoterapist) planlar ve uygular.", "question": "Fizyoterapistler tedaviyi kimlerin tanısına göre planlar ve uygular?", "answers": { "text": [ "Uzman hekim" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Hemşire; birey, aile ve toplumun sağlığını koruma ve geliştirmeye odaklanan, ideal sağlık düzeyine ve yaşam kalitesine ulaştırmayı hedefleyen bir sağlık profesyoneli'dir. Hemşireler, yaşam kalitesini iyileştirmek ve hastanın ihtiyacı olan en doğru tıbbi bakımı verebilmek için doktorlar, hasta, hastanın ailesi ve diğer ekip üyeleriyle işbirliği içinde çalışarak bir bakım planı geliştirir.", "question": "Hemşire nedir?", "answers": { "text": [ "sağlık profesyoneli" ], "answer_start": [ 146 ] } }, { "context": "Hemşire; birey, aile ve toplumun sağlığını koruma ve geliştirmeye odaklanan, ideal sağlık düzeyine ve yaşam kalitesine ulaştırmayı hedefleyen bir sağlık profesyoneli'dir. Hemşireler, yaşam kalitesini iyileştirmek ve hastanın ihtiyacı olan en doğru tıbbi bakımı verebilmek için doktorlar, hasta, hastanın ailesi ve diğer ekip üyeleriyle işbirliği içinde çalışarak bir bakım planı geliştirir.", "question": "Hemşireler neyi hedefler?", "answers": { "text": [ "ideal sağlık düzeyine ve yaşam kalitesine ulaştırmayı" ], "answer_start": [ 77 ] } }, { "context": "Hemşire; birey, aile ve toplumun sağlığını koruma ve geliştirmeye odaklanan, ideal sağlık düzeyine ve yaşam kalitesine ulaştırmayı hedefleyen bir sağlık profesyoneli'dir. Hemşireler, yaşam kalitesini iyileştirmek ve hastanın ihtiyacı olan en doğru tıbbi bakımı verebilmek için doktorlar, hasta, hastanın ailesi ve diğer ekip üyeleriyle işbirliği içinde çalışarak bir bakım planı geliştirir.", "question": "Hemşireler kimlerle işbirliği yaparak bir bakım planı geliştirir?", "answers": { "text": [ "doktorlar, hasta, hastanın ailesi ve diğer ekip üyeleriyle" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "Hemşire; birey, aile ve toplumun sağlığını koruma ve geliştirmeye odaklanan, ideal sağlık düzeyine ve yaşam kalitesine ulaştırmayı hedefleyen bir sağlık profesyoneli'dir. Hemşireler, yaşam kalitesini iyileştirmek ve hastanın ihtiyacı olan en doğru tıbbi bakımı verebilmek için doktorlar, hasta, hastanın ailesi ve diğer ekip üyeleriyle işbirliği içinde çalışarak bir bakım planı geliştirir.", "question": "Hemşirelerin odağı nedir?", "answers": { "text": [ "birey, aile ve toplumun sağlığını koruma ve geliştirme" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Hemşire; birey, aile ve toplumun sağlığını koruma ve geliştirmeye odaklanan, ideal sağlık düzeyine ve yaşam kalitesine ulaştırmayı hedefleyen bir sağlık profesyoneli'dir. Hemşireler, yaşam kalitesini iyileştirmek ve hastanın ihtiyacı olan en doğru tıbbi bakımı verebilmek için doktorlar, hasta, hastanın ailesi ve diğer ekip üyeleriyle işbirliği içinde çalışarak bir bakım planı geliştirir.", "question": "Hemşireler bakım planını nasıl geliştirir?", "answers": { "text": [ "doktorlar, hasta, hastanın ailesi ve diğer ekip üyeleriyle işbirliği içinde çalışarak" ], "answer_start": [ 277 ] } }, { "context": "Aşılama, bağışıklık sisteminin bir hastalığa karşı bağışıklık geliştirmesine yardımcı olmak için bir aşının uygulanmasıdır. Aşılar zayıflatılmış, canlı veya öldürülmüş halde bir mikroorganizma veya virüs ya da organizmadan alınan proteinler veya toksinler içerir. Vücudun adaptif bağışıklığını uyararak, bulaşıcı bir hastalıktan kaynaklanan hastalıkları önlemeye yardımcı olurlar. Bir nüfusun yeterince büyük bir yüzdesi aşılandığında, sürü bağışıklığı ortaya çıkar. Sürü bağışıklığı, bağışıklık sistemi baskılanmış - zayıflatılmış bir versiyonu bile kendilerine zarar vereceği için aşı olamayan - kişileri korur.", "question": "Aşılama nedir?", "answers": { "text": [ "bağışıklık sisteminin bir hastalığa karşı bağışıklık geliştirmesine yardımcı olmak için bir aşının uygulanması" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Aşılama, bağışıklık sisteminin bir hastalığa karşı bağışıklık geliştirmesine yardımcı olmak için bir aşının uygulanmasıdır. Aşılar zayıflatılmış, canlı veya öldürülmüş halde bir mikroorganizma veya virüs ya da organizmadan alınan proteinler veya toksinler içerir. Vücudun adaptif bağışıklığını uyararak, bulaşıcı bir hastalıktan kaynaklanan hastalıkları önlemeye yardımcı olurlar. Bir nüfusun yeterince büyük bir yüzdesi aşılandığında, sürü bağışıklığı ortaya çıkar. Sürü bağışıklığı, bağışıklık sistemi baskılanmış - zayıflatılmış bir versiyonu bile kendilerine zarar vereceği için aşı olamayan - kişileri korur.", "question": "Aşılar ne içerir?", "answers": { "text": [ "zayıflatılmış, canlı veya öldürülmüş halde bir mikroorganizma veya virüs ya da organizmadan alınan proteinler veya toksinler" ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "Aşılama, bağışıklık sisteminin bir hastalığa karşı bağışıklık geliştirmesine yardımcı olmak için bir aşının uygulanmasıdır. Aşılar zayıflatılmış, canlı veya öldürülmüş halde bir mikroorganizma veya virüs ya da organizmadan alınan proteinler veya toksinler içerir. Vücudun adaptif bağışıklığını uyararak, bulaşıcı bir hastalıktan kaynaklanan hastalıkları önlemeye yardımcı olurlar. Bir nüfusun yeterince büyük bir yüzdesi aşılandığında, sürü bağışıklığı ortaya çıkar. Sürü bağışıklığı, bağışıklık sistemi baskılanmış - zayıflatılmış bir versiyonu bile kendilerine zarar vereceği için aşı olamayan - kişileri korur.", "question": "Aşılar neye yardımcı olurlar?", "answers": { "text": [ "bulaşıcı bir hastalıktan kaynaklanan hastalıkları önlemeye" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "Aşılama, bağışıklık sisteminin bir hastalığa karşı bağışıklık geliştirmesine yardımcı olmak için bir aşının uygulanmasıdır. Aşılar zayıflatılmış, canlı veya öldürülmüş halde bir mikroorganizma veya virüs ya da organizmadan alınan proteinler veya toksinler içerir. Vücudun adaptif bağışıklığını uyararak, bulaşıcı bir hastalıktan kaynaklanan hastalıkları önlemeye yardımcı olurlar. Bir nüfusun yeterince büyük bir yüzdesi aşılandığında, sürü bağışıklığı ortaya çıkar. Sürü bağışıklığı, bağışıklık sistemi baskılanmış - zayıflatılmış bir versiyonu bile kendilerine zarar vereceği için aşı olamayan - kişileri korur.", "question": "Sürü bağışıklığı ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "Bir nüfusun yeterince büyük bir yüzdesi aşılandığında" ], "answer_start": [ 381 ] } }, { "context": "Aşılama, bağışıklık sisteminin bir hastalığa karşı bağışıklık geliştirmesine yardımcı olmak için bir aşının uygulanmasıdır. Aşılar zayıflatılmış, canlı veya öldürülmüş halde bir mikroorganizma veya virüs ya da organizmadan alınan proteinler veya toksinler içerir. Vücudun adaptif bağışıklığını uyararak, bulaşıcı bir hastalıktan kaynaklanan hastalıkları önlemeye yardımcı olurlar. Bir nüfusun yeterince büyük bir yüzdesi aşılandığında, sürü bağışıklığı ortaya çıkar. Sürü bağışıklığı, bağışıklık sistemi baskılanmış - zayıflatılmış bir versiyonu bile kendilerine zarar vereceği için aşı olamayan - kişileri korur.", "question": "Sürü bağışıklığı kimleri korur?", "answers": { "text": [ "aşı olamayan - kişileri" ], "answer_start": [ 583 ] } }, { "context": "Aşı, belirli bir bulaşıcı veya malign hastalığa karşı aktif kazanılmış bağışıklık sağlayan biyolojik bir preparattır. Aşıların güvenliği ve etkinliği geniş çapta incelenmiş ve doğrulanmıştır. Bir aşı tipik olarak hastalığa neden olan bir mikroorganizmaya benzeyen bir ajan içerir ve genellikle mikrobun zayıflatılmış veya öldürülmüş formlarından, toksinlerinden veya yüzey proteinlerinden yapılır. Vücudun bağışıklık sistemi ajanı bir tehdit olarak tanır, yok eder ve bu sayede gelecekte karşılaşabileceği bu ajanla ilişkili mikroorganizmaları daha fazla tanır ve yok eder.", "question": "Aşı nedir?", "answers": { "text": [ "biyolojik bir preparattır" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Aşı, belirli bir bulaşıcı veya malign hastalığa karşı aktif kazanılmış bağışıklık sağlayan biyolojik bir preparattır. Aşıların güvenliği ve etkinliği geniş çapta incelenmiş ve doğrulanmıştır. Bir aşı tipik olarak hastalığa neden olan bir mikroorganizmaya benzeyen bir ajan içerir ve genellikle mikrobun zayıflatılmış veya öldürülmüş formlarından, toksinlerinden veya yüzey proteinlerinden yapılır. Vücudun bağışıklık sistemi ajanı bir tehdit olarak tanır, yok eder ve bu sayede gelecekte karşılaşabileceği bu ajanla ilişkili mikroorganizmaları daha fazla tanır ve yok eder.", "question": "Aşıların güvenliği ve etkinliği nasıl değerlendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "geniş çapta incelenmiş ve doğrulanmış" ], "answer_start": [ 150 ] } }, { "context": "Aşı, belirli bir bulaşıcı veya malign hastalığa karşı aktif kazanılmış bağışıklık sağlayan biyolojik bir preparattır. Aşıların güvenliği ve etkinliği geniş çapta incelenmiş ve doğrulanmıştır. Bir aşı tipik olarak hastalığa neden olan bir mikroorganizmaya benzeyen bir ajan içerir ve genellikle mikrobun zayıflatılmış veya öldürülmüş formlarından, toksinlerinden veya yüzey proteinlerinden yapılır. Vücudun bağışıklık sistemi ajanı bir tehdit olarak tanır, yok eder ve bu sayede gelecekte karşılaşabileceği bu ajanla ilişkili mikroorganizmaları daha fazla tanır ve yok eder.", "question": "Bir aşı tipik olarak ne içerir?", "answers": { "text": [ "hastalığa neden olan bir mikroorganizmaya benzeyen bir ajan" ], "answer_start": [ 213 ] } }, { "context": "Aşı, belirli bir bulaşıcı veya malign hastalığa karşı aktif kazanılmış bağışıklık sağlayan biyolojik bir preparattır. Aşıların güvenliği ve etkinliği geniş çapta incelenmiş ve doğrulanmıştır. Bir aşı tipik olarak hastalığa neden olan bir mikroorganizmaya benzeyen bir ajan içerir ve genellikle mikrobun zayıflatılmış veya öldürülmüş formlarından, toksinlerinden veya yüzey proteinlerinden yapılır. Vücudun bağışıklık sistemi ajanı bir tehdit olarak tanır, yok eder ve bu sayede gelecekte karşılaşabileceği bu ajanla ilişkili mikroorganizmaları daha fazla tanır ve yok eder.", "question": "Aşılar genellikle hangi maddelerden yapılır?", "answers": { "text": [ "mikrobun zayıflatılmış veya öldürülmüş formlarından, toksinlerinden veya yüzey proteinlerin" ], "answer_start": [ 294 ] } }, { "context": "Aşı, belirli bir bulaşıcı veya malign hastalığa karşı aktif kazanılmış bağışıklık sağlayan biyolojik bir preparattır. Aşıların güvenliği ve etkinliği geniş çapta incelenmiş ve doğrulanmıştır. Bir aşı tipik olarak hastalığa neden olan bir mikroorganizmaya benzeyen bir ajan içerir ve genellikle mikrobun zayıflatılmış veya öldürülmüş formlarından, toksinlerinden veya yüzey proteinlerinden yapılır. Vücudun bağışıklık sistemi ajanı bir tehdit olarak tanır, yok eder ve bu sayede gelecekte karşılaşabileceği bu ajanla ilişkili mikroorganizmaları daha fazla tanır ve yok eder.", "question": "Vücudun bağışıklık sistemi aşıdaki ajanı nasıl tanır ve ne yapar?", "answers": { "text": [ "bir tehdit olarak tanır, yok eder" ], "answer_start": [ 431 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler'in uluslararası halk sağlığından sorumlu uzmanlaşmış bir kuruluşudur. Merkezi İsviçre'nin Cenevre şehrindedir ve dünya çapında altı bölgesel ofisi ve 150 saha ofisi vardır.\n\nDünya Sağlık Örgütü, 7 Nisan 1948'de kuruldu ve çalışmalarına 1 Eylül 1948'de resmen başladı. Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD) da dahil olmak üzere Milletler Cemiyeti Sağlık Örgütü ve Paris merkezli Office International d'Hygiène Publique'in varlıklarını, personelini ve görevlerini bünyesine kattı. Kuruluşun çalışmaları, önemli miktarda mali ve teknik kaynak aktarımının ardından 1951 yılında ciddi bir şekilde başladı.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü nedir?", "answers": { "text": [ "Birleşmiş Milletler'in uluslararası halk sağlığından sorumlu uzmanlaşmış bir kuruluşudur" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler'in uluslararası halk sağlığından sorumlu uzmanlaşmış bir kuruluşudur. Merkezi İsviçre'nin Cenevre şehrindedir ve dünya çapında altı bölgesel ofisi ve 150 saha ofisi vardır.\n\nDünya Sağlık Örgütü, 7 Nisan 1948'de kuruldu ve çalışmalarına 1 Eylül 1948'de resmen başladı. Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD) da dahil olmak üzere Milletler Cemiyeti Sağlık Örgütü ve Paris merkezli Office International d'Hygiène Publique'in varlıklarını, personelini ve görevlerini bünyesine kattı. Kuruluşun çalışmaları, önemli miktarda mali ve teknik kaynak aktarımının ardından 1951 yılında ciddi bir şekilde başladı.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'nün merkezi nerededir?", "answers": { "text": [ "Cenevre" ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler'in uluslararası halk sağlığından sorumlu uzmanlaşmış bir kuruluşudur. Merkezi İsviçre'nin Cenevre şehrindedir ve dünya çapında altı bölgesel ofisi ve 150 saha ofisi vardır.\n\nDünya Sağlık Örgütü, 7 Nisan 1948'de kuruldu ve çalışmalarına 1 Eylül 1948'de resmen başladı. Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD) da dahil olmak üzere Milletler Cemiyeti Sağlık Örgütü ve Paris merkezli Office International d'Hygiène Publique'in varlıklarını, personelini ve görevlerini bünyesine kattı. Kuruluşun çalışmaları, önemli miktarda mali ve teknik kaynak aktarımının ardından 1951 yılında ciddi bir şekilde başladı.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü ne zaman kuruldu?", "answers": { "text": [ "7 Nisan 1948" ], "answer_start": [ 236 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler'in uluslararası halk sağlığından sorumlu uzmanlaşmış bir kuruluşudur. Merkezi İsviçre'nin Cenevre şehrindedir ve dünya çapında altı bölgesel ofisi ve 150 saha ofisi vardır.\n\nDünya Sağlık Örgütü, 7 Nisan 1948'de kuruldu ve çalışmalarına 1 Eylül 1948'de resmen başladı. Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD) da dahil olmak üzere Milletler Cemiyeti Sağlık Örgütü ve Paris merkezli Office International d'Hygiène Publique'in varlıklarını, personelini ve görevlerini bünyesine kattı. Kuruluşun çalışmaları, önemli miktarda mali ve teknik kaynak aktarımının ardından 1951 yılında ciddi bir şekilde başladı.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü'nün çalışmaları ne zaman ciddi bir şekilde başladı?", "answers": { "text": [ "1951" ], "answer_start": [ 608 ] } }, { "context": "Dünya Sağlık Örgütü, Birleşmiş Milletler'in uluslararası halk sağlığından sorumlu uzmanlaşmış bir kuruluşudur. Merkezi İsviçre'nin Cenevre şehrindedir ve dünya çapında altı bölgesel ofisi ve 150 saha ofisi vardır.\n\nDünya Sağlık Örgütü, 7 Nisan 1948'de kuruldu ve çalışmalarına 1 Eylül 1948'de resmen başladı. Uluslararası Hastalık Sınıflandırması (ICD) da dahil olmak üzere Milletler Cemiyeti Sağlık Örgütü ve Paris merkezli Office International d'Hygiène Publique'in varlıklarını, personelini ve görevlerini bünyesine kattı. Kuruluşun çalışmaları, önemli miktarda mali ve teknik kaynak aktarımının ardından 1951 yılında ciddi bir şekilde başladı.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü hangi kuruluşların varlıklarını ve personelini bünyesine kattı?", "answers": { "text": [ "Milletler Cemiyeti Sağlık Örgütü ve Paris merkezli Office International d'Hygiène Publique" ], "answer_start": [ 374 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Kalça kırığından şüphelenildiğinde hangi grafiler çekilmelidir?", "answers": { "text": [ "ön arka pelvis" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Deplase olmayan kırıklarda hangi karşılaştırma önemlidir?", "answers": { "text": [ "patolojik tarafın" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Kalça kırığı filmi nasıl çekilir?", "answers": { "text": [ "dikey halde" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Trokanter majörün kaç cm distaline kadar görülmesi faydalıdır?", "answers": { "text": [ "10" ], "answer_start": [ 413 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Lateral radyografi hangi durumlar için gereklidir?", "answers": { "text": [ "posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek" ], "answer_start": [ 591 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Lateral grafi çekimi ne açıdan önemlidir?", "answers": { "text": [ "kırığın daha doğru değerlendirilmesi" ], "answer_start": [ 721 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Kalça kırığı şüphesi yüksek olup, direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalarda hangi görüntüleme yöntemi tanı koymada kullanılabilir?", "answers": { "text": [ "MR" ], "answer_start": [ 1039 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Röntgende görünmeyen, ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara kaç saat içinde yapılan sintigrafilerin duyarlılığı %100'dür?", "answers": { "text": [ "48-72" ], "answer_start": [ 1149 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle ne çekilmelidir?", "answers": { "text": [ "standart grafiler" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Kalça kırığından şüphe duyulan hastalarda öncelikle standart grafiler çekilmelidir. Bunlar ön arka pelvis grafisi ve etkilenen kalçanın ön arka ve yan grafileridir. Özellikle deplase olmayan kırıklarda sağlam taraf ile patolojik tarafın mukayese edilmesi önemlidir. Kırık kalçanın filmi, alt ekstremite hafif traksiyonda iken nötral pozisyonda, patella ışın düzlemine dikey halde çekilir. Trokanter majörün en az 10 cm distaline kadar görülmesi faydalı olacaktır. Ayrıca sağlam tarafın görülmesi ile osteoporoz ve hastanın normal boyun-cisim açısının tayininde önemlidir. Lateral radyografi posteriorda kırığın stabilitesini ve deplasman miktarını belirlemek için gereklidir. Lateral grafi çekimi acil olmamakla birlikte kırığın daha doğru değerlendirilmesi açısından önemlidir. Eğer hasta grafi masasında iken çekilemiyor ise, traksiyon masasına alındığında görülebilir. Nadiren de olsa tanı için tomografi çekilmesi gerekli olabilir. Bunun yanında kalça kırığı şüphesi yüksek olan, ancak direk grafide kırık tanısı konulamayan hastalara MR çekilerek tanı rahatlıkla konulabilir. Yine röntgende görünmeyen ancak kırık şüphesi yüksek olan hastalara 48-72 saat içerisinde yapılan sintigrafilerde duyarlılık % 100'dür.", "question": "Kalça kırığından şüphelenildiğinde neler çekilmelidir?", "answers": { "text": [ "ön arka pelvis grafisi" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Sağlıklı beslenme nasıl tanımlanabilir?", "answers": { "text": [ "yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması" ], "answer_start": [ 60 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktör nedir?", "answers": { "text": [ "Sağlıklı beslenme" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Ana öğünler nelerdir?", "answers": { "text": [ "kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Günün en önemli öğünü hangisidir?", "answers": { "text": [ "kahvaltı" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Kahvaltı çocuklar için ne ile ilişkilendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile" ], "answer_start": [ 494 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Kahvaltı yapan ve yapmayan öğrenciler arasında nasıl bir fark vardır?", "answers": { "text": [ "anlamlı bir bilişsel etki farklılığı" ], "answer_start": [ 665 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Araştırmacılar kahvaltının önemi konusunda ne yapılması gerektiğini belirtmiştir?", "answers": { "text": [ "uygulayıcı ve destekleyici eğitimler" ], "answer_start": [ 859 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar neyi belirler?", "answers": { "text": [ "bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini" ], "answer_start": [ 982 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Uygulamada okul kahvaltı programlarının hangi konuda eksiklikleri vardır?", "answers": { "text": [ "beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde" ], "answer_start": [ 1249 ] } }, { "context": "Sağlıklı beslenme, temel olarak içerik ve miktar bakımından yeterli ve dengeli besinlerin gün içinde belli aralıklarla (ana öğün ve ara öğünler) alınması olarak tanımlanabilir. Çocukların normal büyüme ve gelişmelerini sağlayan en önemli faktördür. Ana öğünler kahvaltı, öğlen yemeği ve akşam yemeği olarak tüketilmektedir. Kahvaltı, günün en önemli öğünü olarak tanımlanmış, günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine önemli ölçüde katkıda bulunmuştur (1). Çocuklar için kahvaltı tüketimi, okullarda öğrenme hızında artma ve daha iyi performans ile ilişkilendirilmiştir. Önceki araştırmacılar, kahvaltı yapan öğrencilerle kahvaltıyı atlayan öğrenciler arasında anlamlı bir bilişsel etki farklılığı olduğunu belirtmişlerdir (2). Araştırmacılar, iyi bir kahvaltı alışkanlığının çocuklara aşılanması gerektiğini, kahvaltının önemi ve besleyiciliği konusunda uygulayıcı ve destekleyici eğitimler verilmesi gerektiğini belirtmişlerdir (3). Teorik olarak, sabah okul saatleri boyunca bir öğrencinin fiziksel ve kognitif fonksiyonlarını optimal olarak sürdürebilmesi için hangi besinlerin nasıl ve ne kadar miktarda alınması gerektiğini belirten okul kahvaltı programları için uluslararası kurallar vardır. Uygulamada ise, okul kahvaltı programlarının beslenme kalitesinin uygulama ve denetiminde eksiklikler vardır.", "question": "Kahvaltı neye önemli ölçüde katkıda bulunmuştur", "answers": { "text": [ "günlük besin alımı ve enerji gereksinimlerine" ], "answer_start": [ 376 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Beslenme nasıl tanımlanır?", "answers": { "text": [ "sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır" ], "answer_start": [ 10 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Sağlıklı bir yaşam için gerekli unsur nedir?", "answers": { "text": [ "yeterli ve dengeli beslenme" ], "answer_start": [ 261 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Ülkemizde büyüme çağındaki çocukların karşılaştığı önemli sorunlardan biri nedir?", "answers": { "text": [ "yetersiz ve dengesiz beslenme" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Büyüme çağındaki çocukların önemli sorunları nelerdir?", "answers": { "text": [ "yetersiz ve dengesiz beslenme" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Çocuklar neden beslenmek zorundadır?", "answers": { "text": [ "büyüme ve gelişmesi için" ], "answer_start": [ 773 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Çocukların beslenme alışkanlıkları genellikle ne zaman kontrol altında olur?", "answers": { "text": [ "okul öncesi dönemde" ], "answer_start": [ 881 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Çocuklar okul çağına geldiğinde hangi sorunla karşılaşabilirler?", "answers": { "text": [ "yanlış beslenme alışkanlıkları" ], "answer_start": [ 1007 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Yanlış beslenme alışkanlıkları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi" ], "answer_start": [ 1127 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Yanlış beslenme alışkanlıkları çocuklarda hangi sağlık sorunlarına yol açabilir?", "answers": { "text": [ "hipertansiyon ve obezite" ], "answer_start": [ 1315 ] } }, { "context": "Beslenme; sağlığı korumak, iyileştirmek, geliştirmek ve yaşam kalitesini yükseltmek için vücudun gereksinimi olan besin ögelerini yeterli ve dengeli miktarlarda ve uygun zamanlarda almak için bilinçli yapılması gereken bir davranıştır. Sağlıklı bir yaşam ancak yeterli ve dengeli beslenme ile birlikte düzenli fiziksel etkinlik ile mümkündür. Ülkemizde yetersiz ve dengesiz beslenme, büyüme çağındaki çocukların önemli sorunlarından birisidir. Her yaş için organizmanın ihtiyacı olan besin değerleri çok kez araştırılmış olmasına karşın günümüzde hala çocukların ve adölesanların dengeli beslenip beslenemediği bilinmemektedir. Birey, yaşamını sürdürmek, aktiviteleri uygulamak ve dokularının rejenerasyonu için besin almak zorundadır. Çocuklar ise; bu duruma ilave olarak büyüme ve gelişmesi için de beslenmek zorundadır. Çocukların beslenme alışkanlıkları ve problemleri genelde okul öncesi dönemde aile gözetiminde kontrollü bir şekilde sürdürülürken, okul çağına geldiği zaman, okulda yalnız kaldığında yanlış beslenme alışkanlıkları kazanabilmektedir. Yanlış beslenme alışkanlıkları, sağlık sorunlarını beraberinde gelir. Öğün atlama en önemli sorun olmakla birlikte, şeker, tuz ve yağ içeriği yüksek gıda tüketimi bu alışkanlıklarının başında yer alır. Çocukluk dönemindeki bu yanlış beslenme alışkanlıkları; hipertansiyon ve obezite gibi kronik hastalıklar için risk faktörü oluşturmaktadır.", "question": "Öğün atlama neden önemli bir sorun olarak görülmektedir?", "answers": { "text": [ "sağlık sorunlarını beraberinde gelir" ], "answer_start": [ 1089 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Beyin hangi fonksiyonları kontrol eder?", "answers": { "text": [ "tüm organların" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Yetersiz beyin fonksiyonları bireyin hangi yönlerini etkiler?", "answers": { "text": [ "fiziksel, mental sağlığını" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Erken çocukluk döneminde sağlıklı beyin gelişimini desteklemenin en etkili yolu nedir?", "answers": { "text": [ "beslenme" ], "answer_start": [ 346 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Biliş ne olarak tanımlanır?", "answers": { "text": [ "bilgi, inanç ya da düşünce" ], "answer_start": [ 622 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim neyi belirleyen bir etmendir?", "answers": { "text": [ "okul başarısını" ], "answer_start": [ 770 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Çocuklarda bilişsel gelişim üzerinde hangi çevresel etmenin olumlu etkileri olduğu bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "yeterli ve dengeli beslenme" ], "answer_start": [ 870 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Besinler beyinde nedir?", "answers": { "text": [ "enzim sistemlerinin birer bileşenleri " ], "answer_start": [ 1008 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Biliş süreçleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama" ], "answer_start": [ 674 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Biliş hangi süreçleri içerir?", "answers": { "text": [ "dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama" ], "answer_start": [ 674 ] } }, { "context": "Beyin, tüm organların fonksiyonlarını kontrol eder ve biliş, zeka, öğrenme, davranış becerilerini etkiler. Beynin insan hayatındaki bu kontrollerinden dolayı, yetersiz beyin fonksiyonları bireyin fiziksel, mental sağlığını dolayısıyla toplumun fonksiyonlarını etkiler. Bu nedenle, erken çocukluk döneminde en temel ve en basit ihtiyaçlardan olan beslenme ile sağlıklı beyin gelişimini desteklemek, tedavi hizmetleri, ruh sağlığı hizmetleri ve hastalıkların toplumsal maliyetini azaltmada en etkili yoldur (15). Biliş, bireyin kendi iç koşulları ve içinde yaşadığı fiziksel ve toplumsal çevreye ilişkin olarak işlediği bir bilgi, inanç ya da düşünce olarak tanımlanabilir ve dikkat, düşünme, öğrenme ve hatırlama süreçlerini içerir. Okul öncesi dönemde bilişsel gelişim, okul başarısını belirleyen önemli bir etmendir. Çocuklarda bilişsel gelişimin genetik olduğu, ancak yeterli ve dengeli beslenme gibi çevresel etmenlerinde de biliş gelişimi üzerinde olumlu etkileri olduğu bilinmektedir. Besinler beyinde, enzim sistemlerinin birer bileşenleri olup, hücre proliferasyonu, DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında önemli rol oynadığını gösteren çalışmalar ile besinler ve optimal beyin fonksiyonları arasındaki ilişki de açıklanmıştır.", "question": "Besinler beyinde nelerde önemli rol oynar?", "answers": { "text": [ "DNA sentezi, nörotransmitter ve hormon metabolizmasında" ], "answer_start": [ 1074 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı nasıl bir duyarlılık gösterir?", "answers": { "text": [ "çok hassastır" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Demir, hangi kimyasalların sentezinde yardımcı bir maddedir?", "answers": { "text": [ "intersellüler iletişimi sağlayan" ], "answer_start": [ 87 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlardaki nelerde azalma olarak ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında" ], "answer_start": [ 237 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Demir eksikliği anemisinin duygusal ve davranışsal etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "bilişsel fonksiyonlar" ], "answer_start": [ 214 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Demir, insan vücudunda hangi işlevlerde yer alır?", "answers": { "text": [ "DNA, RNA ve protein sentezi" ], "answer_start": [ 517 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Demir eksikliğine bağlı hemoglobin üretiminin yetersizliği neye etki eder?", "answers": { "text": [ "çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine" ], "answer_start": [ 684 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Demir yetersizliği anemisi çocuklarda hangi alanlarda yetersizlikle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında" ], "answer_start": [ 795 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Demir eksikliği bilişsel fonksiyonları nasıl etkiler?", "answers": { "text": [ "dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma" ], "answer_start": [ 237 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Demir eksikliği anemisinin hangi dönemde okul başarısında etkisi vardır?", "answers": { "text": [ "çocukluk" ], "answer_start": [ 776 ] } }, { "context": "Bilişsel ve kognitif fonksiyonlar demir eksikliğine karşı çok hassastır. Ayrıca demir, intersellüler iletişimi sağlayan kimyasalların sentezinde yardımcı maddelerden birisidir (22). Demir eksikliğinden kaynaklanan bilişsel fonksiyonlar; dikkat süresi, zeka, duyu ve algı fonksiyonlarında azalma olarak ortaya çıkar, bunların duygu ve davranışlarla da ilişkili olduğu ve çoğu zaman doğrudan demir eksikliği anemisi varlığında ortaya çıktığı gösterilmiştir. Demir, akciğerden dokulara oksijen taşınması, enerji yapımı, DNA, RNA ve protein sentezinde yer alır ve hemoglobin molekülünün önemli bir parçasıdır. Demir eksikliğine bağlı hemoglobinin yetersiz üretiminin, kısa ve uzun vadede çocuklarda bilişsel fonksiyonların gelişimine etkisi vardır. Demir yetersizliği anemisinin, çocukluk döneminde algılamada, yeteneklerde ve okul başarısında yetersizlik ile ilişkisi vardır.", "question": "Demirin vücutta taşınmasında hangi molekül önemli bir parçadır?", "answers": { "text": [ "hemoglobin" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "DEHB nedir?", "answers": { "text": [ "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "DEHB'nin Türkiye'deki sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%12.7" ], "answer_start": [ 290 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "DEHB hangi diğer problemlerle sıklıkla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "psikiyatrik tanılar ve nörolojik" ], "answer_start": [ 337 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "DEHB hastalarının ne kadarında en az bir eş tanı bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "%60-100" ], "answer_start": [ 416 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "DEHB'ye sık eşlik eden tanılar nelerdir?", "answers": { "text": [ "öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları" ], "answer_start": [ 508 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "DEHB'nin seyri nasıldır?", "answers": { "text": [ "kronik" ], "answer_start": [ 709 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "DEHB'nin neler üzerine olumsuz etkileri vardır?", "answers": { "text": [ "işlevsellik ya da normal gelişim" ], "answer_start": [ 52 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "Enkoprezis nedir?", "answers": { "text": [ "dışkı kaçırma" ], "answer_start": [ 948 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "Enkoprezis tanısı koymak için ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "organik nedenlerin dışlanması" ], "answer_start": [ 1050 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), işlevsellik ya da normal gelişim üzerine olumsuz etkileri olan, dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri ile karakterize, çocuk ve ergenlerin %5’inde görülen bir bozukluktur. Ülkemizde yapılan bir çalışmada DEHB sıklığı %12.7 olarak bulunmuştur. DEHB, sıklıkla diğer psikiyatrik tanılar ve nörolojik problemlerle ilişkilidir. Hastaların yaklaşık %60-100 kadarında en az bir eş tanı olduğu belirtilmektedir. DEHB’ye sık eşlik eden tanılar öğrenme bozuklukları, davranım bozukluğu, anksiyete bozuklukları, depresif bozukluklar, konuşma bozuklukları olarak belirlenmiştir. DEHB, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Enkoprezis, 4 yaşından büyük çocuklarda, en az 3 ay süreyle, ayda en az 1 kez tekrarlayıcı nitelikte dışkı kaçırma ya da dışkının uygunsuz yerlere yapılması olarak tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için organik nedenlerin dışlanması gerekmektedir.", "question": "DEHB belirtileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "dikkatsizlik ve/veya hiperaktivite-dürtüsellik belirtileri" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "DEHB'ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği ne zaman verilmiştir?", "answers": { "text": [ "1798" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneğini kim vermiştir?", "answers": { "text": [ "Sir Alexander Crichton" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini nasıl tanımlamıştır?", "answers": { "text": [ "‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’" ], "answer_start": [ 287 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "George Still, hangi klinik durumu tanımlamıştır?", "answers": { "text": [ "‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "Birinci dünya savaşı sonrasında hangi tıbbi durum gelişmiştir?", "answers": { "text": [ "ensefalitis letarjika" ], "answer_start": [ 656 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "‘Organik hareketlilik’ terimi neyi tanımlamak için kullanılmıştır?", "answers": { "text": [ "şiddetli davranış problemleri" ], "answer_start": [ 714 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "Strauss ve arkadaşları 1947 yılında hangi durumu tanımlamıştır?", "answers": { "text": [ "minimal beyin zedelenmesi sendromu" ], "answer_start": [ 948 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "Strauss ve arkadaşları hangi belirtileri olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmiştir?", "answers": { "text": [ "aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği" ], "answer_start": [ 826 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "‘Minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı neden kullanılmıştır?", "answers": { "text": [ "gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek" ], "answer_start": [ 1031 ] } }, { "context": "DEHB ile ilgili tanımlamalar uzun zamandır tıp literatüründe yer almaktadır. DEHB’ye benzeyen bir bozukluğun ilk örneği, 1798’de Sir Alexander Crichton tarafından verilmiştir. 1846 yılında Alman psikiyatrist Heinrich Hoffmann, hiperaktif ve dürtüsel çocukların davranışsal problemlerini ‘fevri delilik’ veya ‘yetersiz inhibisyon’ olarak tanımlamıştır. 1902 yılında George Still, ‘deficit of moral control’ (ahlaki kontrol eksikliği) adı altında hiperaktivite, dikkat problemleri, davranım bozuklukları ve öğrenme güçlüklerini içeren klinik durumu tanımlamıştır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan influenza pandemisinde hayatta kalan çocuklarda ‘ensefalitis letarjika’ gelişmiştir. Bu çocuklarda görülen şiddetli davranış problemleri ‘organik hareketlilik’ olarak tanımlanmıştır. 1947 yılında Strauss ve arkadaşları aşırı hareketlilik, dürtüsellik ve bilişsel yetersizliği olan çocuklarda beyin hasarı olduğunu belirtmişler ve bu durumu ‘minimal beyin zedelenmesi sendromu’ olarak bildirmişlerdir. Sonrasında çoğu vakada gerçek beyin hasarı kanıtının bulunamayacağı düşünülerek ‘minimal beyin disfonksiyonu’ tanımı kullanılmıştır.", "question": "‘Deficit of moral control’ hangi yıl tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1902" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "DEHB'nin 3 temel belirtisi nelerdir?", "answers": { "text": [ "dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "Dikkat eksikliği belirtileri hangi beyin bölgesiyle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "dorsolateral prefrontal korteks" ], "answer_start": [ 240 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "Odaklanma güçlüğü hangi beyin bölgesiyle ilişkilendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "dorsal anterior singulat korteks" ], "answer_start": [ 291 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "İmpulsivite belirtisi hangi beyin bölgesiyle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "orbitofrontal korteks" ], "answer_start": [ 347 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "DEHB'li çocuklarda total beyin hacminde ne oranda bir azalma gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "%3-5" ], "answer_start": [ 692 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "DEHB'li çocuklarda total beyin hacminde nasıl bir değişiklik gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "%3-5" ], "answer_start": [ 692 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "Tedavi edilmemiş çocuklarda beyindeki hacimsel fark nasıl değişmektedir?", "answers": { "text": [ "daha belirgin" ], "answer_start": [ 829 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "Yakın zamanda yapılan bir çalışmada DEHB'li çocuklarda beyaz cevher hacmi nasıl bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "herhangi bir farklılık olmadığı" ], "answer_start": [ 1044 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "DEHB'li çocuklarda total gri cevher hacmindeki değişim nedir?", "answers": { "text": [ "%3 daha küçük" ], "answer_start": [ 996 ] } }, { "context": "DEHB’nin dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olarak belirlenen 3 temel belirtisinin, prefrontal korteksteki çeşitli devrelerle ilgili anormalliklerden kaynaklandığı düşünülmektedir. Bu hipoteze göre; dikkat eksikliği belirtileri dorsolateral prefrontal korteks, odaklanma güçlüğü dorsal anterior singulat korteks, impulsivite belirtisi orbitofrontal korteks, hiperaktivite belirtisi ise suplementer motor alandaki bilgi işleme süreçlerinin yetersizliğinden kaynaklanmaktadır. DEHB etiyolojisi araştırılırken, beyindeki yapısal ve fonksiyonel farklılıkları incelemek amacıyla birçok görüntüleme çalışması yapılmıştır. DEHB’li çocuklarda kontrol grubuna kıyasla total beyin hacminde %3-5 oranında azalma olduğu bildirilmiştir. Ayrıca tedavi edilmemiş çocuklarda, uzun süre ilaç tedavisi alanlara göre bu hacimsel farkın daha belirgin olduğu ortaya konulmuştur. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada, DEHB’li çocuklarda kontrollere göre total beyin hacminin %2.5, total gri cevher hacminin %3 daha küçük olduğu, beyaz cevher hacminde ise herhangi bir farklılık olmadığı belirtilmiştir. Konuyla ilgili yapılan iki metaanaliz çalışmasında gri cevher hacmindeki azalmanın en çok sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleusta olduğu belirtilmiştir.", "question": "Gri cevher hacmindeki azalmanın en çok görüldüğü beyin bölgeleri hangileridir?", "answers": { "text": [ "sağ putamen, sağ globus pallidus ve her iki kaudat nukleus" ], "answer_start": [ 1182 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "DEHB’nin nörobiyolojisi ile ilgili en fazla kanıt hangi sistemlerle ilgilidir?", "answers": { "text": [ "dopaminerjik ve noradrenerjik sistem" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "Dopaminin DEHB’deki hangi problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğinde" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) hangi bilişsel işlevlerde rol oynamaktadır?", "answers": { "text": [ "dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "Katekolamin sistemindeki bozukluklar hangi tür davranışlara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "hiperaktif ve dürtüsel" ], "answer_start": [ 476 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "DEHB’de hangi biyolojik sıvılarda katekolamin metabolitlerinde azalma görülmüştür?", "answers": { "text": [ "idrar, kan ve beyin omurilik sıvısı" ], "answer_start": [ 600 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "Aşırı hareketliliği olan çocuklarda beyin omurilik sıvılarında hangi DA metaboliti yüksek bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "homovalinik asit" ], "answer_start": [ 835 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "DA hipotezi hangi yöntemlerle desteklenmektedir?", "answers": { "text": [ "gen çalışması ve hayvan modelleri" ], "answer_start": [ 907 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "DEHB’de rol oynayan diğer nörotransmitterler nelerdir?", "answers": { "text": [ "noradrenalin ve serotonin" ], "answer_start": [ 1011 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "DEHB’nin nörobiyolojisinde nörotransmitterler arasındaki etkileşimler nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "karmaşık" ], "answer_start": [ 1141 ] } }, { "context": "DEHB’nin nörobiyolojisini aydınlatmak amacıyla yapılan çalışmalarda bulunan en fazla kanıt dopaminerjik ve noradrenerjik sistem ile ilgilidir. Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde önemli rol oynamaktadır. Dopaminin, DEHB’deki hiperaktivite, öğrenme sorunları, edimsel ödül mekanizmaları ve çalışma belleğindeki problemlerde etkili olduğu düşünülmektedir. Bazı hayvan deneylerinde katekolamin sistemindeki bozuklukların hiperaktif ve dürtüsel davranışlara neden olabileceği gösterilmiştir. Hayvan ve insanlarda yapılan birçok çalışmada DEHB’de idrar, kan ve beyin omurilik sıvısında katekolamin metabolitlerinde azalma olduğunu gösteren bulgular elde edilmiştir. Bunun aksine başka bir çalışmada, aşırı hareketliliği olan çocukların beyin omurilik sıvılarında DA metaboliti olan homovalinik asit (HVA) düzeyleri yüksek bulunmuştur. DA hipotezi birçok gen çalışması ve hayvan modelleri kullanılarak yapılan çalışmalarla desteklenmektedir. Bununla birlikte noradrenalin ve serotonin gibi diğer nörotransmitterlerin de DEHB’de rol oynadığı ve nörotransmitterler arasındaki etkileşimlerin karmaşık olduğu göz önünde bulundurulmalıdır.", "question": "Dopamin (DA) ve noradrenalin (NA) hangi alanlarda önemlidir?", "answers": { "text": [ "dikkat, konsantrasyon ve uyanıklık gibi bilişsel işlevlerde" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "hiperkinetik bozukluklar" ], "answer_start": [ 64 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "DEHB tanısı koyulabilmesi için belirtilerin ne kadar süre sürmesi gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "en az altı ay" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "DEHB tanısı için belirtilerin başlangıç yaşı ne olmalıdır?", "answers": { "text": [ "7 yaşından önce" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "DEHB tanısı için belirtiler hangi yaştan itibaren olmalı?", "answers": { "text": [ "7 yaşından önce" ], "answer_start": [ 368 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "DEHB tanısı koyulurken nelere dikkat edilmelidir?", "answers": { "text": [ "birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı" ], "answer_start": [ 618 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "DEHB belirtileri genellikle hangi yaşta başlar?", "answers": { "text": [ "3 yaş civarında" ], "answer_start": [ 776 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "DEHB tanısı genellikle ne zaman konmaktadır?", "answers": { "text": [ "ilkokul yıllarında" ], "answer_start": [ 859 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "Okul öncesi dönemde DEHB'li çocuklarda hangi belirtiler görülmektedir?", "answers": { "text": [ "aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme" ], "answer_start": [ 931 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "DEHB'li çocuklarda okul döneminin başlamasıyla hangi zorluklar daha belirgin olmaktadır?", "answers": { "text": [ "akademik ve sosyal alandaki" ], "answer_start": [ 1170 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, ICD-10 sisteminde ‘hiperkinetik bozukluklar’ adı altında tanımlanmaktadır. Tanı koyabilmek için gereken belirtiler her iki sınıflandırma sisteminde benzerdir. Belirtilerin, çocuğun gelişimsel düzeyiyle uyumsuz olması, işlevsellikte bozulmaya sebep olması ve en az altı ay sürmesi gerekmektedir. Belirtilerin başlangıç yaşı 7 yaşından önce olmalıdır. DSM’den farklı olarak, ICD-10 sınıflandırma sistemi belirtileri dikkat eksikliği, hiperaktivite ve dürtüsellik olmak üzere üç ayrı boyutta değerlendirmektedir. Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tanısı koyulurken, birden fazla kaynaktan bilgi alınmalı ve belirtiler çocuğun yaşına ve gelişimsel düzeyiyle uygunluğuna göre değerlendirilmelidir. DEHB belirtileri genellikle 3 yaş civarında başlamakta ancak tanı dikkat süresi ve odaklanmanın önem kazandığı ilkokul yıllarında konmaktadır. Okul öncesi dönemde, DEHB’li çocuklarda aşırı hareketlilik, oyun ve aktiviteleri sürdürme ya da tamamlamakta güçlük, söylenenleri dinlememe, dürtüsellik nedeniyle sık kaza geçirme, düşme ve tehlikeli oyunlara yönelme görülmektedir. Okul döneminin başlamasıyla DEHB’li çocuklarda akademik ve sosyal alandaki zorluklar daha belirgin olmaktadır.", "question": "DEHB tanısı için belirtilerin hangi kriterlerle uyumsuz olması gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "çocuğun gelişimsel düzeyi" ], "answer_start": [ 218 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu ne zaman başlar?", "answers": { "text": [ "çocukluk çağında" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "Ergenlerde DEHB nelerde zorluğa neden olur?", "answers": { "text": [ "aile ve akran ilişkilerinde" ], "answer_start": [ 599 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "Erişkin dönemde DEHB’nin hangi belirtileri kalıcı olabilir?", "answers": { "text": [ "dikkatsizlik" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "DEHB tedavi edilmediğinde hangi olumsuz sonuçlarla ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla" ], "answer_start": [ 374 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "Çocukluk çağında DEHB’li çocuklar hangi akademik problemleri yaşayabilir?", "answers": { "text": [ "düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma" ], "answer_start": [ 482 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "Ergenlerde DEHB hangi problemlerle ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi" ], "answer_start": [ 599 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "Yetişkin dönemde DEHB’li bireylerde hangi zorluklar görülmektedir?", "answers": { "text": [ "trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar" ], "answer_start": [ 766 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "Akademik zorluklar için hangi belirtiler daha güçlü bir yordayıcıdır?", "answers": { "text": [ "dikkat eksikliği" ], "answer_start": [ 929 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "DEHB tanısı alan çocukların takip çalışmasında, örneklemin yüzde kaçı psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşmiştir?", "answers": { "text": [ "%20" ], "answer_start": [ 1146 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, çocukluk çağında başlayan, yüksek işlevsellik kaybı ile süren, kronik seyirli bir bozukluktur. Olguların önemli bir kısmında (%65) erişkin dönemde de DEHB belirtilerinin devam ettiği bildirilmektedir. Bu dönemde özellikle dikkatsizlik belirtilerinin kalıcı olduğu görülmektedir. DEHB tedavi edilmediğinde, yaşamın her döneminde, eş tanıların varlığıyla daha da şiddetlenebilecek çeşitli olumsuz sonuçlarla ilişkilidir. Çocukluk çağında, düşük akademik başarı, sınıf tekrarı ve okuldan atılma riski tipik gelişen çocuklara göre daha fazladır. Ergenlerde, aile ve akran ilişkilerinde zorluk, okulu bırakma, saldırgan davranışlar, suça karışma, erken yaşta madde deneyimi gibi problemler görülmektedir. Yetişkin dönemde ise trafik kurallarına ve hız limitlerine uymama, sık kaza geçirme, sosyal ilişkilerde zorluklar, iş ve aile yaşamında sorunlar görülmektedir. Akademik zorluklar için dikkat eksikliği belirtilerinin, hiperaktivite-dürtüselliğe kıyasla daha güçlü bir yordayıcı olduğu düşünülmektedir. DEHB tanısı alan çocukların erken erişkin döneme kadar izlendiği bir takip çalışmasında, örneklemin %20’sinde psikofarmakolojik tedavi olmaksızın iyileşme olduğu görülmüştür. Geriye kalan %80’lik kısımda ise psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği gözlenmiştir.", "question": "Takip çalışmasında geri kalan %80’lik kısımda neler gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "psikopatoloji ve işlev bozukluğunun sürdüğü veya tedavi ihtiyacının devam ettiği" ], "answer_start": [ 1254 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu nedir?", "answers": { "text": [ "stimulanlardır" ], "answer_start": [ 76 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "DEHB tedavisinde kullanılan stimulan ilaçlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "metilfenidat ve amfetaminlerdir" ], "answer_start": [ 119 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "Metilfenidat nasıl etki göstermektedir?", "answers": { "text": [ "DA ve NA salınımını artırarak" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "Metilfenidatın hangi formları bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı" ], "answer_start": [ 384 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "Metilfenidat karaciğerde neye dönüşmektedir?", "answers": { "text": [ "ritalinik asid" ], "answer_start": [ 533 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "Amfetaminler nasıl etki gösterirler?", "answers": { "text": [ "DA ve NA geri alımını inhibe ederek" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "Metilfenidat ile amfetaminler arasındaki temel fark nedir?", "answers": { "text": [ "5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler" ], "answer_start": [ 756 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları hangi durumlarda kullanılır?", "answers": { "text": [ "metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda" ], "answer_start": [ 864 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "Dekstroamfetaminin FDA onayı hangi yaş grubu için bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "3 yaş ve üzerindeki" ], "answer_start": [ 972 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda en sık kullanılan ilaç grubu stimulanlardır. Bu grupta yer alan ilaçlar metilfenidat ve amfetaminlerdir. Metilfenidat, prefrontal korteks ve striatumdan DA ve NA salınımını artırarak ve dopamin taşıyıcı (DAT) ve noradrenalin taşıyıcı (NET) proteinlere bağlanıp bu aminlerin geri alımını inhibe ederek etki göstermektedir. Metilfenidatın hızlı salınımlı ve kontrollü salınımlı formları bulunmaktadır. Yemek sonrası alındığında biyoyararlanımı artmaktadır. Karaciğerde inaktif metaboliti ritalinik aside dönüşerek 24 saat içinde idrarla atılmaktadır. Amfetaminler DA ve NA geri alımını inhibe ederek ve presinaptik terminallerden monoamin salınımını indükleyerek etki gösterirler. Metilfenidattan farklı olarak 5-hidroksitriptamin (5-HT) geri alımını da inhibe ederler. Dekstroamfetamin ve amfetamin tuzları çoğunlukla metilfenidat tedavisine yanıt vermeyen olgularda ikinci seçenek olarak kullanılmaktadır. Dekstroamfetaminin 3 yaş ve üzerindeki çocuklarda FDA onayı bulunmaktadır. Lisdeksamfetamin, bağırsakta aktif metabolitine dönüştürülen ve kötüye kullanım riskini azaltan bir ön ilaçtır.", "question": "Lisdeksamfetamin nasıl bir ilaçtır?", "answers": { "text": [ "ön ilaçtır" ], "answer_start": [ 1128 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "DEHB tedavisinde kullanılan stimulan olmayan ilaçlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "atomoksetin ve alfa 2 agonistler" ], "answer_start": [ 118 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "Atomoksetin nasıl bir ilaçtır?", "answers": { "text": [ "prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür" ], "answer_start": [ 168 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "Atomoksetinin emilimi yiyeceklerden etkilenir mi?", "answers": { "text": [ "emilimi yiyeceklerden etkilenmez" ], "answer_start": [ 303 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "Atomoksetinin etkinliği ne zaman başlar?", "answers": { "text": [ "1 hafta" ], "answer_start": [ 370 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "Atomoksetinin tam etkisinin görülebilmesi için ne kadar süre kullanılması gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "en az birkaç hafta" ], "answer_start": [ 425 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "Atomoksetin neden kötüye kullanım riski taşımamaktadır?", "answers": { "text": [ "Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği" ], "answer_start": [ 484 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "Atomoksetin hangi durumlarda iyi bir seçenek olmaktadır?", "answers": { "text": [ "Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda" ], "answer_start": [ 611 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "Çocuk ve ergenlerde atomoksetinin sık görülen yan etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsi" ], "answer_start": [ 926 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "Atomoksetin hangi yollarla uygulanır?", "answers": { "text": [ "oral" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu tedavisinde kullanılan, FDA tarafından onaylanan stimulan olmayan ilaçlar atomoksetin ve alfa 2 agonistlerdir. Atomoksetin, prefrontal kortekste NA ve DA seviyesini artıran seçici NA geri alım inhibitörüdür. Atomoksetin, oral uygulama sonrası hızlıca emilir, emilimi yiyeceklerden etkilenmez. Atomoksetinin etkinliği yaklaşık 1 hafta sonra başlar, tam etkisinin görülebilmesi için en az birkaç hafta etkin dozda kullanılması gerekmektedir. Nukleus akkumbens veya striatumdaki dopamin düzeylerini değiştirmediği için kötüye kullanım riskinin olmadığı düşünülmektedir. Madde kötüye kullanımı, enürezis, anksiyete ve tik bozukluğu eş tanısı varlığında, stimülan tedavi ile yan etki ve/veya tedaviye direnç gelişen olgularda, sabah erken ve akşam geç saatlerde de belirti kontrolü gerektiği durumlarda atomoksetin iyi bir seçenek olmaktadır. Çocuk ve ergenlerde sık görülen yan etkiler uykusuzluk, yorgunluk, baş dönmesi, iştahsızlık, ağız kuruluğu, bulantı, kusma, karın ağrısı, kabızlık ve dispepsidir.", "question": "Atomoksetinin kullanımının etkisi kaç hafta sonra başlar?", "answers": { "text": [ "1 hafta" ], "answer_start": [ 370 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "Miksiyon ve defekasyon hangi beyin bölgeleri tarafından düzenlenmektedir?", "answers": { "text": [ "pons ve orta beyin" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "Kortikotropin salgılama faktörü (CRF) hangi fonksiyonlar için önemlidir?", "answers": { "text": [ "kontinans fonksiyonları" ], "answer_start": [ 176 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "CRF aracılı alt sistem hangi aktivasyonlar için gereklidir?", "answers": { "text": [ "lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "Noradrenalinin başlıca üretim merkezi neresidir?", "answers": { "text": [ "lokus seruleusun" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "Noradrenalin ve ponstan gelen projeksiyonlar hangi merkezle birleşir?", "answers": { "text": [ "frontal lob uyanıklık merkezi" ], "answer_start": [ 452 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "Kolorektal motilite hangi merkezler tarafından kontrol edilmektedir?", "answers": { "text": [ "ESS ve SSS" ], "answer_start": [ 605 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "Yapılan fare deneylerinde hangi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "NA, DA ve serotonin" ], "answer_start": [ 804 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "Spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotonin neye katılmaktadır?", "answers": { "text": [ "kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna" ], "answer_start": [ 994 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "Noradrenalin (NA) kolorektal motiliteyi nasıl artırabilir?", "answers": { "text": [ "parasempatik akımı aktive ederek" ], "answer_start": [ 1076 ] } }, { "context": "Miksiyon ve defekasyon, pons ve orta beyin periaquaduktal gri alandaki nöronlar tarafından düzenlenmektedir. Stres yanıtında rol oynayan kortikotropin salgılama faktörü (CRF), kontinans fonksiyonları için önemli bir nörotransmitterdir. Bu CRF aracılı alt sistem, lokus seruleusun mesane, anorektal ve pelvik taban kas uyaranları ile aktivasyonu için gereklidir. Noradrenalinin başlıca üretim merkezi olan lokus seruleus ve ponstan gelen projeksiyonlar frontal lob uyanıklık merkezi ile birleşir. Bu nöronal döngüdeki gelişimsel problemler kontinans ile ilgili sorunlara yol açabilir. Kolorektal motilite, ESS ve SSS’nin spinal ve supraspinal defekasyon merkezleri tarafından kontrol edilmektedir. Ancak defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları tam olarak bilinmemektedir. Yapılan fare deneylerinde NA, DA ve serotonin gibi monoaminlerin kolorektal itici kasılmalara neden olduğu gösterilmiştir. Yakın zamanda yapılan bir çalışmada spinal defekasyon merkezindeki endojen DA ve serotoninin kolorektal motilitenin merkezi regülasyonuna katıldığı gösterilmiştir. NA‘nin ise parasempatik akımı aktive ederek kolorektal motiliteyi artırabileceği bildirilmiştir.", "question": "Defekasyonun merkezi düzenleyici mekanizmaları hakkında ne bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "tam olarak bilinmemektedir" ], "answer_start": [ 750 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "İshalin önemli bir sağlık sorunu olduğu yerlerde hangi koşullar mevcuttur?", "answers": { "text": [ "çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerler" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "İshal nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "Anne sütü ile beslenen bebeklerin dışkı özellikleri nasıldır?", "answers": { "text": [ "normalden daha fazla ve gevşek" ], "answer_start": [ 440 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "Dünya genelinde her yıl kaç yaş altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmektedir?", "answers": { "text": [ "5" ], "answer_start": [ 507 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "Dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında çocukluk çağı ishalleri hangi sıradadır?", "answers": { "text": [ "üçüncü" ], "answer_start": [ 866 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "Ülkemizde 0-14 yaş grubunda toplam DALY'ler içinde ishalle seyreden hastalıklar hangi sıradadır?", "answers": { "text": [ "dördüncü" ], "answer_start": [ 997 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "Ülkemizde çocukluk çağı ölüm nedenleri arasında ishal hangi sırada yer almaktadır?", "answers": { "text": [ "dördüncü" ], "answer_start": [ 997 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "İshal en yaygın olarak hangi yaş grubundaki çocuklarda görülür?", "answers": { "text": [ "6 ay-2 yaş" ], "answer_start": [ 1225 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "Ülkemizde 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında ishal hangi sıradadır?", "answers": { "text": [ "beşinci" ], "answer_start": [ 1409 ] } }, { "context": "İshal, çevre koşullarının sağlığı olumsuz etkilediği, besin sanitasyonunun yapılamadığı ve bireylerin temel hijyen bilgisinin yetersiz olduğu yerlerde önemli bir sağlık sorunudur. Günlük dışkılama sayısı kişiden kişiye ve beslenme düzenine göre değişmekle birlikte ishal, dışkının normalden daha sulu ve günde 3 defadan daha sık yapılmasıdır. Ancak normal kıvamındaki dışkılama ishal tanımlamasına girmezken anne sütü ile beslenen bebekler normalden daha fazla ve gevşek dışkı yapabilirler. Dünyada her yıl 5 yaşın altındaki çocuklarda yaklaşık bir milyar ishal olgusu görülmekte, 2,2 milyon çocuk ölmektedir. Bu ölümlerin büyük çoğunluğu gelişmekte olan ülkelerde olmaktadır. Çocukluk çağı ishalleri çocuklardaki en sık görülen infeksiyonlardan olup dünya genelinde beş yaş altı ölüm sıralamasında perinatal hastalıklar ve alt solunum yolu infeksiyonlarından sonra üçüncü sırada yer almaktadır. Ülkemizde; 0-14 yaş grubunda toplam DALY’ler (Sakatlığa Ayarlanmış Yaşam Yılı) içinde ulusal düzeyde dördüncü sırayı ishalle seyreden hastalıkların aldığı görülmektedir. Ayrıca çocukluk çağı ölüm nedenlerine bakıldığında da, ülkemizde halen önlenebilir ölüm nedenleri arasında dördüncü sırada yer almaktadır. Yaygın olarak ishal 6 ay-2 yaş grubundaki çocuklarda ve özellikle inek sütü ya da bebek mamalarıyla beslenenlerde görülür. Ülkemizde ise yaygın olan ishal 0-4 yaş grubu çocukların ölüm nedenleri arasında beşinci sıradadır.", "question": "İshal en sık hangi tür beslenen çocuklarda görülmektedir?", "answers": { "text": [ "inek sütü ya da bebek mamaları" ], "answer_start": [ 1271 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotavirus hangi türün bir üyesidir?", "answers": { "text": [ "reoviridea" ], "answer_start": [ 11 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotavirus ismini neden almıştır?", "answers": { "text": [ "elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi" ], "answer_start": [ 45 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotavirusun tipleri nelerdir ve hangi tipler insanlarda hastalık oluşturur?", "answers": { "text": [ "A,B ve C" ], "answer_start": [ 224 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotavirusun başlıca bulaşma yolu nedir?", "answers": { "text": [ "fekal oral yolla" ], "answer_start": [ 296 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotavirusun kuluçka dönemi ne kadardır?", "answers": { "text": [ "12 saat ile 4 gün" ], "answer_start": [ 529 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotavirus infeksiyonunun karakteristik klinik tablosu nedir?", "answers": { "text": [ "İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal" ], "answer_start": [ 676 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotavirusun sık görülen komplikasyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz" ], "answer_start": [ 766 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotavirus ellerde ve kuru yüzeylerde ne kadar süre canlı kalabilir?", "answers": { "text": [ "6 ile 60 gün arası" ], "answer_start": [ 1053 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotaviruslar hangi yaş gruplarında ciddi AGE'lere neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "bebek ve beş yaş altı çocuklarda" ], "answer_start": [ 1224 ] } }, { "context": "Rotavirus, reoviridea türünün bir üyesi olup elektron mikroskopisindeki görünümü at arabası tekerleğine benzemesi nedeniyle rota ismini almıştır. Zarfsız, protein kapsitli, çift sarmallı, segmente RNA virusudur. Rotavirusun A,B ve C tipleri insanlarda hastalık oluşturmaktadır. Rotavirus başlıca fekal oral yolla bulaşır. Yakın temas, ortak kullanılan eşyalarla bulaşıp, kalabalık yaşam koşullarında salgınlara neden olmaktadır. Kontamine su, yiyecekler ve az oranda da damlacık yolu ile bulaştığı gösterilmiştir. Kuluçka dönemi 12 saat ile 4 gün (1-3 gün arası) arasındadır. Mide asidinden kurtulan 1-10 virus’un bile barsak infeksiyonu oluşturabileceği tahmin edilmektedir. İnatçı kusma, karın ağrısı, ishal ile karakterize klinik tablo 4-8 gün arası sürmektedir. Ağır dehidratasyon, elektrolit bozukluğu, asidoz sık görülen komplikasyonlarıdır. Dışkı yolu ile virus atılımı 10 gün sürer, semptomların düzelmesinden sonra ise 2-3 gün daha devam eder. Bulaştırıcılık en az bir hafta daha devam etmektedir. Rotavirus ellerde 4 saat, kuru yüzeylerde ise 6 ile 60 gün arası canlı olarak kalabilir. Virusun bulaşmasında yüzeyler de önemli rol oynamaktadır. Rotaviruslar (RV), rutin rotavirus aşılamasının yapılmadığı ülkelerde bebek ve beş yaş altı çocuklarda görülen ishallerin, özellikle hastane yatışlarına ve bebek ölümlerine neden olan ciddi AGE’lerin en önemli nedenleridir.", "question": "Rotavirusun bulaşmasında yüzeyler ne rol oynamaktadır?", "answers": { "text": [ "önemli" ], "answer_start": [ 1129 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "Camplobacter'in rezervuarı nedir?", "answers": { "text": [ "hayvanlardır" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "Camplobacter hangi vücut bölgelerinde invazif, eksüdatif enterokolit yapar?", "answers": { "text": [ "jejinum, ileum ve kolon" ], "answer_start": [ 120 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "HLA-B27 antijenine sahip bireylerde Camplobacter neye neden olabilir?", "answers": { "text": [ "reaktif artrit" ], "answer_start": [ 262 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "Camplobacter tedavisinde birinci seçenek antibiyotik nedir?", "answers": { "text": [ "eritromisin" ], "answer_start": [ 327 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "Yersinia hangi ülkelerde sık karşılanmaktadır?", "answers": { "text": [ "Kuzey Avrupa ülkelerinde" ], "answer_start": [ 394 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "Yersinia'nın neden olduğu ishal tablosu ne kadar sürer?", "answers": { "text": [ "2 hafta" ], "answer_start": [ 607 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "Yersinia infeksiyonu akut apandisiti taklit ederek hangi hastalıkları yapabilir?", "answers": { "text": [ "Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit" ], "answer_start": [ 649 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "Vibrio colera nasıl bir mekanizma ile enterositlere tutunur?", "answers": { "text": [ "adherens faktörü" ], "answer_start": [ 1000 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "Vibrio colera'nın inkübasyon periyodu ne kadardır?", "answers": { "text": [ "İki-üç günlük" ], "answer_start": [ 1053 ] } }, { "context": "Camplobacter; rezervuarı hayvanlardır. Enfekte hayvan etleri ve dışkılarıyla bulaşır. Safralı ortamları sevdikleri için jejinum, ileum ve kolonda invazif, eksüdatif enterokolit yapar. Karın ağrısı akut apandisiti taklit eder. HLA-B27 antijenine sahip bireylerde reaktif artrite neden olur. Tedavide birinci seçenek antibiyotik eritromisindir, 8 yaşın üstünde tetrasiklin verilebilir. Yersinia; Kuzey Avrupa ülkelerinde sık karşılan ishal etkenidir. İyi pişmemiş hayvan etleri bulaşa neden olur. Oral yolla mikroorganizmanın alınması ile infeksiyon başlar, 4-7 günlük inkübasyon periyodunun sonunda yaklaşık 2 hafta süren ishal tablosuna neden olur. Mezenterik lenfadenit veya terminal ileit yaparak akut apandisiti taklit eder. Akut gastroenterit ve mezenterik lenfadenit gelişiminde antibiyotik kullanılmasına gerek yoktur. İmmün yetmezlik durumunda ve sepsis gelişiminde tedavide aminoglikozid veya sefotaksim kullanılabilir. Vibrio colera, musinaz salgısı ile mukoza engelini aşarak enterositlere adherens faktörü ile tutunur ve orada kolonize olur. İki-üç günlük inkübasyon periyodundan sonra şiddetli ishalle seyreder. Kültür antibiyogram sonucuna göre antibiyotik başlanmalı, oral rehidratasyon tedavisi ise tanıdan önce uygulanmalıdır.", "question": "Vibrio colera tedavisinde antibiyotik kullanımı neye göre belirlenir?", "answers": { "text": [ "Kültür antibiyogram sonucuna" ], "answer_start": [ 1124 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır" ], "answer_start": [ 44 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "İshalli bir hastada hangi durumların değerlendirilmesi gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "hidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "Çocuklarda dehidratasyon açısından hangi fiziksel belirtiler değerlendirilmelidir?", "answers": { "text": [ "laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi" ], "answer_start": [ 274 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "ESPGHAN 2008 rehberine göre dehidratasyonun en iyi göstergeleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması" ], "answer_start": [ 634 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "İshal tedavisindeki en önemli amaç nedir?", "answers": { "text": [ "sıvı elektrolit dengesinin korunması" ], "answer_start": [ 752 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği nasıl sağlanır?", "answers": { "text": [ "oral" ], "answer_start": [ 868 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "İshal sıklığını arttırdığı için hangi gıdaların alımı kısıtlanmalıdır?", "answers": { "text": [ "Laktozlu besinler, sebze ve meyveler" ], "answer_start": [ 924 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "Anne sütü alan bebekler için ishal durumunda ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "emzirilmeye devam edilmelidir" ], "answer_start": [ 1079 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "Mama ile beslenen bebekler için ishal durumunda ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "laktoz oranı düşük mamalar" ], "answer_start": [ 1140 ] } }, { "context": "Akut gastroenteritte eşlik eden semptomlar, ateş, bulantı-kusma, kilo kaybı, abdominal kramplar, tenezm, inkontinanstır. İshalli bir hastanın mutlakahidrasyon durumu, ateşi, toksisite bulguları değerlendirilmelidir. Çocuklarda dehidratasyon açısından fizik muayne sırasında laterji, taşikardi, postural hipotansiyon, derinin turgor-tonusu, mukozaların kuruluğu, göz kürelerinin çöküklüğü, fontoneli açık olan bebekler için fontonel çöküklüğü, idrar çıkışı, idrarın rengi değerlendirilmelidir. Dünya Sağlık Örgütü’nün dehidratasyon sınıflaması Tablo 3’te özetlenmiştir. ESPGHAN 2008 rehberinde dehidratasyonun en iyi göstergesi olarak kilo kaybı, solunum patern bozukluğu, kapiller dolum zamanının uzaması belirtilir. İshal tedavisindeki en önemli amaç sıvı elektrolit dengesinin korunması, rehidratasyonun sağlanmasıdır. Ağır olgular haricinde sıvı elektrolit desteği oral olarak sağlanır ve normal beslenmeye devam edilir. Laktozlu besinler, sebze ve meyveler ishal sıklığını arttırdığı için bu gıdaların alımının bir süre kısıtlanması önerilir. Anne sütü alan bebekler mutlaka emzirilmeye devam edilmelidir. Mama ile beslenen bebekler de laktoz oranı düşük mamalarla beslenmeye devam edilmelidir. Çocuklarda kesinlikle ishali durdurmak için gıda alımı kesilmemelidir.", "question": "Çocuklarda ishali durdurmak için gıda alımı kesilmeli midir?", "answers": { "text": [ "kesilmemelidir" ], "answer_start": [ 1254 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "Deri kanseri en sık rastlanan kanser türü neresidir?", "answers": { "text": [ "insanlarda" ], "answer_start": [ 14 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "Amerika Birleşik Devletleri'nde yılda kaç deri kanseri vakası görülmektedir?", "answers": { "text": [ "1.2 milyon" ], "answer_start": [ 96 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "Deri kanserleri temel olarak hangi iki alt bölüme ayrılır?", "answers": { "text": [ "melanom ve melanom dışı deri kanserleri" ], "answer_start": [ 399 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "Melanom dışı deri kanserleri (MDDK) hangi iki büyük grubu içermektedir?", "answers": { "text": [ "bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK)" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "MDDK, tüm tanı konulan deri kanserlerinin yüzde kaçını oluşturur?", "answers": { "text": [ "% 16" ], "answer_start": [ 640 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör nedir?", "answers": { "text": [ "ultraviyole ışınlarına maruziyet" ], "answer_start": [ 1159 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "Melanom dışı deri kanserleri (MDDK) hangi hastalarda daha sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlar" ], "answer_start": [ 1200 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "Ultraviyole ışınları deri kanserinin hangi fazlarında etkili olmaktadır?", "answers": { "text": [ "ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion)" ], "answer_start": [ 207 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "Melanom dışı deri kanserlerinin klinik önemi neden artmaktadır?", "answers": { "text": [ "Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması" ], "answer_start": [ 1018 ] } }, { "context": "Deri kanseri, insanlarda en sık rastlanan kanser türüdür. Amerika Birleşik Devletleri’nde yılda 1.2 milyon vaka görülmektedir. Epidemiyolojik, klinik ve laboratuvar çalışmaları solar ultraviyole ışınlarının ilk tümör hücrelerinin oluşması (initiation), oluşan hücrelerin büyümesi ve çoğalması (promotion) fazlarında etkili olduğunu göstermiştir. Deri kanserleri temel olarak iki alt bölüme ayrılır: melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK). MDDK ise bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) olmak üzere temel olarak iki büyük grubu içermektedir ve bunlar sırasıyla tüm tanı konulan deri kanserlerinin % 80’i ile % 16’sını oluşturmaktadır. Ultraviyoleye fazla maruziyet melanom ve melanom dışı deri kanserleri (MDDK) dahil olmak üzere birçok farklı deri hastalıklarına sebep olabilmektedir. Melanom mortalitenin çoğundan sorumluysa da bazal hücreli karsinom (BHK) ve skuamöz hücreli karsinom (SHK) gibi melanom dışı deri kanserleri de ciddi morbiditeye ve bazen de ölüme yol açabilmektedir. Prevalans olarak da MDDK’nin melanoma oranla çok daha fazla olması klinik önemlerini artırmaktadır. MDDK’nin etiyolojisinde en önemli faktör ultraviyole ışınlarına maruziyettir. SHK açık tenli, yaşlı, kümülatif güneş maruziyeti yüksek olan bireylerde ve düşük enlemlerde yaşayanlarda daha sık görülmektedir.", "question": "Melanom dışı deri kanserleri (MDDK) ciddi neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "morbiditeye ve bazen de ölüme" ], "answer_start": [ 968 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Deri kaç tabakadan oluşmaktadır?", "answers": { "text": [ "iki" ], "answer_start": [ 33 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Embriyonun yüzeyi intrauterin erken dönemde hangi yapı ile kaplıdır?", "answers": { "text": [ "tek katlı ektoderm" ], "answer_start": [ 112 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Epidermis tabakası embriyolojik olarak ne zaman ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "üçüncü haftada" ], "answer_start": [ 267 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Epidermisi oluşturan hücreler hangi yapıda ve özellikte hücrelerdir?", "answers": { "text": [ "küboid yapıda" ], "answer_start": [ 377 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Periderm isimli ikinci tabaka intrauterin gelişimin kaçıncı haftasında oluşur?", "answers": { "text": [ "dördüncü" ], "answer_start": [ 446 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Peridermin altındaki bazal tabaka nasıl adlandırılır?", "answers": { "text": [ "stratum germinativum" ], "answer_start": [ 706 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan hücreler ne oluşturur?", "answers": { "text": [ "ara tabaka" ], "answer_start": [ 894 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Keratohyalin granülleri ne zaman oluşmaya başlar?", "answers": { "text": [ "Beş ay civarında" ], "answer_start": [ 975 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Derinin kornifikasyonu ne zaman tamamlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Altıncı ay sonunda" ], "answer_start": [ 1033 ] } }, { "context": "Deri, dermis ve epidermis olarak iki tabakadan meydana gelmektedir. İntrauterin erken dönemde embriyonun yüzeyi tek katlı ektoderm ile kaplıdır ve bu tabakadan sinir sistemi ve epidermis meydana gelir. Ektodermden köken alan bu epidermis tabakası embriyolojik olarak üçüncü haftada tek katlı epitel olarak ortaya çıkar. Bu tek katlı tabakayı oluşturan hücreler farklılaşmamış, küboid yapıda, glikojen depolayan hücrelerdir. İntrauterin gelişimin dördüncü haftasının sonunda bu tabakanın yüzeyelinde periderm isimli ikinci bir tabaka daha oluşur. Bu skuamöz tabaka tamamen intrauterin hayata özgü olup ilerleyen haftalarda kaybolur. Peridermin altındaki bazal tabaka çoğalarak yeni keratinositler üretir ve stratum germinativum olarak adlandırılır. Yeni hücreler oluştukça derinden yüzeyele doğru yer değiştirerek ilerler. Onbirinci haftada bazal tabakadan çoğalan bu hücreler periderm altında “ara tabaka” denilen ikinci bir tabaka oluşturur ve epidermis giderek kalınlaşır. Beş ay civarında keratohyalin granülleri oluşmaya başlar. Altıncı ay sonunda derinin kornifikasyonu tamamlanmıştır ve beş ayrı histolojik tabakası ayırt edilebilir duruma gelmiştir. Alttaki tabaka olan dermis ise mezoderm kökenli bağ dokudan oluşmaktadır ve içerisinde kan damarları, lenfatik kanallar, sinir lifleri ve çeşitli reseptörler yer alır.", "question": "Dermis hangi yapıdan oluşmaktadır?", "answers": { "text": [ "mezoderm kökenli bağ dokuda" ], "answer_start": [ 1188 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "Fasiyal sinir paralizileri hangi faktörlere bağlı olarak gelişebilir?", "answers": { "text": [ "genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "Fasiyal paralizilerin en sık nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "travmalar" ], "answer_start": [ 137 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "Travmaya bağlı fasiyal paraliziler nasıl oluşabilir?", "answers": { "text": [ "iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar" ], "answer_start": [ 374 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin yüzde kaçında fasiyal paralizi görülür?", "answers": { "text": [ "%70" ], "answer_start": [ 608 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "Travmatik fasiyal paralizi kimlerde daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "erkeklerde" ], "answer_start": [ 689 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "İyatrojenik fasiyal paralizi hangi işlemler sırasında en çok görülür?", "answers": { "text": [ "otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler" ], "answer_start": [ 975 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "İyatrojenik fasiyal paralizi neye bağlı olarak değişen oranlarda oluşur?", "answers": { "text": [ "cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne" ], "answer_start": [ 830 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "Fasiyal paralizi bazen hangi durumlarda gelişebilir?", "answers": { "text": [ "lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine" ], "answer_start": [ 1144 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "Travmatik fasiyal paralizi kimlerde daha az görülür?", "answers": { "text": [ "çocuklarda ve yaşlılarda" ], "answer_start": [ 722 ] } }, { "context": "Fasiyal sinir (FS) paralizileri genetik faktörler, viral enfeksiyona bağlı gelişen vasküler iskemi ve inflamasyon, otoimmun hastalıklar, travmalar, baş-boyun tümörleri, santral sinir sistemi lezyonları gibi farklı nedenlere bağlı olarak görülebilir. İdyopatik fasiyal paralizilerden sonra fasiyal paralizilerin en sık nedeni travmadır. Travmaya bağlı fasiyal paraliziler de iyatrojenik, temporal kemik fraktürleri veya diğer künt-kesici travmalar ile oluşabilir. Fasiyal paralizi intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde görülebilir. Orta kafa tabanının transvers fraktürlerinin %70’inde, longitudinal fraktürlerin %30’unda görülür. Travmatik fasiyal paralizi erkeklerde kadınlardan daha sık, çocuklarda ve yaşlılarda genç erişkin erkek popülasyona göre daha az görülür. İyatrojenik fasiyal paralizi, cerrahi müdahalenin türüne, cerrahın deneyimine ve ameliyatın yüküne bağlı olarak değişen oranlarda oluşur. İyatrojenik fasiyal paralizi, en çok otolojik ve nörootolojik işlemler, boyun diseksiyonları, parotidektomiler sırasında görülür, ilaveten mandibular cerrahi sırasında da ortaya çıkabilir. Bazı durumlarda, lokal anestetik infiltrasyonuna veya sinirin gerilmesine veya manipüle edilmesine bağlı olarak paralizi gelişebilir.", "question": "Fasiyal paralizi hangi yaralanmalarda görülebilir?", "answers": { "text": [ "intratemporal ve ekstratemporal künt yaralanmalarda veya fraktürlerde" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda hangi semptomlar Bell paralizili hastalara göre daha sık görülür?", "answers": { "text": [ "hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Herpes zoster oftalmikusta görülen şiddetli oküler komplikasyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom" ], "answer_start": [ 241 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Herpes zoster oftalmikusu ile HSV ilişkili lokalize deri döküntülerini ayırt etmek neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir" ], "answer_start": [ 588 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Herpes zoster oftalmikusu ve HSV ilişkili lokalize deri döküntüleri nasıl ayırt edilebilir?", "answers": { "text": [ "Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde" ], "answer_start": [ 681 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Kortikosteroid tedavisinin herpes zosterli hastalarda özel bir faydası nedir?", "answers": { "text": [ "postherpetik nevraljiyi azaltması" ], "answer_start": [ 1171 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Sefalik zoster de dahil olmak üzere herpes zosterli hastaların tedavisinde hangi ilaçlar kullanılır?", "answers": { "text": [ "sistemik kortikosteroidler" ], "answer_start": [ 1095 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası nedir?", "answers": { "text": [ "tartışmalıdır" ], "answer_start": [ 1295 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Prednizolon kullanımında deri veziküllerinin gelişmesi kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturur mu?", "answers": { "text": [ "prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında" ], "answer_start": [ 881 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Herpes zoster oftalmikusta trigeminal sinirin hangi dalı etkilenir?", "answers": { "text": [ "oftalmik" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "Ramsay Hunt sendromlu hastalarda Bell paralizili hastalara oranla, hiperakuzi, işitme kaybı, ağrı ve kraniyal sinir semptomları daha sıktır. Herpes zoster oftalmikusta şiddetli oküler komplikasyonlar görülebilir. Bu komplikasyonlar arasında üveit, keratokonjonktivit, optik nörit ve glokom vardır ve hemen her zaman trigeminal sinirin oftalmik dalının etkilenmesiyle ilişkilidir. Herpes zoster oftalmikusu, HSV ile ilişkili lokalize deri döküntülerinden ayırt etmek zor olabilir. Her iki durum da keratite neden olabilmesine rağmen, birbirinden ayırt edilmesi son derece önemlidir, çünkü herpes zosterin tedavisinde topikal kortikosteroidler kullanılırken, HSV de kontraendikedir. Biyomikroskopi için göz konsültasyonu, boyama, sitolojik çalışmalar ve virüs izolasyon çalışmaları yapılması sayesinde bu iki durum ayırt edilebilir. Adour göz tutulumu hakkındaki endişelerden başka, prednizolon başlanması öncesinde veya sonrasında deri vezikülleri gelişmesinin kortikosteroid kullanımına kontraendikasyon oluşturmadığını bildirmiştir. Sefalik zoster de dahil, herpes zosterli hastaların tedavisi sistemik kortikosteroidlerdir. Kortikosteroid tedavisinin özel bir faydası, postherpetik nevraljiyi azaltmasıdır. Kortikosteroidlerin fasiyal paralizinin iyileşmesine katkıda bulunmalarındaki faydası tartışmalıdır.", "question": "Ramsay Hunt sendromunda hiperakuzi ne kadar yaygındır?", "answers": { "text": [ "daha sıktır" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansı nedir?", "answers": { "text": [ "%23’ü kadar" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem nedir?", "answers": { "text": [ "gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır" ], "answer_start": [ 198 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Doğum travması genellikle hangi bulgularla birlikte görülür?", "answers": { "text": [ "yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum" ], "answer_start": [ 329 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Hangi anormallikler fasiyal paralizinin konjenital olduğunu düşündürür?", "answers": { "text": [ "kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının yüzde kaçı doğum travmasına bağlıdır?", "answers": { "text": [ "%78" ], "answer_start": [ 663 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Doğum travmasına bağlı fasiyal paralizi vakaları hangi doğum şekillerinden sonra görülmüştür?", "answers": { "text": [ "forseps, vajinal ve sezaryen" ], "answer_start": [ 707 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında nasıl oluşabileceği düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "bebeğin yüzüne yapılan basınç" ], "answer_start": [ 880 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli nedir?", "answers": { "text": [ "konjenital tek taraflı alt dudak paralizisid" ], "answer_start": [ 1004 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Doğum travmasına bağlı fasiyal paralizide görülen bulgular nelerdir?", "answers": { "text": [ "ödem, ekimoz ya da hemotipanum" ], "answer_start": [ 335 ] } }, { "context": "Yeni doğanlardaki fasiyal paralizi insidansının tüm canlı doğumların %23’ü kadar olduğu tahmin edilmektedir. Bir süt çocuğu ya da küçük çocuktaki fasiyal paralizinin tedavisinde yaşanan ilk ikilem, gerçek konjenital paralizi ile doğum travmasının ayrımını yapmaktır. Doğum travması genellikle izole fasiyal paralizi ile birlikte yüzde ödem, ekimoz ya da hemotipanum gibi zedelenmenin diğer bulgularını da içerir. Diğer kraniyal sinirlerdeki anormallikler veya beyin sapı odyometrisindeki anormallikler (I-III veya I-V intervalindeki uzama) fasiyal paralizinin konjenital olduğunu ve travmatik olmadığım düşündürür. Süt çocuklarındaki fasiyal paralizi vakalarının %78’i doğum travmasına bağlıdır. Bu vakalar forseps, vajinal ve sezaryen doğumları sonrasında eşit olarak dağılım göstermiştir, bu da intraüterin fasiyal sinir zedelenmesinin doğum sırasında sakral promins tarafından bebeğin yüzüne yapılan basınç ile oluşabileceğinin göstermektedir. Konjenital fasiyal fonksiyon bozukluğunun en hafif şekli konjenital tek taraflı alt dudak paralizisidir.", "question": "Fasiyal paralizi vakalarının doğum türüne göre nasıl dağılım göstermiştir?", "answers": { "text": [ "eşit olarak" ], "answer_start": [ 757 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan hangi hormonları içerir?", "answers": { "text": [ "kortizol ve aldosteron" ], "answer_start": [ 71 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Kortikosteroidler hangi etkileri nedeniyle sık kullanılan ilaçlardandır?", "answers": { "text": [ "antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif" ], "answer_start": [ 202 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Steroid tanımı ne tür bir yapı için kullanılır?", "answers": { "text": [ "dört halkalı" ], "answer_start": [ 317 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Kortikosteroidlerin ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "pregnan, androstan ve estrand" ], "answer_start": [ 711 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Bütün kortikosteroidler hangi iskeleti içerir?", "answers": { "text": [ "pregnan iskeleti" ], "answer_start": [ 785 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin hangi tabakalarında sentezlenir?", "answers": { "text": [ "zona fasikülata ve zona retikülaris" ], "answer_start": [ 873 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler nerede sentez edilir?", "answers": { "text": [ "zona glomerüloza tabakasında" ], "answer_start": [ 991 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda hangi maddelerden üretilmiştir?", "answers": { "text": [ "kolesterol ve safra asitlerinin" ], "answer_start": [ 1119 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Günümüzde kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler hangi tür maddelerle başlar?", "answers": { "text": [ "çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden" ], "answer_start": [ 1263 ] } }, { "context": "Kortikosteroidler adrenal korteks tarafından salgılanan steroid yapılı kortizol ve aldosteron gibi hormonlar ve bunların sentezlenmesi suretiyle yapılan aynı yapıdaki analoglarıdır. Kortikosteroidlerin antienflamatuar, antialerjik ve immünosupresif etkileri nedeniyle en sık kullanılan ilaçlardandır. Steroid tanımı, dört halkalı bir yapı olan siklopentanoperhidrofenantren iskeletinden türeyen maddeler için kullanılır. Bu halkalar A,B,C ve D diye adlandırılır. Steroid halka sisteminin çeşitli yerlerine metil veya etil grubu getirmek suretiyle kortikosteroidler, androjenler ve östrojenler gibi doğal hormonların veya sentetik analoglarının ana yapısını oluşturan temel steroid türevleri elde edilir. Bunlar pregnan, androstan ve estrandır. Bütün kortikosteroidler 21 karbon atomlu pregnan iskeleti içerirler. Kortizol ve diğer doğal glükokortikoidler adrenal korteksin zona fasikülata ve zona retikülaris tabakalarında, dezoksikokortikosteron ve aldosteron gibi mineralokortikoidler ise zona glomerüloza tabakasında kolesterolden sentez edilirler. Sentetik kortikosteroidler ilk zamanlarda başlangıç maddesi olarak kolesterol ve safra asitlerinin, daha sonraları ise bitkisel kaynaklı diosgenin adlı steroidin kullanılması suretiyle üretilmişse de, günümüzde çok daha basit yapılı başlangıç maddelerinden başlayarak kortikosteroid sentezine olanak veren yeni yöntemler ile üretilmektedirler.", "question": "Kortikosteroidler hangi yapının analoglarıdır?", "answers": { "text": [ "adrenal korteks tarafından salgılanan steroid" ], "answer_start": [ 18 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "Gebelik sürecine neden müdahale etmek gerekebilir?", "answers": { "text": [ "gebeliğin sonlandırılması" ], "answer_start": [ 229 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için öncelikli olarak ne düşünülür?", "answers": { "text": [ "normal doğum amacıyla indüksiyon" ], "answer_start": [ 434 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "Doğum indüksiyonunun nasıl doğumu amaçlar?", "answers": { "text": [ "vajinal" ], "answer_start": [ 675 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "Doğum indüksiyonunun amacı nedir?", "answers": { "text": [ "vajinal doğum" ], "answer_start": [ 675 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "İndüksiyon insidansı 1990 ile 2003 arasında nasıl değişmiştir?", "answers": { "text": [ "iki kattan fazla" ], "answer_start": [ 794 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin yüzde kaçı indüksiyon kullanılmıştır?", "answers": { "text": [ "% 23.8" ], "answer_start": [ 886 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısının artması hangi durumu artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "servikal olgunlaşma" ], "answer_start": [ 1007 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "İndüksiyon amacıyla kullanılan yöntemler nasıl ayrılabilir?", "answers": { "text": [ "farmakolojik ve mekanik" ], "answer_start": [ 1140 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "Gebelik sürecinde hangi durumlarda terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Gebelik haftasına ve maternal duruma göre" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Fizyolojik bir süreç olan gebelik genellikle sağlıklı bir annenin sağlıklı bir bebekle buluşmasını amaçlar. Ancak bazı durumlarda gebelik sürecine müdahale etmek gerekebilir. Bu durumlardan biri de fetal veya maternal nedenlerle gebeliğin sonlandırılmasını içerir. Gebelik haftasına ve maternal duruma göre uygun terminasyon yöntemleri kullanılmaktadır. Gebeliğin beklenen sonucuna ulaşmak için kontrendikasyon yoksa öncelikli olarak normal doğum amacıyla indüksiyon düşünülür. Gebelik ürününün atılmasını sağlamak amacıyla uterusun kasılmaya teşvik edilmesi indüksiyon olarak tanımlanır. Doğum indüksiyonunun amacı, doğumun başlangıcından önce uterus kasılmalarını uyararak vajinal doğum sağlamaktır. İndüksiyon obstetrikte yaygın kullanılan bir prosedürdür; insidansı, 1990 ile 2003 arasında iki kattan fazla artmıştır ve 2015 yılında Amerika Birleşik Devletleri'nde tüm gebeliklerin % 23.8'inde kullanılmıştır. Doğum indüksiyonunu gerektiren kadınların sayısı arttıkça, kötü Bishop skoruna sahip olan ve servikal olgunlaşma gerektiren kadın sayısı da artmaktadır. İndüksiyon amacıyla kullanılan çok çeşitli yöntemler mevcuttur ve bunlar farmakolojik ve mekanik yöntemlere ayrılabilir.", "question": "İndüksiyon hangi tıbbi alanda yaygın kullanılan bir prosedürdür?", "answers": { "text": [ "obstetrik" ], "answer_start": [ 713 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Serviksin ana yapısını hangi dokular oluşturur?", "answers": { "text": [ "stroma" ], "answer_start": [ 105 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Serviksin olgunlaşma sürecinde hangi dokuda değişiklikler görülür?", "answers": { "text": [ "kollajen ve konnektif dokuda" ], "answer_start": [ 412 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Servikal olgunlaşmada iki temel olaydan biri nedir?", "answers": { "text": [ "kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür" ], "answer_start": [ 737 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Servikal esneklik hangi değişiklik sonucu artar?", "answers": { "text": [ "çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik" ], "answer_start": [ 848 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu ne kadar azalır?", "answers": { "text": [ "% 30" ], "answer_start": [ 1015 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Serviksin sertliği hangi durumlarda karakteristiktir?", "answers": { "text": [ "gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde" ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Servikal olgunlaşmada düz kasların rolü nasıldır?", "answers": { "text": [ "çok azdır" ], "answer_start": [ 392 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Kollajen kaybı nasıl gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu" ], "answer_start": [ 576 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ne kadar azalır?", "answers": { "text": [ "%50" ], "answer_start": [ 1103 ] } }, { "context": "Serviksin ana yapısını proteoglikanlar ile çevrelenmiş kollajen demetlerinden oluşan bağ dokusu şeklinde stroma oluşturur. Bu yapı gebe olmayan durumda ve gebeliğin erken dönemlerinde servikse karakteristik palpable sertliğini sağlar. Doğumun başlangıcından önce servikste 12 saatten 6-8 haftaya kadar süren biyokimyasal değişiklikler oluşur. Serviksin olgunlaşma sürecinde düz kasların rolü çok azdır. Daha çok kollajen ve konnektif dokuda değişiklikler görülür. Olgunlaşma ile birlikte kollajen ve protein konsantrasyonları azalırken servikal esneklik artar. Kollajen kaybı kollajenazın proteolitik etkisi ve kollajenin parçalanması ile oluşan ürünlerin eliminasyonu ile olur. Servikal olgunlaşmada iki temel olay mevcuttur. Birincisi kollajenin parçalanması ile total servikal proteinin kollajen fraksiyonunda progresif azalma görülür. İkincisi çeşitli glikozaminoglikanların miktarındaki değişiklik sonucu serviksin esnekliği artar. Gebeliğin geç dönemlerinde kollajen konsantrasyonu gebe olmayan servikse göre % 30 oranında azalır, kollajen fibrillerinin organizasyonu sağlayan proteoglikanlar ise %50 oranında azalır.", "question": "Doğumun başlangıcından önce servikste ne kadar süre biyokimyasal değişiklikler oluşur?", "answers": { "text": [ "12 saatten 6-8 haftaya" ], "answer_start": [ 273 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri nedir?", "answers": { "text": [ "servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında hangi fonksiyonlar arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır?", "answers": { "text": [ "miyometrial ve servikal fonksiyon" ], "answer_start": [ 262 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Servikal yetersizlik neye katkı sağlar?", "answers": { "text": [ "spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma" ], "answer_start": [ 476 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü ne zaman görülür?", "answers": { "text": [ "serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman" ], "answer_start": [ 792 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Özellikle hangi hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu maternal ve fetal morbiditeyi artırır?", "answers": { "text": [ "primigravid hastalarda" ], "answer_start": [ 910 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyonun olumsuz sonuçları nelerdir?", "answers": { "text": [ "maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryen" ], "answer_start": [ 1157 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hastada ne gibi bir durum söz konusudur?", "answers": { "text": [ "uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği" ], "answer_start": [ 587 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Gebelik sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında ne olur?", "answers": { "text": [ "istenmeyen sonuçlar" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Doğum sürecinde hangi olayların uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesi gereklidir?", "answers": { "text": [ "servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin" ], "answer_start": [ 82 ] } }, { "context": "Gebeliğin başarılı sonucunun faktörlerinden biri de önemli fizyolojik olayların - servikal olgunlaşma, servikal dilatasyon ve miyometrial kontraktilitenin - birbiriyle uyumlu ve uygun zamanlama içinde gerçekleşmesidir. Gebelikte doğum öncesi ve doğum sırasında, miyometrial ve servikal fonksiyon arasında koordineli bir senkronizasyon şarttır. Doğum sürecindeki olaylar normal zamanlama ve senkronizasyondan saptığında istenmeyen sonuçlar ortaya çıkar. Servikal yetersizliğin spontan 2. trimester abortus ya da preterm doğuma katkısı çoktan ortaya konmuştur. Spektrumun diğer ucundaysa; uzamış gebeliğin ve uzamış ve/veya koordine olmayan doğumun eşlik ettiği servikal olgunlaşma başarısızlığı olan hasta vardır. Uterus ve serviks arasında uygun senkronizasyon eksikliğinin en bariz tezahürü serviks henüz olgunlaşmamışken doğumu başlatmak için uterus kontraktilitesi stimüle edildiği zaman görülür. Özellikle primigravid hastalarda amniyotomi ve intravenöz oksitosin infüzyonu ile doğum indüksiyonu durumu maternal ve fetal morbiditeyi artırır. Serviks olgunlaşmamışken yapılan indüksiyon uzun, verimsiz doğuma ve kabul edilemeyecek derecede yüksek oranda maternal distress, ateş, fetal asidoz ve sezaryena yol açar.", "question": "Gebelikte senkronizasyon eksikliği hangi sonuçlara yol açabilir?", "answers": { "text": [ "istenmeyen" ], "answer_start": [ 419 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Servikal cismin en önemli kısmını ne oluşturmaktadır?", "answers": { "text": [ "stroma" ], "answer_start": [ 69 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Gebe olmayan uterusta stroma hangi bölgelere ayrılabilir?", "answers": { "text": [ "yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal" ], "answer_start": [ 140 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Serviksin baskın ve en önemli bileşeni nedir?", "answers": { "text": [ "düzensiz bağ dokusundan" ], "answer_start": [ 377 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Yoğun stromada bulunan hücreler nelerdir?", "answers": { "text": [ "mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Bağ dokunun kuru ağırlığının %70'inden fazlasını hangi maddeler oluşturur?", "answers": { "text": [ "proteoglikanlar, kollajen ve elastin" ], "answer_start": [ 615 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Baskın yapısal elemanlar hangi maddelerle çevrelenmiş kollajen liflerdir?", "answers": { "text": [ "büyük proteoglikan molekülleri" ], "answer_start": [ 689 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Serviksin inert maddesi olarak görülen sıkı bağ dokusu ne tür özelliklere sahiptir?", "answers": { "text": [ "dinamik" ], "answer_start": [ 862 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Bağ dokusunun biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde hangi durumlarda değişiklikler meydana gelir?", "answers": { "text": [ "servikal olgunlaşma sırasında" ], "answer_start": [ 1098 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Yoğun stromal bölge ne tür bir yapıya sahiptir?", "answers": { "text": [ "hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Epitelin altında bulunan servikal cismin en önemli kısmını oluşturan stromadır. Gebe olmayan uterusta ve gebeliğin ilk trimesterinde stroma yüzeysel gevşek stroma ve derin yoğun stromal bölgeye ayrılabilir. Yoğun stromal bölge bir merkezde sıralanan ve hücre dışı temel matrise gömülü kollajen lifleri çerçevesinden oluşan serviksin baskın (% 75-85) ve en önemli bileşeni olan düzensiz bağ dokusundan oluşur. Yoğun stroma mast hücreleri hariç hücreden nispeten zayıftır, ancak eozinofiller, nötrofiller, plazma hücreleri, lenfositler ve makrofajlar da bulunabilir. Bağ dokunun kuru ağırlığının % 70'inden fazlasını proteoglikanlar, kollajen ve elastin oluşturur. Baskın yapısal elemanlar, büyük proteoglikan molekülleri ile ayrılmış veya çevrelenmiş farklı yönlerde uzanan kollajen liflerdir. Bu sıkı bağ dokusu serviksin inert maddesi olarak görülmesine rağmen dinamik özelliklere sahip olduğu daha sonraları bulunmuştur. Bağ dokusunun bu önemli biyokimyasal ve biyofiziksel özelliklerinde meydana gelen önemli değişiklikler termdeki gebe kadınlarda ve spontan veya farmakolojik olarak indüklenen servikal olgunlaşma sırasında ortaya çıkar.", "question": "Stromanın yoğun bölgesi hangi hücrelerden nispeten zayıftır?", "answers": { "text": [ "mast hücreleri" ], "answer_start": [ 422 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "Olgunlaşma süreci hamileliğin hangi haftasında başlar?", "answers": { "text": [ "34-36." ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "Olgunlaşma sürecinde servikste hangi değişiklikler olur?", "answers": { "text": [ "Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir" ], "answer_start": [ 136 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "Kadın doğum uzmanı serviksin olgunlaşmasını nasıl algılar?", "answers": { "text": [ "doğum öncesi dilatasyonu ve silinme" ], "answer_start": [ 256 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "Servikal yumuşamanın anahtar elementi nedir?", "answers": { "text": [ "konnektif dokudaki değişiklikler" ], "answer_start": [ 770 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "Servikal dokunun esnekliği ne zaman artar?", "answers": { "text": [ "olgunlaşma sırasında" ], "answer_start": [ 934 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "Gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki serviksin karakteristik rijiditesi neye bağlıdır?", "answers": { "text": [ "Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak" ], "answer_start": [ 1024 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller nelerdir?", "answers": { "text": [ "büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir" ], "answer_start": [ 1310 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "Serviksin olgunlaşması sırasında hangi yapısal bileşenlerin değişiklikleri önemlidir?", "answers": { "text": [ "kollajen ve bağ dokusu matriksindeki" ], "answer_start": [ 387 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "Ana kollajen tipleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3" ], "answer_start": [ 845 ] } }, { "context": "Olgunlaşma süreci hamileliğin 34-36. haftasında başlar (düzensiz Braxton-Hicks uterus kasılmalarının daha belirgin hale geldiği zaman). Serviks yumuşak, şiş ve esnek hale gelirken, servikal kanal ve servikal doku uzayabilir. Kadın doğum uzmanı, eşlik eden doğum öncesi dilatasyonu ve silinmeyi “serviksin olgunlaşması” olarak algılar. İnsan serviksindeki üç ana yapısal bileşen arasında kollajen ve bağ dokusu matriksindeki değişiklikler olgunlaşmanın başlıca faktörleridir. Düz kas içeriği ikinci sıradadır ve sırasıyla üst, orta ve alt segmentlerde sadece % 25, % 16 ve % 6'dır. Daha önce düzenli bir dizilim gösteren kollajen fibrillerinin olgunlaşma esnasında organize olmayan bir halde dağıldığını gösteren Danforth ve ark. servikal yumuşamanın anahtar elementinin konnektif dokudaki değişiklikler olduğunu söylediler. Ana kollajen tipleri hem gebe olmayan hem de gebe kadınların serviksinde 1 ve 3'tür. Servikal kompliyansta ve olgunlaşma sırasında eş zamanlı değişiklikler vardır ve servikal dokunun esnekliği artar. Kollajen fibrilleri yoğun şekilde birbirine bağlanarak gebelik öncesi ve erken gebelik dönemindeki karakteristik rijiditeyi servikse verir. İnsan serviksindeki diğer önemli moleküller zemin maddesini oluşturan ve çeşitli glikozaminoglikanları (asit mukopolisakkaritler, GAG'lar) içeren büyük moleküler ağırlıklı proteoglikan kompleksleridir.", "question": "Düz kas içeriği serviksin hangi segmentlerinde farklı oranlardadır?", "answers": { "text": [ "üst, orta ve alt segmentlerde" ], "answer_start": [ 521 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Proteoglikanlar ne kadar büyük olabilir?", "answers": { "text": [ "3 x 106 dalton" ], "answer_start": [ 58 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan nedir?", "answers": { "text": [ "dermatan sülfat" ], "answer_start": [ 272 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasındaki etkileşimin fizyolojik önemi nedir?", "answers": { "text": [ "kollajeni stabilize etmektir" ], "answer_start": [ 421 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Kollajenin yönelimi ve fiziksel özellikleri ne tarafından modifiye edilebilir?", "answers": { "text": [ "glikozaminoglikanlar" ], "answer_start": [ 508 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Servikste dermatan sülfattan sonra hangi GAG yaygındır?", "answers": { "text": [ "kondroitin sülfat" ], "answer_start": [ 640 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Proteoglikanların GAG yan zincirleri nelerle etkileşebilir?", "answers": { "text": [ "başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle" ], "answer_start": [ 862 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Proteoglikanlar kollajen fibrillere nasıl bağlanır?", "answers": { "text": [ "protein çekirdekleri" ], "answer_start": [ 757 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Proteoglikanlar dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra hangi işleve sahiptir?", "answers": { "text": [ "kollajen fibrillere sarılırlar" ], "answer_start": [ 782 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Proteoglikanlar neyi stabilize eder?", "answers": { "text": [ "kollajen" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Proteoglikanlar insan vücudundaki en büyük moleküllerdir. 3 x 106 dalton kadar büyük olabilirler. Gebe ve gebe olmayan serviksteki baskın proteoglikan, zemin maddesinin % 75'inden fazlasını oluşturan ve dekorin adı verilen yaklaşık 100.000 dalton moleküler ağırlığa sahip dermatan sülfattır. Dermatan sülfat ve kollajen molekülleri arasında bir etkileşimin varolduğu bilinmektedir. Böyle bir etkileşimin fizyolojik önemi kollajeni stabilize etmektir. Ayrıca kollajenin yöneliminin ve fiziksel özelliklerinin glikozaminoglikanlar tarafından modifiye edilebileceği gösterilmiştir. Servikste baskın olarak bulunan GAG dermatan sülfattan sonra kondroitin sülfat da yaygındır. Dokunun zemin maddesini oluşturmanın yanı sıra proteoglikanlar kollajenlere bağlanan protein çekirdekleri ile kollajen fibrillere sarılırlar. Proteoglikanların GAG yan zincirleri daha sonra başka kollajen molekülleri ve birbirleriyle etkileşebilir. Bu ilişki kollajen fibrillerini yönlendirme, üç boyutlu topometrik yapıyı korumada ve böylece mekanik güç sağlamada önemlidir.", "question": "Proteoglikanlar hangi molekülleri içeren büyük moleküler ağırlıklı yapılardır?", "answers": { "text": [ "GAG yan zincirleri" ], "answer_start": [ 832 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "Araşidonik asit neyin substratıdır?", "answers": { "text": [ "Prostaglandinler ve lökotrienler" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "Fosfolipaz inhibitörleri hangi yanıtı engeller?", "answers": { "text": [ "kollajen yıkımını" ], "answer_start": [ 87 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "Siklooksijenaz inhibitörlerinin etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz" ], "answer_start": [ 206 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "Servikal olgunlaşma PGE2 ile tedavi sonrası nasıl ortaya çıkar?", "answers": { "text": [ "in vitro olarak hızlı bir şekilde" ], "answer_start": [ 374 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "Araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma neye bağlı olabilir?", "answers": { "text": [ "PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden" ], "answer_start": [ 662 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "Servikal olgunlaşmanın hangi tip bir proses olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "inftamatuar" ], "answer_start": [ 835 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "Sitokinler hangi hücrelerden kollajenaz sentezini uyarır?", "answers": { "text": [ "makrofajlar ve monositlerden" ], "answer_start": [ 956 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "Prostaglandinler nötrofil göçünü nasıl teşvik eder?", "answers": { "text": [ "lökosit kollajenazı" ], "answer_start": [ 1270 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "İn vitro olarak neden belirgin olmayacaktır?", "answers": { "text": [ "dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan" ], "answer_start": [ 1399 ] } }, { "context": "Prostaglandinler ve lökotrienler için substrat olan araşidonik asit, benzer deneylerde kollajen yıkımını arttırmıştır. Fosfolipaz inhibitörlerinin bu yanıtı engellediği, siklooksijenaz inhibitörlerinin ise prostaglandin üretimini bloke eden konsantrasyonlarda etkisiz olduğu bulunmuştur. Buna rağmen, doku kompliyansı açısından servikal olgunlaşma PGE2 ile tedaviyi takiben in vitro olarak hızlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bu uyumsuzluk, PGE2 ve araşidonik asit ile tedavi edilen servikal dokularda, prostaglandin olmayan tanımlanamayan araşidonik asit ürünlerinde bir artış ile açıklanabilir. Bu nedenle, araşidonik asit ile indüklenen olgunlaşma belki de PGE2 ile uyarılabilen lökotrien üretiminden dolayı prostaglandin aracılı olmayan bir etki olabilir. Bu olasılık kuramsal olarak kalmakla birlikte servikal olgunlaşmanın bir inftamatuar tip proses olduğunu düşündürür. Bu hipotez, lto ve arkadaşlarının çalışmasıyla desteklenmiştir. Sitokinlerin makrofajlar ve monositlerden kollajenaz sentezini belirgin bir şekilde uyardığını, gebe sıçan servikal dokularının interlökin benzeri faktörler ürettiklerini ve insan servikal fibroblastlarında interlökin 1a’nın elastaz benzeri enzimi aktive ettiğini gösterdiler. Prostaglandinler içindeki granüllerinde depolanan lökosit kollajenazının salınmasını da teşvik edecek şekilde nötrofil göçünü teşvik ederek hareket etmektedirler. Böyle bir işlem dokuya alınan nötrofillere bağlı olduğundan, in vitro belirgin olmayacaktır.", "question": "Gebe sıçan servikal dokularının ürettiği faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "interlökin" ], "answer_start": [ 1071 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Prenatal dönemde yapılan ultrasonografi ile neye tanı koyulabilir?", "answers": { "text": [ "konjenital anomali" ], "answer_start": [ 103 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Prenatal ultrasonografi incelemelerinde hangi faktörler önemlidir?", "answers": { "text": [ "cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite" ], "answer_start": [ 196 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "artmış perinatal morbidite ve mortalite" ], "answer_start": [ 359 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Gastrointestinal sistem obstrüksiyonlarının prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık mıdır?", "answers": { "text": [ "açık değildir" ], "answer_start": [ 639 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Erken prenatal tanı sayesinde ne mümkün olabilir?", "answers": { "text": [ "yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması" ], "answer_start": [ 734 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Fetal GIO’larda nelere dikkat edilmelidir?", "answers": { "text": [ "yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri" ], "answer_start": [ 940 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Gebelik takibinin önemli parçaları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler" ], "answer_start": [ 1020 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Polihidramnioz hangi riskleri beraberinde getirebilir?", "answers": { "text": [ "preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni" ], "answer_start": [ 1253 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Bazı vakalarda tanı ne zaman koyulabilmektedir?", "answers": { "text": [ "doğum sonrasında" ], "answer_start": [ 877 ] } }, { "context": "Günümüzde gelişen teknolojinin de yardımıyla, prenatal dönemde yapılan ultrasonografi sayesinde birçok konjenital anomaliye doğum öncesinde tanı koyulabilmektedir. Bu amaçla yapılan incelemelerde cihazın kalitesi, uygulayıcının deneyimi, fetusun pozisyonu, maternal obezite gibi birçok faktör önem taşımaktadır. Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları (GİO) artmış perinatal morbidite ve mortalite ile ilişkili olup bu grupta yer alan bazı hastalıklarda doğum öncesi dönemde saptanabilmektedir. Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal obstruksiyonların prenatal tanısının doğum sonrası prognozu geliştirip geliştirmediği açık değildir. Deneyimli personel ve tam teşekküllü bir hastane ortamında doğumun planlanarak, yenidoğana gerekli tüm müdahalenin sağlanması ise ancak erken prenatal tanı sayesinde mümkün olabilmektedir. Yine de bazı vakalarda tanı ancak doğum sonrasında koyulabilmektedir. Fetal GIO’larda eşlik eden yapısal malformasyonlar ve kromozom anomalileri açısından dikkatli olunmalıdır. Detaylı anatomi taraması, fetal ekokardiyografi ve amniyosentez gibi invaziv işlemler gebelik takibinin önemli parçalarıdır. Ayrıca polihidramnioz bu gebeliklerin birçoğunu komplike etmektedir. Gelişen polihidramnioz ise beraberinde preterm doğum, malprezentasyon, kordon sarkması, plasenta dekolmanı, doğum eyleminin uzaması ve atoni gibi riskler getirmektedir.", "question": "Gastrointestinal sistem obstrüksiyonları hangi organlarda görülebilir?", "answers": { "text": [ "Özofagus, duodenum, jejenum, ileum, kolon veya anorektal" ], "answer_start": [ 496 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "Gastrointestinal sistem (GİS) nedir?", "answers": { "text": [ "içi boş bir lümen" ], "answer_start": [ 155 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "GİS'in işlev görmeye başlaması için ne gereklidir?", "answers": { "text": [ "Besinlerin alımı" ], "answer_start": [ 197 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "GİS'in fizyolojik fonksiyonları nelerdir?", "answers": { "text": [ "motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon" ], "answer_start": [ 311 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "GİS'in etkili fonksiyon görmesini sağlayan sindirim organları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs" ], "answer_start": [ 661 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "GİS'e yardımcı olan bezler hangileridir?", "answers": { "text": [ "Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas" ], "answer_start": [ 832 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "GİS organlarının histolojik açıdan benzer katmanları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia" ], "answer_start": [ 1059 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "Lümene bakan tabaka (T. mukoza) hangi işlevleri gören epiteli tanımlar?", "answers": { "text": [ "koruma, sekresyon ve absorbsiyon" ], "answer_start": [ 1190 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "T. submukoza hangi doku elemanlarına sahiptir?", "answers": { "text": [ "vasküler, nöral ve lenfoid" ], "answer_start": [ 1278 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "Besinlerin hareketini sağlayan peristaltizm hangi katman tarafından kontrol edilir?", "answers": { "text": [ "T. muskularis" ], "answer_start": [ 1093 ] } }, { "context": "Gastrointestinal sistem (GİS) ağızdan başlayıp anüse dek devam eden tükrük bezleri, pankreas ve karaciğer gibi glandüler organlarla eş zamanlı işlev gören içi boş bir lümenden meydana gelmektedir. Besinlerin alımı ile birlikte GİS işlev görmeye başlamaktadır. Yaşam için gerekli olan bu fizyolojik fonksiyonlar motilite, sekresyon, sindirim, emilim ve eliminasyon olarak özetlenebilir. Tüm sistemin eş zamanlı çalışabilmesi için endokrin, parakrin ve nöral sistemlerin birlikte görev aldığı kontrol mekanizmaları söz konusudur. Sindirim kanalını oluşturan organlar ve sindirme yardımcı bezler birlikte çalışarak GİS’in etkili fonksiyon görmesini sağlamaktadır. Ağız, farinks, özefagus, mide, ince bağırsak (duodenum, jejenum ve ileum), kolon (asendan, transvers, desendan, rektum) ve anüs sindirim organları olarak sıralanmaktadır. Tükrük bezleri, karaciğer, safra kesesi ve pankreas ise sindirim sistemine yardımcı olmaktadır. Fonksiyonel farklıkları olmasına karşın GİS organları histolojik açıdan benzer katmanlara sahiptir. İçten dışa doğru bu tabakalar; Tunica (T.) mukoza, T. submukoza, T. muskularis ve T. seroza/adventitia olarak adlandırılmaktadır. Lümene bakan tabaka (T. mukoza) koruma, sekresyon ve absorbsiyon işlevi gören epiteli tanımlamaktadır. T. submukoza ise vasküler, nöral ve lenfoid doku elemanlarına sahip bağ dokusudur. Kraniyalden başlayarak kaudale doğru besinlerin hareketi sağlayan peristaltizm ise T. muskularis tarafından kontrol edilmektedir. En dıştaki tabaka ise organların komşu yapılar ile sınırı oluşturmaktadır.", "question": "GİS organlarının en dıştaki tabakası neyi oluşturur?", "answers": { "text": [ "organların komşu yapılar ile sınırı" ], "answer_start": [ 1496 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu hangi fetal haftada gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "dördüncü" ], "answer_start": [ 67 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu nasıl gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Embriyogenez mekanizmaları hangi faktörler tarafından düzenlenmektedir?", "answers": { "text": [ "transkripsiyon faktörleri" ], "answer_start": [ 399 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca hangi süreç devam etmektedir?", "answers": { "text": [ "maturasyon" ], "answer_start": [ 525 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Bağırsağın üç ayrı bölgesi hangi sistemin spesifik kısımlarını ortaya çıkarır?", "answers": { "text": [ "GİS" ], "answer_start": [ 745 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Foregut hangi organların prekürsörüdür?", "answers": { "text": [ "Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal" ], "answer_start": [ 795 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Midgut hangi organları oluşturur?", "answers": { "text": [ "Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü" ], "answer_start": [ 908 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Hindgut hangi yapılar ve süreçten sorumludur?", "answers": { "text": [ "inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonu" ], "answer_start": [ 1078 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Bir bağırsak bölgesinin spesifik programının belirlenmesi ne zaman gerçekleşir?", "answers": { "text": [ "önce" ], "answer_start": [ 646 ] } }, { "context": "Özofagus, mide, bağırsak, karaciğer ve pankreasın anatomik oluşumu dördüncü fetal haftada bir dizi evajinasyon, enolgasyon ve dilatasyon yoluyla gerçekleşmektedir. Bu karmaşık süreç hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamaklarıyla devam etmektedir. Hücresel düzeyde, embriyogenez mekanizmaları büyük olasılıkla homeobox genleri, hücre-hücre etkileşimleri, epiteliyal mezenkimal etkileşimler ve transkripsiyon faktörleri tarafından düzenlenmektedir. Genel bir kural olarak, kraniokaudal ve proximodistal eksenler boyunca maturasyon süreci devam etmektedir. Bir bağırsak bölgesinin (yani, ön, orta veya arka) spesifik programının belirlenmesi önce gerçekleşir, ardından bu bölgede ayrıntılı bir farklılaşma oluşur. Bağırsağın üç ayrı bölgesi GİS’in spesifik kısımlarını ortaya çıkarmaktadır. Farinks, özefagus, mide, karaciğer, safra kesesi, pankreas ve duodenum kraniyal kısmının prekürsörü foregut’tur. Duodenumun kaudal bölümü, jejenum, ileum, çıkan kolon ve transvers kolonun ilk 2/3’lük bölümü ise midgut tarafından oluşturulur. Hindgut ise transvers kolonun son 1/3’ü, inen kolon, rektum ve ürogenital sinüs formasyonundan sorumludur.", "question": "Morfogenez süreci hangi hücresel olaylarla devam etmektedir?", "answers": { "text": [ "hücresel çoğalma, büyüme ve morfogenez basamakları" ], "answer_start": [ 182 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Gastrointestinal sistem (GİS) nasıl tam olarak değerlendirilebilir?", "answers": { "text": [ "detaylı bir inceleme" ], "answer_start": [ 31 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Gebeliğin başında mide nerede görülebilmektedir?", "answers": { "text": [ "abdomen" ], "answer_start": [ 161 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenmesi ne zaman mümkün olabilir?", "answers": { "text": [ "üçüncü trimester" ], "answer_start": [ 276 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Gastrointestinal sistem (GİS) görüntülenmesi neye göre değişmektedir?", "answers": { "text": [ "ilerleyen gebelik yaşı" ], "answer_start": [ 353 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Trakeal fistülü olan özefagus atrezisi durumlarında ne saptanmayabilir?", "answers": { "text": [ "ultrasonografik bulgu" ], "answer_start": [ 513 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda nasıl bir haldedir?", "answers": { "text": [ "kollabe" ], "answer_start": [ 601 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Özefagus kaç parçadan oluşmaktadır?", "answers": { "text": [ "üç parçadan" ], "answer_start": [ 659 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Özefagusun torasik bölümü nerede görülebilmektedir?", "answers": { "text": [ "inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda" ], "answer_start": [ 743 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Özefagusun tübüler abdominal bölümü nasıl görüntülenebilmektedir?", "answers": { "text": [ "midsagittal planda" ], "answer_start": [ 896 ] } }, { "context": "Ağızdan başlayarak rektuma dek detaylı bir inceleme ile GİS tam olarak değerlendirilebilmektedir. Henüz gebeliğin başında ilk trimester NT ölçümü esnasında mide abdomen içerisinde görülebilmektedir. Bununla birlikte bağırsakların ve anüsün belirgin biçimde görüntülenebilmesi üçüncü trimestere dek mümkün olamayabilmektedir. Kısacası GİS görüntülenmesi ilerleyen gebelik yaşı ile birlikte belirgin olarak değişmektedir. Hatta trakeal fistülü olan özefagus atrezisi gibi durumlarda tüm gebelik boyunca anormal bir ultrasonografik bulgu saptanmayabilmektedir. Normal fetus özofagusu intrauterin yaşamda kollabe haldedir. Özefagus servikal, torasik ve abdominal üç parçadan oluşmaktadır. Servikal bölümün görüntülenmesi zordur. Torasik bölüm ise inen aortanın anteriorunda ve trakeanın posteriorunda görülebilmektedir. Özefagusun tübüler abdominal bölümü ise birbirine paralel dört çizgi şeklindeki midsagittal planda görüntülenebilmektedir. Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır ki özefagus içindeki bu sıvıyı saptamak bir hayli güçtür. Komşu damar yapılardan ayrımı açısından Doppler kullanılması fayda sağlayabilmektedir.", "question": "Özefagus içindeki sıvının saptanması neden güçtür?", "answers": { "text": [ "Fetusun yuttuğu sıvı miktarı o kadar azdır" ], "answer_start": [ 939 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını hangi hastalık oluşturur?", "answers": { "text": [ "Hirschsprung hastalığı" ], "answer_start": [ 81 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Hirschsprung hastalığında hangi hücrelerin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır?", "answers": { "text": [ "Gangliyon" ], "answer_start": [ 121 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Hirschsprung hastalığında proksimalindeki bağırsak bölümü nasıl olmaktadır?", "answers": { "text": [ "dilate" ], "answer_start": [ 280 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Hirschsprung hastalığı olgularının dörtte birinde hangi eşlik eden anomaliler vardır?", "answers": { "text": [ "genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon" ], "answer_start": [ 324 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Hirschsprung hastalığı olgularında kromozom anomalisi riski nedir?", "answers": { "text": [ "artmıştır" ], "answer_start": [ 500 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Hirschsprung hastalığında Down sendromu sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "%2-16" ], "answer_start": [ 535 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Hirschsprung hastalığının prenatal dönemde tanısı nasıldır?", "answers": { "text": [ "oldukça güçtür" ], "answer_start": [ 582 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Kolonun tamamını tutan Hirschsprung hastalığı durumlarında inutero dönemde hangi bulgular saptanabilir?", "answers": { "text": [ "polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu" ], "answer_start": [ 744 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Hirschsprung hastalığının tedavisi nedir?", "answers": { "text": [ "cerrahi" ], "answer_start": [ 969 ] } }, { "context": "Yenidoğan döneminde ortaya çıkan bağırsak obstrüksiyonlarının önemli bir kısmını Hirschsprung hastalığı oluşturmaktadır. Gangliyon hücrelerinin yokluğu nedeniyle fonksiyonel olarak obstrukte bir distal bağırsak segmenti oluşmaktadır. Bu kısmın proksimalindeki bağırsak bölümü ise dilate olmaktadır. Olguların dörtte birinde genitoüriner anomaliler, işitme problemleri, görme sorunları, kalp hastalıkları ve anorektal malformasyon gibi eşlik eden anomaliler vardır. Olgularda kromozom anomalisi riski artmıştır ve Down sendromu sıklığı %2-16 oranındadır. Prenatal dönemde kesin tanı oldukça güçtür. Tıkanıklık bulguları ve kabızlık gibi şikâyetler ancak doğum sonrasında ortaya çıkmaktadır. Kolonun tamamını tutan durumlarda ise inutero dönemde polihidramnioz ve bağırsak dilatasyonu gibi spesifik olmayan bulgular saptanabilir. Benzer şekilde lümen içerisinde kalsifikasyonlar ve hiperekojenik bağırsak segmentleri de bu hastalık ile birlikte görülebilmektedir. Tedavi cerrahidir ve hastaların büyük bir çoğunluğu hayatına devam etmektedir. Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit gibi uzun dönem komplikasyonlar ise sorun yaratabilmektedir.", "question": "Hirschsprung hastalığında görülen uzun dönem komplikasyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Fekal inkontinans, kabızlık ve enterokolit" ], "answer_start": [ 1041 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "Anorektal malformasyonlar hangi malformasyonları kapsar?", "answers": { "text": [ "kloaka" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "Anorektal malformasyonların etiyolojisi nasıldır?", "answers": { "text": [ "karmaşık" ], "answer_start": [ 160 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "Anorektal malformasyonların oluşma sebepleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu" ], "answer_start": [ 175 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alır mı?", "answers": { "text": [ "prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır" ], "answer_start": [ 399 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "Anorektal malformasyonlardan şüphelenilmesi gereken durumlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda ne düşünülmelidir?", "answers": { "text": [ "anorektal anomaliler" ], "answer_start": [ 603 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "İzole anal atrezilerde hangi bulgu beklenmez?", "answers": { "text": [ "polihidramnioz" ], "answer_start": [ 744 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "Anorektal fistül varlığında hangi durum gelişebilir?", "answers": { "text": [ "oligohidramnios" ], "answer_start": [ 822 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "Hangi ultrasonografi bulguları ürogenital anomalilere eşlik edebilir?", "answers": { "text": [ "hidrokolpos, hidrometrokolpos" ], "answer_start": [ 891 ] } }, { "context": "Anorektal malformasyonlar basit imperfore anüsten kompleks kloaka malformasyonlarını içerecek şekilde geniş bir malformasyon grubunu kapsamaktadır. Etiyolojisi karmaşık olup, embryogenez sürecinde yaşanan ürorektal septum şekillenme problemi, anal açıklığın anteriora kayması, aşırı dorsal kloaka obliterasyonu gibi bir takım sebepler nedeniyle oluştuğu düşünülmektedir. İmperfore anüs gibi olgular prenatal dönemde sıklıkla tanı alamamaktadır. Rektum ve nadiren sigmoid kolonun dilate görünümü saptandığında anorektal malformasyonlardan şüphelenilmelidir. Rektumun mesaneden geniş görüldüğü durumlarda anorektal anomaliler akılda tutulmalıdır. Lümen içerisinde ekojenitesi artmış mekonyum varlığı da tanıda yardımcıdır. İzole anal atrezilerde polihidramnioz beklenen bir bulgu değildir. Hatta anorektal fistül varlığında oligohidramnios gelişebilir. Eşlik eden ürogenital anomalilere bağlı hidrokolpos, hidrometrokolpos gibi farklı ultrasonografi bulguları saptanabilmektedir. Pelviste artan sıvının mesane basısı parsiyel mesane çıkış obstrüksiyonuna yol açabilmektedir. Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren asit gelişebilmektedir.", "question": "Abdominal kavite ve vajene idrar drenajı nedeniyle nadiren hangi durum gelişebilir?", "answers": { "text": [ "asit" ], "answer_start": [ 27 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "Kısıtlı sıvı uygulaması sırasında damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesinde en sık kullanılan yöntem nedir?", "answers": { "text": [ "SVB ölçümü" ], "answer_start": [ 278 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "Santral venöz basınç (SVB) damar içi sıvı hacmini ne kadar doğru gösterir?", "answers": { "text": [ "%50" ], "answer_start": [ 339 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "SVB hangi faktörlerden etkilenmektedir?", "answers": { "text": [ "hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç" ], "answer_start": [ 391 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "Hepatektomi sırasında SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasına sebep olan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu" ], "answer_start": [ 587 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "Hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde kullanılan yeni yöntemlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "Pleth Variability Index (PVI)" ], "answer_start": [ 1247 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "PVI nedir ve nasıl ölçülür?", "answers": { "text": [ "non-invaziv, devamlı, dinamik" ], "answer_start": [ 1407 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "PVI değeri ne zaman sıvı yanıtlılığını gösterir?", "answers": { "text": [ "PVI > %13" ], "answer_start": [ 1510 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisinin etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir" ], "answer_start": [ 1632 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "Sıvı kısıtlaması esnasında hangi durumlar önemlidir?", "answers": { "text": [ "doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması" ], "answer_start": [ 1078 ] } }, { "context": "Ameliyat sırasında olan kanamanın kontrolü için kısıtlı sıvı uygulaması sonucu damar içi hacim miktarının azaltılması yönteminde en önemli nokta damar içi sıvı hacminin doğru olarak değerlendirilmesidir. Damar içi sıvı miktarının değerlendirilmesi için en sık kullanılan yöntem SVB ölçümüdür. Santral venöz basıncın damar içi sıvı hacmini %50 oranında doğru gösterdiği belirtilmektedir. SVB hasta pozisyonu, intratorasik basınç, pulmoner hastalık, triküspit kapak hastalıkları, perikardiyal basınç ve intraabdominal basınç gibi faktörlerden etkilenmektedir. Ayrıca hepatektomi sırasında karaciğere pozisyon verilmesi, inferior vena çavanın (IVC), hepatik venlerin ve portal venin klemplenmeleri, sık uygulanan hasta pozisyon değişiklikleri özellikle trendelenburg pozisyonu SVB ölçümlerinin doğru değerleri yansıtmamasında etkili olmaktadırlar. Bu nedenlerle hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için damar içi sıvı miktarını doğru olarak ölçebilecek yeni yöntemler kullanılmalıdır. Sıvı kısıtlaması esnasında doku oksijenasyonunun bozulmaması ve yeterli doku perfüzyonunun sağlanması da önemlidir. Damar içi sıvı hacminin değerlendirilmesinde kullanılan yeni yöntemlerden biri “Pleth Variability Index (PVI)”‘dir. PVI, mekanik ventilasyon altındaki hastalarda periferik oksijen satürasyonu dalga formunda solunumla oluşan değişikliklerin non-invaziv, devamlı, dinamik ölçülmesidir. Hastaların sıvı yanıtlılığını yansıtan bir parametredir ve PVI > %13 sıvı yanıtlılığını gösterir. Genel anestezi altında PVI kullanılarak uygulanan hedefe yönelik sıvı tedavisi ile ameliyat sırasında verilen sıvı miktarının azaldığı, ameliyat sırasında ve sonrasında kan laktat seviyelerinin düştüğü gösterilmiştir.", "question": "Damar içi sıvı hacmini doğru olarak değerlendirebilecek yeni yöntemler neden kullanılmalıdır?", "answers": { "text": [ "hepatektomi sırasında anestezi protokollerinde yer alan kısıtlı sıvı uygulaması yöntemini uygulayabilmek için" ], "answer_start": [ 859 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Sağlıklı hastalarda hangi testleri içeren bir değerlendirme yeterlidir?", "answers": { "text": [ "tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma" ], "answer_start": [ 20 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Hepatektomi planlanan hastaların çoğunda hangi hastalıklar mevcuttur?", "answers": { "text": [ "karaciğer hastalığı" ], "answer_start": [ 172 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Son dönem karaciğer hastalarında hangi hemodinamik profil mevcuttur?", "answers": { "text": [ "artmış kardiyak debi" ], "answer_start": [ 283 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Kemoterapi alan hastalar hangi açıdan zarar görmüş olabilir?", "answers": { "text": [ "kardiyak fonksiyon" ], "answer_start": [ 447 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Hepatopulmoner sendrom hangi hasta grubunda görülebilir?", "answers": { "text": [ "üçte birinde" ], "answer_start": [ 560 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğuna sebep olan faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı" ], "answer_start": [ 649 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Siroz hastalarında sempatik aktivasyonun etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "böbrek otoregülasyonunu bozmak" ], "answer_start": [ 1051 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası hangi nedenlerle savunmasızdır?", "answers": { "text": [ "artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine" ], "answer_start": [ 1213 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Hepatopulmoner sendrom hangi durumla karakterizedir?", "answers": { "text": [ "ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu" ], "answer_start": [ 851 ] } }, { "context": "Sağlıklı hastalarda tam kan sayımı, rutin biyokimya ve pıhtılaşma testlerini içeren rutin bir değerlendirme yeterlidir. Öte yandan hepatektomi planlanan hastaların çoğunda karaciğer hastalığı ve sıklıkla ek hastalıklar mevcut olabilmektedir. Örneğin son dönem karaciğer hastalarında artmış kardiyak debi, splanknik vazodilatasyon ve santral hipovolemi ile karakterize hemodinamik profil mevcuttur. Ayrıca operasyon öncesi kemoterapi alan hastalar kardiyak fonksiyon açısından zarar görmüş olabilir. Siroz veya sirotik olmayan portal hipertansiyonlu hastaların üçte birinde değişen derecelerde hepatopulmoner sendrom mevcuttur. Bu hastalarda bulunan orta dereceli hipoksi; kapiller ditansiyona bağlı artan pulmoner perfüzyon, bozulmuş hipoksik pulmoner vazokonstrüksiyon ve alveolar ventilasyon değişmeden artan transpulmoner kan akımı ile karakterize ventilasyon/perfüzyon uyumsuzluğu sebebiyledir. Bu hipoksi başlangıçta oksijene yanıtlı iken hastalık ilerledikçe bu yanıt giderek azalmaktadır. Yine siroz hastalarında eşlik eden sempatik aktivasyon böbrek otoregülasyonunu bozmakta ve bu hastalar böbrek perfüzyon basıncının düşmesini daha az tolere edebilmektedirler. Sirotik bir karaciğer hepatektomi sonrası artan metabolik ihtiyacı karşılayamayabilir ve rejenerasyon kapasitesi ciddi düşük olduğundan hepatektomi sonrası karaciğer yetmezliğine karşı savunmasızdırlar.", "question": "Orta dereceli hipoksi başlangıçta nasıl yanıt verir?", "answers": { "text": [ "oksijene" ], "answer_start": [ 922 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "Hepatektomi hangi anestezi altında gerçekleştirilir?", "answers": { "text": [ "genel anestezi" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "Hangi hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır?", "answers": { "text": [ "Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "Anestezi indüksiyonu neye göre uyarlanır?", "answers": { "text": [ "hastanın genel durumuna" ], "answer_start": [ 222 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "Hangi kas gevşetici karaciğer hastalığı olanlarda uygundur?", "answers": { "text": [ "Cis-atraküryum" ], "answer_start": [ 352 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "Anestezinin devamı hangi ajanlarla sağlanır?", "answers": { "text": [ "hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajan" ], "answer_start": [ 482 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "Nitröz oksit neden kullanılmamalıdır?", "answers": { "text": [ "bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle" ], "answer_start": [ 579 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "Hangi tür ajanlardan kaçınılmalıdır?", "answers": { "text": [ "halotan" ], "answer_start": [ 681 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "Ani ve masif kanama riski sebebiyle ne sağlanmalıdır?", "answers": { "text": [ "geniş ve yeterli venöz erişim" ], "answer_start": [ 781 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "Monitorizasyon neye göre uyarlanmalıdır?", "answers": { "text": [ "hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına" ], "answer_start": [ 917 ] } }, { "context": "Hepatektomi; genel anestezi altında trakeal entübasyon ve mekanik ventilasyon eşliğinde gerçekleştirilir. Ciddi asidi olan veya regürjitasyon riski olan hastalara hızlı seri entübasyon uygulanmalıdır. Anestezi indüksiyonu hastanın genel durumuna göre uyarlanır. Öte yandan ilaçların hepatik eliminasyonunun baskılanmış olabileceği akılda tutulmalıdır. Cis-atraküryum Hoffman eliminasyonuna uğraması sebebiyle karaciğer hastalığı olanlarda uygun kas gevşeticidir. Anestezinin devamı hava-oksijen karışımı içindeki uçucu ajanla ve intravenöz narkotik ajanla sağlanır. Nitröz oksit bağırsak distansiyonuna sebep olması ve hava embolisi riski sebebiyle kullanılmamalıdır. Aynı şekilde halotan gibi bilinen hepatotoksik ajanlardan da kaçınılmalıdır. Ani ve masif kanama riski sebebiyle geniş ve yeterli venöz erişim imkanı sağlanmalıdır. Hızlı infüzyon cihazları operasyon odasında hazır bulundurulmalıdır. Monitorizasyon hastanın operasyon öncesi durumuna, hepatektominin büyüklüğüne ve tahmini kanama miktarına göre uyarlanmalıdır. Sağlıklı hastalarda küçük rezeksiyon ve 1 litrenin altında kanama beklenen durumlarda rutin monitorizasyon uygulanabilir. Fakat çoğu zaman invaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu daha yakın hemodinamik takip ve kan gaz analizleri için gerekli olmaktadır.", "question": "İnvaziv arteryal ve santral venöz basınç monitorizasyonu ne için gereklidir?", "answers": { "text": [ "hemodinamik takip ve kan gaz analizleri" ], "answer_start": [ 1236 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri ne için uygulanır?", "answers": { "text": [ "kanamayı azaltmak" ], "answer_start": [ 37 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Pringle manevrası nedir?", "answers": { "text": [ "Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyon" ], "answer_start": [ 104 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Inflow vasküler oklüzyon teknikleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyon" ], "answer_start": [ 268 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi ne kadar düşürür?", "answers": { "text": [ "%10" ], "answer_start": [ 416 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Sistemik vasküler direncin (SVR) artış oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%40" ], "answer_start": [ 463 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Uzamış hepatik iskemi neye yol açabilir?", "answers": { "text": [ "iskemi/reperfüzyon hasarına" ], "answer_start": [ 686 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Sağlıklı karaciğerde iskemi süresi ne kadar güvenlidir?", "answers": { "text": [ "60 dakikaya" ], "answer_start": [ 817 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı nedir?", "answers": { "text": [ "transeksiyon süresini uzatmak" ], "answer_start": [ 1102 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Selektif inflow oklüzyonunun amacı nedir?", "answers": { "text": [ "kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı" ], "answer_start": [ 1232 ] } }, { "context": "Hepatik vasküler oklüzyon teknikleri kanamayı azaltmak için uygulanan cerrahi tekniklerden bazılarıdır. Hepatik kan akımının hepatik arter ve portal ven klemplenmesiyle total olarak oklüzyonu Pringle manevrası olarak bilinmektedir. Inflow vasküler oklüzyon teknikleri sürekli Pringle, aralıklı Pringle ve selektif inflow oklüzyondur ve benzer hemodinamik etkilere sahiptir. Portal triad klemplenmesi kardiyak debiyi %10 düşürürken sistemik vasküler direnci (SVR) %40 arttırmaktadır. Sonuç olarak ortalama arter basıncı %15 civarında artmakta ve klemp açılmasını takiben hemodinamik parametreler yavaşça bazal seviyelerine dönmektedir. Hemodinamik etkileri dışında uzamış hepatik iskemi iskemi/reperfüzyon hasarına yol açabilir ve postoperatif hepatik yetmezlik riskini arttırır. İskemi süresinin sağlıklı karaciğerde 60 dakikaya kadar sirotik karaciğerde 30 dakikaya kadar güvenli olduğu düşünülmektedir. Aralıklı Pringle veya iskemik önkoşullama iskemik hasarı özellikle sirotik karaciğerde azaltabilmektedir. Aralıklı Pringle manevrasının dezavantajı her ne kadar güvenli iskemi süresini arttırsa da transeksiyon süresini uzatmakta ve klempin aralıklı açılması sebebiyle kanama miktarı da artmaktadır. Seçici inflow oklüzyonu ise kalan parankim dokusunun iskemi riskini azaltmayı amaçlasa da çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir.", "question": "Selektif inflow oklüzyonunun üstünlüğü gösterilmiş midir?", "answers": { "text": [ "çalışmalarda üstünlüğü gösterilememiştir" ], "answer_start": [ 1294 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "Hepatektomi operasyonu sonrası analjezi yönetiminde hangi zorluklar mevcuttur?", "answers": { "text": [ "Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi" ], "answer_start": [ 125 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "Epidural analjezi kullanımında ne gibi riskler bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "epidural hematom" ], "answer_start": [ 369 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "Hangi durumlarda epidural analjezi kullanımında dikkatli olunmalıdır?", "answers": { "text": [ "operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda" ], "answer_start": [ 558 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "İntratekal opioid uygulaması neye alternatif olarak önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "epidural analjezi" ], "answer_start": [ 341 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "İntravenöz opioid kullanımında hangi analjezi yöntemi önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "hasta kontrollü analjezi" ], "answer_start": [ 904 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok ne için kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "analjezi" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "Operasyon sonrası hastalar genellikle ne yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "ekstübe" ], "answer_start": [ 1100 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "Yoğun bakım yönetiminin ana amaçları nelerdir?", "answers": { "text": [ "havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolü" ], "answer_start": [ 1237 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "Hepatektomi operasyonu sonrası olası komplikasyonlar nelerdir?", "answers": { "text": [ "kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyon" ], "answer_start": [ 1370 ] } }, { "context": "Hepatektomi ağrılı bir operasyondur ve aynı zamanda operasyon sonrası analjezi yönetiminde de birtakım zorlukları mevcuttur. Kan kaybı, karaciğer parankim kaybı, kalan karaciğerin pıhtılaşma faktörleri sentezindeki kapasitesi, trombositopeni ve intravenöz opioidlerin kısıtlı teröpatik indeksi bu zorluklar arasındadır. En uygun yöntem olan epidural analjezi kullanımı epidural hematom riski ve uzamış protrombin zamanı, kateterin çekilmesindeki gecikme gibi problemler nedeniyle kullanımı kısıtlanmıştır. Güvenli olduğuna dair yayınlar bulunsa da özellikle operasyon öncesi karaciğer fonksiyonu bozuk olanlar ve rezeksiyon miktarı büyük olan hastalarda dikkatli olunmalıdır. İntratekal opioid uygulaması birçok çalışmada önerildiği üzere epidural analjeziye uygun bir alternatif olabilir. İntravenöz opioid kullanımında ise ilaç metabolizmasındaki değişiklikler nedeniyle potansiyel toksisite açısından hasta kontrollü analjezi kullanımı önerilmektedir. İntraplevral morfin ve torasik paravertebral blok kullanılabilen diğer analjezi yöntemleri arasındadır. Hastaların büyük kısmı operasyon sonunda ekstübe edilmekte ve yoğun bakım ünitesinde yakın takipe ve invaziv moitorizasyona devam edilmektedir. Yoğun bakım yönetiminin ana amacı havayolu kontrolü, yeterli hidrasyon, ihtiyaç halinde inotropik destek, renal destek, koagülopati kontrolüdür. Olası komplikasyonlar kanama, hepatik ve renal yetmezlik, solunum sıkıntısı ve karın içi enfeksiyondur.", "question": "Epidural analjezi neden kısıtlı bir şekilde kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "epidural hematom riski" ], "answer_start": [ 369 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "Kristaloid solüsyonları cerrahi operasyonlarda ne için kullanılır?", "answers": { "text": [ "damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak" ], "answer_start": [ 24 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "İzotonik salin hangi durumlarda olumsuz etkilere yol açar?", "answers": { "text": [ "yüksek miktarda kullanıldığında" ], "answer_start": [ 177 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "İzotonik salin kullanımı neye sebep olabilir?", "answers": { "text": [ "hiperkloremik metabolik asizdoza" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "Ringer laktatın içeriğinde ne bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "28 mmol/L laktat" ], "answer_start": [ 394 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "Ringer laktatın pH değeri nedir?", "answers": { "text": [ "6,5" ], "answer_start": [ 437 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "Hepatektomi sonrası ringer laktat kullanımı neyi arttırabilir?", "answers": { "text": [ "laktat konsantrasyonu" ], "answer_start": [ 674 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "Hepatektomi sırasında hangi tür sıvıların kullanımı önerilir?", "answers": { "text": [ "hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı" ], "answer_start": [ 789 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda neye etkisi vardır?", "answers": { "text": [ "kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı" ], "answer_start": [ 976 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "Sepsis durumunda hangi maddeler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olur?", "answers": { "text": [ "sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler" ], "answer_start": [ 1097 ] } }, { "context": "Kristaloid solüsyonları damar içi volumu sağlamak ve yerine koymak adına cerrahi operasyonlarda çok yaygın olarak kullanılmaktadır. Bir kristaloid solüsyonu olan izotonik salin yüksek miktarda kullanıldığında hiperkloremik metabolik asizdoza neden olmakta ve büyük operasyonlar sonrası artmış morbidite ve hastanede kalış süresine sebep olmaktadır. Diğer bir kristaloid solüsyonu ringer laktat 28 mmol/L laktat içermektedir ve ph değeri 6,5’tir. Ekstraselüler sıvı elektrolit içeriğine olan benzerliği ve tamponlama etkisi sebebiyle en çok tercih edilen kristaloid sıvılardandır. Fakat hepatektomi sonrası karaciğerin metabolize etme kapasitesindeki değişiklikler sebebiyle laktat konsantrasyonu atrar ve ringer laktat kullanımı bunu daha da arttırabilir. Bu sebeple hepatektomi sırasında hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı tercih edilmesi önerilir. Sentetik kolloidlerin septik ve kritik hastalarda kan transfüzyonunu ve renal replasman tedavisi ihtiyacını arttırdığı defalarca gösterilmiştir. Sepsis durumunda üretilen sitokin ve diğer inflamatuar mediatörler mikrovasküler kaçak ve doku ödemine sebep olmaktadır. Fakat bu sonuçları elektif cerrahi hastasına genellemek uygun değildir. Sentetik kolloid kullanımı ile ilgili bir diğer çekince, hepatektomide genelde zaten var olan koagulapati üzerine olumsuz etkileridir.", "question": "Hepatektomi sırasında hangi tür sıvıların kullanımı önerilir?", "answers": { "text": [ "hiperlaktatemi ve hiperkloremiye sebep olmayacak laktat içermeyen plasmalyte, laktatsız ringer ve benzeri sıvı" ], "answer_start": [ 789 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Ototransfüzyon stratejileri hangi amaçla kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "En yaygın ototransfüzyon stratejileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri" ], "answer_start": [ 134 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Ototransfüzyon stratejilerinin verimli olmasını engelleyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Ototransfüzyon stratejilerinin hangi hasta grubunda daha belirgin yarar sağladığı belirtilmektedir?", "answers": { "text": [ "kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda" ], "answer_start": [ 400 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Hangi faktörler ototransfüzyon stratejilerinin kullanımı için önemli bir gerekliliktir?", "answers": { "text": [ "perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek" ], "answer_start": [ 677 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Yapılan bir çalışmada perioperatif kanama ile ilişkili olan faktörlerden biri nedir?", "answers": { "text": [ "protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması" ], "answer_start": [ 919 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Majör hepatektomi sırasında intraoperatif ne kadar kanama ile ilişki bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "1500 ml" ], "answer_start": [ 1108 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan çalışmada ne bağımsız bir belirleyici olarak gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin" ], "answer_start": [ 1227 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Periferik olmayan tümör yerleşimi ne ile ilişkilendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur" ], "answer_start": [ 1094 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Ototransfüzyon stratejilerinin maliyet açısından verimli olması için hangi hasta grubuna indirgenmesi önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda" ], "answer_start": [ 400 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Ototransfüzyon stratejileri neyi azaltmak amacıyla kullanılır?", "answers": { "text": [ "allojenik kan transfüzyonu" ], "answer_start": [ 28 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "En yaygın ototransfüzyon stratejileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri" ], "answer_start": [ 134 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Ototransfüzyon stratejilerinin verimli olmasını engelleyen faktörler nelerdir?", "answers": { "text": [ "Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Ototransfüzyon stratejileri hangi hasta grubunda daha belirgin yarar sağlar?", "answers": { "text": [ "kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda" ], "answer_start": [ 400 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Ototransfüzyon stratejilerinin maliyet açısından verimli olması için hangi hasta grubuna indirgenmesi önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda" ], "answer_start": [ 400 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek hastaları tahmin etmek neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "etkili bir kan yönetimi" ], "answer_start": [ 822 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması ne ile ilişkilidir?", "answers": { "text": [ "intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile" ], "answer_start": [ 1094 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Vücut kitle indeksinin >23 olması ne ile ilişkilendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile" ], "answer_start": [ 1094 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesi neyi gösterir?", "answers": { "text": [ "eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici" ], "answer_start": [ 1273 ] } }, { "context": "Ototransfüzyon stratejileri allojenik kan transfüzyonu kullanımını azaltmak amacıyla alternatif olarak kullanılabilen stratejilerdir. Operasyon öncesi otolog kan bağışı, akut normovolemik hemodülisyon ve hücre kurtarma sistemleri en yaygın olanlarıdır. Maliyetli olması, zaman gerektirmesi gibi birtakım problem ve zorluklar bu stratejilerin verimli ve kullanışlı olmasını engellemektedir. Özellikle kanama ve transfüzyon riski yüksek hastalarda daha belirgin yarar sağlaması ve ancak bu hasta grubuna indirgendiğinde maliyet açısından verimli olmasından dolayı bu stratejilerin kullanımı konusundaki önerilerin büyük kısmı bu hasta grubuna indirgenmesi yönündedir. Bu sebeple perioperatif kanama ve transfüzyon riski yüksek olan hastaları doğru tahmin edebilmek ve belirlemek bu stratejilerin doğru, verimli kullanımı ve etkili bir kan yönetimi için en önemli gerekliliklerden biridir. Bu amaçla yapılan bir çalışmada protrombin aktivitesinin <%70’in altında olması, periferik olmayan tümör yerleşimi, hepatik venler ile ilişkili olması, vücut kitle indeksinin >23 olması ve majör hepatektomi intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile ilişki bulunmuştur. Hepatektomi operasyonu geçiren bağışçılarda yapılan bir çalışmada ise operasyon öncesi düşük hemoglobin seviyesinin eritrosit süspansiyonu transfüzyonu için bağımsız bir belirleyici olduğu gösterilmiştir.", "question": "Periferik olmayan tümör yerleşimi hangi durumla ilişkilendirilmiştir?", "answers": { "text": [ "intraoperatif 1500 ml den fazla kanama ile" ], "answer_start": [ 1094 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "İnspirasyon sırasında venöz basınç nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "düşer" ], "answer_start": [ 87 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "Ekspirasyon sırasında kalbin soluna kan akışı nasıl değişir?", "answers": { "text": [ "artar" ], "answer_start": [ 106 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında dolaşım nasıl etkilenir?", "answers": { "text": [ "tam tersi dolaşım etkileri oluşur" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda dinamik belirteçler neyin göstergesi olarak kullanılır?", "answers": { "text": [ "sıvı yanıtlılığının" ], "answer_start": [ 475 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin neyi öngörebildiği gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "sıvı yanıtlılığının" ], "answer_start": [ 475 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "PI nedir?", "answers": { "text": [ "kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder" ], "answer_start": [ 977 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "PVI nedir?", "answers": { "text": [ "otomatik ve sürekli ölçümü" ], "answer_start": [ 1173 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "PI formülü nedir?", "answers": { "text": [ "(AC/DC) x100 %" ], "answer_start": [ 1085 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "PVI formülü nedir?", "answers": { "text": [ "((PImax-PImin)/PImax)x100 %" ], "answer_start": [ 1219 ] } }, { "context": "Solunum ve dolaşım birbiriyle yakından ilişkilidir. İnspirasyon sırasında venöz basınç düşer, venöz dönüş artar ve sağ ventrikül atım hacmi artar. Kan akciğerde göllenir ve sol atım hacmi ve sistolik kan basıncı düşer. Ekspirasyonla kalbin soluna kan akışı artar sol atım hacmi ve kan basıncı artar. Pozitif basınçlı ventilasyon esnasında ise tam tersi dolaşım etkileri oluşur. Mekanik ventilatöre bağlı hastalarda bu kardiyopulmoner etkileşime dayanan dinamik belirteçlerin sıvı yanıtlılığının iyi bir göstergesi olduğu defalarca gösterilmiştir. Fakat invaziv olmak, operatör bağımlı olmak ve yaygın olarak kullanılabilir olmamak gibi bazı kısıtlılıkları da mevcuttur. Nabız oksimetre pletismografik dalga boyu yüksekliğindeki solunumsal değişimlerin ameliyathane ve yoğunbakımdaki mekanik ventilatöre bağlı hastalarda sıvı yanıtlılığını öngörebildiği gösterilmiştir. PI ve PVI pletismografik dalga formu analizi ile non-invaziv olarak sürekli ölçülebilen parametrelerdir. PI kızılötesi ışınların pulsatil kısmının pulsatil olmayana yüzdesini ifade eder ve formülü şu şekildedir: PI: (AC/DC) x100 % . PVI ise solunum döngüsü esnasında PI de oluşan dinamik değişikliklerin otomatik ve sürekli ölçümüdür ve formülü PVI: ((PImax-PImin)/PImax)x100 % şeklindedir. PVI ın hedefi sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır.", "question": "PVI'nin hedefi nedir?", "answers": { "text": [ "sürekli olarak pulse oksimetre pletismografik dalga boyu büyüklüğündeki solunumsal değişikliklerin değerini saptamak ve klinisyene numerik bir değer sağlamaktır" ], "answer_start": [ 1274 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "Kistik fibrozis hangi ırkta sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "beyaz" ], "answer_start": [ 22 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "Kistik fibrozis hangi genetik geçiş şekline sahiptir?", "answers": { "text": [ "otozomal resesif (OR) geçişli" ], "answer_start": [ 46 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "Kistik fibrozisin görülme sıklığı nedir?", "answers": { "text": [ "1/2000-3500 canlı doğumda bir" ], "answer_start": [ 117 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "Ülkemizde kistik fibrozis insidansının yüksek olmasının nedeni nedir?", "answers": { "text": [ "akraba evliliklerinin" ], "answer_start": [ 278 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "KF geni hangi kromozom bölgesinde lokalizedir?", "answers": { "text": [ "7q31.3" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "KF geninden hangi protein sentezlenir?", "answers": { "text": [ "kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR)" ], "answer_start": [ 433 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "KFTR proteini hangi ailenin üyesidir?", "answers": { "text": [ "ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin" ], "answer_start": [ 594 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "KFTR proteini hangi iyonların taşınmasında rol oynar?", "answers": { "text": [ "klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ)" ], "answer_start": [ 771 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "KFTR mutasyonları sonucunda hangi organlar etkilenir?", "answers": { "text": [ "akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim" ], "answer_start": [ 896 ] } }, { "context": "Kistik fibrozis (KF), beyaz ırkta sık görülen otozomal resesif (OR) geçişli genetik bir hastalıktır. Görülme sıklığı 1/2000-3500 canlı doğumda bir, taşıyıcılık oranı ise 1/25 olarak bilinmekte ancak, hastalık insidansı popülasyonlar arasında farklılık göstermektedir. Ülkemizde akraba evliliklerinin sık olmasından dolayı insidansının daha yüksek olduğu düşünülmektedir. KF geni 7q31.3’de lokalizedir. KF geninden 1480 amino asitlik kistik fibrozis transmembran regulatör (KFTR) olarak adlandırılan bir protein sentezlenmektedir. KFTR proteini, epitel dokuda sıvı ve elektrolit transferi yapan ABC (ATP bağlayıcı kaset proteini) transporter ailesinin üyesidir ve epitel hücresinin apikal membranında siklik adenozin monofosfat (cAMP) bağımlı bir iyon kanalıdır. Doğrudan klor (Cl¯) taşınmasının yanısıra, sodyum (Na+) ve bikarbonat (HCO3ˉ) transportunda da rol oynar. KFTR mutasyonları sonucunda akciğer, pankreas, karaciğer, bağırsak, ter bezi ve epididim gibi organları döşeyen epitel hücre membranında Clˉ transportu bozulur. Sekresyonların niteliği değişir. Dehidratasyona bağlı mukus viskozitesi artar, bu da duktuslarda obstrüksiyonlara sebep olur. Hiperviskoz materyal bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye neden olur.", "question": "KFTR mutasyonları sonucu oluşan hiperviskoz materyal neye yol açar?", "answers": { "text": [ "bakteri kolonizasyonuna zemin hazırlayarak, inflamasyon ve infeksiyonla sonuçlanan bir kısır döngüye" ], "answer_start": [ 1176 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "Hücre zarı esas olarak hangi bileşenlerden oluşur?", "answers": { "text": [ "sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "Sfingomyelinaz (SMaz) hangi maddeyi hidroliz eder?", "answers": { "text": [ "seramid" ], "answer_start": [ 144 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "Sağlıklı akciğerde sfingomyelin hangi enzim ile SER’e dönüşür?", "answers": { "text": [ "asidik SMaz (aSMaz)" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "KF hastalarında solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak ne düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "SER metabolizmasındaki değişimlerin" ], "answer_start": [ 383 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "KF’de hangi enfeksiyon ile aSMaz-SER disregülasyonu ilişkili olarak belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu" ], "answer_start": [ 497 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "KF’de hangi metabolizma bozulmaktadır?", "answers": { "text": [ "sfingolipit" ], "answer_start": [ 23 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "KF'li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücrelerinde veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada nasıl bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük" ], "answer_start": [ 821 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "SER’in hangi patofizyolojik süreçte neyi bilinmemektedir?", "answers": { "text": [ "ve nasıl rol aldığı" ], "answer_start": [ 1059 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "Yapılan araştırmaların NASIL yönleri vardır", "answers": { "text": [ "birbiriyle çelişen" ], "answer_start": [ 677 ] } }, { "context": "Hücre zarı esas olarak sfingolipit, kolesterol ve gliserofosfolipitlerden oluşur. Sfingomyelinaz (SMaz)’lar sfingomyelin (SM)’i hidroliz ederek seramid (SER)’i oluşturur. Sağlıklı akciğerde sfingomyelin, asidik SMaz (aSMaz) ile SER’e dönüşürken, oluşan SER de asit seramidaz ile sfingozine dönüşmektedir. KF hastalarında, solunum yollarındaki aşırı mukus üretiminin sorumlusu olarak SER metabolizmasındaki değişimlerin önemli olduğu düşünülmektedir. KF’de aSMaz-SER disregülasyonu olduğu ve bunun kronik Pseudomonas aeruginosa (P. aeruginosa) infeksiyonu ile ilişkili olduğu belirtilmiştir. KF’de sfingolipit metabolizması bozulmaktadır ancak, bu konuda yapılan araştırmaların birbiriyle çelişen yönleri vardır. KF’li insan ve hayvan solunum yolları epitel hücreleri veya akciğer dokularında SER düzeyleri çoğu çalışmada yüksek bulunmuş olsa da, normale göre düşük bulan çalışmalar da mevcuttur. SER’in fonksiyonları, dokuda birikimi veya plazmada düşüşü gibi bulguların mekanizması tam aydınlatılamadığı gibi, hangi SER türünün, hangi patofizyolojik süreçte ve nasıl rol aldığı bilinmemektedir.", "question": "SER’in plazmadaki düşüşü ve dokudaki birikimi hakkında ne bilinmemektedir?", "answers": { "text": [ "bulguların mekanizması" ], "answer_start": [ 960 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "İnatçı infeksiyon hava yollarında neyin üretilmesine ve salınmasına yol açar?", "answers": { "text": [ "kemotaktik sitokinlerin" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "P. aeruginosa ne yaparak infeksiyon döngüsünü güçlendirir?", "answers": { "text": [ "elastaz ve toksinleri serbest bırakarak" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "PMN hücreler ne salarak diğer PMN hücrelerin hasarını arttırır?", "answers": { "text": [ "kendi proteaz ve elastazlar" ], "answer_start": [ 313 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "Yaşlanan PMN hücrelerden salınan hangi madde balgam viskozitesini arttırır?", "answers": { "text": [ "deoksiribonükleik asit" ], "answer_start": [ 609 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "KF'li infantlarda hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı neyi öngörür?", "answers": { "text": [ "bronşektazinin gelişimini" ], "answer_start": [ 796 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır" ], "answer_start": [ 1003 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "Mukus tabakası hangi özelliklere sahip olmalıdır?", "answers": { "text": [ "bol miktarda ve yapışkan" ], "answer_start": [ 1284 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi kaç hipoteze dayandırılmıştır?", "answers": { "text": [ "3" ], "answer_start": [ 1429 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısının içeriğinde hangi değişiklikler olabileceği düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "pH" ], "answer_start": [ 1497 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler neye sebep olur?", "answers": { "text": [ "inflamasyon ve doku hasarı" ], "answer_start": [ 534 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "İnatçı infeksiyon neyin üretilmesine ve salınmasına yol açar?", "answers": { "text": [ "kemotaktik sitokinlerin" ], "answer_start": [ 83 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "P. aeruginosa neyi serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir?", "answers": { "text": [ "elastaz ve toksinleri" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler neyi sağlar?", "answers": { "text": [ "daha fazla PMN hücrenin toplanmasını" ], "answer_start": [ 468 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "Yaşlanan PMN hücrelerden salınan DNA neyi arttırır?", "answers": { "text": [ "balgam viskozitesini" ], "answer_start": [ 642 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "KF'li infantlarda hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı neyi öngörür?", "answers": { "text": [ "bronşektazinin gelişimini" ], "answer_start": [ 796 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır" ], "answer_start": [ 1003 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "Mukus tabakası hangi özelliklere sahip olmalıdır?", "answers": { "text": [ "yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır" ], "answer_start": [ 1207 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi kaç hipoteze dayandırılmıştır?", "answers": { "text": [ "3" ], "answer_start": [ 1429 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısının içeriğinde hangi değişiklikler olabilir?", "answers": { "text": [ "pH" ], "answer_start": [ 1497 ] } }, { "context": "İnatçı infeksiyon, hava yollarına çok sayıda polimorfonükleer (PMN) hücre toplayan kemotaktik sitokinlerin üretilmesine ve salınmasına yol açar. P. aeruginosa, PMN hücrelerdeki kritik yüzey belirteçlerini parçalayan elastaz ve toksinleri serbest bırakarak infeksiyon döngüsünü güçlendirir. Bu hücreler daha sonra kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak, ortamdaki diğer PMN hücrelerin hasarını arttırırlar. Hasar gören nötrofiller ve bakteriyel endotoksinler daha fazla PMN hücrenin toplanmasını sağlar ve böylece daha fazla inflamasyon ve doku hasarı meydana gelir. Yaşlanan PMN hücrelerden salınan deoksiribonükleik asit (DNA) ise balgam viskozitesini arttırır. Hava yolu serbest ve bağlı nötrofil elastazı, KF’li infantlarda çok erken tespit edilebilir ve yaşamın ilerleyen döneminde bronşektazinin gelişimini öngörür. Hava yolu ve yüzey mukus tabakası kişiden ve çevreden gelen sinyallere yanıt olarak sürekli değişen dinamik ve karmaşık bir yapıdır. Hava yolu mukusunun başlıca işlevleri; patojenleri mukosiliyer aktiviteyle temizlemek ve gerektiğinde toksik endojen ve ekzojen ürünlere karşı koruyucu bir bariyer sağlamaktır. Mukus tabakası, partikül ve patojenlerin atılmasını sağlamak için yeterince sıvı içermeli, koruyucu bariyer fonksiyonunu sağlayabilmek için de bol miktarda ve yapışkan özellikte olmalıdır. KF’deki hava yolları hastalığının patogenezi çeşitli hipotezlere dayandırılmıştır. Bu hipotezlerin 3 tanesi, KFTR mutasyonu sonucunda havayolu yüzey sıvısı içeriğinin pH’ının, oksijenizasyonun veya iyonik içeriğinin değiştiği yönünde kurulmuştur.", "question": "PMN hücreler ne yaparak diğer PMN hücrelerin hasarını arttırır?", "answers": { "text": [ "kendi proteaz ve elastazlarını serbest bırakarak" ], "answer_start": [ 313 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet hangisidir?", "answers": { "text": [ "Colorado" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "Yenidoğan taramaları sayesinde erken tespitin faydaları hangi eyaletlerin verilerine göre raporlanmıştır?", "answers": { "text": [ "Colorado ve Wisconsin" ], "answer_start": [ 132 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "ABD’de 2004 yılında hangi kuruluşlar KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlamıştır?", "answers": { "text": [ "Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF" ], "answer_start": [ 263 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "Ülkemizde KF taraması yenidoğan tarama programına ne zaman eklenmiştir?", "answers": { "text": [ "01.01.2015" ], "answer_start": [ 405 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri hangi ölçüm ile başlar?", "answers": { "text": [ "immunreaktif tripsinojen" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "IRT nedir?", "answers": { "text": [ "pankreatik enzim prekürsörüdür" ], "answer_start": [ 692 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "KF’de IRT neden artar?", "answers": { "text": [ "inutero pankreas kanalları tıkandı" ], "answer_start": [ 735 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşamalar nelerdir?", "answers": { "text": [ "DNA mutasyon analizi" ], "answer_start": [ 866 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda hangi teste ihtiyaç duyulur?", "answers": { "text": [ "doğrulayıcı ter testine" ], "answer_start": [ 1071 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "Ter testi KF tanısında ve neyde rol oynar?", "answers": { "text": [ "yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında" ], "answer_start": [ 1144 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "KF için yenidoğan taramasını ilk uygulamaya başlayan ABD eyaleti hangisidir?", "answers": { "text": [ "Colorado" ], "answer_start": [ 7 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "KF için yenidoğan taramaları hangi yıl Colorado'da başlamıştır?", "answers": { "text": [ "1982" ], "answer_start": [ 17 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "Erken tespitin faydalarına dair veriler en çok hangi eyaletlerden gelmiştir?", "answers": { "text": [ "Colorado ve Wisconsin" ], "answer_start": [ 132 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber ne zaman yayınlamıştır?", "answers": { "text": [ "2004" ], "answer_start": [ 255 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "Ülkemizde KF taraması yenidoğan tarama programına ne zaman eklenmiştir?", "answers": { "text": [ "01.01.2015" ], "answer_start": [ 405 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri hangi ölçümle başlar?", "answers": { "text": [ "immunreaktif tripsinojen" ], "answer_start": [ 585 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "IRT nedir?", "answers": { "text": [ "pankreatik enzim prekürsörüdür" ], "answer_start": [ 692 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "KF’de IRT hangi durumda artar?", "answers": { "text": [ "inutero pankreas kanalları tıkandı" ], "answer_start": [ 735 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "Yüksek IRT değeri belirlendikten sonra hangi testler yapılabilir?", "answers": { "text": [ "DNA mutasyon analizi" ], "answer_start": [ 866 ] } }, { "context": "ABD’de Colorado, 1982’de KF için yenidoğan taramasını uygulamaya başlayan ilk eyalet olmuştur. Yenidoğan taramaları sayesinde, çoğu Colorado ve Wisconsin’den gelen tarama programları verilerine göre, erken tespitin faydaları raporlanmıştır. Bunun üzerine 2004’de Hastalık Kontrol ve Önleme Merkezi ile CFF, KF için yenidoğan taramasının klinik faydalarını destekleyen bir rehber yayınlanmıştır. Ülkemizde 01.01.2015 tarihinden itibaren KF taraması yenidoğan tarama programına eklenmiştir. KF için tüm yenidoğan tarama yöntemleri, yenidoğan infantlardan toplanmış kuru kan örneklerinde immunreaktif tripsinojen (IRT) ölçümü ile başlar. IRT, pankreas hasarının biyobelirteci olarak görev alan, pankreatik enzim prekürsörüdür. IRT, KF’de inutero pankreas kanalları tıkandığından en çok KF’i olan yenidoğanlarda artar. Yüksek IRT değeri belirlendikten sonraki aşama, ya DNA mutasyon analizi (IRT/DNA) yapmak ya da ikinci IRT (IRT/IRT) değerinde de aynı yüksekliğin kalıcı olup olmadığını saptamaktır. En az bir KFTR mutasyonu ile inatçı yüksek IRT değerleri olan infantlarda doğrulayıcı ter testine ihtiyaç duyulur. Böylece ter testi, KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında temel rol oynar. CFF Konsensus Komitesi detaylandırılmış bir algoritma yayınlamıştır.", "question": "KF tanısı ve yenidoğan tarama sürecinin tamamlanmasında hangi test temel rol oynar?", "answers": { "text": [ "ter testine" ], "answer_start": [ 1083 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "Retinoidler neyi düzenleyen vitamin A analoglarıdır?", "answers": { "text": [ "hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü" ], "answer_start": [ 13 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "Fenretinid nedir?", "answers": { "text": [ "yarı sentetik bir retinoid" ], "answer_start": [ 213 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "Fenretinid tedavisi neyin oluşumuna neden olur?", "answers": { "text": [ "ROS ve reaktif azot türlerinin" ], "answer_start": [ 265 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "ROS'un indüksiyonu ne olarak düşünülür?", "answers": { "text": [ "önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması" ], "answer_start": [ 596 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "Fenretinid hangi alanda yaygın olarak kullanılır?", "answers": { "text": [ "anti kanser tedavisi ve profilaksisi" ], "answer_start": [ 672 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "Fenretinid, SER düzeylerini nasıl arttırır?", "answers": { "text": [ "SMaz yolak aracılığı" ], "answer_start": [ 823 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "KF’de düşük SER düzeyleri olan hastalar ne gösterebilir?", "answers": { "text": [ "daha hafif bir KF formu" ], "answer_start": [ 1149 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi neyi düzeltmiştir?", "answers": { "text": [ "yağ asidi dengesizliği" ], "answer_start": [ 1271 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "Fenretinid tedavisiyle hangi plazma düzeyinin artması, trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "SER düzeyinin artması" ], "answer_start": [ 1454 ] } }, { "context": "Retinoidler, hücresel büyüme, farklılaşma ve hücre ölümünü düzenleyen vitamin A analoglarıdır. Fenretinid (N-4-hidroksilfenil-retinamid), peroksizom proliferatör-aktive reseptör (PPAR) agonisti olarak işlev gören yarı sentetik bir retinoiddir. Fenretinid tedavisi, ROS ve reaktif azot türlerinin (RNS) oluşumuna neden olur. Retinoid reseptörleri ve reseptör aracılı olmayan SER indüksiyonu da dahil olmak üzere farklı yolların aktivasyonunda rol alır. ROS'un indüksiyonu, antiinflamatuar homeostatik yolları tetikleyerek malign hücreleri ve bakteri infeksiyonunu ortadan kaldırmaya yardımcı olan önemli bir koruyucu konak savunma mekanizması olarak düşünülür. Fenretinid, anti kanser tedavisi ve profilaksisinde yaygın olarak kullanılır ancak, KF hava yolu epitelindeki etkileri tam olarak bilinmemektedir. SER düzeylerini SMaz yolak aracılığı ile değil, de-novo yolla arttırdığı düşünülmektedir. Bu nedenle hem de-novo yolak üzerinden etki ettiği için SMaz aktivitesini azaltması, hem de SER miktarını arttırması proinflamatuvar etkileri azaltabilir. KF’de düşük SER düzeyleri raporlayan araştırmacılar, normal lipit düzeyleri olan KF hastalarının daha hafif bir KF formu gösterebileceğini öngörmüşlerdir. Bu nedenle KF hayvan modellerine uygulanan fenretinid tedavisi, yağ asidi dengesizliğini düzelterek, SER üretimini artırarak normalize etmiştir. Ayrıca KF ilişkili osteoporozdaki iyileştirici etkileri gösterilmiştir. Fenretinid tedavisiyle plazma SER düzeyinin artması, araşidonik asit düzeyinin azalması trabeküler kemik yoğunluğunun artmasıyla ilişkili bulunmuştur. Hastalık şiddetini azaltma açısından fenretinid yeni bir tedavi ajanı olabilir.", "question": "Fenretinid ne açısından yeni bir tedavi ajanı olabilir?", "answers": { "text": [ "Hastalık şiddetini azaltma" ], "answer_start": [ 1575 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "KBH nedir?", "answers": { "text": [ "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "KBH'nın en önemli göstergesi nedir?", "answers": { "text": [ "glomerüler filtrasyon hızının" ], "answer_start": [ 260 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "2016 yılında ülkemizde diyaliz tedavisi gören hasta sayısı kaçtır?", "answers": { "text": [ "60.195" ], "answer_start": [ 435 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "2016 yılında yeni RRT başlanan hasta sayısı nedir?", "answers": { "text": [ "11.169" ], "answer_start": [ 513 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "KBH'nın çocuklardaki iki önemli nedeni nelerdir?", "answers": { "text": [ "konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritler" ], "answer_start": [ 733 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir" ], "answer_start": [ 928 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda SDBY'nin gelişmesi hangi yaşlara kadar uzayabilir?", "answers": { "text": [ "8-12" ], "answer_start": [ 1084 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "Kronik glomerulonefritlerin insidansı hangi yaş döneminde artmaktadır?", "answers": { "text": [ "geç çocukluk dönemlerinde" ], "answer_start": [ 1211 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "Ülkemizde hangi tür problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir?", "answers": { "text": [ "ürolojik" ], "answer_start": [ 744 ] } }, { "context": "Böbreğin kronik, ilerleyici ve geri dönüşümsüz doku hasarlanmasıyla birlikte gelişen, anatomik ve fonksiyonel yetersizliği sonucu ortaya çıkan metabolik, endokrin ve biyokimyasal semptomlar topluluğu KBH olarak adlandırılmaktadır. KBH’nın en önemli göstergesi glomerüler filtrasyon hızının (GFR) zaman içerisinde ilerleyici ve geri dönüşümsüz olarak azalmasıdır. Ülkemizde 2016 yılı verilerine göre diyaliz tedavisi gören hasta sayısı 60.195 olarak bildirilmiştir. 2016 yılı içinde yeni RRT başlanan hasta sayısı 11.169, böbrek nakli olan hasta sayısı 1182, KBH insidansı ise milyon nüfus başına 140 olarak saptanmıştır. Hastalığın etiyolojisi yaş ile ilişkili olarak değişkenlik göstermektedir. Çocuklarda KBH'nın iki önemli nedeni konjenital ürolojik anomaliler ve kronik glomerülonefritlerdir. Yaşamın ilk 6 yılında KBH'nın en yaygın nedenleri, obstrüktif üropati, renal hipoplazi, displazi, polikistik böbrek hastalığı gibi konjenital malformasyonlar ve gelişimsel anomalilerdir. Ürolojik malformasyonlarla doğan çocuklarda erken dönemde KBH gelişmesine rağmen SDBY'nin gelişmesi 8-12 yaşına kadar uzayabilmektedir. KBH nedeni olarak kronik glomerulonefritlerin insidansı yaşla birlikte artmakta, özellikle geç çocukluk dönemlerinde (ilk 6 yaş sonrasında) ve adölesanlarda primer neden olarak karşımıza çıkmaktadır. Ülkemizde daha üst ürolojik problemlerin hala üst sıralarda yer aldığı görülmektedir.", "question": "2016 yılında böbrek nakli olan hasta sayısı nedir?", "answers": { "text": [ "1182" ], "answer_start": [ 552 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde hangi tedavi esastır?", "answers": { "text": [ "konservatif" ], "answer_start": [ 95 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "Son dönem böbrek yetmezliği tedavisinde ne gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "RRT" ], "answer_start": [ 567 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "Konservatif tedavi ile hangi komplikasyonlar engellenmeye çalışılır?", "answers": { "text": [ "hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği" ], "answer_start": [ 382 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "KBH olan çocuklarda neyin yönetimi önemlidir?", "answers": { "text": [ "Beslenme ve büyümenin" ], "answer_start": [ 621 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "Çocuklarda büyümenin sağlanması için ne önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması" ], "answer_start": [ 984 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "Hangi destek maddeleri KBH’da kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları" ], "answer_start": [ 1058 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "İlerleyen evrelere kadar ne korunmaktadır?", "answers": { "text": [ "sıvı ve elektrolit dengesi" ], "answer_start": [ 1182 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "Sıvı alımı hangi grupta serbest bırakılmalıdır?", "answers": { "text": [ "küçük çocuklarda" ], "answer_start": [ 1256 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "Poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara ne verilmelidir?", "answers": { "text": [ "daha fazla su ve tuz ihtiyaçları" ], "answer_start": [ 1406 ] } }, { "context": "Tedavi seçenekleri hastanın evresine göre değişmektedir. Son dönem böbrek yetmezliği öncesinde konservatif tedavi esastır. Bu dönemde amaç, KBH’ye neden olan birincil hastalığın özgün tedavisi ve eşlik eden bozuklukların giderilmesi ile böbrek fonksiyon kaybını durdurmak ya da yavaşlatmak, kalp-damar bozukluklarını engellemek ve tedavi etmek, azalmış böbrek fonksiyonu ile ilgili hipertansiyon, anemi, asidoz, büyüme geriliği gibi komplikasyonları engellemek ve tedavi etmektir. Son dönem böbrek yetmezliğinde ise konservatif tedaviye ek olarak yaşamın devamı için RRT seçeneklerinden birisini uygulamak gerekmektedir. Beslenme ve büyümenin yönetimi KBH olan çocuklarda önemlidir. Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan diyet reçeteleri düzenlenmelidir. Hayvan modellerinde protein kısıtlaması ile böbrek yetmezliğine gidişin yavaşlatıldığı gösterilse de, çocuklarda büyümenin sağlanması için kendi yaşına uygun günlük önerilen en az protein miktarının mutlaka alınması önerilmektedir. Esansiyel aminoasitlerin alfaketo ya da hidroksi analogları destek amaçlı kullanılmaktadır. KBH’da ilerleyen evrelere kadar sıvı ve elektrolit dengesi korunmaktadır. Bu nedenle sıvı alımı özellikle küçük çocuklarda serbest bırakılmalıdır. Obstrüktif üropatiler, displaziler ve juvenil nefronofitizi gibi poliüri ve tuz kaybına neden olan hastalara daha fazla su ve tuz ihtiyaçları giderilmelidir.", "question": "KBH’de diyet reçeteleri nasıl düzenlenmelidir?", "answers": { "text": [ "Böbrek hasarının derecesine ve hastanın yaşına uygun kalori, protein, sıvı ve elektrolit alınmasını sağlayan" ], "answer_start": [ 683 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Böbrek nakli hangi hastalarda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir?", "answers": { "text": [ "SDBY" ], "answer_start": [ 133 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Böbrek nakli hangi iki verici türünden yapılabilmektedir?", "answers": { "text": [ "Canlı veya kadavra" ], "answer_start": [ 332 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı nedir?", "answers": { "text": [ "% 90" ], "answer_start": [ 440 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Kadavradan yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı nedir?", "answers": { "text": [ "% 80" ], "answer_start": [ 480 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Türkiye'de böbrek naklinde kadavra verici oranı nedir?", "answers": { "text": [ "%20-30" ], "answer_start": [ 565 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Canlı verici kimler olabilir?", "answers": { "text": [ "1. veya 2. dereceden akraba" ], "answer_start": [ 655 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller ne tür sorunlara yol açmaktadır?", "answers": { "text": [ "yasal ve etik" ], "answer_start": [ 741 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olabilmesi için hangi durumlar olmamalıdır?", "answers": { "text": [ "böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon" ], "answer_start": [ 866 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında hangi kan grubu uyumu gereklidir?", "answers": { "text": [ "ABO" ], "answer_start": [ 1051 ] } }, { "context": "Böbrek nakli, son yıllarda immunsupresif tedavi seçeneklerinde, infeksiyonların kontrolünde ve cerrahi teknikte sağlanan gelişmeler, SDBY olan hastalarda en başarılı ve canlı vericisinin bulunması durumunda en fazla tercih edilen tedavi yöntemi haline gelmiştir. Böbrek nakli hastaların yaşam süresini ve kalitesini arttırmaktadır. Canlı veya kadavra vericiden yapılabilmektedir. Canlı vericiden yapılan nakillerde 5 yıllık sağ kalım oranı % 90, kadavradan yapılan nakillerde ise % 80 olarak bildirilmektedir. Ülkemizde yapılan böbrek naklinde vericilerin yaklaşık %20-30'u kadavra iken bu oran batı ülkelerinde % 80 olarak bildirilmektedir. Canlı verici 1. veya 2. dereceden akraba olabilir. Akraba olmayan canlı vericiden yapılan nakiller yasal ve etik sorunlara neden olmaktadır. Beyin ölümü olan ve kalbi çalışan hastaların verici olmalarına engel bir hastalık (böbrek hastalığı öyküsü, kanser, diabetes mellitus, aktif enfeksiyon) durumları yoksa nakiller için uygun aday olabilmektedir. Böbrek nakli yapılabilmesi için alıcı ile verici arasında ABO kan grubu sisteminde uyum olmalıdır ve bu uyum kuralları kan transfüzyonu esasları ile aynıdır. Rh sisteminin ise bir önemi bulunmamaktadır. Böbrek naklinde alıcı ile verici arasında uyum aranan ikinci sistem ise doku grubu olarak da bilinen human lökosit antijeni (HLA) sistemidir. HLA sistemi 6. kromozomun kısa kolu üzerinde yerleşmiş doku uygunluk antijenlerini içermektedir.", "question": "Böbrek naklinde uyum aranan ikinci sistem nedir?", "answers": { "text": [ "human lökosit antijeni (HLA)" ], "answer_start": [ 1297 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi nedir?", "answers": { "text": [ "böbrek nakli" ], "answer_start": [ 56 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "Başarılı bir böbrek nakli için hangi tedavinin bireyselleştirilmesi gerekmektedir?", "answers": { "text": [ "idame immünsupresif" ], "answer_start": [ 131 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "Böbrek naklinde hangi tedaviler akut rejeksiyonu önlemeye yardım eder?", "answers": { "text": [ "idame immünsüpresif tedaviler" ], "answer_start": [ 307 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "İdame immünsüpresif tedavi başlangıçta hangi dozda olmalıdır?", "answers": { "text": [ "yeterli en düşük doz" ], "answer_start": [ 490 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri nelerdir?", "answers": { "text": [ "enfeksiyonlar ve malignite gelişimi" ], "answer_start": [ 1077 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "Nakil sonrası hangi dönemde immünsüpresyon dozu azaltılmalıdır?", "answers": { "text": [ "6. aydan 12. aya" ], "answer_start": [ 1176 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda önerilen üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi nelerdir?", "answers": { "text": [ "kalsinörin inhibitörü" ], "answer_start": [ 1415 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "Üçlü rejimle bir yıllık yaşam oranı nedir?", "answers": { "text": [ ">%90" ], "answer_start": [ 1556 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "Üçlü rejimle akut rejeksiyon oranı nedir?", "answers": { "text": [ "<%20’nin altında" ], "answer_start": [ 1586 ] } }, { "context": "Son dönem böbrek yetmezliğinin en seçkin tedavi yöntemi böbrek naklidir. Başarılı bir böbrek nakli için, gerek indüksiyon, gerekse idame immünsupresif tedavinin hasta bazında bireyselleştirilmesi gerekmektedir. Böbrek naklinde, akut rejeksiyonu önlemeye yardım etmek ve renal allogreft kaybını önlemek için idame immünsüpresif tedaviler kullanılmaktadır. Başlangıçta yeterli doz immünsüpresyon gerekliyken, zamanla enfeksiyon ve malignite gelişim riski nedeniyle idame immünsüpresif tedavi yeterli en düşük doza indirilmesi önerilmektedir. Böbrek naklinde optimal idame immünsüpresif tedavi belirlenmemiştir. Güncel olarak en çok kullanılan idame immünsüpresif tedavi kortikosteroid (genellikle oral prednizolon), azatiyopürin, mikofenolat mofetil (MMF), siklosporin, takrolimus, everolimus, rapamycin (sirolimus) ve belateceptin değişik kombinasyonlarından oluşmaktadır. Akut rejeksiyon ve allogreft kaybı riski nakil sonrası ilk üç ayda en yüksek oranlarda görülmektedir. Bu yüzden imünsüpresyon bu dönemde çok fazla olmalıdır. İmmünsüpresif tedavinin en ciddi yan etkileri (enfeksiyonlar ve malignite gelişimi) immünsüpresyonun total miktarı ile ilişkilidir. Nakil sonrası 6. aydan 12. aya kadar immünsüpresyon dozunun yavaş yavaş azaltılması bu yüzden çok önemlidir. Çoğu nakil merkezinde KDIGO 2009 klinik uygulama kılavuzunda da önerildiği gibi şu üçlü idame immünsüpresif tedavi rejimi kullanılmaktadır. Bir kalsinörin inhibitörü (siklosporin ya da takrolimus), bir antimetabolit (azatiyopürin, MMF) ve prednizolon. Bu üçlü rejimle bir yıllık yaşam >%90 ve akut rejeksiyon oranı <%20’nin altında olduğu bildirilmektedir. Sirolimus ya da everolimus veya belatacept bazı merkezlerce kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır.", "question": "Hangi ilaçlar kalsinörin inhibitörü yerine üçlü rejimde kullanılmaktadır?", "answers": { "text": [ "Sirolimus ya da everolimus veya belatacept" ], "answer_start": [ 1628 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "Aşılama, temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde neyi en fazla azaltan buluş olarak bilinmektedir?", "answers": { "text": [ "ölümleri" ], "answer_start": [ 134 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "Bağışıklama neyi artırır?", "answers": { "text": [ "yaşam kalitesini" ], "answer_start": [ 209 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "ABD’de yapılan maliyet-yarar analizlerine göre bir doz aşı için bir dolarlık harcama sağlık harcamalarını ne kadar azaltmaktadır?", "answers": { "text": [ "2-27 dolar" ], "answer_start": [ 405 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) DSÖ tarafından hangi yılda uygulanmaya başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1974" ], "answer_start": [ 573 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) sayesinde ülkemizde ne sağlanmıştır?", "answers": { "text": [ "aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır" ], "answer_start": [ 805 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "Aşılar ile her yıl dünya genelinde kaç ölümün önüne geçilmektedir?", "answers": { "text": [ "3 milyon" ], "answer_start": [ 941 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "1990 yılında aşılama oranları dünya ortalaması kaçtı ve 1999 yılında ne kadar gerileme gösterdi?", "answers": { "text": [ "%74" ], "answer_start": [ 1155 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "Dünya üzerindeki her dört çocuktan kaçı GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir?", "answers": { "text": [ "biri" ], "answer_start": [ 68 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yıl ABD'de yaklaşık kaç kişinin ölümüne sebep olmaktadır?", "answers": { "text": [ "45.000" ], "answer_start": [ 1604 ] } }, { "context": "Aşılama geçtiğimiz yüzyılın en önemli halk sağlığı uygulamalarından biridir. Temiz içme suyu ve antibiyotikler dahil edildiğinde bile ölümleri en fazla azaltan buluşun aşılar olduğu bilinmektedir. Bağışıklama yaşam kalitesini artırır, sağlıkla ilgili harcamaları azaltır. Amerika Birleşik Devletleri’nde (ABD) yapılan maliyet-yarar analizleri bir doz aşı için bir dolarlık harcamanın sağlık harcamalarını 2-27 dolar azalttığını göstermektedir. Maliyet-etkinlik değerlendirmeleri aşıların en ucuz sağlık hizmeti olduğunu göstermektedir. Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) tarafından 1974 yılında uygulanmaya başlanan Genişletilmiş Bağışıklama Programı (GBP) çocuklardaki mortalite oranını önemli ölçüde azaltmıştır. Ülkemizde 1985 yılından itibaren uygulamaya konulan 'Genişletilmiş Bağışıklama Programı' sayesinde aşılama oranları hızla artmış ve aşı ile önlenebilen hastalıklarda önemli oranda düşüş saptanmıştır. Aşılar ile her yıl dünya genelinde 3 milyon ölüm ve 750.000 sakatlığın önüne geçilmektedir. Her yıl yaklaşık 3 milyon çocuk doğmakta ve yaklaşık 30.000'i aşıya ulaşamamaktadır. 1990 yılında %80 olan aşılama oranlarının dünya ortalaması 1999 yılında %74'e gerileme göstermiştir. Dünya üzerindeki her dört çocuktan biri GBP kapsamında olan altı aşıya erişememektedir. Aşılamanın dünya genelinde en maliyet-etkin halk sağlığı uygulamalarından biri olduğu konusunda hemfikir olunsa dahi aşılar değersiz görülmekte, az kullanılmakta ve aşı ile önlenebilen hastalıklar dünya için tehdit oluşturmaya devam etmektedir. Aşı ile önlenebilen hastalıklar her yaş grubunu etkilemekte ve ABD'de her yıl yaklaşık 45.000 kişinin ölümüne sebep olmaktadır.", "question": "Aşılamanın dünya genelinde nasıl bir halk sağlığı uygulaması olduğu konusunda hemfikir olunmaktadır?", "answers": { "text": [ "maliyet-etkin" ], "answer_start": [ 1302 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "Erişkin dönem aşılamaları neden önemlidir?", "answers": { "text": [ "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "Modern hayattaki gelişmeler neyi artırmaktadır?", "answers": { "text": [ "yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu" ], "answer_start": [ 180 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "Yaşlanma hangi ülkelerde daha sık olan bir durumdur?", "answers": { "text": [ "gelişmiş ülkelerde" ], "answer_start": [ 243 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "DSÖ, 2015-2050 yılları arasında 60 yaş üstü nüfusun oranının nasıl değişeceğini öngörmektedir?", "answers": { "text": [ "%12’den %22" ], "answer_start": [ 446 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "2050 yılında yaşlı nüfusun %80'inin nerede yaşayacağı öngörülmektedir?", "answers": { "text": [ "düşük veya orta gelirli ülkelerde" ], "answer_start": [ 511 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için ne bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "aşı kartı" ], "answer_start": [ 725 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "Erişkin dönem aşıları için ülkemizde hangi aşıya yönelik aşı kartı mevcuttur?", "answers": { "text": [ "erişkin difteri tetanos" ], "answer_start": [ 790 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yetersiz olması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı neyi engellemektedir?", "answers": { "text": [ "erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada" ], "answer_start": [ 1042 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "Ülkemizde erişkin aşılarını içeren bir aşı kartı var mıdır?", "answers": { "text": [ "bulunmamaktadır" ], "answer_start": [ 895 ] } }, { "context": "Çocukluk çağında aşılanmamış kişilerin bulunması ve kimi aşıların yaşam boyu bağışıklık bırakmaması erişkin dönem aşılamalarını çok önemli kılmaktadır. Modern hayattaki gelişmeler yaşam süresini ve dünya yaşlı nüfusunu artırmaktadır. Yaşlanma gelişmiş ülkelerde daha sık olan bir durumken artık gelişmekte olan ülkeleri de etkilemekte olup ülkemizde de yaşlı popülasyon artmaktadır. DSÖ 2015-2050 yılları arasında tüm dünyada 60 yaş üstü nüfusun %12’den %22’ye çıkacağını ve 2050 yılında yaşlı nüfusun %80’inin düşük veya orta gelirli ülkelerde yaşayacağını öngörmektedir. Ülkemizde, tüm dünyada olduğu gibi, erişkin aşılaması çocukluk çağı aşılaması kadar önemsenmemektedir. Ülkemizde çocukluk çağı aşıları için hazırlanmış aşı kartı bulunmasına rağmen erişkin dönem aşıları için yalnızca erişkin difteri tetanos aşısına yönelik aşı kartı mevcuttur. Erişkin aşılarının hepsini içeren aşı kartı bulunmamaktadır. Erişkin bağışıklama ile ilgili ülke içinde bilgilendirmenin yeterince yapılamaması ve ulusal bir bağışıklama programının olmayışı erişkin bağışıklamadaki hedeflere ulaşmada engel teşkil etmektedir.", "question": "Gelişmekte olan ülkeleri etkileyen ve ülkemizde de artan durum nedir?", "answers": { "text": [ "yaşlı nüfusunu" ], "answer_start": [ 204 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "Aşılama hangi tür sağlık hizmetlerindendir?", "answers": { "text": [ "birincil koruma sağlayan" ], "answer_start": [ 8 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "Birincil korumada hedef nedir?", "answers": { "text": [ "toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmak" ], "answer_start": [ 84 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "Yedinci yüzyılda Budist rahipler ne yaparak bağışıklanmayı denemişlerdir?", "answers": { "text": [ "yılan zehri içerek" ], "answer_start": [ 253 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında hangi yıllardan itibaren çiçek aşılamasına dair tekniklerden bahsedilmiştir?", "answers": { "text": [ "1600’lü yılların sonundan" ], "answer_start": [ 367 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "Çinliler çiçek hastalığına karşı nasıl bir bağışıklama yöntemi kullanmışlardır?", "answers": { "text": [ "sağlıklı kişilerin burunlarına üflediği" ], "answer_start": [ 592 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "Hindistan'da çiçek hastalığına karşı nasıl bir bağışıklama yöntemi kullanılmıştır?", "answers": { "text": [ "hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını nasıl önlediklerini gözlemlemiştir?", "answers": { "text": [ "Aşılama" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "Lady Mary Worthley Montagu'nun İngiltere'ye döndüğünde ne için çaba sarfettiği belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "çiçek aşısını ülkesine getirmek" ], "answer_start": [ 952 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "Edward Jenner 18. yüzyılda çiçek hastalığına karşı hangi aşıyı hazırlamıştır?", "answers": { "text": [ "çiçek püstüllerinde" ], "answer_start": [ 1111 ] } }, { "context": "Aşılama birincil koruma sağlayan sağlık hizmetlerindendir. Birincil korumada hedef, toplumda aşı ile önlenebilir hastalıkların ortaya çıkışını engellemek ve bu hastalıklara bağlı ölüm ve sakatlık oranlarını azaltmaktır. Yedinci yüzyılda Budist rahipler yılan zehri içerek yılan zehrine karşı bağışıklanmayı denemişlerdir. 'The Golden Mirror Of Medicine' adlı yayında 1600’lü yılların sonundan itibaren çiçek aşılamasına dair uygulanan variolasyon tekniklerinden bahsedilmiştir. Çinlilerin çiçek hastalığını hafif geçiren hastaların burunlarından aldıkları yara kabuklarını toz haline getirip sağlıklı kişilerin burunlarına üflediğinden, Hindistan'da ise hasta kişilerin yara kabuklarından alınarak kurutulan tozun sağlıklı kişilerin ciltlerine sürülmesi ile bağışıklama yapıldığından bahsedilmiştir. Lady Mary Worthley Montagu Türklerin çiçek hastalığını aşı ile önlediklerini gözlemlemiş ve kendisi de oğlunu aşılatmıştır, İngiltere'ye döndüğünde ise çiçek aşısını ülkesine getirmek için çaba sarfetmiştir. Bir İngiliz doktor olan Edward Jenner 18. yüzyılda önce ineklerden bulaşan sonra ise insanlarda oluşan çiçek püstüllerinden hazırladığı aşıyı birkaç kişi üzerinde uygulayıp uyguladığı kişilerin hastalığı geçirmediğini gözlemlemiştir. Önceleri çalışmaları kabul görmeyen Jenner 19. yüzyılın başında bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir.", "question": "Edward Jenner ne zaman bu konuda çalışacak bir enstitünün başına getirilmiştir?", "answers": { "text": [ "19. yüzyılın" ], "answer_start": [ 1285 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya hangi yıl başlamıştır?", "answers": { "text": [ "1881" ], "answer_start": [ 39 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısının başarısı nasıl kanıtlanmıştır?", "answers": { "text": [ "kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak" ], "answer_start": [ 110 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "Daha etkin inaktive kuduz aşıları ne zaman geliştirilmeye başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1960’lı yıllardan" ], "answer_start": [ 328 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "Canlı kızamık aşısı fikri kimin tarafından ortaya atılmıştır?", "answers": { "text": [ "Home" ], "answer_start": [ 407 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "Enders ve Peebles ne zaman kızamık virüsünü izole etmişlerdir?", "answers": { "text": [ "1954" ], "answer_start": [ 490 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "ABD başkanı Roosevelt'in hangi hastalığı olması, bu hastalıkla ilgili çalışmalara önem verilmesini sağlamıştır?", "answers": { "text": [ "çocuk felci" ], "answer_start": [ 613 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "Jonas Salk'ın geliştirdiği ve tarihte yerini alan aşıya ne isim verilmiştir?", "answers": { "text": [ "Salk aşısı" ], "answer_start": [ 904 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "1955 yılında Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenen aşıyı kim geliştirmiştir?", "answers": { "text": [ "Jonas Salk" ], "answer_start": [ 846 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "Albert Sabin hangi yıllarda canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlamıştır?", "answers": { "text": [ "1950'li yılların sonuna" ], "answer_start": [ 1087 ] } }, { "context": "Pasteur kuduz aşısı alanında çalışmaya 1881 yılında başlamıştır. Pasteur tarafından geliştirilen kuduz aşısı, kuduz bir köpek tarafından ısırılan bir çocuğa uygulanmış ve öleceği düşünülen çocuğun yaşadığı Fen Bilimleri Akademisi tarafından raporlanarak kuduz aşısının başarısı kanıtlanmıştır. Daha etkin inaktive kuduz aşıları 1960’lı yıllardan sonra geliştirilmeye başlanmıştır. Canlı kızamık aşısı fikri Home tarafından ortaya atılsa da gerçekleşmesi yüzyılı aşmıştır. Enders ve Peebles 1954 yılında kızamık virüsünü izole etmiş ve yaklaşık on yıl sonra ilk aşı lisansını almışlardır. ABD başkanı Roosevelt'in çocuk felci olması, çocuk felci çalışmalarına önem verilmesini sağlamış ve 1934 yılında iki aşı geliştirilmiş ancak ikisi de başarısız bulunmuştur. Aynı dönemde burun spreyi formunda geliştirilen bir başka aşı da başarısız olmuştur. Jonas Salk 1952 yılında yeni bir aşı geliştirmiş, bu aşı ‘Salk aşısı’ olarak tarihte yerini almıştır. Jonas Salk aşının ilk denemelerini yapmış ve 1955 yılında beş yıllık Polio oranlarının %25’in altına düştüğü gözlemlenmiştir. Albert Sabin 1950'li yılların sonuna doğru canlı aşı geliştirme çalışmalarını tamamlayarak ucuz, oral, yakın temastaki bireylere fekal-oral bulaşabildiği için mükemmel aşı olarak nitelendirilen aşıyı bulmuştur. ABD'de 1963 yılından itibaren Sabin aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir.", "question": "ABD'de 1963 yılından itibaren hangi aşı yerine Salk aşı kullanımına geçilmiştir?", "answers": { "text": [ "Sabin aşı" ], "answer_start": [ 1315 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "Tüberküloz basili kim tarafından bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "Robert Koch" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "Mycobacterium bovis kimler tarafından izole edilmiştir?", "answers": { "text": [ "Calmette ve Guerin" ], "answer_start": [ 111 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "Hepatit A için ilk inaktive aşıyı kim geliştirmiştir?", "answers": { "text": [ "Provost ve Hilleman" ], "answer_start": [ 223 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında hangi aşıyı bulmuşlardır?", "answers": { "text": [ "Hepatit B" ], "answer_start": [ 404 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "OKA SUŞU adı verilen aşı nasıl elde edilmiştir?", "answers": { "text": [ "virüsün zayıflatılmasıyla" ], "answer_start": [ 610 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde edilen antitoksinler neyi nötralize etmiştir?", "answers": { "text": [ "kültürde üretilen toksinlerin" ], "answer_start": [ 818 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "Von Behring, hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinlerle kimi tedavi etmiştir?", "answers": { "text": [ "difteri basili ile enfekte bir çocuğu" ], "answer_start": [ 955 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "Difteri toksoid aşısı kim tarafından geliştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "Gaston Ramon" ], "answer_start": [ 1056 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "Tetanos toksoid aşısını kimler geliştirmiştir?", "answers": { "text": [ "Ramon ve Zoeller" ], "answer_start": [ 1157 ] } }, { "context": "Tüberküloz basilinin Robert Koch tarafından bulunmasından on yıl sonra Mycobacterium bovis izole edilmiştir ve Calmette ve Guerin tarafından ilk aşı çalışmalarına başlanmıştır. DSÖ ile 1974 yılında GBP kapsamına girmiştir. Provost ve Hilleman 1986 yılında Hepatit A için ilk inaktive aşıyı geliştirmiştir. Aşı 1990'dan sonra kullanıma girmiştir. Hilleman ve arkadaşları 1981 yılında plazma-kaynaklı olan Hepatit B aşısını bulmuş, beş yıl sonra ise rekombinant DNA aşısına lisans alınmıştır. Steiner suçiçeğinin viral bir hastalık olduğunu belirtmiş. Japonya'da vahşi virüs ile enfekte bir çocuktan elde edilen virüsün zayıflatılmasıyla üretilen aşıya izole edildiği çocuğun adı OKA olmasından dolayı “OKA SUŞU’’ adı verilmiştir. Youx ve Yersin, Difteri basili ile enfekte hayvanlardan elde ettikleri antitoksinler ile kültürde üretilen toksinlerin nötralize edildiğini göstermişlerdir. Von Behring hayvanlarda koruyucu olduğu gösterilen antitoksinler ile difteri basili ile enfekte bir çocuğu tedavi etmiştir. Bu gelişmeden yaklaşık 30 yıl sonra, 1923’te, Gaston Ramon tarafından antitoksin kullanımını gerektirmeyen difteri toksoid aşısı geliştirilmiştir. Ramon ve Zoeller 1927 yılında tetanos toksoid aşısını geliştirerek insanlar üzerinde kullanmaya başlamışlardır.", "question": "Tetanos toksoid aşısı ne zaman insanlar üzerinde kullanılmaya başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1927" ], "answer_start": [ 1174 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "Ülkemizde ilk aşı üretimi hangi aşı ile başlamıştır?", "answers": { "text": [ "çiçek aşısı" ], "answer_start": [ 49 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "Şanizade Ataullah Efendi, insanları aşılamak için ne kullanmıştır?", "answers": { "text": [ "ineklerden alınan örnekler" ], "answer_start": [ 116 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "Dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet hangisidir?", "answers": { "text": [ "Osmanlı Devleti" ], "answer_start": [ 304 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra ne olmuştur?", "answers": { "text": [ "II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir" ], "answer_start": [ 374 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı ne zaman uygulanmaya geçmiştir?", "answers": { "text": [ "1887" ], "answer_start": [ 553 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "Yerli difteri serumu hangi yıldan itibaren üretilmeye başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1985" ], "answer_start": [ 654 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "1913 yılından sonra hangi aşılar üretilmeye başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "veba, dizanteri, kolera" ], "answer_start": [ 794 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı kimler tarafından üretilmiştir?", "answers": { "text": [ "Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor" ], "answer_start": [ 1058 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "Tifüs aşısı kime uygulanmıştır?", "answers": { "text": [ "Üçüncü Ordu" ], "answer_start": [ 1158 ] } }, { "context": "Dünyada olduğu gibi ülkemizde de ilk aşı üretimi çiçek aşısı ile başlamıştır. Şanizade Ataullah Efendi 1811 yılında ineklerden alınan örnekler ile insanları aşılamış ve başarıya ulaşmıştır. Sultan Abdülmecit tarafından çiçek aşısı zorunlu kılınmıştır, dünyada çiçek aşısının zorunlu kılındığı ilk devlet Osmanlı Devleti'dir. Louis Pasteur'un kuduz aşısını bulmasından sonra II. Abdülhamit tarafından üç kişilik bir heyet bu buluşu öğrenmek için Paris'e gönderilmiştir. Heyetin döndükten sonra açtıkları enstitüde Pasteur metodu ile üretilen kuduz aşısı 1887'de uygulamaya geçmiş, 1888'e kadar 2.521 kişiye kuduz aşısı uygulanmıştır. Yerli difteri serumu 1985 yılından itibaren üretilmeye başlanmıştır. Bin dokuz yüz on üç yılına kadar sadece difteri serumu hazırlanmış, 1913 yılından sonra ise veba, dizanteri, kolera aşıları üretilmeye başlanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sırasında halkın büyük bir kısmının kaybedilmesine neden olan ve tifüs hastalığı ile uğraşan hekimler arasında da yaygın olan Tifüs hastalığına karşı insan kanından ilk aşı 1915 yılında Dr. Mustafa Hilmi Sağun ve Dr. Reşat Rıza Kor tarafından üretilmiştir, Dr. Tevfik Sağlam tarafından Üçüncü Ordu'ya uygulanmıştır.", "question": "Tifüs hastalığına karşı ilk insan kanından üretilen aşı hangi yılda üretilmiştir?", "answers": { "text": [ "1915" ], "answer_start": [ 1045 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "Difteri hangi bakterinin sebep olduğu bir enfeksiyondur?", "answers": { "text": [ "Corynebacterium diphtheriae" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "Difteri nasıl bir enfeksiyon olarak tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "üst solunum yolu enfeksiyonu" ], "answer_start": [ 136 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "Difteri genellikle hangi bölgeyi tutar?", "answers": { "text": [ "farenksi" ], "answer_start": [ 241 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "Difteri hangi organ ve bölgelerde hasara neden olabilir?", "answers": { "text": [ "periferik sinirler ve miyokard" ], "answer_start": [ 343 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "Gelişmiş ülkelerde difteri nasıl kontrol altına alınmıştır?", "answers": { "text": [ "yaygın aşılama programları" ], "answer_start": [ 424 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "Difteri epidemi olayları hangi yıllar arasında gerçekleşmiştir?", "answers": { "text": [ "1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995" ], "answer_start": [ 501 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "1990’lı yıllarda Sovyetlerde difteri epidemisinde kaç ölüm yaşanmıştır?", "answers": { "text": [ "5.000" ], "answer_start": [ 678 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "Türkiye'de difteri aşısı ne zaman kullanılmaya başlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1937" ], "answer_start": [ 737 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "Difteri aşısı 1968 yılına kadar nasıl uygulanmıştır?", "answers": { "text": [ "tek doz" ], "answer_start": [ 799 ] } }, { "context": "Difteri, Corynebacterium diphtheriae adı verilen gram pozitif basille oluşan üst solunum yolunun membranöz iltihabı ile karakterize bir üst solunum yolu enfeksiyonudur. Bildirimi zorunlu hastalıklardan biridir. Enfeksiyon etkeni genellilkle farenksi tutmakla beraber posterior nazal pasajları, larinksi, trakeayı tutabilmekte bununla birlikte periferik sinirler ve miyokardda hasara neden olabilmektedir. Gelişmiş ülkelerde yaygın aşılama programları sayesinde difteri kontrol altına alınmıştır. İlki 1982-1985 yılları arasında diğeri ise 1990-1995 yılları arasında Rusya ve Ukrayna’da olmak üzere iki epidemi olmuştur. Sovyetlerde 1990’lı yıllarda görülen difteri epidemisinde 5.000'den fazla ölüm yaşanmıştır. Türkiye'de difteri aşısı 1937 yılında kullanılmaya başlanmıştır. Aşı 1968 yılına kadar tek doz olarak uygulanmış, bu yıldan sonra difteri-boğmaca-tetanos şeklinde karma aşı olarak uygulanmaya başlanmıştır. Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli tetanos toksoidi (TT) yerine tetanos-erişkin tip difteri toksoidi (Td) olarak uygulanmaktadır. TT yerine Td uygulanması gebelik de dahil olmak üzere yapılmalıdır.", "question": "Çocukluk çağındaki difteri bağışıklamasının rapeli hangi aşı olarak uygulanmaktadır?", "answers": { "text": [ "tetanos-erişkin tip difteri toksoidi" ], "answer_start": [ 998 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "Boğmaca hangi bakterinin sebep olduğu bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "Bordetella pertussis" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "Boğmaca bakterisi hangi özelliklere sahiptir?", "answers": { "text": [ "gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil" ], "answer_start": [ 42 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "Amerika'da boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde yılda kaç ölüm olmuştur?", "answers": { "text": [ "10.000" ], "answer_start": [ 215 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "Çocukluk çağı aşılama programlarının etkisiyle boğmaca vakaları nasıl bir değişim göstermiştir?", "answers": { "text": [ "belirgin ölçüde azalmıştır" ], "answer_start": [ 310 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "Bazı ülkelerde boğmaca vakaları hangi yaş gruplarında artmaktadır?", "answers": { "text": [ "adölesan ve genç erişkinlerde" ], "answer_start": [ 379 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "Boğmaca vakalarının çocukluk çağı aşısından sonra neden ortaya çıktığı düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının" ], "answer_start": [ 455 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "Boğmacaya karşı antikor yanıtının azalması nedeniyle başlatılan girişim ülkemizde ne olarak adlandırılmıştır?", "answers": { "text": [ "Koza Projesi" ], "answer_start": [ 709 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "FDA tarafından 2005 yılında onaylanan boğmaca aşısı nedir?", "answers": { "text": [ "Tdap aşısı" ], "answer_start": [ 884 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "Tdap aşısı ne zaman tercih edilmelidir?", "answers": { "text": [ "rapeld" ], "answer_start": [ 980 ] } }, { "context": "Boğmaca, Bordetella pertussis adı verilen gram (-), sporsuz, hareketsiz bir kokobasil ile oluşan bir üst solunum yolu hastalığıdır. Boğmaca aşı uygulamalarının olmadığı dönemlerde Amerika'da boğmaca nedeniyle yılda 10.000 ölüm olduğu bilinmektedir. Çocukluk çağı aşılama programları sayesinde boğmaca vakaları belirgin ölçüde azalmıştır. Amerika başta olmak üzere bazı ülkelerde adölesan ve genç erişkinlerde boğmaca vakalarının arttığı bildirilmektedir. Çocukluk çağı boğmaca aşısının zamanla etkisinin azalmasının bu vakaların ortaya çıkmasına neden olduğu düşünülmektedir. Boğmacaya karşı oluşan antikor yanıtının zamanla azalması nedeniyle Küresel Boğmaca Girişimi 2011 yılında başlatılmış olup ülkemizde Koza Projesi olarak adlandırılmıştır. Önce adölesan sonra erişkin bağışıklaması planlanan proje ülkemizde yayın olarak uygulanamamıştır. FDA tarafından 2005 yılında onaylanan Tdap aşısı erişkinlere önerilmektedir. Zayıf antijen içermesi nedeniyle primer aşılamada değil, rapelde tercih edilmelidir. Daha önce tam hücre aşısı şeklinde uygulanan aşı, yerini 2007'den bu yana asellüler aşıya bırakmıştır.", "question": "2007'den bu yana boğmaca aşısı hangi tür aşıya bırakmıştır?", "answers": { "text": [ "asellüler" ], "answer_start": [ 1082 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Tetanos hastalığına hangi bakteri neden olmaktadır?", "answers": { "text": [ "Clostridium Tetani" ], "answer_start": [ 9 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Tetanos hastalığına neden olan toksinin adı nedir?", "answers": { "text": [ "tetanospazmin" ], "answer_start": [ 50 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Tetanos hastalığı nasıl seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır?", "answers": { "text": [ "mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Tetanos hastalığında sertleşme ilk olarak hangi kaslarda başlar?", "answers": { "text": [ "Boyun ve çene" ], "answer_start": [ 216 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Tetanos insidansı hangi dönemde gelişmiş ülkelerde düşmüştür?", "answers": { "text": [ "1940 yılından sonra" ], "answer_start": [ 329 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık hangi yaşlardan itibaren azalmaktadır?", "answers": { "text": [ "50-60 yaşlarından" ], "answer_start": [ 501 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Ülkemizde hangi program sayesinde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir?", "answers": { "text": [ "Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı" ], "answer_start": [ 620 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana hangi aşılar uygulanmaktadır?", "answers": { "text": [ "difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib)" ], "answer_start": [ 787 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Tetanos aşısı genellikle ne zaman yapılmaktadır?", "answers": { "text": [ "yaralanma sonrasında" ], "answer_start": [ 920 ] } }, { "context": "Tetanos, Clostridium Tetani tarafından salgılanan tetanospazmin adı verilen bir toksin ile oluşan, mortalitesi yüksek, iskelet kaslarında yaygın rijidite ve konvülsif spazmlarla seyreden bir enfeksiyon hastalığıdır. Boyun ve çene kaslarında başlayan sertleşme tüm vücuda yayılır. Çocukluk çağında tetanos bağışıklaması sayesinde 1940 yılından sonra gelişmiş ülkelerde tetanos insidansı düşmüştür. Tetanos aşılamasıyla oluşan bağışıklık yaş ilerledikçe azalmaktadır. Yapılan çalışmalar göstermiştir ki 50-60 yaşlarından itibaren tetanos antitoksin düşmektedir. Ülkemizde yaşlı nüfusta tetanos vakaları görülebilmektedir. Maternal Neonatal Tetanos Eliminasyon Programı ile ülkemizde neonatal tetanos vakaları görülmemektedir. Çocukluk çağı aşılama programı dâhilinde 2008 yılından bu yana difteri-asellüler boğmaca-tetanos-inaktif polio-Haemaphilus influenza tip b (DaBT-IPA-Hib) uygulanmaktadır. Tetanos aşısı genellikle yaralanma sonrasında yapılmaktadır. Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere de tetanos aşılaması yapılmalıdır.", "question": "Tetanos hastalığı geçirmiş kişilere ne yapılmalıdır?", "answers": { "text": [ "tetanos aşılaması" ], "answer_start": [ 995 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "İnfluenza virüsleri hangi aileden gelir?", "answers": { "text": [ "Orthomyxovirus" ], "answer_start": [ 21 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "İnfluenza virüsleri kaç tipe ayrılır?", "answers": { "text": [ "üç" ], "answer_start": [ 157 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "İnfluenza A'nın yüzey antijenlerine göre kaç HA alt tipi tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "16" ], "answer_start": [ 329 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "İnfluenza A'dan izole edilen üç tip HA nedir?", "answers": { "text": [ "H1, H2, H3" ], "answer_start": [ 372 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "İnfluenza B'nin kaç alt tipi vardır?", "answers": { "text": [ "alt tipi yoktur" ], "answer_start": [ 524 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "İnfluenza C nasıl bir klinikle seyreder?", "answers": { "text": [ "hafif" ], "answer_start": [ 678 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "İnfluenza virüsleri için en önemli rezervuar nedir?", "answers": { "text": [ "kuşlar" ], "answer_start": [ 754 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "Hangi hayvanlar hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilir?", "answers": { "text": [ "domuzlar" ], "answer_start": [ 1049 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "Çin ve Güneydoğu Asya'da gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülen durum nedir?", "answers": { "text": [ "evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarını" ], "answer_start": [ 1120 ] } }, { "context": "İnfluenza virüsleri; Orthomyxovirus ailesinden tek sarmallı RNA virüsleridir. Yapılarında bulundurdukları matriks ve nükleoproteinlere göre A, B ve C olarak üç tipe ayrılırlar. Mevsimsel salgınlardan ve pandemilerden sorumlu olan İnfluenza A'nın hemaglütinin (HA) ve nöraminidaz (NA) olarak adlandırılan yüzey antijenlerine göre 16 HA ve dokuz NA alt tipi tanımlanmıştır. H1, H2, H3 olmak üzere üç tip HA ve N1, N2 olmak üzere ise iki tip NA insanlardan izole edilmiştir. Mevsimsel salgınlardan sorumlu olan İnfluenza B'nin alt tipi yoktur, Victoria ve Yamagata olarak adlandırılan iki suşu mevcuttur. Sporadik vakalara ve sınırlı bölgesel salgınlara neden olan İnfluenza C ise hafif bir klinikle seyreder. İnfluenza virüsleri için en önemli kaynak olan kuşlar, influenzayı asemptomatik geçirirler. Su kuşlarında asemptomatik olarak geçirilen influenza evcil kanatlı hayvanlarda mortal seyredebilir. Birçok canlı türünde enfeksiyona yol açan influenza virüsleri için en önemli rezervuar kuşlardır. Hem kuş hem de memeli suşları ile enfekte olabilen domuzlar antijenik kaymaya neden olabilirler. Çin ve Güneydoğu Asya'da evcil kanatlılar, domuzlar ve insanların bir arada yoğun olarak bulunmalarının gelecekteki pandemilere neden olabileceği düşünülmektedir. Grip her yıl yaptığı salgınlar nedeniyle iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere yol açması sebebiyle güncelliğini devam ettirmektedir.", "question": "Grip her yıl neye yol açtığı için güncelliğini devam ettirmektedir?", "answers": { "text": [ "iş gücü kaybı, sağlık kuruluşlarına başvuru sayısında artış ve ölümlere" ], "answer_start": [ 1299 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "Hepatit A virüsü hangi aileden gelmektedir?", "answers": { "text": [ "Picornaviridae" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "Hepatit A virüsü nasıl bir virüstür?", "answers": { "text": [ "lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsü" ], "answer_start": [ 99 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "HAV enfeksiyonu özellikle hangi ülkelerde sık görülmektedir?", "answers": { "text": [ "gelişmekte olan ülkelerde" ], "answer_start": [ 174 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "HAV nasıl bulaşan bir virüstür?", "answers": { "text": [ "Fekal-oral yolla" ], "answer_start": [ 219 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "HAV enfeksiyonu çocuk yaş grubunda nasıl bir sıklıkla görülmektedir?", "answers": { "text": [ "sık" ], "answer_start": [ 200 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "Erişkinlerde HAV enfeksiyonu genellikle nasıl seyreder?", "answers": { "text": [ "sarılık" ], "answer_start": [ 402 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "HAV enfeksiyonunda hangi faktörler prevalans artışına neden olabilir?", "answers": { "text": [ "Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları" ], "answer_start": [ 511 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "HAV enfeksiyonundan korunmada hangi uygulamalar önemlidir?", "answers": { "text": [ "HAV aşısı ve İg" ], "answer_start": [ 757 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "İlk etkin hepatit A aşısı hangi yılda geliştirilmiştir?", "answers": { "text": [ "1992" ], "answer_start": [ 819 ] } }, { "context": "Picornaviridae ailesinden olan hepatit A virüsü nekroinflamatuvar karaciğer hastalığına neden olan lineer pozitif polariteli zarfsız RNA virüsüdür. HAV enfeksiyonu özellikle gelişmekte olan ülkelerde sık görülmektedir. Fekal-oral yolla bulaşan virüsün bulaşıcılığı oldukça yüksektir. Çocuk yaş grubunda sık görülmekle birlikte her yaştan insanı etkileyebilmektedir. Erişkinlerin büyük bir çoğunluğunda sarılıkla seyreder, birkaç haftada kendiliğinden iyileşir. Hastalık kronikleşmez ve fulminan hepatit yapmaz. Gelir düzeyi düşüklüğü, kalabalık yaşantı, kötü hijyen koşulları ile HAV prevalansında artış görülebilmektedir. Yiyecek ve su kaynaklarının hijyen koşullarının oluşturulması ile kişisel temizlik HAV enfeksiyonundan korunmada önem arz etmektedir. HAV aşısı ve İg uygulaması korunmada önemlidir. İlk etkin aşı 1992 yılında geliştirilmiş olup etkinliği kanıtlanmıştır. Üç farklı tip hepatit A aşısı bulunmaktadır. İnaktive hepatit A aşıları viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri içermekte olup immun yanıt kapsid antijenlerine bağlı olarak oluşur.", "question": "İnaktive hepatit A aşıları ne içermektedir?", "answers": { "text": [ "viral kapsid antijenlerini ve viral partikülleri" ], "answer_start": [ 949 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Fibromiyalji nasıl bir hastalıktır?", "answers": { "text": [ "kronik" ], "answer_start": [ 185 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Fibromiyalji prevalansı kullanılan tanı kriterlerine göre kaç arasında değişmektedir?", "answers": { "text": [ "%2-8" ], "answer_start": [ 254 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Fibromiyalji hastalarında hangi durumlar yaşam kalitesini etkilemektedir?", "answers": { "text": [ "depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları" ], "answer_start": [ 336 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbidite nedir?", "answers": { "text": [ "Depresif bozukluklar" ], "answer_start": [ 454 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Depresif bozuklukların fibromiyalji sendromundaki prevalansı kaç arasında değişmektedir?", "answers": { "text": [ "%20-80" ], "answer_start": [ 557 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı kaçtır?", "answers": { "text": [ "%31" ], "answer_start": [ 1003 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Genel popülasyonda anksiyete prevalansı nedir?", "answers": { "text": [ "%4" ], "answer_start": [ 1031 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile hangi psikiyatrik durum arasında ilişki bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "Anksiyete" ], "answer_start": [ 861 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Fibromiyalji hastalarında anksiyete artışının sonucu nedir?", "answers": { "text": [ "sedanter davranışla" ], "answer_start": [ 1337 ] } }, { "context": "Fibromiyalji yaygın kas iskelet sistemi ağrısı ile seyreden, sıklıkla yorgunluk, bilişsel bozukluk, psikiyatrik belirtiler, uyku bozuklukları ve çoklu somatik semptomların eşlik ettiği kronik bir hastalıktır. Kullanılan tanı kriterlerine göre prevalansı %2-8 arasında değişmektedir. Ağrı fibromiyaljinin majör semptomu olmakla birlikte depresyon, anksiyete ve uyku bozuklukları gibi durumlar da fibromiyalji hastalarında yaşam kalitesini etkilemektedir. Depresif bozukluklar, fibromiyalji sendromunda en sık görülen psikiyatrik komorbiditedir ve prevalansı %20-80 arasında değişmektedir. Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişki açıklanmaya çalışılmış; kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği gibi hipotezler öne sürülmüş ama yeterli kanıt bulunamamıştır. Anksiyete fibromiyalji hastalarında sıklıkla görülen psikiyatrik bozukluklardan bir tanesidir. Fibromiyalji hastalarında anksiyete prevalansı %31, genel popülasyonda ise %4’tür. Anksiyete stresli olay ve koşullar karşısında uygun bir yanıt olmakla birlikte bu koşullar ortadan kalktıktan sonra anksiyete hala devam ediyorsa maladaptasyon gelişmektedir. Fibromiyalji hastalarında düşük fiziksel aktivite ile anksiyete arasındaki ilişki ortaya çıkarılmış ve anksiyete artışının sedanter davranışla sonuçlandığı görülmüştür.", "question": "Depresyon ve fibromiyalji sendromu arasındaki ilişkiyi açıklamaya yönelik hangi hipotezler öne sürülmüştür?", "answers": { "text": [ "kronik ve disabilite oluşturan bozukluğa reaksiyon olarak depresyon gelişebileceği, fibromiyaljinin depresyon eşiğini düşürebileceği" ], "answer_start": [ 665 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "Fibromiyalji Sendromu (FMS) ilk kez ne zaman tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1843" ], "answer_start": [ 100 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "Fibrozit terimi kim tarafından bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "Sir William Gowers" ], "answer_start": [ 158 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "Fibromiyalji sendromunu spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi kimdir?", "answers": { "text": [ "Graham" ], "answer_start": [ 456 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "Smythe ve Moldofsky'nin fibromiyalji sendromunun tanımlanmasındaki çalışmasında katkıları nelerdir?", "answers": { "text": [ "hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır" ], "answer_start": [ 599 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada kaç primer fibromiyalji hastası ve kaç sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmıştır?", "answers": { "text": [ "50" ], "answer_start": [ 445 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "Muhammed B. Yunus'un çalışmasında fibromiyalji hastalarına eşlik eden hangi yakınmalar gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk" ], "answer_start": [ 895 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "Fibromiyalji hastalarında semptomların gün içinde dalgalanmasının yanı sıra hangi faktörlerden etkilendiği belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "hava durumu ve fiziksel aktivitelerden" ], "answer_start": [ 1197 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yayınlanan sınıflama kriterleri nelerdir?", "answers": { "text": [ "yaygın ağrı ve hassas nokta" ], "answer_start": [ 650 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "American College of Rheumatology (ACR) sınıflama kriterleri hangi amaçla revize edilmiştir?", "answers": { "text": [ "klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak" ], "answer_start": [ 1540 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun (FMS) Hipokrat döneminden itibaren var olduğu düşünülmekte olup ilk tanımı 1843 yılında Froriep tarafından yapılmıştır. 1904 yılında Sir William Gowers, santral sinir sisteminin fibromiyalji sendromu etyopatogenezinde rolünün keşfedildiği 1970-1980’li yıllara kadar kullanılan fibrozit terimini bulmuştur. Fibromiyalji sendromunun spesifik bir organik bozukluğun gösterilemediği ağrı sendromu şeklinde tanımlayan kişi 1950 yılında Graham olmuştur. Fibromiyalji Sendromunun (FMS) günümüzdeki anlamda tanımlanmasında Smythe ve Moldofsky’nin katkıları büyüktür. Çalışmalarında hastalıkta inflamasyonun yer almadığını belirtmiş, yaygın ağrı ve hassas nokta özelliklerini tanımlamışlardır. Muhammed B. Yunus tarafından yapılan ilk kontrollü klinik çalışmada 50 primer fibromiyalji hastası ve 50 sağlıklı kontrol grubu karşılaştırılmış; hasta grupta hassas noktaların olduğu, yaygın kas-iskelet ağrısı, tutukluk, yorgunluk, anksiyete, kötü uyku kalitesi, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, eklem ve eklem dışı bölgelerde subjektif şişlik ile uyuşukluk gibi yakınmaların hastalığa eşlik ettiği gösterilmiştir. Aynı çalışmada semptomların gün içinde dalgalanma gösterdiği gibi hava durumu ve fiziksel aktivitelerden de etkilendiği belirtilmiştir. Ayrıca bu bulgulara dayanarak hastalık tanısı koyacak bir rehber oluşturulması önerilmiştir. 1990 yılında American College of Rheumatology (ACR) tarafından yaygın ağrı ve hassas noktaların ayrıntılı belirtildiği sınıflama kriterleri yayınlanmıştır. Daha sonraki dönemlerde klinik pratikte tanı koyma kolaylığı sağlamak amacıyla revize edilmiş, alternatif sınıflama kriterleri geliştirilmiştir.", "question": "Fibromiyalji Sendromu (FMS) tanısının belirlenmesinde hangi tarihler arasında santral sinir sisteminin rolü keşfedilmiştir?", "answers": { "text": [ "1970-1980’li yıllara" ], "answer_start": [ 264 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Fibromiyalji ile uyku arasındaki ilişki nasıl bir döngüye sahiptir?", "answers": { "text": [ "kısır" ], "answer_start": [ 129 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında uyku nasıl geçmektedir?", "answers": { "text": [ "non-REM 1 ve 2 döneminde" ], "answer_start": [ 314 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Fibromiyalji hastaları gece boyunca hangi zorlukları yaşamaktadır?", "answers": { "text": [ "tekrar uykuya dalma" ], "answer_start": [ 433 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında polisomnografi ile yapılan incelemede hangi dalga oranı düşük bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "delta/alfa" ], "answer_start": [ 608 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Fibromiyalji için delta/alfa dalga oranı hangi değerde olduğunda %85 sensitivite göstermektedir?", "answers": { "text": [ "≤10.5" ], "answer_start": [ 721 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgaları fibromiyalji dışında hangi durumlarda da bulunabilir?", "answers": { "text": [ "ağrılı durum ve psikolojik bozukluklar" ], "answer_start": [ 942 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde ne gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "artmış siklik alternan patern" ], "answer_start": [ 1067 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında bulunan kondisyon azlığı neye bağlanmıştır?", "answers": { "text": [ "beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına" ], "answer_start": [ 1249 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında bulunan kondisyon azlığı hangi duruma bağlanmıştır?", "answers": { "text": [ "beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına" ], "answer_start": [ 1249 ] } }, { "context": "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin ilişkisinin araştırıldığı birçok çalışma literatürde mevcuttur. Fibromiyalji ile uyku arasında kısır döngü olup gün içerisindeki yoğun ağrı gece huzursuz uyumaya, dinlendirmeyen kötü kalitedeki uyku ise gün içinde ağrı eşiğinin düşmesine neden olmaktadır. Hastalarda uykunun çoğu non-REM 1 ve 2 döneminde geçer ve bu nedenle derin uyku azalmıştır. Fibromiyalji hastaları gece boyu sık sık uyanmakta tekrar uykuya dalmada güçlük yaşamaktadır. Bunun sonucunda sabah dinlenmeden kalkmaktadırlar. Fibromiyalji hastaları polisomnografi ile incelendiğinde uykunun non-REM fazında delta/alfa dalga oranı düşük bulunmuştur. Bu oran ≤1 olduğu zaman FMS için %95 spesifite, delta/alfa dalga oranı ≤10.5 olduğunda ise fibromiyalji için %85 sensitivite gösterdiği belirtilmiştir. Yavaş dalga uykusunda görülen alfa dalgalarının yaygın kas ağrısı ve hiperaljeziyle ilişkili olmakla birlikte FMS’ye spesifik olmayıp diğer ağrılı durum ve psikolojik bozukluklarda da bulunabildiği düşünülmüştür. Fibromiyalji hastalarında uykunun non-REM evresinde artmış siklik alternan patern gösterilmiştir ve bu semptomların şiddetiyle korele olup uyku düzeni de tedavi yönetiminde önemli rol oynamaktadır. Hastalarda bulunan kondisyon azlığı beta adrenerjik uyarılara yanıtın azalmasına bağlanmıştır.", "question": "Nelerin işilkisi literatürde araştırılmıştır?", "answers": { "text": [ "Uyku bozukluğu ve Fibromiyaljinin" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "Fibromiyalji sendromunda hangi sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "otonom sinir sisteminde" ], "answer_start": [ 25 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında sempatik ve parasempatik sistemlerde hangi tür değişiklikler gözlemlenmektedir?", "answers": { "text": [ "Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt" ], "answer_start": [ 91 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında hangi bulgular saptanmıştır?", "answers": { "text": [ "ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış" ], "answer_start": [ 285 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında COMPASS ile belirlenen test sonuçları nasıl çıkmıştır?", "answers": { "text": [ "anormal" ], "answer_start": [ 49 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında idrar katekolamin düzeyleri ve kalp hızı nasıl bir fark göstermiştir?", "answers": { "text": [ "kontrol grubundan daha yüksek" ], "answer_start": [ 849 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında görülebilen hangi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore" ], "answer_start": [ 940 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "FMS'nin hangi sistemlerle ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır?", "answers": { "text": [ "hipofonksiyonel stres sistemleri" ], "answer_start": [ 1214 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "Otonom sinir sisteminde anormal fonksiyonların fibromiyalji sendromunda neyle ilişkili olabileceği düşünülmektedir?", "answers": { "text": [ "hipofonksiyonel stres sistemleri" ], "answer_start": [ 1214 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında tilt masa testi ne amaçla kullanılmıştır?", "answers": { "text": [ "ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış" ], "answer_start": [ 285 ] } }, { "context": "Fibromiyalji sendromunda otonom sinir sisteminde anormal fonksiyon olduğu düşünülmektedir. Sempatik hiperaktivite, parasempatik aktivasyonda azalma ve stres durumlarında azalmış sempatik yanıt olduğuna dair çalışmalar mevcuttur. Fibromiyalji hastalarına tilt masa testi uygulandığında ortostatik hipotansiyon ve ağrıda artış saptanmıştır. COMPASS (Composite Autonomic Symptom Scale) ile belirlenen otonomik testlerde fibromiyalji hastalarında anormal sonuçlar elde edilmiştir. Fibromiyalji hastası ve sağlıklı kontrol grubu içeren 58 kişinin dahil edildiği bir çalışmada idrar katekolamin ve 24 saatlik kalp hızı takibi (hastanede istirahat-mental stres testi- uyku halinde ve günlük aktiviteler sırasında) değerlendirilmiştir. Çalışma sonucunda fibromiyalji hastalarında katekolamin düzeyleri kontrol grubuna göre belirgin düşük olup; kalp hızının kontrol grubundan daha yüksek olduğu gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında görülebilen subjektif ödem, Raynaud sendromu, ortostatik hipotansiyon, irritabl barsak sendromu, baş ağrısı, parestezi, dismenore gibi bulguların otonomik disfonksiyonla ilişkili olabileceği düşünülmektedir. FMS’nin, otonom sinir sistemi ve hipotalamohipofizer adrenal aksın yer aldığı hipofonksiyonel stres sistemleri ile ilişkili olabileceği görüşü artmaktadır.", "question": "Fibromiyalji hastalarında sempatik yanıt stres durumlarında nasıl değişmektedir?", "answers": { "text": [ "azalmış" ], "answer_start": [ 170 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "Fibromiyalji sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt var mı?", "answers": { "text": [ "yeterli kanıt yoktur" ], "answer_start": [ 70 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "Fibromiyalji hastalarında hangi otoantikorlar bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "68/48kD" ], "answer_start": [ 149 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "Sistemik derleme ve meta-analiz sonunda fibromiyalji sendromunda neyin rolü belirsiz bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "sitokinlerin" ], "answer_start": [ 305 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "FMS'de hangi sitokinlerin serumda yüksek bulunduğu belirtilmiştir?", "answers": { "text": [ "IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6" ], "answer_start": [ 371 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "FMS'de hangi sitokinlerin düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir?", "answers": { "text": [ "IL-4, IL-5 ve IL-13" ], "answer_start": [ 507 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda hangi aktivasyon ve seviyelerde artış gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18" ], "answer_start": [ 630 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 replasmanı yapıldığında hangi sonuçlar gözlenmiştir?", "answers": { "text": [ "inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme" ], "answer_start": [ 901 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "Fibromiyaljide görülen inflamasyonun neye bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir?", "answers": { "text": [ "mitokondrial disfonksiyon" ], "answer_start": [ 662 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile ne arasında pozitif korelasyon bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "interlökin seviyeleri" ], "answer_start": [ 777 ] } }, { "context": "Fibromiyalji Sendromunun immün aracılı bir bozukluk olduğunu gösteren yeterli kanıt yoktur. Fibromiyalji hastalarında sağlıklı grupta gösterilemeyen 68/48kD proteinine affinetesi olan otoantikorlar bulunmuştur. Sistemik derleme ve meta-analizin ele alındığı değerlendirme sonunda fibromiyalji sendromunda sitokinlerin rolünün belirsiz olduğu sonucuna varılmıştır. FMS’de IL-1 reseptör antagonisti ve IL-6 seviyeleri serumda, IL-8 seviyeleri serum ve plazmada yüksek bulunmuştur. FMS’de Th2 sitokinleri olan IL-4, IL-5 ve IL-13 düzeylerinin azaldığı gösterilmiştir. Fibromiyalji hastalarında koenzim Q10 eksikliği oluşturulduğunda inflamazom aktivasyonu (NLRP3), mitokondrial disfonksiyon ve IL-1β, IL-18 seviyelerinde artış gözlenmektedir. Fibromiyalji semptomları ve ağrı ile interlökin seviyeleri arasında pozitif korelasyon bulunmuştur. Fibromiyalji hastalarına koenzim Q10 replasmanı yapıldığında inflamasyon ve interlökin seviyelerinde gerileme, fibromiyalji semptomlarında iyileşme görülmekte olup bu durum fibromiyaljide görülen inflamasyonun mitokondrial disfonksiyona bağlı olabileceği hipotezini desteklemektedir.", "question": "FMS'de IL-8 seviyeleri nerelerde yüksek bulunmuştur?", "answers": { "text": [ "serum ve plazma" ], "answer_start": [ 441 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "D vitamini hangi süreçler için önemlidir?", "answers": { "text": [ "büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı" ], "answer_start": [ 32 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "D vitamini sentezleme yeteneğine sahip olanlar kimlerdir?", "answers": { "text": [ "Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar" ], "answer_start": [ 128 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "D vitamini eksikliği ne olarak kabul edilmektedir?", "answers": { "text": [ "küresel bir salgın" ], "answer_start": [ 390 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "D vitamininin eksikliği en çok hangi bölgelerde yaygındır?", "answers": { "text": [ "kuzey bölgelerinin" ], "answer_start": [ 474 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "D vitamini ilk olarak ne zaman tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "1600’lü yıllarda" ], "answer_start": [ 596 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "Raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi kimdir?", "answers": { "text": [ "D.Scheutte" ], "answer_start": [ 705 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "Vitamin tanımı ilk olarak kim tarafından yapılmıştır?", "answers": { "text": [ "Cashmir Funk" ], "answer_start": [ 1073 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "Vitamin D2 ve provitamin D3 formları ne zaman keşfedilmiştir?", "answers": { "text": [ "1930’lu yıllardan sonra" ], "answer_start": [ 1477 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "D vitamininin hangi özellikleri tanımlanmıştır?", "answers": { "text": [ "yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması" ], "answer_start": [ 1349 ] } }, { "context": "D vitamini doğumdan ölüme kadar büyüme, gelişme ve sağlıklı bir iskelet yapısı için önemi bilinen en eski hormonlardan biridir. Güneş ışığına maruz kalan bitki ve hayvanlar D vitamini sentezleme yeteneğine sahiptir. Bu nedenle olsa gerek ki yıllar önce atalarımız ‘güneş girmeyen eve doktor girer ‘diyerek güneşin ve aktiflediği D vitamininin önemini vurgulamışlardır. D vitamini eksikliği küresel bir salgın olarak kabul edilmektedir. Sanayileşmiş ülkeleri içeren dünyanın kuzey bölgelerinin birçoğunda D vitamini yetersizliğinin yaygınlığı gözlemsel çalışmalarla gösterilmiştir. D vitamininden 1600’lü yıllarda ilk olarak rickets tanımı kapsamında Whistler ve Glisson tarafından söz edilmiştir. 1824’te D.Scheutte raşitizm tedavisi için morina karaciğeri yağı reçete eden ilk kişi olmuştur. 1840’larda Polonyalı doktor Sniadecki, daha az güneş ışığı alan bir ortamda yaşayan çocuklarda daha sık raşitizm görüldüğünü bildirmiş ancak o dönemde güneş ışınlarının insan iskeletini etkileyeceğine bilim dünyasını inandıramamıştır. Vitamin tanımı ilk olarak 1912 ‘de Polanyalı Cashmir Funk tarafından yapılmıştır. Gıdaların özel bileşenlerini ‘vita; hayat,’amine’; araştırmalarının bir parçası olan pirinç kabuklarından tiaminde bulunan bileşikler ‘ kelimelerini birleştirerek ‘vitamin’ olarak tanımlamıştır. Vitamin tanımının yapılmasıyla D vitaminin; yağda çözünme, üretiminin ultraviole (UV) güneş ışığı ile ilişkisi ve antiraşitik faktör olması gibi özellikleri tanımlanırken, 1930’lu yıllardan sonra ise vitamin D2 (ergokalsiferol) ve provitamin D3 (kolekalsiferol) formlarının keşfi gerçekleştirilmiştir.", "question": "Sniadecki'nin bildirdiğine göre raşitizm hangi ortamda yaşayan çocuklarda daha sık görülmüştür?", "answers": { "text": [ "daha az güneş ışığı alan bir ortamda" ], "answer_start": [ 832 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "D vitamini reseptörleri (DVR) nerede yerleşimlidir?", "answers": { "text": [ "intranükleer" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "D vitamini reseptörleri (DVR) hangi dokularda bulunmaktadır?", "answers": { "text": [ "beyin ve spinal kord" ], "answer_start": [ 59 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimler en çok hangi beyin bölgelerinde bulunur?", "answers": { "text": [ "korteks ve hipokampusta" ], "answer_start": [ 281 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "D vitamini eksikliği hangi fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilmektedir?", "answers": { "text": [ "kognitif fonksiyon bozuklukları" ], "answer_start": [ 538 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "Yaşam kalitesi nasıl tanımlanmaktadır?", "answers": { "text": [ "subjektif iyilik hali" ], "answer_start": [ 635 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü sağlığı nasıl tanımlamaktadır?", "answers": { "text": [ "fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali" ], "answer_start": [ 755 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın dışında hangi sorunlara neden olur?", "answers": { "text": [ "proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya" ], "answer_start": [ 1112 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "Dünya Sağlık Örgütü sağlığı nasıl tanımlamaktadır?", "answers": { "text": [ "fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali" ], "answer_start": [ 755 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "D vitamini eksikliğinin yaşam kalitesine etkisi nedir?", "answers": { "text": [ "olumsuz etkilemektedir" ], "answer_start": [ 1306 ] } }, { "context": "D vitamini reseptörleri (DVR) intranükleer yerleşimli olup beyin ve spinal kord dahil birçok dokuda bulunmaktadır. Ayrıca 25-hidroksi D [25(OH)D] vitamini aktif forma dönüştüren 1α hidroksilaz ve terminal kalsitriol aktive edici enzimin fetal ve yetişkin beyin dokusunda özellikle korteks ve hipokampusta yaygın olarak bulunduğu gösterilmiştir. Bu nedenle son zamanlarda nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların D vitamini ile ilişkisini araştıran birçok çalışma yapılmaktadır. Bazı çalışmalarda düşük serum D vitamini konsantrasyonlarının kognitif fonksiyon bozukluklarıyla ilişkilendirilebileceği ileri sürülmektedir. Yaşam kalitesi, ‘subjektif iyilik hali’ olarak tanımlanmaktadır. Dünya Sağlık Örgütü sağlığı sadece hasta olmama hali değil aynı zamanda fiziksel, zihinsel ve sosyal olarak iyi olma hali olarak tanımlamıştır. Bu tanım yaşam kalitesi kavramını içinde bulundurmaktadır. Yaşam kalitesi, kişinin fiziksel sağlığı ve psikolojik durumunun yanı sıra sosyal yaşantısından ve çevreyle olan ilişkilerinden de etkilenen geniş bir kavramdır. D vitamini eksikliği kemik formasyonundaki bozulmanın yanı sıra proksimal kas güçsüzlüğüne ve nöromusküler koordinasyonda bozulmaya neden olduğundan düşmelere yatkınlığı ve kırık riskini artırıp, ağrı ve fonksiyonel kısıtlılığa neden olarak yaşam kalitesini olumsuz etkilemektedir. D vitamini eksikliği birçok hastalığa neden olması nedeniyle önemli bir halk sağlığı sorunudur. Önlenebilir bir durum olması ve toplumun büyük kısmına birinci basamakta ulaşılabilecek olması, konunun aile hekimliği için önemini oluşturmaktadır.", "question": "D vitamini eksikliği neden önemli bir halk sağlığı sorunudur?", "answers": { "text": [ "birçok hastalığa neden olması" ], "answer_start": [ 1351 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "D vitamini hangi yapıdadır?", "answers": { "text": [ "Sekosteroid" ], "answer_start": [ 30 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "D vitamini neden diğer vitaminlerden farklıdır?", "answers": { "text": [ "güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği" ], "answer_start": [ 114 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "D vitamininin kalsiyum dengesi ve kemik metabolizmasındaki rolü nedir?", "answers": { "text": [ "önemli klinik role sahiptir" ], "answer_start": [ 269 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamin hangisidir?", "answers": { "text": [ "D vitamini" ], "answer_start": [ 0 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "D vitamininin formları nelerdir?", "answers": { "text": [ "Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol)" ], "answer_start": [ 374 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "Vitamin D3, D2'den ne kadar daha etkilidir?", "answers": { "text": [ "5–10 kat" ], "answer_start": [ 453 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "D vitamininin yüzde kaçı güneş ışınları ile deride sentezlenir?", "answers": { "text": [ "%90-95" ], "answer_start": [ 742 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "D vitamini sentezi için güneş ışığının hangi özellikleri gereklidir?", "answers": { "text": [ "cilde direkt güneş ışını teması" ], "answer_start": [ 1087 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "Ülkemizde D vitamini sentezi hangi aylarda gerçekleşmektedir?", "answers": { "text": [ "Mayıs-Kasım" ], "answer_start": [ 1271 ] } }, { "context": "D vitamini, bir ön hormondur. Sekosteroid yapıdadır ve yağda eriyen vitaminler arasında bulunmaktadır. D vitamini güneş maruziyeti ile deride sentezlendiği için diğer vitaminlerden farklıdır. D vitamini ve metabolitleri kalsiyum dengesi ve kemik metabolizması üzerinde önemli klinik role sahiptir. İnsan vücudunda sentezlenebilen tek vitamindir. D vitaminin 2 formu vardır: Vitamin D2 (ergokalsiferol) ve vitamin D3 (kolekalsiferol). Vitamin D3, D2’den 5–10 kat daha etkilidir ve 2–3 kat daha fazla depo edilir. Bunun sebebi D2’nin D vitaminini bağlayıcı proteine affinitesinin düşük olmasıdır. Ayrıca D3 vitamini, D2 vitaminine göre aktif formuna 5 kat daha fazla dönüşmektedir. Normal koşullar altında insan vücudunda bulunan D vitamininin %90-95’i, güneş ışınlarındaki 280-315 nm dalga boyundaki mor ötesi ışınların etkisi ile deride sentezlenmektedir. Güneş ışığına maruziyet engellenmediği sürece vücudun tüm ihtiyacı deride sentezlenmek suretiyle karşılanabilir. Katkı maddesi olarak özellikle içine katılmadıkça besinlerle alınan D vitamininin büyük bir önemi yoktur. Sentez için cilde direkt güneş ışını teması gereklidir. Güneş ışınlarının dünya yüzeyine ulaştığı açı (Zenith açısı) D vitamini sentezinde etkilidir. Ülkemizin bulunduğu enlemde vitamin D sentezi Mayıs-Kasım ayları arasında gerçekleşmektedir. Uygun ışın açısı saat 10.00-15.00 arasında olduğundan, D vitamini sentezi için bu saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir. Yazın uygun saatlerde tüm vücudun güneş ışığı ile minimal eritem dozu (MED) oluşturacak (ciltte hafif pembelik) şekilde karşılaşması (~1 MED) durumunda, deride, oral alınan yaklaşık 20000 IU vitamin D dozuna eşdeğer düzeyde vitamin D sentezi gerçekleşmektedir.", "question": "D vitamini sentezi için hangi saatlerde güneşe çıkılması önerilmektedir?", "answers": { "text": [ "10.00-15.00" ], "answer_start": [ 1340 ] } } ]