text
stringlengths
0
1.02M
Kadın mı. Evet efendim. Kim bu kadın peki. Adını bilmiyorum efendim, harflerini biliyorum. L. L.
yalnız baş Bunu nereden biliyorsun Barrymore. Bakın, Sir Henry, amcanız o sabah bir mektup almıştı. Çok mektup alırdı, tanıdıkları çoktu, iyi kalpliliğini herkes bilirdi, bu yüzden, başı derde giren kim olursa olsun, ona başvururdu. Ama, o sabah, sadece bir mektup vardı ve bu yüzden dikkatimi çekti. Mektup Coombe Tracey'den geliyordu, adresi bir kadının yazdığı belliydi. Sonra. Bu konunun üzerinde karım dikkatimi çekinceye kadar, bir daha durmadım. Sir Charles'ın çalışma odasına, öldüğünden beri hiç dokunmamıştık. Fakat, birkaç hafta önce odayı temizlerken şöminenin arkasında yanmış bir mektubun küllerini buldum. Büyük kısmı parça parça kül olmuştu ama, bir parçası, sayfanın sonu, yanmamıştı, yazı okunabiliyordu. Mektubun sonunda lütfen gibi bir yazı vardı, şöyle yazıyordu 'Ne olur, lütfen, bir centilmenseniz eğer, bu mektubu yakın ve saat onda kapıda beni bekleyin.' O kâğıt duruyor mu. Hayır efendim, yerinden alınca dağıldı. Sir Charles aynı yazıyla başka mektup almış mıydı hiç. Doğrusu efendim mektuplarına pek dikkat etmezdim. Bunu da, kendiliğinden ortaya çıkmasaydı görmezdim. L. L. 'nin kim olduğu hakkında bir fikrin var mı. Hayır efendim, sizden fazla hiçbir şey bilmiyorum. Ama, bu kadını bulursak, Sir Charles'ın ölümü hakkında çok şey öğreniriz sanıyorum. Böyle önemli bir haberi nasıl saklayabildin Barrymore, anlamıyorum. Tam o sırada başımıza bildiğiniz olaylar geldi. Sonra efendim, karım ve ben Sir Charles'ı çok severdik, üstelik bizim için yaptıklarından sonra, bu işi ortaya çıkarmanın zavallı efendimize yardımı dokunmazdı ve işin içinde bir kadın parmağı olduğuna göre, dikkatli hareket etmek gerekirdi. Şöhretine söz mü gelirdi diyorsun. Pek hoş bir şey olmayacağını düşünmüştüm. Ama şimdi siz bize iyi davrandınız ve olay hakkında bildiğimizi size söylememekle haksızlık ettiğimi düşündüm. Güzel, Barrymore. Gidebilirsin. Uşak çıkınca, Sir Henry bana döndü. Evet Watson, bu yeni ışığa ne dersin. Karanlığı biraz daha karartıyor, o kadar. Bu da bir aşama. Birinin olaylar hakkında bilgisi olduğunu biliyoruz, onu bir ele geçirebilsek. Ne yapalım dersin. Holmes'e derhal haber verelim. Bu haber onun için önemli olabilir. Belki buraya gelir. Hemen odama dönüp, sabahki konuşmamızı rapor ettim. Son zamanlarda Holmes'ün işinin çok olduğunu, Baker Street'den gelen az, kısa ve verdiğim haberle ilgisi olmayan cevaplardan anlıyordum. Herhalde, şantaj olayı bütün zamanını alıyordu. Ama, bu yeni bilginin dikkatini çekmesi sonucu, olayı yeniden ele almasını gerektirebilir. Ah, keşke burada olsaydı. Ekim 17. Bütün gün yağmur yağdı, sarmaşıklar rüzgârın etkisiyle hışırdayıp durdu ve saçaklardan sürekli su aktı. Soğuk, barınaksız bozkırdaki kaçak mahkûmu düşündüm. Zavallı şeytan. Suçları ne olursa olsun, bir kısmını ödedi. Sonra öteki geldi aklıma, bozkırda, kayanın üstündeki adam. O da, bu tufanda dışarıda mıydı. Akşam yağmurluğumu giydim, çamur içindeki bozkırda epey yürüdüm. Kötü hayâller kuruyordum, yağmur yüzüme vuruyor, kulaklarımda uğulduyordu. Yolu kara bataklığa düşenleri Tanrı korusun, sert topraklar bile şimdi bataklığa dönüşüyor olmalıydı. Üzerinde nöbet bekleyen bekçiyi gördüğüm, siyah kayayı buldum, çentikli tepesinden kasvet içindeki bozkıra baktım. Kızıl yüzünden yağmur sağanakları geçiyordu. Koyu renkli, bulutlu manzaranın üstünde, alçakta duruyor, görüntü, tepelerin yamaçlarında gri çelenkler meydana getiriyordu. Uzakta, soldaki boşlukta, yarı yarıya sisle kaplı, ağaçların üstünden Baskerville Hall'ün iki ince kulesi yükseliyordu. Tepelerin yamaçlarında tarihöncesi kulübelerden başka, görebildiğim tek insan hayatı iziydi bunlar. Fakat, iki gece önce, aynı yerde gördüğüm adamdan iz yoktu. Dönerken, yolda Doktor Mortimerle karşılaştım. Tek atlı arabasıyla, Foulmire'ın çiftlik evinden eğri bir bozkır yolundan geliyordu. Bizimle çok ilgileniyordu, gün geçmiyordu ki Hall'e gelip, hatırımızı sormasın. Arabasına binmem için ısrar etti, eve doğru yollandık. Küçük İspanyol köpeğini kaybettiği için çok üzgündü. Bozkıra çıkmış bir daha da dönmemiş. Elimden geldiği kadar teselli etmeye çalıştım ama, Grimpen bataklığındaki midilli geldi aklıma. Bu yüzden, küçük köpeğinin yüzünü bir daha göreceğini sanmıyorum. Bir şey soracaktım Mortimer, dedim, yolda ine kalka ilerlerken. Arabayla gidilebilecek mesafe içinde, tanımadığımız kimse kalmadı, değil mi. Sanmam. olan bir kadın tanıyor musunuz. Birkaç dakika düşündü. Hayır, dedi. olan kimse yok. ama, Coombe Tracey'de oturuyor. Kim bu kadın. Frankland'in kızı. Ne. Şu huysuz ihtiyarın mı.
Evet, kızı Lyons adında bir sanatçıyla evlendi, bozkıra gelip skeçler yapardı. Fakat, adam kötü biri çıktı ve kızı terketti. Duyduğuma göre, kusur yalnız tek taraflı olmayabilir. İznini almadan evlendiği için, belki, babası yüz çevirmiş olabilirdi kızından. Böylece kadın, yaşlı günahkârla genç günahkâr arasında oldukça zor durumlara düştü. Nasıl geçiniyor. Frankland'in bir miktar para bağladığını sanıyorum, pek fazla olmasa gerek, çünkü kendi işi başından aşkın. Kız cezayı hak etmiş bile olsa, bu kadar kötü durumda bırakılmazdı. Hikâyesi duyuldu, burada oturan pek çok kişi, namuslu yaşasın diye, elinden geleni yaptı. Stapleton, Sir Charles. Ben de yardım ettim biraz. Niye sorduğumu sordu. Ben de, fazla bir şey anlatmayarak merakını giderdim. Kimseye sırlarımızı açmamızın bir anlamı yoktu. Yarın sabah Coombe Tracey'ye gideceğim, şu şüpheli şöhreti olan Laura Lyons'ı görebilirsem bu esrar zincirinin bir halkası aydınlatılabilir. Yılan zekâsı gelişmeye başladı bende, çünkü Mortimer'ın soruları zorlaşınca, Frankland'in kafatasının hangi guruba ait olduğunu sordum, yolculuğumuzun geri kalan kısmında, sadece kafatası bilimi üstüne nutuk dinledim. Sherlock Holmes ile yıllarca boşuna yaşamadım ya. Bu fırtınalı ve kasvetli günde anlatılacak bir olay daha var. Biraz önce Barrymore ile yaptığım görüşme zamanı gelince oynayacağım bir koz daha veriyor elime. Mortimer yemeğe kaldı, Sir Henry ile birlikte biriç oynadılar. Uşak kahvemi kütüphaneye getirdi, böylece birkaç soru sorma fırsatı buldum. Ne haber. dedim. Şu sizin kıymetli akrabanız gitti mi, yoksa hâlâ gizleniyor mu orada. Bilmiyorum efendim. Gitmediyse bile ölmesini diliyorum. Çünkü belâdan başka bir şey getirmedi buraya. Son yemek götürdüğümden beri bir haber almadım, üç gün oluyor.
Üç gün önce gördün mü onu. Hayır efendim, sonraki gidişimde yemeğin yerinde olmadığını gördüm. Demek ki oraya gitmiş. Öyle olacak, almadıysa. Dudaklarıma fincanı yarı bakakaldım .
tabii, eğer diğer adam götürmekte olduğum kahve yolda kaldı, Barrymore'a Demek başka sanıyorsun. bir adam olduğunu Evet efendim, bozkırda başka biri daha var. Sen gördün mü onu. Hayır efendim. O halde nereden biliyorsun. Selden söyledi bana, bir hafta, ya da daha önce. O da gizleniyormuş ama, anladığıma göre kaçak bir mahkûm değil. Hoşuma gitmiyor bu durum. Doktor Watson... Çok açık söylüyorum efendim, bu durum hiç hoşuma gitmiyor. Birden heyecanlanmış, tedirgin bir tavır almıştı. Şimdi dinle beni Barrymore. Bu konuda benim bir çıkarım yok. Sadece yardım için geldim efendine. Hoşuna gitmeyen şeyin ne olduğunu açıkça söyle bana. Barrymore birden sinirlenişine ya da duygularını sözle ifade edemeyişine üzülüyormuş gibi bir süre durakladı. İşlerin gittiği yön efendim, diye konuştu sonunda, bozkıra açılan, yağmurun kırbaçladığı pencereye doğru elini sallayarak. Bir yerde kötü bir oyun oynanıyor, bir şeytanlık hazırlanıyor, buna yemin edebilirim. Sir Henry, bir an önce Londra'ya dönse öyle memnun olacağım ki. Seni korkutan nedir peki. Sir Charles'ın ölümünü düşünün. Cinayet soruşturmasını yapan memur çok ürpertici şeyler söyledi. Gecenin karanlığında bozkırdan gelen sesler. Üstüne para verseniz, gece vakti oradan geçecek kimse bulamazsınız. Şu ötelerde gizlenen esrarengiz yabancı. Ne bekliyor. Ne istiyor. Bu adamın, Baskerville'ye karşı iyi duygular beslediğini sanmıyorum. Sir Henry'nin yeni uşakları gelse, buradan kurtulsam, içim öyle bir rahatlayacak ki. Şu yabancı hakkında, dedim. Bildiğin bir şey var mı. Selden, sana ne dedi. Nerede gizlendiğini, ne yaptığını biliyor mu. Bir iki kere görmüş onu ama, sır küpüdür, bir şey alamazsınız ondan. Önce polis sanmış fakat, çok geçmeden polis olmadığını anlamış. Dediğine göre, kötü niyetli birine benzemiyormuş. Fakat, ne yaptığını çıkaramamış. Nerde gizleniyormuş peki. Yamaçtaki eski kulübelerde, ilk insanların yaşadıkları taş kulübelerde. Yiyeceği nereden buluyor dersin. Selden'ın dediğine göre, onun için çalışan bir çocuk varmış, bütün ihtiyaçlarını o sağlıyormuş. Herhalde Coombe Tracey'den getiriyor istediklerini. Güzel, Barrymore. Sonra, yine bu konu hakkında konuşuruz. Uşak gidince, pencereye doğru yürüdüm ve buğulu camdan, uçuşan bulutlara ve rüzgârın savurduğu ağaçların sallanan dallarına baktım. İnsan, evinin içinde bile ürküyordu geceden ve şimdi, bozkırdaki taş kulübe nasıldı acaba. Bir insanın böyle bir zamanda, böyle bir yerde, gizlenmesine neden olan, hangi nefret tutkusuydu acaba... İnsanı, böyle bir işkenceye katlanmaya zorlayan ne gibi derin ve ciddi bir sebep olabilir. Orada, bozkırdaki kulübe içinde, beni endişelendiren meselenin özü yatıyor gibi. Gizemin kalbine varmak için, elimden geleni yapacağıma yemin ediyorum.
Bu, garip olayların müthiş sonucuna doğru hızla gitmeye başladığı bir zaman. Bunu izleyen birkaç gün içinde olup bitenler, hafızamda silinmeyecek gibi kazılı. İki önemli olayı saptadıktan sonra gelen günü anlatmaya başlıyorum. Bu çok önemli olan iki olaydan biri, Coombe Trace'li Laura Lyons'ın Sir Charles Baskerville'ye mektup yazması ve ölümle karşı karşıya geldiği yer ve saatte randevu vermiş olması, öteki, yamaçtaki taş kulübelerde, bozkırda gizlenen adam. Elimdeki bu iki gerçekle, karanlık noktaları eğer aydınlatamıyorsam ya zekâm yetmiyor demektir ya da cesaretim yok. Bayan Lyons hakkında dün akşam öğrendiklerimi Sir Henryy'e söylemeye fırsat bulamadım, çünkü Doktor Mortimer'le birlikte gece geç saatlere kadar oyun oynadılar. Keşfimi sabah kahvaltıda anlattım, benimle birlikte Coombe Tracey'ye gelmeyi isteyip, istemediğini sordum. Önce gelmek istedi, sonra düşündük, benim yalnız gitmemin daha uygun olduğuna karar verdik. Ziyaretimiz dikkat çekerse, fazla bilgi alamayabilirdik. Sir Henry'yi geride bıraktım bu yüzden, yine de içim rahat değildi içimdeki sıkıntıyla yola koyuldum. Coombe Tracey'e varınca, Perkins'e atları bir ahıra götürüp, dinlendirmesini söyledim ve soruşturma yapacağım bayan hakkında araştırmalara başladım. Oturduğu yeri bulmakta güçlük çekmedim, evi merkezî, güzel bir yerdeydi. Yol gösterilmeyi beklemeden bir hizmetçi, beni içeri aldı. Salona girince, Remington yazı makinesinin önünde oturan bir hanım, yerinden kalkıp, gülümseyerek beni karşıladı. Yabancı biri olduğumu görünce yüzü asıldı, derken, oturup ziyaretimin nedenini sordu. Bayan Lyons'ı gördüğünüzde gözünüze çarpan ilk şey, son derece güzel bir kadın olduğuydu. Gözleri ve saçları aynı, parlak kestane rengindeydi. Yanakları her ne kadar çil içindeyse de, esmer rengin o güzel pembeliğiyle karışmıştı, gülün içinin o nefis pembesi. İlk izleniminiz hayranlıktı, dediğim gibi. İkinci izlenim ise, eleştiri duygusu veriyordu insana. Yüzünde ince bir sahtelik vardı, bir ifade kabalığı, sertlik belki de, o mükemmel güzelliği bozan bir dudak sarkıklığı. Bunlar sonradan anlaşılıyordu ama, insan o sırada sadece güzel bir kadının huzurunda hissediyordu kendini. Bana ziyaretimin sebebini tekrar sordu. O ana kadar yapacağım işin inceliğini fark etmemiştim. Babanızla, dedim. bulunuyorum.
Babanızla tanışmış Saçma bir girişti bu, böyle olduğunu kadın bana şöyle hatırlattı Babamla aramızda hiç bir ortak yanımız yok, dedi. Ona karşı hiçbir borcum yok, dostlarıysa benim dostlarım değildir. Sir Charles Baskerville ile bazı iyi kalpli kişiler olmasaydı, açlıktan ölür giderdim. Buna, babamın kılı bile kıpırdamazdı. Şu an hayatta olmayan Sir Charles Baskerville hakkında, sizinle görüşmeye gelmiştim.
Kadının yüzündeki çiller oynadı. Onun hakkında ne söyleyebilirim. diye sorarken, parmakları yazı makinesinin tuşları üstünde sinirli sinirli geziniyordu. Onu tanıyordunuz, değil mi. İyiliğine karşı ne kadar borçlu olduğumu söyledim ya. Şimdi geçinebiliyorsam, onun sayesinde. Kendisiyle mektuplaşır mıydınız. Kadın, kahverengi gözlerinde kızgın parıltıyla başını kaldırıp, yüzüme baktı.
bir Bu sorulardan amaç ne. dedi birden. Amaç bir dedikodunun yayılmasını önlemek, iş bizim denetimimiz dışına çıkmamalı. Susuyordu, yüzü hâlâ soluktu. Sonunda cesur ve meydan okuyan bir havayla başını kaldırıp baktı. Peki söyleyeyim, dedi. Ne soruyordunuz.
Sir Charles ile mektuplaşır mıydınız. Nezaketine ve cömertliğine teşekkür etmek için bir kaç kere yazdım. Hangi tarihlerde musunuz.
yazdığınızı hatırlıyor Hayır. Onunla buluştunuz mu hiç. Evet, bir iki kere Coombe Tracey'ye geldiğinde. Yalnız yaşayan bir adamdı, yardımlarınını gizlice yapardı. Ama, kendisini bu kadar az gördünüzse, ona bu kadar az yazdınızsa, durumunuzu bilmeden nasıl yardım etti peki. Bu zor soruma, cevabı hazırdı. Çok kişi biliyordu üzücü hikâyemi, bana yardım için birleşmişlerdi. Biri Sir Charles'ın samimi dostu ve komşusu Stapleton'dı. Çok iyi kalpli biriydi, o anlattı durumumu Sir Charles'a. Sir Charles Baskerville, Stapleton'ı defalarca para toplasın diye yardıma çağırmıştı, bu bakımdan kadının dediklerinde gerçek payı vardı. Sir Charles'ın sizinle buluşması için yazdınız mı. diye devam ettim. Bayan Lyons yine öfke içinde kızardı. Doğrusu hiç olmayacak bir soru bu. Üzgünüm aynı soruyu bir daha tekrarlamak gerekecek. Cevabı hayır o halde. Sir Charles'ın öldüğü gün. Yüzündeki kızarıklık bir an kayboldu, karşımda bir ölünün yüzü belirdi. Kuru dudakları, duyamadığım ama, gördüğüm 'hayır'ı söyleyemiyordu. Herhalde belleğiniz sizi yanıltıyor, dedim. İsterseniz, mektubunuzdan bir iki satır tekrarlayabilirim size. Bakın, tekrarlıyorum. 'Beni, akşam saat onda, kapıda bekleyin. Ve, eğer bir centilmenseniz, bu mektubu lütfen yakarak imha edin.' Bayıldığını sandım ama, kısa sürede kendini topladı. Aman Tanrım, bu mektubu yakıp, yok etmesini söylemiştim. Sandığım gibi centilmen biri değilmiş demek, dedi soluk soluğa. Sir Charles'a haksızlık ediyorsunuz. Mektubu yaktı yakmasına. Fakat, bazen mektup yansa da okunabilir durumla kalabiliyor. Yazdığınızı itiraf ediyorsunuz demek. Evet, yazdım, diye bağırdı, kelimeler dudaklarından sel gibi dökülmeye başladı. Yazdım, niye inkâr edeyim. Utanacak bir şey yok ki bunda. Bana yardım etmesini istiyordum. Kendisiyle görüşebildiğim takdirde, bu yardımı alacağımı sanıyordum, bu nedenle benimle buluşmasını rica ettim. Ama niye böyle garip bir saatte. Çünkü ertesi gün Londra'ya gideceğini duymuştum, bir daha dönünceye kadar aylar geçebilirdi. Daha önce oraya gidemememin nedenleri vardı.
Peki niye evine gitmediniz de, bahçede randevu verdiniz. O saatte bir kadının, bekâr bir adamın evine gidebileceğini mi sanıyorsunuz. Peki gidince, ne oldu. Gitmedim ki. Bayan Lyons. Hayatım üstüne yemin ederim ki gitmedim. Bir şey engel oldu gitmeme. Neydi o. Özel bir konu. Söyleyemem. Sir Charles'ın ölümle karşılaştığı yerde ve saatte randevunuz olduğunu söylüyorsunuz fakat, oraya gitmediğinizi söylüyorsunuz demek. Gerçek bu. Pek çok soru sorup durdum, ama, fazla ileri gidemedim.
Bayan Lyons , dedim bu uzun ve sonuçsuz görüşmeden sonra ayağa kalkarak. Büyük bir sorumluluk alıyorsunuz üstünüze, bütün bildiklerinizi açıklamayıp kendinizi güç bir duruma sokuyorsunuz. Polise haber verirsem, ne kadar zor durumda olduğunuzu daha iyi anlayacaksınız. Eğer masumsanız, başta niye kabul etmediniz. Çünkü yanlış bir sonuca korkuyordum ve adımın çekiniyordum.
varılmasından çıkmasından Niye Sir Charles'ın mektubunuzu yakması için o kadar ısrar ettiniz. Mektubu okudunuzsa anlarsınız. Mektubu okuduğumu söylemedim. Bir kısmını bana anlattınız ya. Sadece okunabilir kısmını. Dediğim gibi mektup yanmıştı. Tabii ufak bir bölümü dışında. Size yine soruyorum, niçin Sir Charles'ın, ölmeden önce aldığı o mektubu yakması için ısrar ettiniz.
Çok özel bir konu. Bu işin yayılmaması için daha iyi bir sebep yok mu. Sanırım, mutsuz evliliğimi ve bu evlilikten dolayı duyduğum pişmanlığı biliyorsunuz. Biliyorum. O kadarını duydum. Hayatım, nefret ettiğim bir kocanın eziyetinden kaçmakla geçti. Yasalar ondan yana, beni tekrar kendisiyle yaşamaya zorlayabilir. Sir Charles'a o mektubu yazdığımda bazı giderleri karşıladığım takdirde özgürlüğüme kavuşma ihtimalimin olduğunu öğrenmiştim. Benim için büyük bir şeydi bu. Sakin bir kafa, mutluluk, onur, her şey. Sir Charles'ın cömertliğini biliyordum, hikâyeyi benim ağzımdan duyduğu takdirde, bana yardım edebileceğini düşünmüştüm. Peki nasıl oldu da gitmediniz. Çünkü bu arada başka bir kaynaktan yardım gördüm.
O halde bunu açıklamak için Sir Charles'a niye yazmadınız. Ertesi sabah öldüğünü gazetede okumuş olmasaydım, yazacaktım. Kadının hikâyesinde çelişkili bir yan yoktu, hiçbir sorum cevapsız kalmadı. Sadece, facia sıralarında kocasına boşanma dâvâsı açıp açmadığını araştırarak kontrol edebilirdim. Baskerville Hall'e gerçekten gitmiş olsaydı, oraya gitmediğini söylemeye cesaret edemezdi. Çünkü, sabahın erken saatinde kimseye görünmeden, Coombe Tracey'ye dönemezdi. Böyle bir yolculuk saklanamazdı. Galiba kadın, doğruyu söylüyordu, hiç olmazsa bir kısmını. Şaşkın bir halde hayâl kırıklığına uğramış olarak döndüm. İşin başkahramanına varmak için girdiğim her yolun sonunda bir engelle karşılaşıyordum. Yalnız, kadının yüzü gözümün önüne geldikçe, benden bir şey sakladığını hissediyordum. Niye o kadar sararmıştı. Soruları cevaplamamak için, niye bu kadar direnmişti. Olay olduğunda niye bu kadar sessiz kalmıştı. Bana görünmek istediği kadar masum olamazdı.
Artık bu yönde gidemezdim. Şimdi, bozkırdaki taş kulübelerin içinde bulunacak olan, öteki ize dönmem gerekiyor. O da pek belirsiz bir yöndü. Geri dönerken birbiri ardından gelen tepelerin, hâlâ ilk insanların iziyle dolu olduğunu farkettim. Barrymore şu yıkık kulübelerden birinde, bir yabancının yaşadığını söylemişti. Oysa bozkırda boydan boya her tarafa bunlardan yüzlercesi dağılmıştı. Fakat, o esrarengiz adamı buluncaya kadar bozkırdaki bütün kulübelere girip çıkacaktım. Adamı içeride bulduğum takdirde kim olduğunu ve bizi uzun zamandır neden izlediğini kendinden öğrenecektim, gerekirse silâhla tehdit edecektim. Regent Street'in kalabalığı arasında kaçması kolaydı ama, ıssız bozkırda elimden kaçması kolay değildi. Eğer kulübeyi bulur da, sahibini içinde bulamazsam, ne olursa olsun, o esrarengiz adam gelinceye kadar orada kalıp bekleyeceğim. Holmes, onu Londra'da elinden kaçırmıştı. Sherlock Holmes'ün ben başarırsam, benim için büyük zafer olacak.
Bu olayda şans hep ters gitmişti ama, sonunda yardımıma yetişiyordu. Şansımın müjdecisiyse Bay Frankland'ın kendisiydi. O, gri favorili kırmızı yüzüyle, yürümekte olduğum ana yola açılan bahçe kapısının dışında duruyordu. İyi günler Doktor Watson. diye bağırdı kendinden beklenmedik bir neşeyle. Atlarınıza biraz mola verin ve beni kutlamak için, bir bardak şarap içmeye buyrun. Kızına karşı davranışını öğrendikten sonra, kendisine karşı duygularım pek dostça değildi ama, Perkins ile arabayı eve göndermek istiyordum, bu da iyi bir fırsattı. Arabadan indim, akşam yemeğine kadar dönmeyeceğimi bildiren bir pusula gönderdim Sir Henry'ye. Sonra da Frankland'ın arkasından yemek odasına girdim. Benim için büyük bir gün Bay Watson, hayatımın en güzel günlerinden biri. diye bağırdı gülerek. İki iş birden bitirdim. Buradakilere yasaların olduğunu göstereceğim, burada belâ arayan bir adam var. Eski Middleton Parkı'nın ortasından bir yol hakkı aldım, park kapısının birkaç yüz metre karşısında. Ne buyrulur buna. Şu büyük adamlara, halkın haklarını gelişigüzel çiğneyemeyeceklerini öğreteceğim, kahrolasıcılar. Fernworthy halkının pikniğe geldiği ormanı kapattırdım. Şu insanlarda hiç mülkiyet duygusu yok, istedikleri yere paketleriyle, şişeleriyle gideceklerini sanıyorlar. İki dâvâ da karara bağlandı Doktor Watson, ikisi de lehime sonuçlandı. Sir John Morland'i kendi arazilerinde avlanıyor diye mahkûm ettirdiğimden beri, böyle sevinmemiştim. Bunu nasıl yaptınız. Kayıtlara bakın. Okumaya değer, Frankland'e karşı Morland, kraliçenin barosunun mahkemesi. İki yüz pounda mal oldu bana ama, dâvâyı kazandım. Bundan bir çıkar sağladınız mı. Hiç Bay Watson hiç. Bu durumdan hiçbir çıkarım olmadığını gururla söyleyebilirim. Sadece kamu görevi duygusuyla hareket ediyorum. Mesela bu akşam Fernworthy'lular toplanıp resmimi yakarak bana lânet okuyacaklar. Bu lânetleme toplantılarına engel olmaları için geçen defa polise söylemiştim. Emniyet müdürlüğünün durumu rezalet bayım, hakkım olan korumayı bile yapamıyorlar. Frankland'e karşı Regina dâvâsı için, halkın dikkatini çekerek bana karşı davranışlarından dolayı pişman olacaklarını onlara söyledim. Sözlerim şimdiden doğru çıktı. Nasıl. diye sordum. İhtiyar pek bilgiç bir tavır takındı. Çünkü onlara bilmek için can atacakları şeyi söyleyebilirdim ama serserilere yardım etmem için, hiçbir şey yok. Dedikodusundan kurtulmak için bir bahane düşünüyordum ama, birden bu düşünceden vazgeçip, bir süre daha dinlenmeye karar verdim. Yaşlı günahkârın ters huyunu iyi öğrenmiştim, Ayrıca, konuşması sırasında kendisi için önemli olmayan bir bilgi, benim için önemli olabilirdi.
Herhalde yasak av bölgesiyle ilgilidir, değil mi. diye sordum ilgisiz bir tavırla. Ha ha. Bu iş çok daha önemli. Bozkırdaki kaçak mahkûmdan ne haber. Birden irkildim. Nerede olduğunu biliyor musunuz yoksa. dedim. Tam yerini bilmiyorum ama, polisin onu nerede yakalayabileceğini biliyorum. Adamı bulmanın biricik yolunun, yiyeceğini nereden sağladığını keşfetmek olduğu hiç gelmedi mi aklınıza. Gerçeğe yaklaştığı belliydi, rahatsız olmaya başladım. Elbette, dedim. Ama, bozkırda bir yerde olduğunu nereden biliyorsunuz. Biliyorum, çünkü ona yemek haberciyi kendi gözlerimle gördüm.
götüren Barrymore'u gördü diye içim hop etti. Bu, her şeye burnunu sokan yaşlı oyunbozanın gücü altına girmek tehlikeliydi. Fakat, sonra söylediği içimi rahatlattı.
Yiyeceğinin bir çocuk tarafından götürüldüğünü söylediğimde şaşıracaksınız. Çatıdaki teleskopumla her gün görüyorum. Aynı yoldan, aynı saatte gidiyor, kaçak mahkûmdan başka kime götürebilir ki. Bu talihe diyecek yoktu doğrusu. Ancak, ilgilenmiyormuş gibi davranmaya devam ettim. Bir çocuk. Barrymore'da, meçhul adamın bir çocuk tarafından yardım gördüğünü söylemişti. O adamı gözlüyordu demek, kaçak mahkûmu değil, Frankland burada tökezlemişti. Fakat, bu yaşlı gevezeden, bilmediğim ilginç bilgiler alabilirsem o zaman, uzun ve yorucu bir av peşinde koşmaktan kurtulmuş olacaktım. Bu yüzden, anlattıklarına inanmıyormuş gibi yaptım. Bozkırdaki çobanların birine yemek götüren bir çocuk da olabilir, dedim. En ufak bir karşı koyma, yaşlı diktatörün gözlerinden ateş fışkırtıyordu. Gözleri şeytan gibi bakıyordu ve gri favorileri, kızgın bir kedinin tüyleri gibi dikilmişti.
Yok bayım yok. dedi uzayan bozkırı göstererek. Şu ötedeki kara kayayı görüyor musunuz. Arkasında üstü dikenli çalıyla kaplı olan tepeyi. Bütün bozkırın en taşlı kısmıdır. Çobanın işi ne orada. İleri sürdüğünüz düşünce çok saçma. Boynumu bükerek, durumu bilmeden konuştuğumu itiraf ettim. Böyle uysal davranışım, onun daha çok konuşmasına yol açtı. Emin olun ki, herhangi bir yargıya varmadan, sağlam sebeplere dayanırım. Kaç kere gördüm çocuğu torbasıyla. Her gün, bazen günde iki kere. Bir dakika Doktor Watson. Evet o, işte yine göründü. Gözlerim beni yanıltıyor mu yoksa, gördüğüm şey gerçek mi. Bizden oldukça uzaktaydı ama, mat yeşil ve gri tümseğin üstünde siyah bir noktayı ben de görüyordum. Gelin, gelin, diye bağırdı Frankland yukarı kata koşarak. Kendi gözünüzle görün de karar verin.
Teleskop üç ayaklı bir sehpanın üstüne monte edilmiş koskoca bir aletti, evin düz çatısı üstünde duruyordu. Çabuk olun Doktor Watson, tepenin arkasına geçmesin. Oradaydı, omuzunda küçük bir torba, zorlukla tırmanıyordu tepeye. Zirveye varır varmaz bir an soğuk mavi göğe karşı ana çizgileri görünen paçavralar içindeki kaba şeklini gördüm. Birinin takip etmesinden korkuyormuş gibi, kaçamak ve sinsi bakışlarla muhteşem tepenin ardında kayboldu. Nasıl. Gizli bir yolculuğa çıktığı belli çocuğun. Ne yaptığı bir polis memurunun bile anlayacağı kadar belli. Ama, tek kelime bile alamazlar benden. Doktor Watson, sizin de bu sırrı saklamanızı istiyorum. Tek kelime bile yok, anlıyorsunuz ya. Nasıl isterseniz.
Bana karşı utanç verici bir şekilde hareket ettiler. Frankland'e karşı Regina dâvâsının gerçekleri ortaya çıkınca, bütün belediye sakinleri pişman olacak. Polise hiç bir şekilde yardım etmeyeceğim. Ellerinden gelse lânet yağdırıp resmimi yakmak yerine, beni yakmakla daha memnun olurlardı. Gitmeyin lütfen. Bu büyük günün şerefine şarap şişesini boşaltmama yardım edin. Bütün ısrarlarına karşı koydum ve benimle birlikte evime kadar gelme isteğinden vazgeçirdim. Gözleri benim üstümde olduğu halde, yoluma devam ettim. Derken bozkıra saptım ve çocuğun, arkasında kaybolduğu taşlı tepeye doğru yürümeye başladım. Her şey lehime çalışıyordu, talihin yoluma çıkardığı bu fırsatı kaçırmayacağıma ve bu işten vazgeçmeyeceğime dair yemin ettim. Tepenin zirvesine vardığımda, güneş batmak üzereydi ve önümdeki uzun bayırlar, bir yanda altın yeşili, öte yanda gri gölgelere bürünmüştü. Ufukta sis vardı, içinden Belliver ve Vixen Tor'un hayâlî biçimleri yükseliyordu. Geniş ovada ne ses vardı, ne bir hareket. Büyük bir gri kuş, bir martı ya da bir çulluk mavi gökte yükseldi. Gökyüzünün kubbesiyle altındaki çöl ortasında bizden başka canlı yoktu sanki. Kısır manzara, yalnızlık hissi, görevimin esrarı ve önemi içimi ürpertiyordu. Görünürde kimse yoktu. Ama tam önümdeki tepelerde eski taş kulübeler, daire halinde sıralanmıştı. Aralarında derme çatma çatısı olan bir kulübe vardı. Onu görür görmez kalbim hop etti. Yabancının gizlendiği yer burası olmalıydı. Nihayet ayağımı gizlendiği yerin eşiğine basmıştım, elimin altındaydı. Stapleton'ın, konan bir kelebeğin yanına ağı elinde yaklaşması gibi, dikkatle kulübeye doğru ilerlerken orada birinin oturduğundan adım gibi emindim. Kayaların arasından giden belli belirsiz bir patika üstünde kapı gibi kullanılan yıkık dökük bir delik vardı. İçerden ses gelmiyordu, meçhul adam orada saklanmış olabileceği gibi, bozkırda sinsi sinsi dolaşıyor da olabilirdi. Sinirlerim heyecandan gerilmişti. Sigaramı atıp, silâhımın kabzasını kavradım, kapıya doğru hızla ilerleyip içeri baktım. Boştu.
Yanlış yere gelmediğimden emindim. Adamın kaldığı yerin orası olduğu belliydi. Neolitik Çağ adamının bir zamanlar üstünde yattığı taşın üzerinde muşambaya sarılı birkaç battaniye, bir de içinde küllerin yığılı olduğu kaba saba bir ocak vardı. Yanında birkaç tencere, tabak, yarı dolu bir su kovası duruyordu. Bir sürü boş konserve tenekesi uzun süredir burada yaşandığının belirtisiydi. Kulübenin ortasında masa gibi kullanılan düz bir taş ve üstünde de küçük bir sepet vardı. İçinde bir somun ekmek, konserve, peynir ve iki konserve tenekesi şeftali vardı. Sepetin içindekileri inceledikten sonra yerine bırakırken, altında yazılı bir kâğıt görünce kâlbim hızla çarpmaya başladı. Hemen alıp baktım, kurşun kalemle şu yazılıydı 'Doktor Watson Coombe Tracey'ye gitti.' Kâğıt elimde, bir dakika kadar bu haberin anlamını düşündüm. Demek, Sir Henry değil, bendim esrarlı adam tarafından izlenen. Beni kendi takip etmemiş, bir ajan göndermişti, belki de çocuğu bu iş için kullanıyordu. Ve çocuğun raporu da buradaydı işte. Belki, bozkıra geldiğimden beri gözden kaçan veya rapor edilmeyen hiç bir hareketim olmamıştı. Gözle görülmeyen bir kuvvet duygusu vardı hep, son derece hünerle ve incelikle çevremizi saran bu ağ, bizi öylesine hafif tutuyordu ki, insan uç bir noktaya varınca farkedebilirdi ancak, ağa takıldığını. Burada, bulduğum raporun dışında , başka raporlar da olabilirdi, kulübenin içini aramaya başladım. Bununla beraber, ne rapora benzer bir şey vardı, ne de garip yerde yaşayan adamın karakterini ve amacını gösteren bir belirti. Şiddetli yağan yağmurları düşünüp, derme çatma dama bakınca, bu rahatsız yerde yaşamasını gerektirecek sebebin ne olduğunu gerçekten çok merak ettim. Bu, bizim kötülüğümüzü isteyen düşman mıydı, yoksa, bizimle hiç ilgisi olmayan biri miydi. Bunu anlamadan kulübeden ayrılmamaya karar verdim. Dışarıda güneş alçalıyordu. Batı, kızıllıklara altın sarılarına bürünmüştü. Büyük Grimpen bataklığı arasında, uzaktaki su birikintileri, kızıl lekeler halinde yansıtıyordu bu ışınları.
Baskerville Hall'ün iki kulesi ve Grimpen köyünü belirten uzaktaki duman görünüyordu. İkisinin ortasında tepenin ardında Stapleton'ların evi vardı. Güneşin batmadan önce ışığı altında her şey tatlı, hoş ve sakindi. Buna rağmen, bütün bedenim, yaşanan olayların dehşetiyle titriyordu. Sinirlerim gergindi ama, sabırla, iradeyle kulübenin karanlık, kuytu bir köşesine oturup şüpheli adamın gelmesini bekledim. Düşüncelere dalmış vaziyette otururken, duyduğum ses yüzünden birden irkildim. Uzaktan, taşlara vuran çizmenin tın tın öten sesi geldi. Bu sesler, birbirlerini takip ederek gittikçe yaklaşıyordu. Köşenin karanlığına saklanıp, cebimdeki tabancanın horozunu kaldırdım yabancıyı görmeden ortaya çıkmamaya kararlıydım. Bir ara sesler kesildi. Durmuştu herhalde. Fakat, ayak sesleri yeniden duyuldu ve kulübenin kapısında aniden bir gölge belirdi. Dışarıdaki hava, buradakinden daha iyi sevgili Watson, dedi çok iyi tanıdığım bir ses. Açık havayı tercih edeceğini sanıyorum.
Kulaklarıma inanımıyordum. Derken duyularım ve sesim geri geldi ve tedirginliğin ezici ağırlığı bir anda üstümden kalktı. Bu soğuk, keskin, alay dolu ses tonu, dünyada ancak bir kişiye ait olabilirdi. Holmes. diye haykırdım. Holmes. Azizim Watson dışarı çıkın, Tabancana da dikkat et, lütfen.
dedi, Harabe kapıdan eğilerek çıktım. Holmes, dışarda bir taşın üstüne oturmuştu, gri gözleri benim şaşkın yüzümü görünce zevkten oynamaya başladı. Zayıflamış, incelmişti ama, formu yerindeydi. Zeki yüzü güneşten tunçlaşmış, rüzgârdan yanmıştı. Tüvid elbisesi ve meşhur kepiyle bozkırda geziye çıkmış bir turiste benziyordu. Özelliklerinden biri olan temizliği sayesinde yüzünün Baker Street'deki gibi yumuşak kalmasını sağlamıştı.
Ömrümde bu kadar çok sevinmemiştim, dedim eline sarılıp sıkarak. Şaşırmamışsındır da. Evet, doğru hiç bu kadar çok şaşırmamıştım. Emin ol, yalnız sen değilsin şaşıran, bu gizli barınağımı bulacağın aklıma gelmezdi ve içeride olduğunu, kapının yirmi metre önüne geldikten sonra fartkettim. Ayak izinden tanıdın herhalde. Hayır Watson dünyadaki bin bir ayak izi içinde, seninkini nasıl tanıyabilirim. Beni yanıltmak istiyorsan, sigaranı değiştirmen gerek. Bir sigara izmariti üstünde Bradley Oxford Street markası görürsem dostum Watson'ın o dolaylarda olduğunu hemen anlarım. Herhalde, burayı bulduğun zaman düşmanımı yakalayacağını düşünerek sevinmişsindir. Öyle. Ben de öyle düşündüm, hayran kalınacak sabrını bildiğimden, yabancının dönüşünü görmek üzere, silâh elinde pusuya yatıp beklediğini biliyordum. Demek, gerçekten caninin ben olduğumu sandın ha. Kim olduğunu bilmiyordum ama, bulmaya karar vermiştim. Mükemmel Watson. Tam yerini buldun. Kaçak mahkûmu kovaladığın gece görmüşsündür herhalde, ayın arkamdan çıktığını hesap edememiştim. Evet, o zaman gördüm. Burayı buluncaya kadar da herhalde kulübelere tek, tek girip çıktın, değil mi. Hayır, senin çocuk izlendiğinin farkında olmadığı için, seni ne tarafta aramam gerektiğini gösterdi. Teleskoplu ihtiyar olacak. Merceklerde parıldıyan ışığı gördüğümde ne olduğunu ilk anda anlamamıştım. Kalkıp kulübenin içine baktı. Bakıyorum erzak getirmiş Cartwright. Bu kâğıt da ne. Demek Coombe Tracey'ye gittin ha.
Evet. Bayan Laura Lyons'ı görmeye mi. Evet. Aferin. Araştırmalarımızın paralel gittiği belli, bulgularımızı birleştirirsek durumu epey açığa çıkarmış olacağız. Holmes, inan burada olmana çok sevindim. Doğrusu sorumluluk ve esrarengiz durumlar sinirlerime dokunmaya başlamıştı. Ama, buraya nasıl geldin Holmes, burada gizli gizli ne yapıyorsun. Aslında, senin Baker Street'de şantaj dâvâsını çözme işiyle uğraşıyor olman gerekmiyor muydu. Sevgili dostum, daha birçok olayda olduğu gibi, bu olayda da, paha biçilmez yardımın dokundu bana. Sana oyun oynuyormuş gibi göründümse, ne olur bağışla beni. Doğrusu, bir bakıma senin için böyle davrandım, tehlikede oluşun getirdi beni buraya. Olayı bizzat inceleyip, sana yardımcı olmak istedim. Sir Henry ve seninle birlikte olsaydım, bu dikkat çekici olurdu ve benim varlığım düşman ya da düşmanlarımızı tetikte bulundururdu. Hall'de otursaydım, bulduğum bilgilerin araştırmasını yapamazdım, şimdi, tam olarak anlaşılmasa da, elde ettiğim bazı ipuçları sayesinde, yoluma devam edeceğim. Esrarengiz olayların üzerindeki sis perdesi aralanır aralanmaz da, bütün ağırlığımla üstüne saldıracağım. Peki ama, bana söyleyebilirdin. Söyleyecek olsaydım, işimize yaramazdı ve en ufak bir dikkatsizlik sonucu benim de işin içinde olduğum ortaya çıkabilirdi. Bana, mutlaka bir şey söylemek isteyecektin, ya da iyi kalpliliğinden dolayı, burada rahat etmem için bana bir şeyler getirmeye çalışacaktın. Böyle davrandığın takdirde ise boş yere, tehlikeye atılmış olacaktık. Cartwright'ı aldım yanıma, haber bürosundaki ufaklığı hatırlarsın, ufak tefek ihtiyaçlarımı karşılıyor, bir somun ekmek, bir temiz yaka. İnsan başka ne ister. Bir çift göz, çok çevik bir çift bacak, ikisi de eşsiz. Demek, bütün raporlarım boşa gitti ha. diye titredi sesim, onları yazarken duyduğum gurur ve zahmetimi düşünerek. Holmes cebinden bir deste kâğıt çıkardı. İşte burada raporların, aziz dostum, okuya okuya bir hayli yıprattım. Durumu öyle iyi ayarladım ki, raporlar hemen ertesi gün elime geçiyordu. Son derece esrarlı bir olayda göstermiş olduğun zekâ ve çalışmanı candan kutlarım. Hayâl kırıklığına uğradığım için, hâlâ kızıyordum ama, Holmes'ün beni samimiyetle övmesi öfkemi yatıştırmıştı. Söylediklerine hak vermiyor değildim, onun böyle davranması, ikimiz için de iyi olmuştu. Böyle daha iyi oldu, dedi yüzümde öfkemin kaybolduğunu görünce. Şimdi anlat bakalım, Laura Lyons'dan neler öğrendin. Onu görmeye gittiğini tahmin etmek güç değildi, çünkü bu konuda bize yardımı dokunabilecek Coombe Tracey'deki tek kişi, o. Nitekim sen gitmiş olmasaydın, yarın ben gidecektim. Güneş batmış, alacakaranlık bozkıra inmeğe başlamıştı. Hava serinledi, ısınmak için kulübeye girdik. Orada, alacakaranlık içinde, bir köşeye oturduktan sonra, Holmes'e Laura Lyons ile konuştuklarımızı anlattım. Öyle ilgilendi ki, bazı yerlerini iki defa anlattırırdı. Bu çok önemli, dedi ben sözümü bitirince. Bu, önemli bir boşluğu dolduruyor. Bu kadınla, Stapleton arasında yakın bir ilişki olduğunu biliyorsundur herhalde, değil mi. Bu ilişkiden haberim yoktu. Bunda şüphe yok. Buluşuyorlar, yazışıyorlar, güçlü bir ilişki var aralarında. Bu, elimize pek güçlü bir silâh veriyor. Karısını ayırabilmek için onu kullanabilseydim... Karısı mı. Senin bana vermiş olduğun bilgiye karşılık, ben de sana bir iki şey söyleyeyim. Burada, Bayan Stapleton diye bilinen kadın, aslında karısı. Vay canına. Bundan emin misin. Madem durum dediğin gibi, neden Sir Henry'nin, karısına âşık olmasına izin veriyor. Sir Henry'nin âşık olmasının ona bir zararı yok ki. Sir Henry'nin Bayan Stapleton ile fazla ilgilenmesine her defasında nasıl engel olduğunu sen de gördün. O kadın, kardeşi değil, karısı. Niye bu kadar ince plânlanmış bir iş böyle. Çünkü, Stapleton onu serbest bir kadın olarak gösterdiği takdirde, kendi için daha yararlı olacağını biliyordu. Şimdiye kadar açıklanmayan belirsiz kuşkularım şekillenip, Stapleton üstünde toplandı. O duygusuz, renksiz, hasır şapkalı, kelebek ağlı adamda müthiş bir şey görüyor gibiydim, güzel yüzlü, kötü kalpli, sonsuz sabır ve hüner sahibi bir yaratık. Demek ki düşmanımız o. Londra'da, bizi takip eden kişi de o olabilir. Sanırım öyle. Uyarı mektubunu herhalde.
da karısı yazmıştır Öyle olacak. Ama bundan emin misin Holmes. Kadının, Stapleton'ın karısı olduğunu nereden öğrendin. Çünkü seninle karşılaştığı zaman, hayatıyla ilgili bir gerçeği söyleyecek kadar boş bulunmuştu ve tahmin ederim ki, sonradan buna çok pişman oldu. Bir zamanlar İngiltere'de, bir yerlerde öğretmenlik yaptığı gerçek. Bir okul öğretmenini izlemekten daha kolay bir şey de yoktur. Bu meslekte olan herhangi bir kimseyi bulmak için, pek çok eğitim bürosu var. Ufak bir araştırma sonucu okulun birtakım kötü olaylar yüzünden yıkıma uğradığını, okul sahibinin de, ki o zamanlar adı başkaymış, karısı ile birlikte ortadan kaybolduğunu öğrendim. Tarifler uyuyordu. Kaybolan adamın böcek bilimine düşkün olduğunu öğrenince, tahminimde yanılmadığımı anladım. Esrar perdesi kalkıyordu fakat, hâlâ gölgede kalan bazı noktalar vardı. Eğer bu kadın gerçekten karısıysa, Bayan Laura Lyons'ın, bu işte rolü ne peki. diye sordum. Bu, senin araştırmalarının aydınlattığı noktalardan biri. Kadınla yaptığın görüşme, durumunu ortaya çıkardı. Kocasıyla arasında herhangi bir boşanma düşünüldüğünü bilmiyordum. Durum böyleyse, Stapleton'ı bekâr olarak ele alırsak, demek ki karısı olmayı hayâl ediyordu. Hayâl kırıklığına uğrayınca ne olacak. Kadın o zaman işimize yarayacak. Yarın ilk işimiz onu görmek olsun. Watson, şu an olman gereken yerden uzun süre ayrıldın gibi geliyor, ne dersin. Bence, hemen dönsen iyi olur. Son kırmızı çizgiler de batıda solmuş, gece bozkırın üstüne çökmüştü. Lacivert bir gökte, tek tük sönük yıldız parlıyordu. Bir sorum daha var Holmes, dedim ayağa kalkarak. Öğrenmemde bir sakınca yok sanırım. Bütün bunlardan amaç ne, nedir tüm bunlar. Holmes alçak sesle cevap verdi Cinayet Watson, iyi pânlanmış, kasıtlı cinayet. Başka soru sorma. Onun ağı Sir Henry'nin üstüne kapanırken, benimki de onun üstüne kapanıyor ve senin yardımınla da hemen hemen avucumun içinde gibi. Bizim için bir tek tehlike var sadece. Biz, hazır olmadan, adamın harekete geçmesi. Bir gün daha, en fazla iki gün sonra, iş tamam olacak ama, o zamana kadar, acı çeken çocuğuna şefkatle bakan bir anne gibi, iyi bak Sir Henry'ye. Buraya gelmekte belki haklıydın ama, yanından hiç ayrılmasaydın daha iyi olurdu. O da ne. Müthiş bir çığlık, uzun, dehşet dolu bir çığlık yükseldi bozkırın sessizliğinden. Tanrım. diye bağırdım, soluğum kesilmişti. Nedir bu. Ne olabilir. Holmes ayağa sıçradı, kulübenin kapısında atletik vücudunun ana çizgilerini görüyordum, omuzları düşük, başı ilerde, karanlığı süzüyordu. Sus, diye fısıldadı, Sus. Çığlık öyle dehşetle çıkmıştı ki, gölgeler altındaki ovanın uzak bir yerinden gelen ses, tekrar çınladığında kulaklarımızda daha yakın, daha yüksek perdeden çınladı. Nerede. diye fısıldadı Holmes sesindeki heyecandan, o çelik gibi sinirleri olan adamın, sinirden titrediğini farkettim. Bu çığlığa yeni bir ses daha karışmıştı, derin, anlaşılmaz bir hırıltı, ritmik ve korkunç, denizin dalgalarının yükselip, alçaldığında çıkardığı ses gibi. Köpek. diye bağırdı Holmes Gel Watson, koş. Aman Tanrım, geç mi kaldık yoksa. Bozkırda hızla koşmaya başlamıştı, ben de arkasından koşuyordum. Ama, önümüzdeki engebeli toprağın bir tarafından, umutsuzluk dolu bir çığlık daha geldi, derken küt diye ağır bir şey, gürültüyle düştü. Durup dinledik. Rüzgârsız gecenin ağır sessizliği içinde korkunç homurtuların dışında, başka ses duyulmuyordu. Holmes'ün üzgün bir adam gibi, elini alnına götürdüğünü gördüm. Ayağıyle yere vurdu. Yenildik Watson, korkarım geç kaldık.
Yok canım. Boş yere bekledim. Sen de, Watson, bak, oradan ayrılman neye mal oldu. Ama, Tanrı şahit, eğer Sir Henry'ye bir şey olduysa, bunun hesabını sormamız gerekir. Düşe kalka, kayalara çarpa çarpa, yabani otların arasından, tepelere tırmanıp, bayırlardan rüzgâr gibi inerek ve korkunç seslerin geldiği yöne doğru, karanlığın içinde koşuyorduk. Sesin her yükselişinde Holmes, karanlığın içinde bir şeyler görmeye çalışıyordu ama, bu karanlığın içinde bir şey görmek mümkün değildi. Bir şey görebiliyor musun. Hayır. O da ne. Sol tarafımızan, hafif bir inilti gelmişti kulağımıza. O yandaki bir sıra kayalık, taşlı bir bayıra bakan keskin bir kayayla bitiyordu. Çentikli yüzünde, kanatları açık duran bir kartal gibi, karanlık eğri bir cisim vardı. Ona doğru koşarken, belirsiz çizgileri biçimlenmeye başlamıştı. Yüzüstü yatan bir adamdı bu ve kollarının arasında kalan başı, garip bir durumdaydı. Omuzlar büzülmüş, vücut sanki parende atmak üzereydi. Duruşu öyle korkunçtu ki, ürkmemek elde değildi. Holmes, yerde yatan adamın üzerinde gezdirdiği elini, dehşet içinde çekti. Çaktığı kibritin alevi, kanlı parmaklarını ve maktulün ezilmiş kafasından yavaş yavaş ve aktıkça genişleyen korkunç kan birikintisini aydınlatıyordu. Alevin aydınlattığı bir şey daha vardı. Yüzüstü yatan bu kişi Sir Henry Baskerville'den başkası olamazdı. Çünkü, o kızıl tüvid elbisesini unutmamıza imkân yoktu. Çünkü, Baker Street'e geldiği zaman giymiş olduğu elbiseydi üstündeki. Korkunç manzarayı gördükten sonra, kibritin alevi titreyip söndü, alevle birlikte, içimizdeki umudumuz da sönmüştü. Lânet olsun, lânet olsun, diye bağırdım. Ah, Holmes, onu yalnız bıraktığım için kendimi hiçbir zaman affetmeyeceğim. Benim suçum daha büyük Watson. Mesele tamamıyla çözülsün diye, zavallının ölmesine neden oldum. Mesleğimdeki en büyük darbe, bu oldu. Ama, nereden bilebilirdik ki, bütün uyarılarımıza rağmen, bozkıra yalnız çıkıp, hayatını tehlikeye atacağını. Lânet olsun, o çığlıkları duyup da, bu kadar yakınımız da olmasına rağmen, kurtaramadık. Onun ölümüne neden olan o canavar köpek nerede acaba. Kayaların arasında bir yerde saklanıyordur şimdi belki de. Ya Stapleton nerede. Bunu kendisine sormamız gerekir. Soracağımızdan emin olabilirsin Watson... Amcayla yeğen öldürüldüler. Biri doğaüstü sandığı bir hayvanı görür görmez, ötekiyse gördüğü bu cehennem yaratığından delice kaçarken. Ama, köpekle, bu olaylar arasındaki bağı mutlaka çözmeliyiz. Zavallı kadının parçalanmış vücudunun yanında durmuştuk, bütün uzun ve yorucu çalışmalarımızı boşa çıkaran bu anî ve korkunç olay, içimizi eziyordu. Zavallı dostumuzun düşmüş olduğu kayaların tepesine çıkarken, ay yükseldi, zirvesinden, yarı gümüş, yarı karanlık dolu olan gölge içindeki bozkıra baktım.
Uzaklarda, kilometrelerce uzaklarda, Grimpen bataklığı yönünde, tek bir ışık yanıyordu. Bu ışık, gelse gelse Stapletonlar'ın evinden gelebilirdi. Nefretle yumruğumu sıktım. Niye hemen gidip yakalamıyoruz. Henüz değil. Adam çok kurnaz ve tedbirli. Bildiğimiz değil önemli olan, kanıtlayabileceğimiz şey önemli. Yanlış bir adım atarsak, adamı elimizden kaçırabiliriz. Ne yapabiliriz ki. Yarın yapacak çok iş var. Bu gece zavallı dostumuza yapılması gereken son vazifeyi yerine getirelim, başka bir şey yapamayız. Birlikte tepeden aşağı inip, gümüş taşlar üstünde kapkara ama, belirli bir şekilde yatan cesede tekrar yaklaştık. O garip biçime girmiş olan beden, içime bıçak gibi saplandı sanki, gözlerim yaşla doldu. Holmes, yardım çağırmanız gerek. Hall'e kadar taşıyamayız bu cesedi. Aman Tanrım, Holmes, delirdin mi, ne yapıyorsun.
Holmes neşeyle bağırıp, cesedin üstüne eğilmişti. Birden ayağa kalkıp, elimi tutarak, beni kucakladı. Benim ciddi, soğukkanlı arkadaşım mıydı bu. Yaptığı hareketler hiç de normal değildi. Sakal. Sakal. Adam sakallı. Sakallı mı. Sir Henry değil bu. Bu adam, benim komşum olan kaçak mahkûm. Heyecan içinde sırtüstü çevirdi cesedi, kan damlayan sakalı soğuk parlak aya yönelmişti. Kırışık alınlı ve içeri çökmüş hayvanî gözleri, cesedin kim olduğunu gösteriyordu. Kayanın üstündeki mumun ışıdığı yüzle aynı yüzdü bu yani, cani Selden'ın yüzü. Bir anda her şey aydınlandı. Sir Henry'nin Barrymore'a eski elbiselerini vermiş olduğunu hatırladım. Barrymore, bunları Selden'ın kolay kaçması için ona yollamıştı. Çizmeler, gömlek, hepsi Sir Henry'nindi. Holmes'e durumu anlatırken, kalbim hızlı ve neşe içinde çarpıyordu. Demek ki, giydiği elbiseler yüzünden öldü bu kaçak, dedi. Köpeğe, Sir Henry'nin bir eşyasının koklatıldığı belli, herhalde otelde kaybolan çizmedir koklatılan, adam da bu yüzden öldü. Yine de garip bir şey var. Selden, bu zifiri karanlıkta köpeğin kendisini izlediğini nasıl anladı da, kaçmaya başladı. Köpeğin sesini duymuştur. Bozkırda köpek sesi duymanın bunun gibi kaçak birini, kendisini ele verecek kadar bağırtarak, dehşete düşüreceği inanılmaz bir şey. Sanırım, köpek uzun süre kovalamış onu. Bana daha esrarengiz gelen tarafı, bütün tahminlerimizin doğru olduğunu düşünecek olursak... Bir şey tahmin ettiğim yok benim. O halde bu köpek niye bu gece salınmış. Hep bozkırda dolaşmıyordu herhalde. Sir Henry'nin orada olacağını bilmeden Stapleton onu nasıl bırakır. Beni endişelendiren şeyin cevabı daha zor, senin sorunun cevabını yakında buluruz ama, benimki hep sır olarak kalabilir. Şimdi önemli olan şu zavallı kaçağın cesedini ne yapacağımız. Burada, tilkilere, kargalara bırakacak değiliz ya. Bence polise haber verinceye kadar, şu kulübelerden birine çekelim. Tamam. İkimiz oraya kadar taşıyabiliriz herhalde. Hey, Watson, dur bir dakika. Biri geliyor. Eğer yanılmıyorsam, tahmin ettiğim adam geliyor. Dikkatli davran, yanlış bir kelime kullanıp, açık verme. Yoksa, plânlarımızın hepsi suya düşer. Bozkırdan biri geliyordu, purosunun ateşini görüyordum. Parlak ay, adamı iyice belirgin duruma getirmişti. Doğa bilimcinin ufak tefek biçimini ve kaygısız yürüyüşünü görüyordum. Bizi görünce şaşırarak durdu fakat, hemen toparlanıp yanımıza yaklaştı.
Vay. Doktor Watson, siz misiniz. Gecenin bu saatinde sizi burada göreceğim hiç aklıma gelmezdi. Aman Tanrım, bu da ne. Birine bir şey olmuş. Sakın dostumuz Sir Henry... Aceleyle önümden geçip cesedin üstüne eğildi. Derin bir soluk aldığını duydum, puro parmaklarının arasından düştü. Kim, kim bu adam. diye kekeledi. Selden, Princetow ceza evinden kaçan adam. Stapleton, bize döndüğünde yüzü bembeyazdı ama, geçirdiği şaşkınlık ve hayâl kırıklığına büyük bir güçle hâkim oldu. Keskin bakışlarını Holmes'den bana çevirdi. Aman Tanrım. Ne korkunç, nasıl ölmüş. Şu kayalardan düşüp ölmüş olacak. Arkadaşımla ben bozkırda dolaşıyorduk, çığlığı duyup, buraya geldiğimizde iş işten geçmişti. Ben de duydum çığlığı. Onun için geldim. Sir Henry için kaygılanıyordum. Onun için neden kaygılanıyordunuz, diye sordum. Onun gelmesini bekliyordum. Gelmeyince şaşırdım, bozkırda çığlıklar duyunca ister istemez korktum. Gözler yine benden Holmes'e çevrildi, Çığlıktan başka bir şey duydunuz mu. Hayır, dedi Holmes. Siz duydunuz mu. Hayır. Ne duyabilirdik. Canım, köylülerin hani şu hayalet canavardan söz ettiklerini duymuşsunuzdur. Bozkırda geceleri, bir köpek sesi duyduklarını anlatırlar. Bu gece de öyle bir köpek olup olmadığını düşünüyordum. Hiç öyle bir şey duymadık, dedim. Peki, şu zavallı adam nasıl öldü dersiniz. Uzun süre korku ve endişe içinde olmak, adama aklını kaçırtmıştır. Deli gibi koşuyordu bozkırda, derken, düşüp başını parçaladı.
En akla yatan açıklama tarzı bu, dedi Stapleton. Rahatladığını gösteren bir nefes aldı. Siz ne dersiniz Bay Sherlock Holmes. Dostum, onun karşılık verdi.
iltifatlarına gülümseyerek Beni hemen tanıdınız, dedi. Doktor Watson geldiğinden beri, sizin de gelmenizi bekliyorduk. Fakat, böyle kötü bir olayla karşılaşmanız, herhalde hoş olmamıştır. Öyle oldu. Dostumun yapacağı açıklamalar sizin için yeterli olur sanıyorum. Yarın Londra'ya kötü bir anıyla döneceğim. Demek yarın dönüyorsunuz. Evet öyle. Umarım, ziyaretiniz bizi şaşkına çeviren olaylara biraz olsun ışık tutacaktır. Omuz silkti Holmes. İnsan her zaman beklediği başarıyı elde edemez. Bir dedektif dedikodular, efsaneler değil, gerçek olaylar arar. Bu olay umduğum gibi olmadı. Dostum açık ve kaygısızca konuşuyordu. Stapleton hâlâ ters ters bakıyordu. Derken bana döndü Şu zavallı adamın cesedini bizim eve götürsek diyeceğim ama, kız kardeşimi korkutur, onu endişelendirmeye hakkım yok. Üstüne bir şey örtsek, yarına kadar bir şey olmaz sanırım. Ama, sizleri konuk etmekten onur duyarım. Stapleton'ın konukseverliğine karşı koyarak, Holmes ile ben Baskerville Hall'ün yolunu tuttuk. Doğa bilimciyi de evine dönmesi için yalnız bıraktık. Geri dönüp baktığımızda adamın, büyük bozkırda yavaş yavaş uzaklaştığını gördük. Kötü sonunu bulan adam, gümüş bayırda, kara bir leke gibi yatıyordu.
ON ÜÇ Adam amma da hâkim sinirlerine. Kurduğu tuzağa düşen adamın başka biri olduğunu görünce, büyük bir hayâl kırıklığına uğramasına rağmen, yine de çabuk toparladı kendini. Watson, bunun gibi dişimize uygun biriyle bugüne kadar karşılaşmadığımızı Londra'da sana söylemiştim. Seni görmesi hoşuma gitmedi. Benim de öyle. Ama başka çare yoktu. Şimdi burada olduğunu bildiğine plânlarında bir değişiklik olur mu.
göre, Ya daha dikkatli davranır, ya da birden akılsızca davranarak yeni bir cinayet daha işleyebilir. Pek çok cani gibi aşırı derecede kendine güvenip, bizi aldatacağını sanabilir. Neden hemen tutuklamıyoruz. Sevgili Watson, sen doğuştan hareketli bir adamsın. İçgüdün seni hep bir şey yapmaya zorluyor. Ama, bunları sadece seninle tartışmak için söylüyorum Bu gece tutukladığımızı düşün, peki ne olacak. Elimizde aleyhine bir kanıt var mı. Adam çok kurnaz. Ona yardım eden bir suç ortağı olsaydı ve birkaç kanıt bulabilseydik belki. Ama, şu köpeği ortaya çıkarabilsek bile, bu efendisi için bir suç unsuru sayılmaz ki. Fakat, bir dâvâ açabiliriz. Hayır, elimizde tahmin ve şüpheden başka bir şey yok. Böyle bir hikâye ve bu kanıtlarla mahkemeye çıkacak olursak, gülerler bize. Sir Charles'ın ölümü var. Üstünde hiçbir iz bulunmadan ölü bulundu. Korkutularak öldüğünü ve korkusunun da ne olduğunu sadece sen ve ben biliyoruz, bunu o vurdumduymaz jüri üyelerine nasıl anlatırız. Bunun bir köpek olduğuna dair kanıt nerede. Dişlerinin izi yok. Köpeğin cesedi ısırmadığını ve Sir Charles'ın, köpek henüz yanına gelmeden öldüğünü biliyoruz. Bütün iddialarımızı kanıtlamamız gerek, kanıtlayacak durumda da değiliz. Peki bu geceki olay. Bu gece de bir şey oldu sayılmaz. Yani köpekle, kaçak adamın ölümü arasında doğrudan doğruya bir ilişki yok. Köpeği görmedik. Sadece sesini duyduk ve bu, adamın peşinden koştuğunu ispatlamaz. Hiçbir kanıt yok ortada. Hayır sevgili dostum, şimdi bile elimizde dâvâyı açacak kanıt olmadığını ve bunu ele geçirinceye kadar tehlikeyi göze almamızın gerekli olduğunu anlamalısın. Ne yapacağız peki. Durum kendisine açıklandığında, Bayan Laura Lyons'ın çok işimize yarayacağına inanıyorum. Bir plân hazırladım üstelik. Yarına kadar idare ederiz katili ertesi güne kalmadan yakalayacağımızı tahmin ediyorum. Başka bir şey konuşmadan, Baskerville'nin kapısına kadar dalgın, düşünceli şekilde yürüdük. Kapının önüne gelince. Sen de geliyor musun. diye sordum.
Evet, artık saklanmamın bir anlamı kalmadı. Yalnız, Watson, Sir Henry'ye, köpekten söz etme. Selden'ın ölüm nedeninin ayrıntılarını bilmesine gerek yok. Yarın sinirleri yatışmış olur, söylediğine göre, yarın akşam yemeğine davetlisiniz. Evet. Sen bir mazeret uydur, yalnız Sir Henry yalnız gitsin. Sanırım bunu kolayca ayarlayabilirsin. Akşam yemeğine geç kaldık. Umarım içebilecek bir çorba bulabiliriz. Meydana gelen son olaylardan sonra Sir Henry, birkaç gündür Sherlock Holmes'ün Londra'dan gelmesini bekliyordu, onu karşısında görünce çok sevindi. Bavulunun neden yanında olmadığını sordu ve bunun cevabını alamayınca kaşlarını yukarı kaldırdı. Daha sonra çorbamızı içerken, akşam yaşadığımız olayların bir kısmını Sir Henry'ye anlattık. Fakat, Barrymore ve karısına acı haberi vermek bana düştü. Barrymore için, bu rahatlatıcı bir şey olabilirdi ama, karısı için hiç de hoş bir haber değildi. Kardeşinin öldüğünü duyan kadın, önlüğünü yüzüne kapadı ve hüngür hüngür ağladı. Bu adam, birçok kişinin gözünde canavarın biriydi, yarı canavar yarı şeytandı ama kadın için o çocukluğundaki küçük yaramaz kardeşiydi hâlâ. Daha sonra, Sir Henry bu akşam niçin dışarı çıkmadığını anlatmaya başladı. Watson dışarı çıktıktan sonra, evde canım çok sıkıldı. Beni tebrik edin çünkü sözümde durdum. Dışarı yalnız çıkmamaya yemin etmiş olmasaydım, çok eğlenebilirdim çünkü, Stapleton beni evine davet etmişti. Çok eğlenceli bir akşam geçireceğinizden şüphem yok, dedi Holmes kuru bir sesle. Sizi öldü gibi düşünüp, yasınızı tutmaya kalkışmamız hoşunuza gitmezdi herhalde. Sir Henry gözlerini açtı Nasıl, nasıl. Zavallı Selden'ın üstünde sizin elbiseniz vardı. Korkarım elbisenizi ona veren uşağınızın başı belâya girecek. Sanırım, bana ait olduğunu gösteren herhangi bir arma yoktur üstünde. Şansınız varmış, daha doğrusu hepiniz şanslısınız, çünkü bu olayda hepiniz yasalara karşı geldiniz. Yasalara bağlı bir dedektif olarak, bütün evdekileri tutuklamam gerek mi, değil mi acaba diye düşünüyorum. Watson'un raporları suçu kanıtlayacak belgeler sayılabilir. Peki herhangi bir kanıt elde edebildiniz mi. diye sordu Sir Henry. Şu karışık işi çözebildiniz mi. Watson'la benim, buraya geldiğimizden beri bir şeyler bulup bulmadığınızı bilmiyorum. Çok geçmeden her şeyi önünüze serebileceğimi umuyorum. Bu iş, son derece karışık ve çözülmesi zor bir durum aldı. Daha birçok noktalar var aydınlatılması gereken ama, onlar da açığa çıkmak üzereler. Watson'ın da size söylediği gibi, köpeğin sesini gerçekten duyduk, boş bir efsane değil. Batı Amerikadayken köpeklerle ilgilenmiştim. Bu yüzden, seslerini iyi tanırım. Şu köpeği yakalayıp, esrarengiz durumu aydınlatırsanız, gelmiş geçmiş bütün dedektiflerin en büyüğü sizsiniz demektir. Eğer siz de yardım ederseniz, yakayabileceğimi sanıyorum.
onu Ne derseniz yaparım. Güzel. Yalnız nedenini sormadan, söylediğim her şeyi yapmanızı rica edeceğim. Nasıl isterseniz. Böyle yaparsanız küçük problemimiz çözülmüş olacak. Şüphem yok ki... Birden susup, yukarı doğru bakmaya başladı. Işık yüzüne vurmuştu, çok dikkatli, kıpırdamadan duruyordu, tetikte bekleyen birinin kesme taştan yapılmış heykeline benziyordu. Ne var. diye bağırdık ikimiz de. Gözlerini yere indirirken heyecanını gizlemeye çalıştığını gördük. Yüz çizgilerinde bir değişiklik yoktu ama, gözleri ateş gibi parlıyordu. Bir sanatseverin hayranlığı sadece, özür dilerim, dedi elini karşı duvarda asılı portrelere doğru uzatarak. Watson, sanattan bir şey anlamadığımı söyler ama, sadece sanat konusunda ki fikirlerimiz uyuşmuyor, hepsi o kadar. Doğrusu bu güzel bir portre serisi. Böyle düşünmeniz hoşuma gitti, dedi Sir Henry şaşkın şaşkın dostuma bakarak. Bunlardan anladığımı söyleyecek değilim, resimden çok, attan ya da Buffalodan anlarım. Fakat, bu gibi sanat eserleriyle uğraşacak zaman bulamadım. İyi bir şey görünce hemen anlarım, bunu şimdi de görüyorum. Yemin ederim ki, şu bir Knelle'dir, arkadaki mavi ipek elbisesi olan bayanla, peruk takmış bay da Reynolds olmalı. Bunlar aile portreleri değil mi. Evet. Adlarını biliyor musunuz. Barrymore tek tek isimlerini öğretti ama, dersimi tekrarlayabileceğimi sanıyorum. Şu teleskoplu bay kim.
Tümamiral Baskerville, Batı Hind Adaları'nda Rodney'in kumandasındaydı. Mavi elbise giymiş, elinde kâğıt rulosu olan Sir William Baskerville, o da Pitt zamanında Avam Kamarasında encümen başkanıymış. Şu karşıdaki atlı, şu siyah kadife ve sırmalı. Bu kişi... Bütün kötülüklerin başı, Şeytan Hugo, Baskerville köpeğini ortaya çıkaran. Onu unutacağınızı sanmıyorum. Şaşkınlık ve büyük bir merakla portreye baktım. Hayret. dedi Holmes. Sakin kendi halinde bir adam gibi ama, gözlerinde gizli bir şeytanlık var sanıyorum. Daha iri yarı, kaba saba biri olarak hayâl etmiştim. O olduğundan şüphe yok, adı ve tarihi arkasında yazılı. Holmes birkaç söz daha söyledi ama, yaşlı zampara, sanki büyülemişti onu, çünkü gözlerini bütün yemek boyunca ondan ayırmadı. Sir Henry, odasına çekildikten sonra ancak, dostumun düşüncelerini öğrenebildim. Yatak odasının şamdanını alıp beni yemek odasına geri götürdü ve ışığı zamanla lekelenmiş portreye doğru tuttu. Bir şey görüyor musun. Geniş tüylü şapkaya, kıvırcık buklelere, beyaz dantel yakaya ve sert ciddi yüze baktım. Zalim bir yüz değildi, ciddi, sert, haşin, hareketsiz ince dudaklı ağzı olan bir yüz, pek hoşgörülü olmayan soğuk bir bakış. Tanıdığın birine benziyor mu. Çenesi biraz Sir Henry'yi andırıyor. Olabilir, ama dur bir dakika. Bir sandalyenin üstüne çıktı, ışığı sol eline alıp kaldırdı, sağ eliyle, geniş şapka ve uzun saç lülelerini kapadı. Aman Tanrım. diye bağırdım şaşkınlık içinde. Stapleton'ın yüzü ortaya çıkmıştı. Biliyorsun ki, gözlerim yüz incelemeye alışmıştır, üstündeki süsleri değil. Bir cinayet dedektifinin ilk yapması gereken şeylerden biri de kıyafetleriyle kimliklerini saklayanların gerçek yüzünü görebilmesidir. Harika bir şey bu. Sanki kendi portresi. Çok ilgi çekici bir benzerlik, hem ruhî, hem fizikî bakımdan. Aile portrelerini incelemek, insanı ruhgöçüne inandırmaya yeter. Adamın Baskerville'lerden olduğu belli. Öyleyse, mirasda hak iddia ediyor. Evet, öyle. Şu resim, tesadüfen, eksik olan halkayı tamamladı. Yakaladık Watson, elimizde, yarın geceden önce ağımızın içinde kendi kelebeklerinden biri gibi çırpınacağına dair yemin edebilirim. Bir topluiğne, bir mantar, bir de kart, Baker Street'deki koleksiyonumuza ekleyebiliriz. Resimlerle ilgilenmeyi bırakıp başını çevirdiğinde kahkahalarla gülmeye başladı, Holmes böyle güldüğü zaman, biri hapı yuttu demektir. Sabah erken kalktım, ama Holmes benden de erken kalkmıştı, giyinmiş, ve bahçeden geldiğini gördüm. Bugün güzel geçecek, dedi, ellerini neşe içinde birbirine vurarak. Ağların hepsi yerinde, toplamaya başlayabiliriz. Gün bitmeden, bizim, şu koca, zayıf çeneli kalkan balığı, bakalım ağımızın içine düşecek mi. Sabah sabah bozkıra mı gittin. Grimpen'den Princetown'a, Selden'ın ölümünü bildiren bir telgraf gönderdim. Artık, hiçbirinizin konuyla ilgilenmesine gerek kalmadı. Sadık Cartwright'a güvende olduğumu söyledim. Yoksa zavallı, bir köpek efendisinin mezarı başından nasıl ayrılmazsa, o da oradan ayrılmazdı. Şimdi ne yapacağız. Sir Henry'yi göreceğiz. İşte geliyor. Günaydın Holmes, dedi Sir Genelkurmaybaşkanıyla, savaş hazırlayan bir general gibisiniz.
Henry. plânları Kesinlikle öyle. Watson emir bekliyor.
Ben de. Çok güzel. Duyduğuma göre, bu gece Stapleton'larda yemeğe davetliymişsiniz doğru mu. Siz de gelin. Çok konuksever kişiler, sizi görmekten büyük zevk duyacaklarından eminim. Üzgünüm, Watson ile beraber Londra'ya gitmemizin daha faydalı olacağını düşünüyorum. Sir Henry'nin yüzü gözle görülür şekilde asıldı. Bu işi çözmeden gitmeyeceğinizi sanıyordum. Hall olsun, bozkır olsun hiç de hoş yer değil. Burada yalnız kalmak pek hoş olmayacak. Sevgili dostum bana tamamıyla güvenmenizi ve söylediğim her şeyi itiraz etmeden yerine getirmenizi rica etmiştim. Dostlarınıza, yemekte bulunmayı çok istediğimi fakat, acele bir iş nedeniyle Londra'ya gitmemiz gerektiğini söylersiniz. Çok yakında yeniden Devonshire'a döneceğimizi umuyoruz. Dediklerimi onlara söylemeyi unutmazsınız, değil mi. Israr ediyorsanız, peki. Başka çıkar bir yol olmadığına inanın. Sir Henry bizim kaçtığımızı düşündüğü için, alnını kırıştırıyordu, incinmişti sanki. Ne zaman gitmek istiyorsunuz. diye sordu soğuk bir sesle. Kahvaltıdan hemen sonra, Coombe Tracey'ye gideceğiz ama, Watson eşyalarını almayacak, geri geleceğinden emin olabilirsiniz. Watson, Stapleton'a gidemediğinden dolayı üzüldüğünü bildiren bir telgraf yolla... Ben de Londra'ya gitmek isterdim sizinle, dedi Sir Henry. Burada neden yalnız kalayım ki. Çünkü sizin göreviniz burada. Söylediklerime evet diyeceğinize söz vermiştiniz. Ben kalmanızı istiyorum. Peki o halde, kalayım.
Ölmek istemiyorsanız, Merripit köşkünden, doğru Grimpen yolunu izleyen patikadan gidin, o yol sizin eve çıkar. Söylediğiniz gibi yaparım. Çok güzel. Kahvaltıdan sonra hemen çıkalım, öğle üzeri Londra'da oluruz. Geçen gece. Holmes'ün Stapleton'a, ertesi gün gideceğini söylediğini hatırladığım için, bu değişikliğe çok şaşırdım. Niçin, benim de kendisiyle gelmemi istediğini anlayamadım. Böylesine tehlikeli durumun varlığını bilmesine rağmen, buradan hemen niçin ayrılmak istediğini anlayamadım. Yine de bir şey söyleyemezdim, nedenini sormadan evet demek zorundaydık canı sıkkın, arkadaşımıza veda ettik. Birkaç saat sonra Coombe Tracey istasyonuna gelmiştik eşyalarımızı gönderdikten sonra, peronda küçük bir çocuğun, Holmes'ü beklediğini gördük. Bir emriniz var mı efendim. Bu trene binip gideceksin, Cartwright. Trenden iner inmez benim adıma Sir Henry Baskerville'ye bir telgraf göndereceksin, düşürmüş olduğum not defterimi bulduğu takdirde, taahhütlü olarak Baker Street'e göndermesini bildirirsin. Pek efendim. İstasyondaki büroya gidip, bana haber var mı, yok mu sor bakalım. Çocuk gittikten kısa bir süre sonra, bir telgrafla geri geldi, Holmes bana verdi telgrafı, şöyle yazıyordu 'Telgrafınızı aldık. Tutuklama belgeleriyle geliyoruz. Saat beş kırk beşte oradayız. Lestrade.' Bu sabah gönderdiğim telgrafın cevabı. Bizim meslekten olanların en iyilerinden biri, yardımına ihtiyacımız olabilir. Şimdi Watson, zamanımızı Bayan Laura Lyons'a gitmekle çok iyi değerlendirmiş oluruz. Mücadele plânı ortaya çıkıyordu. Stapleton'ları, gerçekten Londra'ya döndüğümüze inandırmak için, Sir Henry'i kullanıyordu, tam gerektiğimiz zaman olay yerinde olacaktık. Londra'dan gelecek olan telgraftan Sir Henry, Stapleton'lara söz ederse, kafalarındaki son şüphe de silinmiş olacaktı. Zayıf çeneli kalkanın üstündeki ağımız, gittikçe daralıyordu. Bayan Laura Lyons çalışma odasındaydı. Sherlock Holmes'ün açık konuşması ve doğrudan doğruya konuya girmesi, kadını şaşırttı. Sir Charles Baskerville ile ilgili kanıtların peşindeyim, dedi Holmes. Dostum Watson, söylediklerinizi bana anlattı. Bu konuda konuşmak istemediğimiz bazı noktalar olduğunu söyledi. Söylemek istemediğim mi. diye sordu kadın meydan okur gibi. Sir Charles ile saat onda kapıda buluşmak için, mektup yazdığınızı itiraf ettiniz. Orada ve o saatte öldüğünü biliyoruz. Bu olaylarla ilişkili olan şeyleri söylemediniz.
Bir ilişki yok ki. O halde, bu büyük bir rastlantı eseri demek. Ama, bir ilişkili bulmamız çok zor değil. Sizinle açık konuşmak istiyorum Bayan Lyons, bu bir cinayet olayıdır, ve kanıtlar, yalnız dostunuz Bay Stapleton'a değil, karısına da karşı. Kadın yerinden sıçradı. Karısı mı. diye bağırdı. Artık saklamaya gerek yok. Kız kardeşi diye tanıttığı kadın, aslında karısı. Bayan Lyons yerine oturdu, elleriyle koltuğun yanlarını sıkıyordu, pembe tırnaklarının sıkılmaktan beyazlaştığını gördüm. Karısı mı. dedi bir daha. Karısı ha. Fakat, o evli değil ki. Sherlock Holmes omuz silkti. Kanıtlayın. Kanıtlayabilirsiniz eğer... Gözlerindeki vahşi alev sözlerden daha çok şey ifade ediyordu.
Bunu size gösterebilirim, dedi Holmes, cebinden resim ve belgeler çıkararak York'da dört yıl önce birlikte çektirdikleri bir resim. Arkasında Bay ve Bayan Vandeleur yazılı ama, dikkatli bakarsanız, kim olduklarını anlarsınız. O sıralarda, St. Oliver özel okulunu işleten, Bay ve Bayan Vandeleur'ün üç yeminli şahidin huzurunda yazılmış ifadeleri. Okuyun bakın, şüpheniz kalacak mı. Kadın kâğıtlara baktı, ümitsiz bir kadının hareketsiz, kaskatı kesilmiş yüzüyle başını kaldırdı. Bay Holmes, dedi, Bu adam, kocamdan boşandığım takdirde, benimle evleneceğine dair söz vermişti. Şeytan herif, yalan söylemiş bana. Hepsi yalanmış söylediklerinin. Niye ama, niye. Hep benim için çalışıyor sanıyordum. Demek beni kullanmış. Nasıl inanabilirim artık ona. Kendi şeytanca davranışlarından ve düşüncelerinden sonra, ona nasıl güvenebilirim artık. Ne sorarsanız sorun, bir şey saklamayacağım. Bir şeye yemin edebilirim, mektubu yazdığımda yaşlı beye herhangi bir kötülük geleceğini bilmiyordum, o benim çok iyi dostumdu. Size inanıyorum hanımefendi, dedi Sherlock Holmes. Bu olayları yeniden anlatmanız sizin için üzüntü verici olacak. İsterseniz, olayları ben anlatayım, yanıldığım yerlerde siz düzeltirsiniz. Bu mektubu Stapleton göndermenizi söyledi, değil mi. O yazdırttı. Buna neden olarak, boşanmanızla ilgili mahkeme masraflarının Sir Charles'dan alacağınız yardımla karşılanacağını söylemişti. Öyle. Mektubu gönderdikten sonra gitmemenizi söyledi, öyle mi.
randevuya Başka birinin böyle bir neden için gereken parayı sağlamasının onurunu kıracağını ve kendisi, her ne kadar fazla parası olmasa da, aramızdaki engellerin ortadan kaldırılması için, son kuruşuna kadar parasını harcayacağını söyledi. Tutarlı davranan biri. Gazetede ölüm haberini görünceye kadar bir şeyden haberiniz olmadı, değil mi. Hayır. Ve Sir Charles ile olan randevunuzdan kimseye bahsetmemeniz için yemin ettirdi size, öyle değil mi. Evet. Ölümün esrarlı olduğunu ve gerçek ortaya çıkarsa, benden şüphe edeceklerini söyledi. Korkmuştum ve bu yüzden sustum. Tamam. Ama, şüpheleniyordunuz, değil mi. Bir an durdu, bakışlarını yere indirdi. Yani... Evet, şüpheniyordum, dedi. Ama, bana bağlı kalsaydı böyle olmazdı. Bence, zamanında kaçabildiğiniz için şansınız varmış, dedi Sherlock Holmes. Sizin elinizde kanıt vardı, o bunu biliyordu üstelik yaşıyordunuz. Birkaç ay uçurumun kenarlarında dolaştınız. Şimdi artık gitmemiz gerek Bayan Lyons, yakında, tekrar görüşeceğimizi umuyorum. Sır perdesi kalkıyor, zorluklar birer birer azalıyor, dedi Holmes, Londra'dan gelecek olan ekspres treni beklerken. Pek yakında, son zamanların en acayip, en esrarlı cinayetinin hikâyesini bitirmiş olacağım. Kriminoloji öğrencileri buna benzer 66 yılında, küçük Rusya'daki Godno olaylarını ve Kuzey Carolina'daki Anderson cinayetlerini hatırlıyabilirler ama, bu yine de çok başka. Şu kurnaz adamın aleyhine tek kanıt yok elimizde. Bu gece yatağa girmeden her şey aydınlanmazsa, şaşarım doğrusu. Londra ekspresi istasyona kükreyerek girdi, küçük kıvırcık tüylü bir buldog köpeği, birinci sınıf vagonların birinden fırladı. Ardından da Lestrade. Tek tek tokalaştık Lestrade'ın dostuma nasıl saygıyla davrandığını görüyordum, birlikte ilk çalışmaya başladıkları zamandan beri, Holmes'den çok şeyler öğrenmiş olmalıydı. Bir zamanlar bu adamın dostuma karşı takındığı tavırları, yaptığı üstü kapalı ince alayları hatırlıyordum.
İlginç bir iş mi . diye sordu. Yıllardır böylesini görmedim, dedi Holmes. İşe başlamak için iki saatimiz var. Bu zamanı, yemek yiyerek geçiririz. Sonra da, Lestrade'e Dartmoor'un saf, gece havasını içine çektirerek, Londra'nın sisini boğazından çıkartırız. Oraya hiç gitmediniz değil mi. O halde bu ilk ziyaretinizi asla unutamayacağınızı umuyorum.
Bu, biraz çevresindekilere hükmetmesini ve şaşırtmasını seven, filozof gibi görünmek huyundan biraz da, hiçbir açık kapı bırakmamak için, mesleğinin gerekli kılıdğı tedbirli olmaktan ileri geliyordu. Ama, bu onun adına çalışan ajan ve yardımcıları için, bazı zorluklar yaratıyordu. Bu yüzden, çok çekmiştim ama, karanlıktaki o uzun yolculuğumuzda başımıza gelenleri hiç unutmadım. Bakalım daha neler göreceğiz nihayet son hamleyi yapacaktık, fakat, Holmes yine de izleyeceği yol hakkında bir şey söylemiyordu, ancak tahmin yürütebiliyordum. Soğuk rüzgâr yüzümüze çarpınca ve yolun iki yanındaki karanlık boşlukları görünce sonunda yeniden bozkıra döndüğümüzü anlayıp içim titredi. Atların her ileri atılışı, tekerleklerin her dönüşü, bizi büyük maceramıza doğru yaklaştırıyordu.
Arabayı kiralamıştık arabacının yüzünden rahat konuşamıyorduk, heyecanlıydık ve sinirlerimiz gergindi ama, buna rağmen havadan sudan söz ediyorduk. Bu gereksiz gerilimden, Frankland'in evini geçtikten sonra kurtuldum, Hall'e, oynanacak olan oyunun sahnesine yaklaşmıştık. Kapıya kadar gitmedik ve caddeye açılan bahçe kapısının yanında indik. Arabacıya parasını verip, Coombe Tracey'ye dönmesini söyledik ve Merripit köşküne doğru yürümeye başladık. Silâhın var mı Lestrade. Küçük dedektif gülümsedi. Pantolonum ayağımda oldukça bir arka cebim var demektir. Arka cebim oldukça da, sürekli, içinde bir şey bulundururum. Güzel. Dostum ve ben de, herhangi bir tehlikeye karşı hazırız. Ağı epey daraltmış gibisiniz Bay Holmes. Önce hangi oyunu oynayacağız. Bekleyiş oyununu.
Tepenin karanlık bayırlarına, yamaçlarına ve Grimpen bataklığı üstünde yatan büyük sis gölüne bakıp Doğrusu pek neşeli bir yere benzemiyor burası, dedi dedektif ürpererek. İleride bir evin ışıklarını görüyorum. Orası Merripit köşkü, yolculuğumuzun da bittiği yer. Ne olur, parmaklarınızın ucunda yürüyün ve alçak sesle konuşun. Eve doğru giderken, yol boyunca tedbirle ilerliyorduk ama, yüz metre kadar yaklaşınca Holmes bizi durdurdu. Bu kadar yeter, dedi. Saklanıp, bekleyelim. Şu karşıdaki kayalar harika bir korunak oluşturuyor. Burada mı bekleyeceğiz. Evet, küçük tuzağımızı burada kuracağız. Şu deliğe gir, Lestrade. Sen evin içini biliyorsun, değil mi Watson. Odaların yerini gösterebilir misin. Şu uçtaki kafesli pencereler nedir. Mutfak pencereleri olmalı.
Peki, onun parlayan. ötesindeki, şu parıl parıl Yemek odası galiba. Panjurlar kalkık. Çevreyi en iyi sen biliyorsun. Ses çıkarmadan, yavaşça git, ne yaptıklarına bak. Ama, Tanrı aşkına gözetlendiklerinin farkına varmasınlar. Patikadan, ayak ucuna basa basa gidip, meyva ağaçlarını çeviren alçak duvarın arkasına gittim. Eğilerek yoluma devam ettim, perdesi açık olan pencereden içerisini, net olarak görünceye dek ilerledim. Odada yalnızca iki kişi vardı, Sir Henry ile Stapleton. Yuvarlak masada karşılıklı oturmuşlardı, ben onları yandan görüyordum. İkisi de puro içiyordu, masada kahveyle şarap duruyordu. Stapleton konuşuyordu ama, Sir Henry'nin benzi soluktu, dalgın oturuyordu. Tek başına, bu uğursuz bozkırda eve nasıl döneceğini düşünüyordu, herhalde. Onları gözetlerken, Stapleton kalkıp odadan çıktı, Sir Henry bardağını yeniden doldurup arkasına dayanarak, purosunu içmeye devam etti. Bir kapı çıtırtısı ve çakıl üstünde çizmelerin çıkardığı tok sesi duydum. Adımlar, benim arkasında saklandığım duvarın öbür tarafındaki patikadan geçti. Duvarın arkasına baktım, doğa bilimcinin, meyve bahçesinin köşesindeki bir kulübenin kapısının önünde durduğunu gördüm. Kilitte bir anahtar döndü, kapı açılınca, içerden garip bir homurtu sesi geldi. İçerde bir dakika kaldı kalmadı, derken anahtar bir daha döndü, tekrar eve girdi. Konuğunun yanına geldiğini görünce, eğilip, yavaş yavaş geri döndüm ve arkadaşlarımın beni beklediği yere gelince, gördüklerimi anlattım. Kızkardeşi orada yok muydu Watson. diye sordu Holmes, sözlerimi bitirince. Hayır, diye cevap verdim. Mutfaktan başka yerde ışık olmadığına göre, acaba nerede. Bilmiyorum.
Büyük Grimpen bataklığı üstünde kesif beyaz bir sis olduğunu söylemiştim. Bize doğru yayılıyordu. Alçak fakat, kalın bir duvar gibi gelip durdu. Ay üstünde parlıyordu, sanki uzaktaki kayaların başlarını taşıyan büyük, pırıldayan bir buz tarlasıydı. Holmes'ün yüzü ona dönüktü, ağır ağır ilerleyişine bakıp bir şeyler mırıldandı. Bize doğru geliyor Watson. Kötü mü. Çok kötü doğrusu. Plânlarımı bozabilir. Neredeyse on olacak. Başarımız ve Sir Henry'nin hayatı, sisin yolu kaplamadan, dışarı çıkmasına bağlı. Gece üstümüzde, açık ve güzeldi. Yıldızlar soğuk ve parlaktı. Hilâl biçimindeki ay, bütün sahneyi yumuşak ve belli belirsiz bir ışığa boğuyordu.Önümüzde, evin kara kütlesi vardı, çatısı ve birbirine girmiş bacaları, gümüş gökyüzünde resim gibi duruyordu. Alt kattaki pencerelerden çıkan geniş altın rengi ışık çubukları, meyva bahçesine, bozkırın üstüne doğru yayılıyordu. Birden, ışıklardan biri söndü. Uşaklar mutfaktan ayrılmışlardı. Işık sadece yemek odasında yanıyordu, katil ev sahibiyle, bundan haberi olmayan konuğu oturmuş puro içip, sohbet ediyorlardı. Dakikalar ilerledikçe, bozkırın yarısını kaplayan şu beyaz yün gibi ova, eve doğru gittikçe daha çok yaklaşıyordu. İlk ince tüyleri, ışık yanan pencerenin altında ve ışık karesinin önünde kıvrılmaya başlamıştı, ağaçlar beyaz buhar içindeydi. Sis çelenkleri, evin her iki köşesini sarmaya başlamış, kesif bir duvar oluşturuyordu üst kat ve çatı, gölgeli bir denizde, garip bir gemi gibi yüzüyordu. Holmes, öfke ile önümüzdeki kayanın üstüne ayağıyla vurdu ve toprağa bir tekme attı. Onbeş dakika içinde çıkmazsa, yol sisle kaplanacak. Yarım saat sonra kendi ellerimizi bile göremeyeceğiz. Gerileyip daha yükseğe çıkalım mı. Daha iyi olacak.
Sis duvarı ilerlerken evden beşyüz metre kadar uzaklaştık üst ucuna ayın gümüş yaldız sürdüğü yoğun deniz durmadan ilerliyordu. Çok geri gittik, dedi Holmes. Bize ulaşamadan, ona yakalanmasını istemiyorum, fazla uzaklaşmayalım. Ne olursa olsun, duralım artık. Diz çöküp kulağını yere koydu. Tanrım, nihayet geliyor. Bozkırın sessizliğini, hızlı hızlı yürüyen ayak sesleri bozuyordu. Taşların arasına saklanarak, önümüzdeki gümüş uçlu duvara dikkatle bakmaya başladık. Ayak sesleri yaklaşıyordu. Bir perde arkasından çıkar gibi, sisin içinden beklediğimiz adam çıktı. Yıldızların aydınlattığı geceye çıkınca, bir süre çevresine bakındı. Derken, hızlı ve ürkek adımlarla ilerlemeye başladı. Saklandığımız yerin önünden geçti ve arkamızdaki uzun yokuşa tırmanmaya başladı. Sık sık sağ ve sol omuzundan başını çevirip arkaya bakıyordu. Huzursuz olduğu belliydi. Konuşmayın, dedi Holmes. Tabancasının horozunun kalktığını duydum. Dikkat, geliyor.
Sisin içinden bir yerden sürünerek ilerleyen biri ya da bir şeyin hışırtıları geliyordu. Elli metre ötemizdeydi bulut, üçümüz de dikkat kesilmiştik, içinden ne gibi bir dehşetin fırlayacağına bakıyorduk. Holmes'ün dirseğinin yanındaydım. Bir ara yüzüne baktım. Soluktu ama, canlıydı gözleri, ay ışığında pırıl pırıl parlıyordu. Fakat, birden kaskatı oldu, bakışlar ve dudaklar hayret içinde aralandı, aynı anda Lestrade korkunç bir çığlık atarak, kendini yere attı. Ben ayağa fırladım, kaskatı kesilmiş elim tabancamın kabzasında, zihnim sisin karanlıklarından üstümüzden sıçrayan o korkunç biçimin etkisi altında, felce uğramıştım. Bir köpekti bu, kocaman, kömür rengi bir köpek ama, hiç bir ölümlü gözün görmediği gibi korkunç bir köpek. Açık ağzından ateş fışkırıyordu, gözleri pırıl pırıl yanıyordu. Sinir krizi geçiren bir beyinde uyanabilecek delice hayâllerin bile hiçbiri bu kadar vahşi, korkunç ve cehennemî bir şekil ortaya koyamazdı. Sis duvarından üstümüze sıçrayan bu yabanî hayvan kadar korkunç bir şey olamazdı. Uzun adımlarla, büyük, siyah yaratık, dostumuzun ayak izlerinin arkasından sıçraya sıçraya gidiyordu. Aniden ortaya çıkışı bizi öylesine şaşırtmıştı ki, kendimizi toparlayamadan önümüzden geçip gitti. Derken, Holmes'le aynı anda ateş ettik. Hayvan korkunç bir uluma çıkardı fakat, yoluna devam etti. Galiba kurşunlardan sadece biri isabet etmişti. Uzakta, Sir Henry'yi gördük, duyduğu korku ve heyecandan kaskatı kesilerek durmuş, arkasına bakıyordu. Ay ışığı altında yüzü bembeyazdı, elleri dehşet içinde havada kalmıştı, olduğu yerde arkasından gelen korkunç şeye bir anlam vermeye çalışıyordu. Ama köpekten çıkan o acı ses, bütün korkularımızı yok etmişti. Kurşun işlediğine göre, demek ki ölümlüydü, yaralayabildiğimize göre, öldürebilirdik de. Hayatımda, bugüne kadar, Holmes'ün o gece koştuğu gibi kimseyi böyle koşarken görmemiştim. Çok iyi koşucu diye bilinirim, ben küçük dedektifi geçtiğim de Holmes'de beni geçti. Yol boyunca koşarken, ileride Sir Henry'nin çığlıklarını ve köpeğin kükremesini duyuyorduk. Hayvanı avının üstüne atılırken gördüm, derken yere devirdiğini ve boğazına saldırdığını. Tam o anda Holmes, hayvanın üstüne, tabancasının içindeki beş kurşunu birden boşalttı. Korkunç yaratık, bizi dehşete düşüren ulumasıyla havaya sıçrayıp, sırtüstü yere yuvarlandı, dört pençesini zor oynatıyordu. Sonra, hareketsiz kaldı. Soluk soluğa hayvana yaklaşıp, tabancamı pırıl pırıl parlayan korkunç başına dayadım ama, tetiğe basmaya gerek yoktu. Dev köpek ölmüştü. Sir Henry düştüğü yerde hareketsiz yatıyordu, gömleğinin önünü yırttık, Holmes yara izi olmadığını ve yardımın tam zamanında yetiştiğini görünce rahatlayarak, derin bir nefes aldı. Dostumuzun gözkapakları oynamaya başlamıştı bile kalkmak için hafifçe doğruldu. Lestrade, konyak şişesini Sir Henry'nin dişlerinin arasına sıkıştırdı korku içinde iki göz bize bakıyordu. Tanrım. diye fısıldadı. Neydi o. Tanrı aşkına söyleyin neydi o. Her neyse, öldü artık, dedi Holmes. Aileye musallat olan hayaleti öldürdük artık. Kocaman, güçlü kuvvetli yaratık, önümüzde yatıyordu. Korkunç, vahşi ve küçük bir aslan kadar iri, melez bir köpekti bu. Ölümün getirdiği hareketsiz kaskatı duruşunda bile, koca ağzından mavimsi bir alev fışkırtıyor gibiydi. Parıldayan ağzına elimi sürdüm, çekince baktım, benim parmaklarım da parlıyordu. Fosfor, dedim. Çok iyi hazırlanmış bir karışım, dedi Holmes, ölü hayvanı koklayarak. Bu koku alma gücüne karşı koyabilecek başka hiçbir güç olamaz. Bu korkuyu geçirmenize neden olduğumuz için çok özür dileriz, Sir Henry. Köpek olduğunu biliyorduk ama, beklediğimiz bu çeşit bir yaratık değildi. Sis de zaman bırakmadı bize. Hayatımı kurtardınız. Ama önce tehlikeye kalkabilecek misiniz.
soktuk. Ayağa Şu konyaktan bir yudum daha verin, sonra her şeye hazırım. Tamam. Elimden tutun lütfen. Şimdi ne yapacaksınız. Sizi burada bırakacağız. Bu gece başka maceralara atılmaya hazır değilsiniz. Biraz beklerseniz, birimizden biri sizinle birlikte Hall'e gider. Sendeleyerek ayağa kalkmaya çalıştı fakat, yüzü soluktu ve vücudu hâlâ titriyordu. Şimdi sizden ayrılmamız gerekiyor, dedi Holmes. İşimizin geri kalan kısmını bitirmeliyiz, geçen her saniye bizim için önemlidir. Kanıtı bulduk, şimdi failini yakalamamız gerekiyor. Evde bulma ihtimalimiz binde bir, dedi yoldan geri dönerken. Silâh sesi ona oyununun ortaya çıkmış olduğunu anlatmıştır. Çok uzaktaydık, bu siste ses boğulmuş olabilir. Köpeği çağırmak için arkasından geldiğine, emin olabilirsiniz. Hayır, şimdiye kadar kaçmıştır ama, bundan emin olmak için evi arayalım. Ön kapı açıktı, atıldık, koridorda karşımıza çıkan yaşlı uşak, korkudan titriyordu, onu orada bırakıp, odadan odaya koşmaya başladık. Yemek odasından başka yerde ışık yoktu ama, Holmes lâmbayı alıp evin her yerini aradı. Aradığımız adam ortalıkta yoktu. Sadece üst kattaki yatak odalarından biri kilitliydi. Burada biri var. diye bağırdı Lestrade. Bir ses duyuyorum. Açın kapıyı. İçerden hafif bir inilti, bir hışırtı geliyordu. Holmes kilidin üstüne bir tekme atınca, kapı ardına kadar açıldı. Elimizde tabancalar üçümüz birden daldık içeri. Bulmayı umduğumuz, kaçak şeytandan bir iz yoktu. Ama, hiç beklenmedik garip bir şeyle karşılaştık. Oda, küçük bir müze haline getirilmişti, duvarlar, sıra sıra camekânlar içinde kelebek ve pervane böceği koleksiyonuyla doluydu, bunlar, bu tehlikeli ve anlaşılmaz adamın eğlencesiydi. Odanın ortasına, çatıyı sağlamlaştırmak ve kurtların kemirdiği eski direği desteklemek için dik bir kalas konmuştu. Kadın mı, erkek mi olduğu belli olmayan biri pek çok çarşaf ve bezle sıkı sıkı direğe bağlanmıştı. Bir başka havlu, yüzün alt tarafını sarmıştı, üstünde, acı, utanç ve korku dolu iki kara göz bakıyordu. Hemen atılıp, çarşafları yırttık bağlarından kurtarınca Bayan Stapleton çıktı karşımıza. Güzel başı, göğsüne düştü, boynunda kırmızı bir kırbaç izi gördüm. Aşağılık herif. diye bağırdı Holmes. Lestrade, çabuk konyak şişesini ver. Koltuğa oturtun. Yorgunluktan, ve dayak yemekten bayıldı. Gözlerini yeniden açtı. Sağ mı. diye sordu. Kurtuldu mu. Elimizden kurtulamaz hanımefendi. Hayır, hayır, kocamı demek istemiyorum. Sir Henry, sağ mı. Evet. Köpek. Öldü.
Rahat bir nefes aldı. Tanrım, şükürler olsun, şükürler olsun. Şeytan herif. Bakın ne yaptı bana. Elbisesinin kollarını sıyırdı, her yeri yara bere içindeydi. Bunlar bir şey değil ama, hiçbir şey. Zihnime, ruhuma yaptığı işkence yok mu. Hepsine dayanabilirdim, zalimliğe, yalnızlığa, hayâl kırıklığıyla dolu bir hayata fakat, aşkının benim olduğunu bildiğim süre. Ama, onun benimle oynadığını bilmiyordum. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. Onun için iyi duygular beslemediğinizi görüyorum, dedi Holmes. O halde, nerede bulabileceğimizi söyleyin. Oyunlarına yardım etmişseniz, şimdi de bize yardım ederek suçunuzu hafifletin. Kaçabileceği bir tek yer var, diye cevap verdi. Bataklığın tam ortasındaki, bir adanın üstünde, eski bir maden ocağı vardır. Köpeğini orada saklardı. Orayı, sığınabilmek için önceden hazırlamıştı. Kaçsa kaçsa, oraya kaçmıştır. Sis duvarı pencerede beyaz tül gibi duruyordu.
Holmes lâmbayı oraya tuttu. Baksanıza, dedi. Bu bataklığında yol bulamaz.
gece Grimpen Kadın ellerini birbirine vuruyor, gülüyordu, gözleri, dişleri, vahşi bir neşe içinde parlıyordu. İçeri girebilir ama, bir daha dışarı çıkamaz. diye bağırdı. İşaret direklerini bu gece göremez. Bataklıktaki yolu göstermesi için o direkleri birlirkte dikmiştik. Bugün, keşke onları çıkarabilseydim. Sis kalkmadan, onu izlemek anlamsızdı. Bu arada, evi Lestrade'e teslim edip, Holmes'le birlikte Baskerville Hall'e gittik. Stapleton'ların hikâyesini artık ondan saklayamazdık fakat, sevdiği kadınla ilgili gerçeği öğrendiğinde, soğukkanlı davrandı. Yalnız, gece yaşadıkları sinirlerini çok bozmuştu, sabah olmadan ateşi yükseldi ve yatağa düştü, Doktor Mortimer çağırdık. İyileştikten sonra ikisi birlikte dünya seyahatine çıktılar, Sir Henry ancak ondan sonra, o kötü kaderli mülkün efendisi oldu.
Şimdi hemen bu garip hikâyenin sonuna geliyorum. Hayatımızı bu kadar uzun süre bulutlandıran ve fecî olaylara tanıklık ettiren korkularımızı ve şüphelerimizi okuyucuyla paylaşmak istedim. Köpeğin ölümünün sabahı sis kalkmıştı, Bayan Stapleton, bizi bataklıkta keşfettikleri yola götürdü. Kocasının izlerini takip ederken, kadının yorgun ve üzgün hali hayatının ne kadar dehşet içinde geçmiş olduğunu gösteriyordu. Onu geniş su birikintisinin bir yerinden fırlamış, kuru ve güvenli ince bir yarımadanın üstünde bıraktık. Sağa sola dikilmiş küçük kazıklar, kıvrıla kıvrıla giden yolu gösteriyordu. Yol üstü yeşil kuyular ve bataklar arasındaki ot yığınlarından gidiyordu. Çürük otlar ve kamışlar, çamur dolu su birikintilerinden çıkan, ağır, leş gibi kokular, yüzümüze çarpıyordu. Bazen, sadece bir adım atıyor, belimize kadar suya giriyorduk, altımızdaki toprak inip kalkıyordu metrelerce böyle ilerledik. Battıkça, sanki öldürücü, korkunç karanlık, pençesiyle bizi aşağı çekiyordu. Bu tehlikeli yoldan bizden önce birinin geçmiş olduğunu farkettik. Bir ot yığını arasında çamurdan çıkmış kara bir şey duruyordu. Holmes yoldan inerek onu almak için göğsüne kadar suya gömüldü, eğer, biz orada olmasaydık ayağı bir daha yeryüzü göremeyecekti. Eski siyah bir çizmeyi kaldırdı havaya. Derinin içinde 'Toronto,' yazılıydı. Bu çamur banyosuna değdi, dedi. Dostumuz Sir Henry'nin kaybolan çizmesini bulduk. Kaçarken, Stapleton atmış olmalı. Evet, köpeğe koklattıktan sonra elinde kalmış olacak. Oyununun açığa çıktığını görünce, çizmeyi sakladığı yerden alarak kaçtı. Sonra buraya gelince de fırlatıp attı. Buraya kadar sağ geldiğini biliyoruz. Bundan sonrasını bilmiyorduk, tahminler boşunaydı. Balçıkta ayak izi bulmanın imkânı yoktu. Çamur, izleri kapatıyordu. Bataklığın ötesindeki kuru toprağa çıktığımızda, heyecan içinde izini aradık. Görünürde hiçbir iz yoktu. Toprağın hikâyesi gerçekse, Stapleton, o gece sis içinde çabalayarak gitmeğe çalıştığı o adaya asla varmamıştı... Orada bir yerde, o büyük Grimpen bataklığının bir yerinde, onu içine çeken balçıklı bu koca bataklıkta, o soğuk katı yürekli adam, ebediyete gömülmüş, yatıyordu. Vahşi suç ortağını sakladığı, bataklıkla çevrili adada, daha önce bıraktığı anlaşılan bir çok ize rastladık. Koca bir tekerlek ve şaft vardı, içi çöple doluydu. Buranın, terkedilmiş bir maden ocağı olduğu belliydi. Yanında madencilerin artık yıkılmak üzere olan, kulübe kalıntıları vardı. Bunların birinde bir kancayla bir zincir ve kemirilmiş kemikler vardı. Bunlar hayvanı burada saklamış olduğunu gösteriyordu. Kemik yığınları arasında üstünde bir tutam kahverengi tüy olan bir köpek iskeleti vardı. Bir köpek. dedi Holmes. Vay canına. Kıvırcık tüylü bir İspanyol. Zavallı Mortimer, köpeğini bir daha göremeyecek. Bizim için, buranın gizli, esrarlı bir tarafı kalmamıştı artık. Köpeğini saklayabiliyordu ama, sesini bastıramıyordu bir türlü, gündüz bile insanın tüylerini diken diken eden o ulumayı örtemiyordu. Köpeğini, gerektiğinde Merripit'deki kulübede saklıyordu fakat, orası tehlikeliydi. Sadece o büyük günde, köpeği saldırtacağı zaman böyle bir şeye cesaret edebiliyordu. Tenekedeki karışım, köpeğe sürdüğü fosforlu karışımdı. Ailenin başına belâ olan cehennem köpeği havasını vermek için ve ihtiyar Sir Charles'ı korkutarak öldürmek için kullanılmıştı. Kaçak mahkûmun, çığlık çığlığa koşması boşuna değildi. İnsan, arkasından böyle bir yaratığın karanlık içinde, sıçrayarak geldiğini görünce, ister istemez korkar. Dahice bir buluş. Bozkırda onu görünce, hangi köylü ne olduğunu anlamak için, böyle bir yaratığın peşinden giderdi. Londra'da söylemiştim, şimdi yine söylüyorum, bugüne kadar şu ileride yatan adamdan daha tehlikeli bir adamın peşinden koşmamıştık. Bunu söylerken, bozkırın kızıl yamaçlarında kayboluncaya kadar uzanan üstü yeşillikli bataklığa doğru kaldırmıştı kolunu.
Devonshire'a yapmış olduğumuz trajik ziyaretten sonra, Sherlock Holmes, çok önemli iki işi almıştı biri, Nonpareil Kulübü İskambil skandalıyla ilgili Albay Upwood'un kötü hareketlerini ortaya çıkarmış ikincisi, hafızalarda kaldığı gibi, sonradan, hayatta olduğu anlaşılan ve New York'ta evlenen genç bayan Mlle Carère'yi yani, üvey kızını öldürdüğü iddia edilen, zavallı Madam Montpensier'yi kurtarmıştı. Bu güç ve önemli olaylardan başarıyla çıktığı için keyfi yerinde olduğundan, Baskerville olayının ayrıntıları üstünde konuşturabildim. Bir süredir, sabırla fırsat arayıp duruyordum, bir olayla uğraşırken, başka bir olay üstünde konuşmak istemezdi. Zeki ve çok meşgul olan kafasını asla geçmişe çeviremezdik. Sir Henry ile Doktor Mortimer, Londra'daydı, sinirlerinin düzelmesi için önerilen o uzun yolculuğa çıkacaklardı. O gün, öğleyin bize uğradıkları için, konu kendiliğinden açıldı. Kendine Stapleton diyen adamın açısından bakılacak olursa, mesele basitti, dedi Holmes, Hareketlerinin sebebini, başta bilmemize imkân olmadığı için ve olup bitenlerin ancak bir kısmını bildiğimiz için, iş çok karışık görünüyordu. Bayan Stapleton ile iki kere görüştüm. Böylece, olay her yönüyle aydınlandı ve karanlık hiçbir yanı kalmadı. Olay listesinde, B harfi altında bu konuda birkaç not bulabilirsiniz. Hafızanızdaki ana miydiniz acaba.
çizgileri söyleyemez Elbette. Ama, bütün olayları hatırlayabileceğimi söyleyemem. Şiddetli zihin faaliyeti, geçmişi garip bir şekilde siliyor. Dâvâsını çok iyi bilen ve son derece iyi savunan bir avukat, başka dâvâlarda uğraştığı zaman, ötekileri hatırlayamaz. Benim uğraştığım her olay da bir öncekini unutturuyor. Mlle Carère, Baskerville Hall olayını unuturdu. Bakarsınız, yarın başka küçük bir mesele dikkatime sunulur, Fransız bayanla albay Upwood'u unuturum. Köpek olanına gelince, olup bitenleri hatırladığım kadarıyla anlatayım, unuttuğum yerleri siz hatırlatın. Soruşturmalarımdan öğrendiğime göre, aile portresi yalan söylemiyordu, adam gerçekten Baskerville'lerdendi. Adı kötüye çıktıktan sonra Güney Amerika'ya giden ve söylendiğine göre, evlenmeden ölen şu Rodger Baskerville'nin oğluydu, Rodger, Sir Charles'ın küçük kardeşiydi. Aslında evlenmiş ve bir çocuğu olmuş, onun da asıl adı babasınınkiyle aynıymış, Costa Rica güzellerinden Beryl Garcia ile evlenmiş, daha sonra, adını Vandeleur diye değiştirip İngiltere'ye kaçmış, ve Yorkshire'ın doğusunda bir okul açmış. Bu mesleği seçmesine neden, yolda, Fraser adında veremli bir öğretmenle tanışmış olması. Adamın tecrübesinden yararlanıp, bir okul açmış. Sonra Fraser adındaki öğretmen ölüyor ve iyi iş yapmakta olan okulun durumu gittikçe kötüleşiyor. Vandeleur, adını Stapleton'a çevirmeyi uygun buluyor ve ellerinde kalan servet ve gelecek için yaptığı plânlarla birlikte, böceklere karşı olan ilgisini de unutmadan, İngiltere'nin güneyine geliyorlar. British Museum'dan öğrendiğime göre, çok meşhur biri, Yorkshire'dayken bulduğu bir kelebeğe Vandeleur adını vermiş. Şimdi, hayatının bizce çok önem taşıyan kısmına geliyorum. Adam, herhalde soruşturmuş ve kıymetli bir mülkle arasında, sadece iki hayat olduğunu öğrenmiş. Devonshire'a gittiğinde, plânlarının çok netleşmiş olduğunu sanıyorum ama, işin içinde başka bir şeytanlık olduğu belli ki, karısını kız kardeşi gibi gösteriyor. Onu bu işte kullanmayı çoktan tasarlamış. Ancak, belki kuracağı tuzağın sonuçlarını tahmin edemiyordu. Sonunda mülke sahip olmak istiyordu ve bu amaca ulaşabilmek için de, her türlü aracı kullanmaya ve bütün tehlikeleri göze almaya hazırdı. İlk işi, atalarının evine mümkün olduğu kadar yakın oturmaktı, ikincisiyse, Sir Charles Baskerville'nin yakın komşularıyla, dostluk kurmaktı. Baskerville'nin kendisi, köpekten bahsetmişti ve böylece, kendi ölümünü kendi hazırlamış oldu. Stapleton, Stapleton demeye devam edelim, ihtiyarın kalbinin zayıf olduğunu ve küçük bir darbenin, onu öldürebileceğini biliyordu. Bunu da Doktor Mortimer'dan öğrenmişti. Sir Charles'ın bâtıl itikatlı biri olduğunu ve bu uğursuz efsaneye gerçekten inandığını biliyordu. Kurnaz kafası, yaşlı Baskerville'yi öyle bir şekilde öldürmek istiyordu ki, olayın gerçek sorumlusu bulunsa bile, suç ona yüklenemesindi. Bu fikri kafasına koyduktan sonra, çok ince hareket etti. Bu plân, hazırlayan sıradan biri olsaydı, sıradan vahşi bir köpekle bu işi yapar ve bununla yetinirdi. Yaratığa şeytanî bir hava vermek için yapay araçlar kullanması dâhiyane bir buluş. Köpeği Londra'da Fulham Road'daki, Ross ve Mangles çiftliğinden almış. Bu ellerinde bulunan köpeklerin en vahşisi ve kuvvetlisiymiş. Köpeği alınca, North Devon'a getirmiş, ordan kimsenin dikkatini çekmemesi için, bozkırı yürüyerek geçmiş. Böcekleri avlamaya çalışırken Grimpen bataklığını iyice öğrendiği için, canavarı gizleyecek yeri bulmuştu. Köpeği oraya koyup fırsat beklemeye başlıyor. Fakat, pek fırsat bulamıyordu. İhtiyarı, geceleri malikânesinden dışarı çıkarmanın, imkânı olmuyordu. Stapleton kaç kere köpeğiyle pusuya yatmış ama, olmamış. Köylüler, köpeği bu boşa çıkan gezintilerin birinde görmüş ve çok korkmuşlar. Bu yüzden, şeytan köpek efsanesi doğrulanmış oluyor. Karısının, Sir Charles'ı tuzağa düşüreceğini ümit ediyordu ama, karısı sözünü dinlemiyordu. İhtiyarın gönlünü çalıp, düşmanına teslim etmeyi kabul etmemekte direniyordu. Tehditler, hatta maalesef dayak bile işe yaramıyordu. Kadın, bu işe karışmak istemediği için, Stapleton bir süre ne yapacağını şaşırdı. Sir Charles'ın dostu olduğundan, zavallı Bayan Laura Lyons'a yardım için aracılık yapmayı üstüne alıyor ve kendisini bekâr olarak gösterdiği için, kadını avucunun içine alıyor ve kocasından boşandığı takdirde, onunla evleneceğine dair söz veriyor. Sir Charles, Doktor Mortimer'ın tavsiyesiyle Hall'den ayrılmak üzereyken, plânlarını uygulama zamanı geliyor. Hemen harekete geçmesi gerekirdi, yoksa avı elinden kaçabilirdi. Böylece, Londra'ya gitmeden önce, o gece kendisiyle görüşmesi için, Bayan Lyons'a zorla o mektubu yazdırıyor. Sonra mantıkî bir fikir ileri sürerek, gitmesine engel olunca, fırsat da eline geçiyor. Akşam Coombe Tracey'ye arabayla dönüp, köpeğine fosforlu boyasını sürdükten sonra, alıp, ihtiyarın bekleyeceği kapıya getiriyor. Efendisi tarafından kışkırtılan köpek, kapının üstünden atlayıp, zavallı Baskerville'yi kovalamaya başlıyor, o da porsuklu yolda çığlık çığlığa kaçıyor. Karanlık tünelde, o büyük kara köpeği, alev fışkıran ağzını, ateş püsküren gözlerle görmek, korkunç olmalı. Yolun sonunda, kâlp krizi geçiriyor ve düşüp ölüyor. Köpek, kenardaki çimenlerin üstünde koştuğu için, görünen tek iz adamın izi oldu. Kımıldamadan yatan adamı görünce, hayvan gelip kokladı herhalde, ölü olduğunu anlayınca da dönüp gitti. Doktor Mortimer'ın gördüğü izleri o zaman bırakmış olacak. Köpek, geri çağrılıp, Grimpen bataklığına götürülüyor, olay polisi şaşırtıyor, çevre halkı korkuyor ve sonunda işe biz el koyuyoruz. Sir Charles Baskerville'nin ölümü hakkında başka bir şey yok. Şeytanca kurnazlığını görüyorsunuz, çünkü asıl katile dâvâ açılmasına imkân yok gibi bir şey. Köpek kendisini ele veremezdi. Olayla dolaylı olarak ilgisi olan her iki kadın ise, Bayan Stapleton ve Bayan Laura Lyons, Stapleton'dan kuşku duyuyorlardı. Bayan Stapleton'ın, kocasının Baskerville'ye karşı hazırladığı plândan ve köpekten haberi vardı. Fakat, bayan Lyons'ın ikisinden de haberi yoktu ama, randevunun iptalinden sonra ölüm onu da şüphelendirmişti. İkisi de onun elinin altındaydı, adamın ikisinden de korkmasına neden yoktu. Bu işin birinci kısmı kolay başarılmıştı ancak, ikinci kısmı daha zordu. Stapleton, Sir Charles'ın Kanada'da vârisi olduğunu belki bilmiyordu. Fakat, bunu çok geçmeden dostu, Doktor Mortimer'dan öğrendi, Henry Baskerville'nin gelişini bütün ayrıntılarıyla öğrendi. Stapleton'ın ilk düşüncesi bu genç yabancının daha Devonshire'a gelmeden Londra'da işini bitirmekti. İhtiyarı tuzağa düşürmeyi kabul etmediği için, karısından o günden beri çekiniyordu üstündeki etkisinin kaybolabileceğini düşünerek, gözünün önünden fazla uzaklaşmasını istemiyordu. Bu yüzden, onu da götürdü Londra'ya. Graven Street'de, Mexborough Private otelinde kaldıklarını öğrendim. Bu otel de, adamımın uğradığı yerler arasında. Orada, karısını odaya kapattıktan sonra, bir sakal takıp, Doktor Mortimer'ın arkasından Baker Street'e, oradan da istasyona ve Northumberland Oteli'ne gidiyor. Karısı olanları anlamış gibiydi ama, kocasından öyle korkuyormuş ki, elinden bir şey gelmiyordu. Bu yüzden kadın, tehlikedeki adama yazıp, durumu bildirmeye cesaret edememiş. Mektup, Stapleton'ın eline geçerse, hayatını tehlikeye atmış olacakmış, nitekim bildiğiniz gibi kelimeleri kesip gönderdi, adresi de kasıtlı olarak eksik yazdı. Sir Henrye gelen mektup, ilk uyarıydı. Stapleton için Sir Henry'nin bir eşyasını alması çok önemliydi. Bu, köpeği kullanması gerektiğinde arkasından gönderebilmek içindi. Büyük bir cesaret ve hızla harekete geçiyor, otelin temizlikçisinin bu iş için rüşvet almış olduğu belli. Ama, ilk eline geçen çizme, yeni olduğun için, işine yaramıyor. Sonra, onu geri bıraktırıp, eskisini çaldırtıyor. Çok ipucu verdi bana, gerçek bir köpek söz konusu olduğunu anladım birden, yoksa, yeni çizmenin yerine eskisini almak kaygısı, başka neye işaret olabilirdi. Bir olay, ne kadar korkunç ve garip olursa, o kadar dikkatle incelenmesi gerekir. Bir olayda en anlamsız gelen şey, iyi düşünülüp bilim açısından bakıldığında, genellikle ipucu verir. Derken ertesi sabah, dostlarımız ziyarete geliyor. Tabii, Stapleton da peşlerinde. Oturduğumuz yeri öğrenip beni tanımasından sonra, daha dikkatli davranmaya başlıyor. Stapleton'ın maceraları, yalnız Baskerville olayı ile sınırlı değil. Son üç yıl içinde, batıda bir çok hırsızlık olayı meydana gelmiş ama, faili bulunamamış bir türlü. Bunların sonuncusu mayıs ayında Folkeston Court'da oldu. Tek başına iş gören maskeli soyguncu, karşısına çıkan uşağı öldürmüş. Tükenmekte olan parasını çoğaltmak için bu gibi işlere başvurduğundan şüphem yok, uzun zamandır iflâh olmaz tehlikeli bir adam olduğu belli. O sabah bizden kaçtığı zaman, nasıl çabuk davrandığını gördük, sonra da arabacıyla bana adını göndermesindeki cüreti. O andan sonra, Londra'da olayı üzerime aldığımı anlayınca, orada artık onun için iş kalmadığını anladı. Dartmoor'a dönüp, Baskerville'nin gelişini bekledi... Bir dakika, dedim. Olayların sırasını doğru anlattığına kuşku yok ama, açıklamadığın bir konu var. Efendisi Londra'dayken köpek ne oldu. Onu da araştırdım, önemli bir taraf elbette. Stapleton'ın bir suç ortağı olduğu belli ama, her şeyini anlatıp, kendini onun eline tamamıyla vermediği de ortada. Merripet köşkünde Anthony adında yaşlı bir uşak vardı. Okul işlettiği zamandan beri, bu uşak onunla çalışıyormuş. Efendisiyle hanımfendinin karı koca olduğunu bildiğine şüphe yok. Bu adam ortadan kaybolmuş. Adam ülkeden kaçtı. İngiltere'de Anthony adına pek rastlanmaz, İspanyol, ya da Amerikalı. İspanyolca adı Anthonio. Adam, Bayan Stapleton gibi iyi İngilizce konuşuyordu ama, dili biraz sürçerdi. O adamın Stapleton'ın çizdiği yoldan, Grimpen bataklığından gittiğini, gözlerimle gördüm. Efendisi olmadığı zaman, herhalde köpeğe bakıyordu köpeğin hangi amaçla kullanılacağını bilmeyebilirdi. Stapleton'lar, Devonshire'a gidince, arkalarından Sir Henry ile sen de gittin. Ben o sırada ne yapıyordum, bir iki kelimeyle anlatayım. Belki hatırlarsınız, üstüne matbaa harfleri yapışık kâğıdı incelerken, büyük bir titizlikle damgasını aramıştım. Gözlerime iyice yaklaştırdığımda, beyaz yasemin denilen hafif bir koku duydum. Usta bir dedektifin, birbirinden ayırması gereken yetmişbeş çeşit parfüm vardır. Hemen anlaşılırsa, koku çok işe yarar. Bunu tecrübelerimden biliyorum. Koku olduğuna göre, işin içinde bir kadın var demekti, şüphelerim Stapleton'a yönelmeye başlamıştı bile. Böylece henüz yolculuğa çıkmadan, köpeğin varlığından emin olmuş ve caninin kim olabileceği hakkında şüphelerim uyanmıştı.
Stapleton'ı gözetleme oyunu oynuyordum. Sizinle olduğum takdirde, son derece dikkatli davranacağı için, bu iş amacına ulaşamayabilirdi. Bu yüzden yalnız seni değil, herkesi aldattım, herkes beni Londra'da bilirken, gizlice buraya geldim. Tahmin ettiğim gibi, bu o kadar zor değildi, hem böyle meselelerde ufak şeylere bakılmaz. Çoğu zaman Coombe Tracey'de kalıyordum, bozkırdaki kulübeyi, hareket alanına yakın olmam gerektiğinde kullanıyordum. Cartwright köylü çocuğu kıyafetiyle benimle birlikte gelmişti. Çok işime yaradı. Yemeğimi, giysilerimi, o getiriyordu. Ben Stapleton'ı gözetlerken, Cartwright, da seni gözetliyordu ve böylece bütün ipleri elimde tutabiliyordum. Raporlarının çabucak elime geçtiğini söyledim. Baker Street'den derhal Coombe Tracey'ye gönderiliyordu. Çok işime yaradılar, özellikle Stapleton'ın gerçek hayat hikâyesi. Adamla, kadının teşhisini koyduktan sonra, durumu bütün açıklığıyla kavradım. Olay, kaçak mahkûm ve onunla Barrymore arasındaki ilişkiler yüzünden çok karıştı. Bunu da çok iyi şekilde sen açığa çıkardın. Her ne kadar ben kendi gözlerimle aynı sonuca vardımsa da. Sen beni bozkırda bulduğunda, bütün olayı biliyordum ama, Jüriye sunacağım deliller yoktu elimde. O gece Stapleton'ın, Sir Henry'yi öldürmek amacıyla kaçak mahkûmun ölümüne sebep olması bile, bir delil oluşturmuyordu. Onu yakalayabilmek için, Sir Henry'yi yalnızmış gibi gösterip, Stapleton'ın saldırıya geçmesini sağlamalıydık. Böyle yaptık ve dostumuzun ağır bir şok geçirmesi pahasına işi başardık ve böylece Stapleton'ın amacına ulaşamasına engel olduk. Sir Henry'nin böyle bir şeye katlanması, itiraf ediyorum, benim hatam ama, hayvanın bizi hareketsiz bırakacak kadar korkunç bir varlık olacağı aklımın ucundan bile geçmemişti. Ayrıca, görüş açımızın daralmasına sebep olan sisi de hesaplamamıştık. Şimdi, içim rahat ve Doktor Mortimer'ın kısa süre içinde geçeceğini söylediği, bir sinir hastalığı dışında işi başarmış bulunuyoruz. Uzun bir yolculuk, dostumuzun sinirlerini düzelteceği gibi, yaralı duygularına da ilâç gibi gelecektir. Kadına karşı olan aşkı, derin ve samimiydi, bu işin onun için en kötü tarafı, kadın tarafından aldatılması oldu. Stapleton'ın, kadının üstünde büyük etkisinin olduğu belli. Kadın, ona karşı gelemiyordu. Bu, sevgiden de olabilir, korkudan da. Belki her ikisi de vardı, çünkü bu iki duygu yanyana varolabilir. Her neyse, etki büyüktü. Böylece kız kardeşi diye ortalıkta görünmeyi kabul etti ama, adam kendisini cinayet ortağı yapmak isteyince, direndi. Kocasının haberi olması ihtimali olmasaydı, Sir Henry'ye söyleyecekti, buna defalarca yapmaya çalıştı. Stapleton'ın kendisi de, kıskançlık duyuyordu. Sir Henry'nin, kadına duygularını açıkladığını görünce, sinirlerine engel olamıyor ve soğukkanlılığı sayesinde saklamayı başardığı ateşli ruhunu ortaya çıkarıyordu. Bu yüzden, kısa sürede bu işi bitirmek istiyor ve Sir Henry'nin sık sık Merripit köşküne gelmesini söylüyordu. Böylece er geç aradığı fırsatın çıkacağını düşünmekteydi. Ama, olay günü, karısı, birden aleyhine döndü. Kadın, Selden'ın ölümünü duymuştu ve köpeğin Sir Henry'nin geleceği akşam, kulübede saklandığını biliyordu. Bu cinayete karşı kocasına saldırdı, bunu korkunç bir sahne izledi, böylece ilk defa kadın, kocasına baş kaldırmış oluyordu. Kadının karşı koyuşu, adamda birden nefret uyandırdı ve kendini ele vereceğini anladı. Böylece kadını, Sir Henry'ye haber veremesin diye bağlayıp, hapsetti. Bütün o çevrede yaşayanların, Sir Henry'nin ölümünün, ailenin üstündeki lânet yüzünden meydana geldiğine inanmaları sonucu, bir oldu bittiye getirerek, karısını yeniden kazanmayı ve bildiklerini polise anlatmasına engel olabileceğini ümit ediyordu. Burada yanlış bir hesap yaptı. Çünkü, kadın böyle bir davranışı kolay kolay hazmedemezdi ve zaten, kocasından iyice soğumuştu. İşte böyle Watson, notlarıma başvurmadan, bu garip olayı tüm ayrıntılarıyla daha fazla anlatamam, başka anlatılmadık önemli bir şey kaldığını sanmıyorum. Sir Henry'yi, amcasına yaptığı gibi korkutarak öldürebileceğini ümit edemezdi ama. Hayvan çok vahşiydi ve uzun süre aç bırakıldığı için, neredeyse açlıktan ölecekti. Görünüşü, bir insanı belki korkudan öldürmeyebilirdi ama, parçalayarak öldürebilirdi. Nitekim vaktinde yetişmeseydik, öyle de olacaktı. Geriye bir tek güçlük kalıyor, Stapleton vâris olarak ortaya çıkınca, bu durumunu nasıl açıklayacaktı, yani malikâneye bu kadar yakın oturup da kendisini ortaya çıkarmamasını. Mirasta, şüpheye ve sorguya meydan vermeden nasıl hak iddia edebilirdi . Bu çok zor bir soru ve çözmem için, ortaya çok soru çıkarıyorsun. Benim araştırma alanım, geçmiş ve bugün fakat, insanın gelecekte neler yapacağını bilmek güç. Bayan Stapleton, bu konuyu birkaç kez dinlemiş kocasından. Üç çıkar yol vardı Güney Amerika'ya gider, oradaki İngiliz makamlarına kendini tanıtır ve İngilter'ye hiç gelmeden, serveti istetebilirdi ya da bir şey uydurur, bir süre Londra'da kalması gerektiğini ileri sürebilirdi veya bir suç ortağı bulur, onu vâris gibi gösterip, gelirin bir kısmını kendi alırdı. Tanıdığımız kadarıyla bu adam, tüm zorluklara karşı, mutlaka bir çıkar yol bulurdu. Sevgili dostum Watson birkaç haftadır çok çalıştık. Bir gece için olsun, kafamızı daha eğlenceli bir tarafa yöneltebiliriz sanıyorum. Les Huguenots'da bir loca ayırttım. De Reszkes'i duydun mu hiç. Lütfen, yarım saate kadar hazır ol, oraya gitmeden önce, yolda Marcini'ye şöyle bir uğrar, güzel bir akşam yemeği yeriz.
[1]Dolikosepfalik, Dolichosephalic Kafanın dar ve uzun olma durumu. (y.n.) [2]Supraorbital Tıp, Göz çukuru Lorbita üzerinde. (y.n.) [3]Parietal Tıp, Organın çevresi. (y.n.) [4]Antropoloji Fr, Anthropologie, Yun. Anthropos İnsan-Logos İnsanın kökenini, evrimini, biyolojik özelliklerini, toplumsal ve kültürel yönden inceleyen bilim, insan bilimi. (y.n.) [5] Yeni gezginler. (y.n.) [6]Neolitik Çağ Taş devrinin son çağı ve bununla ilgili. [7] Cyclopides Lat. Bir cins böcek.
Seni o kadar iyi tanıyorum ki, ne düşündüğünü biliyorum Kötü olasılıklar Boyanmış gül kadar kırmızı kan için Kara delik Kaya ve taş Eşsiz adam Kusursuz mekan Eşsiz hizmet Dürüstlüğün önemi Suçlu hissetmek gereksiz Meydan okuma Çatışma Başlangıcın sonu İkinci Kısım Korkunç Oyunlar Kan gölü Hiçbir yere gitmeyen ayak izleri Dünyanın pislikleri Bir aile dostu Öncelikler Düzeltme İz bırakmadan Yılın cinayeti Gurney'in sorgulanması Boş çek Sheridan'ı tanımak Olay yerine dönüş Geriye doğru Büyük köşk Bronx'tan gelen telefon Üçüncü Kısım Başa Dönüş Temizlikçi geliyor Berbat bir gece Karanlık bir gün Işığa doğru sendeleyiş Bir olaydan diğerine Üçlü felaket Zor adam Seninle bir randevumuz var, bay 658 Karanlıktan gelen silah sesi Gerçek dünyaya dönüş Baş aşağı Madeleine Son tartışmalar Huzur içinde yatmak için şimdi harekete geç Basit bir plan Wycherly'ye hooş geldiniz Geçmişi olan ev Hepsini öldür Araştırma Açıklama Şafak sökmeden ölüm Son ve başlangıç Teşekkür Yazar hakkında Notlar Seni o kadar iyi tanıyorum ki Ne düşündüğünü biliyorum Mektupta şöyle yazmaktadır Aklından herhangi bir sayı tut -1 ila 1000 arasında herhangi bir sayı. Mellery öylesine 658 sayısını tutar. Not şöyle devam etmektedir Sırlarını nasıl bildiğimi göreceksin. Küçük zarfı aç. Aldıklarını geri vereceksin Vermiş olduklarını aldığın zaman.
Biliyorum ne düşündüğünü, Ne zaman uyuduğunu, Nereye gittiğini, Nereye gideceğini. Seninle bir randevumuz var, Bay 658.
Aklından Bir Sayı Tut sıradanlıklara meydan okuyan, anında başınızı döndürecek ve ilgi çekici karakterlerinin kalp atışlarını tüm gerçekliğiyle hissedeceğiniz, kolay kolay unutamayacağınız bir roman. Baştan sona zekice yazılmış, hızlı bir anlatıma ve keskin virajlara sahip. Aklından Bir Sayı Tut özgünlüğü ve kışkırtıcı konusu ile sivrilmeyi başarıyor. John Katzenbach Çok, çok uzun zamandır okuduğum en iyi romanlardan biri. Aklınızı başınızdan alacak... John Verdon öyle ışıl ışıl ve incelikli yazıyor ki kıskanmadan edemedim. Tess Gerritsen Tess Gerritsen Bu kitap bayatım boyunca okuduğum en iyi romanlar arasında ilk sırada... Dilbaz ve kalp parçalayıcı okuyucu son sayfaya kadar şüpheli bir bekleyiş içinde bırakıyor. Zekice işlenmiş kurgusu nefesinizi kesecek... Asla kaçırılmayacak türden. John Lescroat Gerçekten de elinizden bırakamayacaksınız. Daha önce hiçbir eser beni bu kadar içine çekmemişti... John Verdon kusursuz karakterlerle bezeli kusursuz bir kurgu yaratmış ve gerçekten de işini biliyor. Nelson DeMille Bağımlılık yapıcı ve zihin kurcalayın... en derin, en ilkel korkularımızla kadar iniyor... Bu hikâye sizi demir çene tuzağı gibi yakalayacak. Joseph Finder Okuyucuyu yerinde kıpır kıpır eden, sayfalardan fırlayacakmış gibi canlı karakterlere sahip, zarif ve titizlikle yazılmış bir ilk yapıt Faye Kelleran Baştan sona zekice yazılmış, hızlı bir anlatıma ve keskin virajlara sahip. Aklından Bir Sayı Tut özgünlüğü ve kışkırtıcı konusu ile sivrilmeyi başarıyor. John Katzenbach Giriş Neredeydin. dedi yataktaki yaşlı kadın. Tuvaletimi yapmam gerekiyordu ama yanımda kimseyi göremedim. Genç adam, onun hırçın ses tonuna karşılık, ayakucunda duruyor ve sakin bir şekilde gülümsüyordu. Kelimelerin ne anlama geldiğini unutmuş gibi, belli belirsiz bir sesle Tuvaletimi yapmam gerekiyordu, diye tekrarladı. Adam, Sana iyi haberlerim var, anne, dedi. Yakında her şey yoluna girecek. Her şey hallolacak.
Beni bıraktığın zamanlarda nereye gidiyorsun. Sesi daha net ve hırçındı. Uzağa değil, anne. Benim asla uzağa gitmediğimi iyi biliyorsun. Yalnız kalmaktan hoşlanmıyorum. Yüzüne bir gülümseme yayıldı neredeyse mutlu olmuştu. Çok yakında işler düzelecek ve her şey olması gerektiği gibi olacak. Bana güvenebilirsin, anne. Durumu düzeltmenin bir yolunu buldum. Aldığını geri verecek, vermiş olduğunu aldığı zaman. Öyle güzel şiir yazıyorsun ki... Odada hiç pencere yoktu. İçerideki tek ışık kaynağı olan, yatağın yanındaki duvara yapışık lamba, kadının boğazındaki büyük yarayı ve gözlerindeki gölgeyi belirginleştiriyordu.
Duvarın arkasında parlak bir şey görmüşçesine uzaklara bakarak, Dans etmeye gidecek miyiz. diye sordu. Tabii, anne. Her şey mükemmel olacak. Benim Ördek Dickie'ın nerede. Yanı başında, anne. Ördek Dickie yatağa gelecek mi. Uyku vakti, uyku vakti, uyku vakti. Tuvaletimi yapmam gerekiyor, dedi, cilveli denebilecek bir tonla.
Birinci Kısım Birinci Bölüm Polisin Sanatı Jason Strunk anlatıldığı kadarıyla otuzlarında, sessiz sakin, silik tipli bir adamdı. Komşuların pek görmediği ve görünüşe bakılırsa duymadığı birisiydi öyle ki hiçbiri onun söylediği tek bir kelimeyi bile tam olarak hatırlayamadı. Hatta konuşabildiğinden bile şüphelilerdi. Başını mı sallardı, merhaba mı derdi, birkaç kelime mırıldanır mıydı. Kimse hatırlamıyordu. Bay Strunk'ın orta yaşlı, bıyıklı adamlar öldürme takıntısı olduğu, cesetlerini eşi görülmemiş ve oldukça sinir bozucu bir şekilde ortadan kaldırdığı ortaya çıkınca, tüm komşuları şaşkınlıklarını dile getirdi, bazıları ise bir süre inanmadı. Adam, öldürdüğü kişilerin cesetlerini küçük parçalara ayırıp, renkli paketlere sardıktan sonra, onları Noel hediyesi olarak bölgedeki polis memurlarına gönderiyordu. Dave Gurney, Jason Strunk'ın bilgisayar ekranından kendisine bakan uysal yüzünü dikkatlice inceledi. Karşısındaki, Teşkilat Merkezi'nin arşivindeki orijinal sabıka fotoğrafıydı. Fotoğraf, gerçek yüz boyutlarına uygun olacak şekilde büyütülmüş ve kenarlarında Gurney'in yeni öğrendiği bir fotoğraf düzenleme programının araç çubuğu simgeleri sıralanmıştı. Parlaklık ayarı yapan simgelerden birisini Strunk'ın sağ gözüne doğru hareket ettirip, üzerine tıkladı. İyice belirginleşen bu bölgeyi incelemeye koyuldu. Daha iyi, ama yine de çok iyi değil. Gözler her zaman işin en zor kısmıydı - gözler ve ağız - ama anahtar noktalardı. Bazen küçücük bir noktanın duruşu ve yoğunluğu üzerinde saatlerce çalışırdı. O kadar uğraşmasına rağmen bazen çok iyi sonuçlar elde edemezdi. Yeterince iyi olmadıkları için, bu sonuçlardan Sonya'ya ve tabii ki Madeleine'e bahsetmezdi. Gözlerin sırrı, gerilimi ve çelişkiyi her şeyden daha iyi yakalayabilmesindeydi. Gurney'in, birlikte kayda değer vakit geçirme şansına sahip olduğu katillerin gözlerinde gördüğü, acımasızlık izlerinin delip geçtiği çekingen bir uysallıktı. Jorge Kunzman'ın (en son çıktığı kişinin kafasını buzdolabında saklayan ve yeni bir sevgili bulduğu an buzdolabındaki kafayı yenisiyle değiştiren Walmart marketi çalışanı) sabıka fotoğrafını dikkatle incelediğinde de aynı bakışı yakalamıştı. Bay Kunzman'ın sıkkın ifadesinin ardında pusuya yatmış derin, siyah boşluğu fark etmesi sonucu bildirdiği an Sonya'nın heyecan dolu tepkisi ve övgü dolu sözleriyle gerçeğin bir kez daha kanıtlanması onu memnun etmişti. Onu, Sonya'nın İthaca'daki galerisinde 'Yakalayan kişinin elinden Katil Portreleri' adıyla, üzerinde uğraştığı fotoğrafları sergilemeye heveslendiren şey, bu memnuniyet duygusu ve Sonya'nın koleksiyoncu bir arkadaşının aniden bu fotoğrafı satın almasıydı. Sanata ve özellikle güncel sanata ilgi duymayan, şöhretten nefret eden, yeni emekli olmuş bir New York Polis Teşkilatı () cinayet dedektifinin, küçük bir üniversite şehrindeki şık bir sanat sergisinin odağı haline nasıl geldiği sorusuna verilen iki, birbirinden çok farklı yanıt vardı Biri kendisinin diğeri de eşinin. Ayrıca bu, eleştirmenlerin ustalıkla incelenmiş, vahşeti gözler önüne seren, fotoğraflar karmasında yeni bir çığır şeklinde tanımladığı bir sergiydi. Kendisine kalırsa her şey Madeleine'nin onu, Cooperstown Müzesi'nde, sanat hakkında bir kursa birlikte gitmeye ikna etmesiyle başlamıştı. Madeleine onu daima açmaya, dışarı çıkarmaya çalışırdı - çalışma odasından, evinden, kendisinden dışarı içeriden dışarı. Gurney, kendi kontrolünü kaybetmemek için en iyi taktiğin bazen teslim olmak gerektiğini öğrenmişti. Sanat kursuna gitmeyi kabul etmesi de bu taktiğin gerektirdiklerinden biriydi. Kurs boyunca öylece oturup, bitmesini bekleme fikri gözünü korkutsa da, bu kursun baskılara karşı bağışıklık kazanmasını sağlayacağını umuyordu en azından kursun sonrasındaki birkaç ay boyunca... Aslında miskin birisi değildi, hatta bundan çok uzaktı. Kırk yedi yaşında olmasına rağmen elli şınav, elli barfiks, elli mekik çekebiliyordu. Yalnızca bir yerlere gitmeyi pek sevmiyordu. Fakat kurs işi şaşırtıcı bir sürprize dönüştü aslında üç sürprize. Birincisi, kurstan önce sandığı gibi derslerde uyanık kalmaya çalışmanın aksine, galerinin sahibi, bölgenin ünlü sanatçısı ve aynı zamanda eğitmeni olan Sonya Reynolds'ı çok ilginç buldu. Kuzey Avrupalı Catherine Deneuve havasındaki tipik güzellerden değildi. Yüzüne somurtkan bir hava katan dudakları, belirgin elmacık kemikleri ve uzun bir burnu vardı. Fakat tek tek bakıldığında güzel olmayan bu parçalar, derin ve buğulu bakan yeşil gözleriyle ve rahat, doğasından gelen şehvetli tavrıyla birleşerek çarpıcı denecek kadar güzel bir bütün oluşturuyorlardı. Sınıfta fazla erkek yoktu yirmi altı katılımcıdan yalnızca altısı erkekti. Ama altısının da tüm dikkati onun üzerindeydi. İkinci sürpriz ise konuya karşı olumlu tepkisiydi. Sonya, özel ilgi alanına girdiği için fotoğrafçılık sanatına, üzerinde oynamalar yaparak fotoğrafın aslından daha güçlü ve anlamlı hale getirilmesi konusuna önemli ölçüde zaman ayırmaktaydı. Üçüncüsü ise on iki haftalık kursun üçüncü haftasında, Sonya bir gece, çağdaş bir sanatçının bol ışıklı portrelerinden birisini heyecanla eleştirirken gerçekleşti. Gurney portreye bakarken aklına bir fikir geldi. Bunu özel erişim izninin bulunduğu farklı bir alan için kullanabilir ve olaya farklı bir bakış açısı getirebilirdi. Bu çılgın fikir onu garip bir şekilde heyecanlandırmıştı. Bir sanat kursundan beklediği son şey, heyecan verici olmasıydı. Bu düşünce - tüm kariyerini onu araştırmaya, izini sürmeye ve alt etmeye adadığı canavarın doğasını yakalayacak ve yansıtacak biçimde sabıka fotoğraflarını büyütme, netleştirme ve koyulaştırma fikri - aklına yerleştikçe, itiraf etmeye çekineceği kadar sık mesele üzerinde kafa yormaya başlamıştı. Her şeyden önce, o, her soruya iki açıdan bakabilen, her yargının ardındaki hatayı ve her heyecanın altındaki tecrübesizliği görebilen bir adamdı. O güneşli kasım sabahında, çalışma odasındaki masada Jason Strunk'ın sabıka fotoğrafını incelerken, uğraştığı işin verdiği heyecan bir anda arkasından bir şeyin yere düşme sesiyle bölündü.
Madeleine herhangi birisine sıradan, fakat kocasına gergin gelecek bir ses tonuyla Bunları buraya bırakıyorum, dedi. Omzunun üzerinden arkasına dönüp, gözlerini kısarak, kapının arkasına konmuş çuvala baktı. Neyi bırakıyorsun. diye sordu, cevabını bile bile. Madeleine ses tonunu değiştirmeden Laleleri, dedi. Lale soğanları mı demek istedin. Bu aptalca bir düzeltme olmuştu ve ikisi de bunun farkındaydı. Bu yalnızca, Madeleine ondan bir şey yapmasını istediğinde fakat kendisi bunu istemediğinde kızgınlığını ifade etmesinin bir yoluydu. Onlarla burada ne yapmamı istiyorsun. Onları bahçeye çıkar. Ekmeme yardım et. Madeleine ona, bahçeden bir şeyi, yeniden bahçeye götürmesi için ofise getirmesinin ne kadar mantıksız olduğunu söylemeyi düşündü fakat yalnızca düşünmekle yetindi. Hafif kızgın bir ses tonuyla İşimi bitirir bitirmez, dedi. Bu harika Hindistan'daki yaz günlerini andıran günde, uzanıp giden kızıl sonbahar ağaçlan ve tepedeki, zümrüt yeşili çimenleri gören bahçeye lale soğanları ekmenin pek de zor bir iş olmadığının farkındaydı. Yalnızca işinin bölünmesinden nefret ediyordu. Bu bölünmeye verdiği karşılık ise, ona özgü çok güçlü bir özellikti Bu kadar iyi bir dedektif olmasını sağlamış olan doğrusal ve mantıklı düşünme şekli - bir şüphelinin hikâyesindeki en ufak bir boşluğu yakalayabilen, birçok gözün göremeyeceği kadar küçük çatlakları fark eden aklı. Madeleine onun omzunun üzerinden bilgisayar ekranına baktı. Böyle bir günde bu kadar çirkin bir şey üzerinde nasıl çalışa biliyorsun. diye sordu.
İkinci Bölüm Kusursuz Kurban David ve Madeleine Gurney, Walnut Crossing kasabasının sekiz kilometre dışında, Delaware bölgesindeki bir çıkmaz sokağın sonunda, çayırların üzerine inşa edilmiş, on dokuzuncu yüzyıldan kalma olmasına rağmen sağlam duran bir çiftlik evinde yaşıyorlardı. Dört dönüm arazi vişne, meşe ağaçlan ve akçaağaçlarla çevriliydi. Ev, mimarideki basitliğinden bir şey kaybetmemişti. Evi satın aldıkları yıl içerisinde, eski sahibinin yaptığı ve hoşlarına gitmeyen şeyleri kendilerine uygun hale getirmeye çalışmışlardı - örneğin kasvetli alüminyum pencereleri, bir önceki yüzyılın tarzına uygun ahşap pencerelerle değiştirdiler. Bunu büyük bir tarih aşkıyla yaşadıklarından değil, geçmişte kalmış estetik anlayışının daha hoş olduğuna inandıklarından yaptılar. David ve Madeleine, bir evin nasıl görünmesi ve nasıl bir duygu vermesi gerektiği konusunda oldukça uyumlulardı - ancak David aralarındaki bu uyumun son zamanlarda giderek azaldığını düşünmeye başlamıştı. Kendisini gün boyu yiyip bitiren bu düşünce, eşinin, üzerinde çalıştığı portreyi çirkin bulmasıyla harekete geçmişti. Lale ekme işinden sonra, Muskoka sandalyesinde uyuklarken, bilinci yarı açık bir halde bunu düşünüyordu ki, Madeleine'in çimenlerin üzerinden ayaklarını sürüyerek yanına geldiğini duydu. Ayak sesleri yanı başında kesilince, bir gözünü açtı. Her zamanki sakin, hafif tavrıyla Sence kano gezintisine çıkmak için çok mu geç oldu. diye sordu. Ustaca ayarladığı ses tonunda hem sorgulayan hem de meydan okuyan bir tın vardı. Madeleine kırk beş yaşında, ince, atletik vücutlu kolayca otuz beş yaşında sanılabilecek bir kadındı. İçten, sakin fakat sorgulayan bakışlara sahipti. Saçları hasır bahçe şapkasının altında toplanmış, yanlardan çıkan birkaç tel görünüyordu. David, onun sorusunu kendi kafasına takılan başka bir soruyla karşıladı. Sence gerçekten çirkin mi. Madeleine hiç tereddüt etmeden Tabii ki çirkin, dedi. Çirkin olmaması mı gerekiyordu. Adam bu yorumun karşısında kaşlarını çattı.
Elimdeki dava konusu kastediyorsun. diye sordu.
kişiyi mi Başka kimi kastedebilirim. Omuz silkip Bilmiyorum, dedi. Bunu bütünüyle küçümsüyor gibisin - yalnızca kişiyi değil de yaptığım işin tamamını... Üzgünüm. Kadın üzgün görünmüyordu. David bunu tam dile getirecekken, kadın, konuyu değiştirdi. Eski sınıf arkadaşını göreceğin için heyecanlı mısın. Sandalyesinde arkasına yaslanıp biraz da gömülerek Çok da değil, dedi. Geçmişteki anıları yâd etme konusunda çok iyi değilim. Belki de senin çözmeni istediği bir cinayet davası vardır. Gurney yüzündeki ifadeden anlam çıkarmaya çalışarak eşine baktı. Yumuşak bir ses tonuyla, Benimle bu yüzden mi görüşmek istediğini düşünüyorsun. diye sordu. Sen bu alanda ünlü değil misin. Sesindeki öfke hissediliyordu. Son aylarda eşindeki bu tavrı sık sık fark eder olmuştu ve bunun neyle ilgili olduğunu bildiğini düşünüyordu. Meslekten emekli olmasıyla, hayatlarında ne gibi farklılıklar olacağı, David'in nasıl değişeceği konusunda, ikisinin girdiği beklentiler birbirinden farklıydı. Yine son zamanlarda, tüm vaktini alan suçluların portreleri projesi işinin etrafında garip, hastalıklı düşünceler birikiyordu. Bu alandaki çalışmalarında Madeleine'in olumsuz tavrını, Sonya'nın istekli tavrına bağlıyordu. Onun da ünlü olduğunu biliyor muydun. Kimin. Sınıf arkadaşının.
Aslında hayır. Telefonda bir kitap yazdığından bahsetti ve ben de bunun üzerinde kısaca durdum. Ünlü olduğunu bilmiyordum. İki kitap, dedi Madeleine. Peony'deki bazı kuramların yöneticiliğini yapıyor. PBS'te yayınlanmış bir dizi konuşması var. İnternetten kitap kapağını bulup, çıktısını aldım. İstersen bir göz atabilirsin. Bana kendisi ve kitapları hakkında bilmem gereken her şeyi anlatacağını düşünüyorum. Çekindiği bir şey olduğunu sanmıyorum. Nasıl biliyorsan öyle yap. Fikrini değiştirirsen diye, çıktıları masana bıraktım. Her neyse, Kyle aramıştı. Adam gözlerini kadına dikti. Ona daha sonra döneceğini söyledim. İstediğinden daha hırçın bir tonla Bana neden seslenmedin. diye sordu. Oğlu sık aramazdı.
Ona seni çağırabileceğimi söyledim ama işini bölmek istemedi. Acil bir şey olmadığını söyledi. Başka bir şey dedi mi. Hayır. Döndü ve sık, ıslak çimenlerin üzerinden eve doğru yürümeye başladı. Yan kapıya varıp, elini kapı koluna uzattığı sırada bir şey hatırlamış gibi arkasına baktı. Abartılı bir heyecanla konuşmaya başladı. Kitap kapağında okuduklarıma göre eski sınıf arkadaşın tıpkı bir azize benziyor. Her konuda mükemmel olan bir güzel davranış rehberi gibi... Bir cinayet dedektifine ne danışacağını anlamıyorum. Emekli bir cinayet dedektifi, diye düzeltti Gurney. Kadın çoktan içeriye gitmiş ve ardından kapıyı tam kapatmamıştı.
Üçüncü Bölüm Cennette Bela Ertesi gün öncekine göre daha güzeldi New England takvimindeki kasım ayı resimlerine benziyordu. Gurney sabah 7 00'de uyanıp duş almış ve tıraş olmuştu kot pantolonunu, ince, pamuklu süveterini giymişti. Alt kattaki yatak odasının dışındaki mavi avluda, bez sandalyesine oturup kahvesini yudumluyordu. Avlu ve avluya açılan kapı, Madeleine'in ısrarıyla eve sonradan eklenmişti. Madelein'in bu tür konularda iyiydi. Neyin mümkün olduğunu, neyin nereye yakışacağım rahatça görebilirdi. Bu da onun pek çok özelliğini ortaya koyuyordu Olumlu sezgileri, pratik zekâsı, hayal kırıklığına uğratmayacak bir zevki. Fakat fikir ayrılığına düştüklerinde içlerinde biriktirdikleri öfkeler ve kırgınlıklar söz konusu olduğunda - David onun güçlü yanları üzerinde yoğunlaşmakta zorlanıyordu. Kyle'ı geri aramayı unutmamalıydı. Walnut Crossing ve Seattle arasındaki saat farkı yüzünden üç saat beklemesi gerekiyordu. Kahvesini iki eliyle kavrayarak, sandalyesine daha da gömüldü. Kahvesiyle birlikte yanında getirdiği dosyaya bir göz attı ve yirmi beş senedir karşılaşmadığı sınıf arkadaşının görünüşünü hayal etmeye çalıştı. Madeleine'in bir kitap sitesinden çıkardığı kitap kapaklarındaki fotoğraf ona görüntünün yanında, arkadaşının kişiliğini de hatırlattı - İrlandalı aksam ve olağanüstü sevimli gülümsemesi onun tamamlayıcı unsurlarıydı. karakterinin İkisi Bronx'taki Rose Hill kampüsünde üniversite öğrencisiyken, Mark Mellery espri ve içtenlik anlayışı olan, enerji dolu ve hırslı olma çabasının ardındaki karanlık boşluklarını zaman zaman belli eden, değişik bir karaktere sahipti. Her zaman kenarlardan yürüme eğilimi vardı - aşağı doğru kıvrılan bir çizginin üzerinde yan yan yürümeye çalışan, sendeleyen bir tür dahi gibi aynı anda hem umursamaz hem çıkarcı bir adamdı. İnternet sitesinde yer verdiği biyografisine göre, yirmilerinde onu hızla aşağılara götüren çizgi, otuzlarında sarsıcı bir manevi aydınlanmadan sonra tam tersine dönmüştü. Gurney, kahve bardağını koltuğun dar koluna yerleştirip, dosyayı dizlerinin üzerinde açtı. Mellery'den bir hafta önce aldığı mesajı yeniden açıp, tekrardan, satır satır inceledi. Merhaba Dave, Umarım bunca zaman sonra eski bir sınıf arkadaşının seninle iletişim kurma isteğini yadırgamazsın. İnsan geçmişten gelen bir sesin neler anlatabileceğinden asla emin olamıyor. Öğrenci birliği sayesinde, aynı okul geçmişine sahip olduğum kişilerle iletişimimi koparmadım ve mezunlarla ilgili haberleri yıllardır keyifle takip ediyorum. Birden çok olayda gösterdiğin başarıyı ve kazandığın namı gördüğümde mutlu oldum. Açıkçası okulda tanıdığım Dave Gurney'i düşününce bu beni pek de şaşırtmadı.) Ardından, yaklaşık bir sene önce, senin polis teşkilatından emekli olduğun - ve Delaware Bölgesine taşındığın haberini aldım. Bu ilgimi çekti çünkü ben de Peony Kasabası'nda yaşıyorum. Ne derler bilirsin İki adımlık yer . Duyup duymadığını bilmiyorum ama ben burada Ruhani Yenilenme Enstitüsü isminde, bir çeşit tedavi evi işletiyorum. Fantastik gelebilir, farkındayım, oysa gerçeğin ta kendisi...
Yıllardır seninle tekrar görüşme isteği duyup da, bunu yapmamama rağmen, sonunda beni rahatsız eden bir olayın üzerine, düşünmeyi bırakıp hemen iletişime geçmem gerektiğini düşündüm. Bu konuda en çok senden gelecek tavsiyenin bana yardımcı olabileceğine inanıyorum. Bu yüzden sana kısa bir ziyarette bulunmak istiyorum. Eğer bana yarım saat ayırabilmen mümkünse, Walnut Crossing'deki evine gelmek isterim - ya da senin uygun gördüğün herhangi bir yere. Kampüsteki sohbetlerimizi ve Shamrock Bar 'da yaptığımız uzun konuşmaları hatırlayınca, kafamı karıştıran bu sorunu paylaşabileceğim en doğru insan olarak seni görüyorum ve bunu kayda değer iş deneyiminden dolayı söylemiyorum. Bunun senin ilgini çekip çekmeyeceği benim için ayrı bir mesele. Başka hiç kimsenin aklına gelmeyecek şekillerde parçaları bir araya getirmek senin en büyük yeteneğin. Ne zaman seni düşünsem, senin mantığın ve olağanüstü berraklıktaki akıl yürütme yolun aklıma geliyor ve benim şu anda buna çok ihtiyacım var. Birkaç gün içerisinde seni öğrenci ajandası için bıraktığın numaradan arayacağım dolayısıyla o numaranın doğru ve geçerli olmasını umuyorum. En iyi dileklerimle, Mark Mellery Sözü edilen telefon birkaç gün sonra geldi. Gurney duyduğu sesi hemen tanımıştı. Sesinde, gerginliğin verdiği titreme dışında ilginç bir şekilde hiç değişim yoktu. Bu kadar zamandır haberleşmemiş olmakla ilgili yapılan birkaç açıklamadan sonra Mellery asıl konuya geldi. Gurney'le birkaç gün içerisinde görüşmesi mümkün müydü. Durum acil olduğu için ne kadar erken olursa o kadar iyiydi. Yeni bir gelişme olmuştu. Bunu telefonda konuşamazlardı ve Gurney durumu öğrendiğinde onu daha iyi anlayacaktı. Mellery'nin ona göstermesi gereken şeyler vardı. Hayır, bu polisin bakabileceği bir sorun değildi, sebebini gelince anlatacaktı. Hayır, bu hukuki bir sorun da değildi, en azından şimdilik. Ortada herhangi bir suç yoktu, kimse tehdit altında değildi - bunlar için elinde kanıt yoktu. Tanrım, bu şekilde konuşmaları hiç de kolay değildi karşılıklı görüşmeleri her şeyi kolaylaştıracaktı. Evet, Gurney'in artık özel dedektiflik işlerine bakmadığını anlıyordu. Fakat yalnızca yarım saat, onunla yarım saat görüşmesi gerekiyordu. Gurney başından beri garip duygular içerisinde, bu görüşmeyi kabul etti. Merakı genellikle suskunluğunu yeniyordu ve bu olayda Mellery'nin yumuşak konuşması altında gizlenen gerginliğin sebebini merak ediyordu. Tabii ki çözülmesi gereken bir bilmece, kendisi bunu kabul etmese de, onu bütün gücüyle içine çekiyordu. Gurney mesajı üçüncü kez okuduktan sonra, dosyaya geri koydu ve geçmişinin bulanık hatıraları arasında gezinmeye başladı Mellery'nin akşamdan kalma ve sıkılmış bir şekilde geldiği sabah dersleri, öğleden sonra yavaş yavaş kendine gelmeye başlaması, ders aralarında alkolün verdiği rahatlıkla kıvrak zekâsının ürettiği ağır şakalar... Doğuştan oyuncuydu ve okulun tiyatro topluluğunun yıldızıydı - Shamrock Bar'da ne kadar hayat doluysa, sahnede onun iki katı canlıydı. İzleyicisiyle var olabilen bir adamdı - insanların ona duyduğu hayranlık, onu kendi içinde zirveye çıkarıyordu. Gurney dosyayı açtı ve mesajı bir kez daha okudu. İlişkilerini tarif etme şeklinden rahatsızlık duymuştu. Aralarındaki görüşmeler Mellery'nin bahsettiğinden daha az, daha önemsiz ve daha az samimi olmuştu. Fakat Mellery'nin kelimeleri dikkatle seçtiği izlenimine kapılmıştı - basit görünmesine rağmen mektup tekrar tekrar yazılmış, üzerinde düşünülmüş ve defalarca düzeltilmişti -övgü dolu sözler ise, mektuptaki diğer her şey gibi, belli bir amaç için kullanılmıştı. Ancak asıl amaç neydi. Şimdilik göründüğü kadarıyla amaç Gurney'i yüz yüze görüşmeye ikna etmek ve söz konusu sorun her neyse, onu çözüme dahil etmekti. Bundan daha fazlasını söylemek zordu. Bu sorunun Mellery için büyük önem taşıdığı açıktı yazdığı mektupta endişe ve samimiyet karışımı bir duyguyu doğal bir yolla karşı tarafa aktarabilmek için bu kadar zaman harcamasının açıklaması buydu. Bu bilmece karşısında çaresiz kalabileceğini kibarca belirterek ona meydan okurken, açık olan kaçış kapısını da kapatıyordu. Böylece Gurney'in özel soruşturmalara bakmadığım söylemesi ya da yardım etmek istememesi ihtimalini ortadan kaldırmış oluyordu. Seçilen kelimelerin amacı, eski bir arkadaşın kaba bir şekilde, isteksizlik yüzünden reddedilmesini engellemekti. Evet, bu mektup titizlikle yazılmıştı.
Titizlik. Bu yeni bir şeydi, öyle değil mi. Kesinlikle Mark Mellery'e ait özelliklerden biri değildi. Bu gözle görülür değişme Gurney'in ilgisini çekmişti. Tam ipucunu yakalamışken, Madeleine arka kapıdan çıkıp Gurney'e doğru, yolun üçte ikisini yürüdü. Donuk bir tonla Misafirin geldi, dedi. Nerede. Evde. Yere baktı. Sandalye kolunun üzerinde bir arı vızıldıyordu. Elini sertçe sallayarak arıyı kovdu. Ondan buraya gelmesini rica et, dedi. Onu içeride ağırlamak gereğinden fazla kibar kaçacaktır.
Madeleine hem kederli hem de alaycı bir şekilde eleştiren ses tonuyla Öyle, değil mi. dedi. Her neyse, kitap kapağındaki fotoğrafın kopyası gibi - hatta daha fazlası... Hatta daha fazlası mı. Bunun anlamı nedir. Çoktan eve doğru yürümeye başlamıştı ve cevap vermedi.
Dördüncü Bölüm Sarılmayı düşünüyormuş gibi Gurney'e doğru ilerledi fakat bir şey onu duraksattı. Kollarını açarak Davey. diye bağırdı. Davey mi. diye düşündü Gurney. Mellery Aman Tanrım. diye devam etti. Hiç değişmemişsin. Seni görmek harika. Hâlâ aynı göründüğünü görmek harika. Davey Gurney. Seni Fordham'dayken, Robert Redford'un Başkanın Bütün Adamları filmindeki haline benzetirlerdi. Hâlâ benziyorsun - hiç değişmemişsin. Benim gibi kırk yedi yaşında olduğunu bilmeseydim, seni otuz yaşında sanırdım. İki elini uzatarak çok değerli bir şeyi tutuyormuş gibi Gurney'in elini sıktı. Bugün arabayla Peony'den Walnut Crossing'e gelirken, senin her zaman ne kadar sakin ve oturaklı bir insan olduğunu düşündüm. Duygu dolu bir vaha - evet bu sensin, duygu dolu vaha. Hâlâ aynı bakışlara sahipsin. Dave Gurney - sakin, sade ve oturaklı - ve tabii kasabanın en parlak zekâlısı. Nasılsın. Mellery bu kadar heyecanlıyken, Gurney elini çekip, sakince Mutluyum, dedi. Bir sıkıntını yok. Mellery anadilinden olmayan bir kelimenin anlamını hatırlamaya çalışır gibi, hecelerin üzerine basarak Mutlu... diye tekrarladı. Bu ev ne kadar güzelmiş. Gerçekten çok güzel... Madeleine'in iyi bir zevki var. Oturalım mı. Gurney, deriden yapılmış iki sandalyeye doğru yürüdü. Oturduklarında bir elma ağacı ve kuş havuzunun arasından birbirlerini görebileceklerdi. Mellery kendisine gösterilen sandalyeye yönelmişti ki bir an duraksadı. Yanımda bir şey vardı... Bu olabilir mi. Madeleine elinde şık bir evrak çantasıyla evden çıkmış yanlarına geliyordu. Sade fakat pahalı bir çanta, tıpkı Mellery'nin üzerindeki diğer her şey gibi... El yapımı İngiliz ayakkabılarından (rahat ve az cilalı), muntazam dikişli kaşmir (hafiften kırıştırılmış), spor ceketine kadar - paranın kontrol ettiği değil parayı kontrol eden, kendisini yormadan başarıya ulaşan, çaba sarf etmeden servet edinmiş adam izlenimini, bilinçli ve hesaplı bir şekilde vermek ister gibiydi. Ancak gözlerindeki rahatsız ifade farklı bir mesaj taşıyordu. Mellery, büyük bir rahatlamayla Madeleine'den çantayı alırken Ah, evet, teşekkür ederim, dedi. Peki şey nerede... Sehpanın üzerine bırakmışsınız. Ah, tabii. Bugün biraz dalgınım. Teşekkür ederim. İçecek bir şey alır mıydınız. İçecek. Hazır buzlu çayımız var. Ya da başka bir şey isterseniz...
Hayır, hayır, buzlu çay alabilirim. Teşekkür ederim. Gurney eski sınıf arkadaşını incelerken, bir anda Madeleine'in, Mellery'i kitap kapağındaki fotoğrafa benzetirken ve hatta daha fazlası derken, ne kastettiğini anladı. Fotoğraftaki en önemli özellik sade bir kusursuzluktu. Üzerinde oynama yapılıp değiştirilmemiş, günlük, amatör bir fotoğraftı ya da bir amatörün acemi kompozisyonu izlenimi bir aldatmacaydı. Kesinlikle üzerinde uğraşılarak verilmiş bir özensizlik havası vardı. Ego tatmini için verilmiş egosuzluk izlenimi bir aldatmacaydı. Kesinlikle üzerinde uğraşılarak verilmiş bir özensizlik havası vardı. Ego tatmini için verilmiş egosuzluk izlenimi - Mellery'nin kişiliği de bunun bir örneğiydi. Her zamanki gibi Madeleine'in sezgileri hedefi vurmuştu. Gurney sertlikle kabalık arası ses tonuyla ‘artık konuya geçelim' dercesine Mesajında bir sorundan bahsetmişsin, dedi.
Mellery Evet, diye yanıt verdi. Ama konuyu açmak yerine konuyu dağıtmak için sınıf arkadaşlarından birisinin, felsefe profesörüyle yaptığı kravat takma kuralıyla ilgili aptalca tartışmadan söz açarak hatıralardan bahsetmeye başladı. Mellery hikâyeyi anlatırken, kendisi, Gurney ve bahsi geçen arkadaşlarından Rose Hill Kampüsü'nün 'Üç Silahşörleri' diye bahsederek olaya kahramanca bir hava katmaya çalıştı. Gurney bu çabayı utanç verici bulduğundan, anlattıklarına beklenti dolu, dik bir bakıştan başka bir tepki vermedi. Evet, dedi Mellery huzursuz bir şekilde anlatmaya hazırlanarak, Nereden başlayacağımı bilemiyorum. Eğer anlatacaklarına nereden başlayacağını bile bilemiyorsan, diye düşündü Gurney, ne halt yemeye buraya geldin. Sonunda Mellery çantasını açtı, iki adet yumuşak kapaklı kitap çıkarıp, onları kırılacak bir şey tutuyormuş gibi Gurney'e dikkatlice uzattı. Bunlar, internet sitesinden alınmış kapak çıktılarını incelemiş olduğu kitaplardı. Birisinin adı Tek Sorunumuz, alt başlığı Hayatımızı Değiştirmede Bilincin Gücü 'ydü. İkincisinin ismi Dürüstçe. ve alt başlığı ise Mutluluğa Giden Tek Yol'du. Bu kitapları bilmiyor olabilirsin. Kısmen başarılı oldular ama satış rekorları kırmadılar. Mellery alçakgönüllü görünmeye çalışarak evde çalışmış olduğu yapmacık gülümsemesiyle devam etti. Şu anda bunları okumanı istemeyeceğim. Komik bir şey söylemiş gibi yeniden gülümsedi. Ama bunlar neler olduğu ya da niçin olduğu hakkında sana bir fikir verebilir, ben sorunumu anlattıktan sonra tabii ki... Yani göründüğü kadarıyla bahsettikten sonra... Olanlar kafamı biraz karıştırdı. Ya da epey korkuttu, diye geçirdi içinden Gurney. Mellery uzun bir nefes aldı ve bir an duraksadıktan sonra buzlu suya girmek üzere olan bir adamın kırılgan kararsızlığıyla hikâyeyi anlatmaya başladı. Öncelikle sana, aldığım mektuplardan bahsetmeliyim. Çantasına uzanıp iki zarf çıkardı ve birisini açınca içinden el yazılı bir kâğıt çıktı. Kâğıdı Gurney'e uzattı. Bu yaklaşık üç hafta önce aldığım ilk mesajdı. Gurney, kâğıdı alıp incelemek üzere arkasına yaslandı. Her şeyden önce el yazısının düzenini inceleyecekti. Kelimeler çok düzenli ve okunaklı yazılmıştı - aklına birden dilbilgisi dersindeki Rahibe Many Joseph'in tahtaya yazdığı düzgün yazılar geldi. Fakat özenli el yazısından daha garip olan şey, yazının dolmakalemle ve kırmızı mürekkeple yazılmış olmas ıy dı. Kırmızı mürekkep. Gurney'in büyükbabası kırmızı mürekkep kullanırdı. Büyükbabasıyla ilgili çok az şey aklında kalmıştı fakat kırmızı mürekkebi hatırlıyordu. Günümüzde yaşayan bir kişi neden kırmızı dolmakalem mürekkebi satın almış olabilirdi ki. Gurney giderek derinleşen bir ciddiyetle notu okudu. Ardından başa dönüp yeniden okudu. Ne bir hitap şekli ne de bir imza vardı.
Kadere inanır mısın. Ben inanıyorum, çünkü seni bir daha hiç göremeyeceğimi düşünüyordum - ama sonra bir gün, sen oradaydın. Her şey geri dönmüştü Konuşma biçimin, hareket tarzın - hepsinden çok, düşünme şeklin. Eğer birisi aklından bir sayı tutmanı isteseydi, aklından geçecek sayının ne olduğunu biliyorum. Bana inanmıyor musun. Bunu sana kanıtlayabilirim. Aklından herhangi bir sayı tut – 1 ila 1000 arasında bir sayı. Onu gözünün önüne getir. Şimdi sırlarını ne kadar iyi bildiğimi göreceksin. Küçük zarfı aç.
Gurney, kâğıdı okuduğu süre boyunca gözünü ayırmadan kendisine bakan Mellery'e garip bir homurdanmanın ardından sorgularcasına baktı. Bunu sana kimin gönderdiği hakkında en ufak bir fikrin var mı. Hiç kimse Şüpheli birileri. Kimse yok Hımm. Oyunu oynadın mı. Oyunu mu. Belli ki Mellery olaya hiç bu açıdan bakmamıştı. Eğer kastettiğin şey, bir sayı tutup tutmadığımsa, evet, tuttum. Böyle bir durumda bunu yapmamak zor olurdu Yanı aklından bir sayı tuttun. Evet. Mellery boğazını temizledi. Düşündüğüm sayı altı yüz elli sekizdi. Basamakların üzerine bastırarak, Gurney'e bir şey ifade edeceklermiş gibi - altı yüz elli sekiz - diye tekrarladı. Etmediklerini görünce gergin bir şekilde nefes alıp devam etti. Panikle karışık samimi ve ısrarcı bir tonla Altı yüz elli sekiz sayısının benim için özel bir anlamı yok. Yalnızca aklıma ilk gelen sayı bu oldu. Bu sayıyı bu şeyle bağdaştırmış olabilir miyim bunu seçmiş olmamın özel bir sebebi olabilir mi diye o kadar çok düşündüm ki... Ama tek bir sebep bulamadım. Sadece aklıma ilk gelen sayı bu olmuştu. dedi. Gurney artan ilgisiyle ona baktı. Peki küçük zarfta... Mellery ona içinde notun olduğu küçük zarfı verdi ve açışını, içinden öncekinin yarısı kadar olan kâğıdı çıkarışını ve aynı titizlikle yazılmış mesajı okuyuşunu dikkatle izledi 658'i tuttuğunu bilmem seni şaşırttı mı. Seni bu kadar iyi tanıyan kişi kim. Cevabı öğrenmek istiyorsan, Bana öncelikle seni bulmak için harcadığım 289,87 doları ödemen gerekiyor. Evet istediği miktarı çekle ödedim. Neden. Ne demek istiyorsun.
Bu yüklü bu miktar... Neden bunu göndermeye karar verdin. Çünkü bu durum beni çıldırtıyordu. Aklımdan tuttuğum sayıyı nasıl bilebildi. Çek tahsil edildi mi. Mellery Aslına bakarsan, hayır, henüz edilmedi, dedi Hesabımı her gün takip ediyorum. Bu yüzden nakit yerine çek gönderdim. Arybdis denen bu kişi hakkında bir şey - en azından çeklerini nerede biriktirdiğini bilmenin iyi bir fikir olabileceğini düşünmüştüm. Yani, başlı başına çok huzursuz edici bir durumdu. Seni tam utarak huzursuz eden neydi. Tabi ki sayı. diye haykırdı Mellery. Adam böyle bir şeyi nasıl bilebildi. Güzel soru, dedi Gurney. Niçin ona 'adam' diyorsun.
Ne. Ah, ne demek istediğini anladım. Ben yalnızca düşünmüştüm ki... Bilmiyorum, sadece öyle geldi. Sanırım nedenini bilmesem de 'X. Arybdis' ismi bana erkeksi geldi. Gurney X. Arybdis. Garip bir isim, dedi. Bu isim senin için bir şey ifade ediyor mu. Herhangi bir çağrışımı var mı. Hayır. İsim Gurney için de hiçbir anlam ifade etmiyordu fakat bir yandan çok da yabancı gelmiyordu. Her nerede duyduysa bu hafızasının en derinlerinde, onlarca şeyin en altında gömülüydü. Çeki gönderdikten sonra yeni bir mesaj aldın mı. Mellery Ah, evet. diyerek çantasına uzanıp, iki kâğıt daha çıkardı. Bunu yaklaşık on gün önce aldım. Bunu da sana görüşmek için mesaj attığımdan bir sonraki gün. Bunları, babasına yaralarını gösteren küçük bir erkek çocuğu edasıyla Gurney'e uzattı. Diğer notlarda yazılanla aynı kalemle ve aynı özenli el tarafından yazılmış gibi görünüyorlardı fakat bu kez havası farklıydı. İlki, sekiz kısa satırdan oluşuyordu Kaç parlak melek dans edebilir Bir iğne üzerinde Kaç umut boğulabilir Bin cin şişesinin içinde Düşündün mü hiç Bir silahtı bardağın gerçekte Ve bir gün düşündüğünde Tanrım, ben ne yaptım. İkinci sekiz satır da ilki gibi gizemli ve tehditkârdı Aldıklarını geri vereceksin Vermiş zaman. olduklarını aldığın Biliyorum ne düşündüğünü, Ne zaman uyuduğunu, Nereye gittiğini, Nereye gideceğini. Seninle bir randevumuz var, Bay 658.
Her bir notu defalarca kez okuduğu on dakika boyunca Gurney'in ifadesi gittikçe karamsarlaşırken, Mellery'nin endişesi arttı. Sonunda Mellery Ne düşünüyorsun. diye sordu. Zeki bir düşmanın var. Yani, bu sayı işiyle ilgili ne düşünüyorsun. Sayıyla ilgili mi. Aklıma hangi sayının gelebileceğini nasıl bildi. Bana kalırsa, bilmesi imkânsız derim. İmkânsız ama bildi. Aslında bütün olay burada saklı, değil mi. Bilemez, ama bildi. Hiç kimsenin benim aklımdan geçen sayının altı yüz elli sekiz olduğunu bilmesi mümkün değil. Bunu yalnızca bilmekle kalmadı, bunu ben düşünmeden iki gün önce, lanet olası mesajı postaya verdiği gün bildi.
Mellery birden sandalyeden fırlayıp çimenlerin üzerinden eve doğru hızlı adımlarla ilerlemeye başladı. Sonra ellerini saçları arasında gezdirerek geri döndü. Bunu yapmanın bilimsel bir yolu yok. Bunu yapmanın akla yatkın bir yanı yok. Bunun nasıl bir delilik olduğunu görmüyor musun. Gurney düşünceli bir şekilde çenesinin üzerinde parmak uçlarını gezdiriyordu. Yüzde bir oranında güvenilir bulduğum bir felsefe kuralı var Bir şey olduysa, belli bir yolla olmuş demektir. Bu sayı işinin basit bir açıklaması olmalı. Otur. Rahatla. Bu durumu çözebileceğimize eminim.
Beşinci Bölüm Kötü Olasılıklar Madeleine buzlu çayları getirip eve geri döndü. Havayı ılık çim kokusu kapladı. Sıcaklık yaklaşık on yedi dereceydi. Bir grup mor saka kuşu alçalıp deve dikeni yemliklerin yanına kondu. Güneş, renkler, havadaki hoş kokular yoğundu fakat Mellery tüm benliğini kaplamış olan gerginlik yüzünden bunların farkında bile değildi.
Çaylarını yudumlarken, Gurney misafirinin niyetini ve dürüstlük derecesini değerlendirmeye çalışıyordu. Oyunda, birisini çok erken yargılamanın genellikle hatalara yol açtığını biliyordu ancak bunu yapmayı engelleyebilmek ise zor bir işti. Önemli olan olası hata payının farkında olup, karar verme sürecinde yeni bilgilere ulaştıkça kararı yeniden şekillendirmeye istekli olabilmekti. İçinde Mellery'nin tipik bir kurnaz olduğuna, her şekilde rol yapabildiğine ve kendi rolüne farkında olmadan inandığına dair bir his vardı. Örneğin okul günlerinde bile aynı olan aksam hiçbir yere ait değildi. Hayali bir kültür ve zariflik diyarından gelmiş gibiydi. Tabii ki şu anda rol yapmaya çalışmıyordu - içinde gizli böyle bir yön vardı - hareketlerinin kökeni hayali bir toprağa uzanıyordu. Bu özenli saç kesimi, nemlendirilmiş cildi, kusursuz dişleri, formda vücudu ve manikürlü tırnaklarıyla tam bir misyonere benziyordu. Dünyada rahat yaşamak için uğraşan, sıradan birisi olmadığını gösterecek her şeye sahip olan bir adam havası taşıyordu. Gurney yirmi altı yıl önce de böyle bir tavrı olduğunu düşündü. Mark Mellery her zaman, gerçekte olduğunun biraz daha fazlası gibi görünmüştü. Gurney Polise gitmek aklına gelmedi mi. diye sordu. Bunun bir işe yaramayacağını düşündüm. Bir şey yapacaklarını sanmıyorum. Ne yapabilirlerdi ki. Açık bir tehdit, açıklaması yapılabilecek, kesin bir suç yok. Elimde onlara götürebileceğim somut bir şey yok. Birkaç saçma şiir mi. Bunları sapıklık yapmak isteyen bir lise öğrencisi ya da garip espri anlayışı olan herhangi birisi de yapmış olabilir. Polisin hiçbir şey yapmayacağını ya da daha kötü ihtimalle bunun bir şaka olduğunu söyleyeceğini bile bile, neden onlara gidip zamanımı boşa harcayayım. Gurney başını salladı fakat inanmamış gibi görünüyordu. Dahası, diye devam etti Mellery, yerel polisin bu konuya el atması, geniş kapsamlı bir araştırma başlatması, insanları sorgulaması, çalıştığım yere gelmesi, içeri giren ve daha önce girmiş olanlara rahatsızlık vermesi - bazı misafirlerimiz hassas olabiliyor - etrafta gezinip her haltı sorması, ilgisi olmayan şeylere burnunu sokması, belki de basını bu işe karıştırması fikri... Tanrım. Başlıkları hayal edebiliyorum - 'Ruhani Yazar Ölüm Tehditleri Alıyor' - ve bunun yaratacağı karmaşa... Mellery'nin sesi alçaldı ve kafasını 'polisin verebileceği zarar kelimelerle tarif edilemez' dercesine salladı. Gurney şaşkınlık dolu bir bakışla karşılık verdi. Sorun ne. diye sordu Mellery. Polise haber vermemenin iki nedeni birbiriyle çelişiyor. Nasıl. Polise haber vermedin, çünkü onların hiçbir şey yapmayacağından korkuyordun. Polise haber vermedin çünkü çok yapacaklarından korkuyordun. fazla şey Ah, evet... Ama ikisi de doğru. Korkularındaki ortak nokta, sorunumun saçma bir şekilde ele alınması. Polisin beceriksizliği ilgisiz bir yaklaşım ya da her şeyi kırıp döken sakar boğa yaklaşımı anlamına gelebilir. Ahmakça ilgisizlik ya da ahmakça saldırganlık - ne demek istediğimi anlıyor musun. Gurney az önce ayağı tökezlemiş ve bunu figüre çevirmeyi başarmış bir dansçıyı izlemiş gibi hissediyordu. Buna pek de aldanmamıştı. Deneyimlerine göre bir insan bir karar için iki sebepten bahsediyorsa, üçüncü bir sebep vardı, o da gerçek sebebin saklanıyor olması... Mellery, Gurney'in aklından geçenleri okumuş gibi, aniden Sana karşı daha dürüst, endişelerim konusunda daha açık sözlü olmalıyım. Tabloyu sana tüm açıklığıyla göstermezsem senden yardım etmeni bekleyemem. Kırk yedi yıldır, iki bambaşka hayat yaşadım. Bu dünyada geçirdiğim zamanın üçte ikisinde, yanlış yoldaydım. Hiçliğe doğru yol alıyor ve çok hızlı ilerliyordum. Bu durum üniversite yıllarında başladı. Üniversiteden sonra daha da kötüleşti. İçkiyi artırdıkça kargaşa da büyüdü. Zengin kesime uyuşturucu satmaya başladım ve müşterilerimle arkadaş oldum. Aralarından birisi, boktan şeyleri karşı tarafa yutturma yeteneğime hayran kalıp, beni Wall Street'de, yatırımlarının üç ayda iki katma çıkabileceği ihtimaline inanacak kadar aptal ve açgözlü insanlara, boktan sermayeler satma işine aldı. Bu işte iyiydim ve çok para kazandım gökyüzüne uçuş için yakıt parası. Canım ne isterse onu yapıyordum ve yaptıklarımın çoğunu hatırlayamıyorum. Çünkü çoğu zaman körkütük sarhoştum. On yıl boyunca çok başarılı bir pislik olarak çalıştım. Ardından eşim öldü. Bunu bilmen imkânsız, çünkü mezuniyetimden bir yıl sonra evlendim. Mellery bardağına uzandı. İçerken aklında yeni bir fikir şekilleniyormuş gibi, düşünerek içti. Bardak yarısına kadar boşalınca, onu sandalyenin koluna koyup bir an gözünü yere dikti ve hikâyesine devam etti. Onun ölümü bir dönüm noktasıydı. Beni, toplam on beş yıllık evliliğimizde yaşadığımız her şeyden daha çok etkiledi. Bunu itiraf etmekten nefret ediyorum ama karımın hayatında beni gerçekten etkileyen tek şey, ölümü oldu. Gurney, Mellery'nin aklına o anda gelmiş gibi, kesik kesik bahsettiği bu ironik durumu belki de yüzüncü kez anlatmakta olduğunu düşündü. Nasıl öldü. Bütün hikâye ilk kitabımda yer alıyor, fakat sana kaba bir özet geçebilirim. Washington'daki Olimpik Yarımada'da tatildeydik. Bir akşam güneş batarken kimsenin olmadığı sahilde oturuyorduk. Erin, yüzmeye karar verdi. Genellikle otuz metre kadar açılır ve havuzda tur atarmış gibi, sahile paralel bir şekilde ileri geri yüzerdi. Tutucu bir egzersiz anlayışı vardı. Bir saniye duraksayıp, dolan gözlerini kırpıştırdı.
O gece de aynı şeyi mi yaptı. Ne. Bunu genellikle yaptığını söyledin. Ah, anladım. Evet, sanırım o gece de aynısını yaptı. Gerçek şu ki, emin değilim çünkü sarhoştum. Erin suya girdi. Ben, Martini dolu bir termosla sahilde kaldım. Sol gözünün köşesinde tik oluştu. Erin boğuldu. Onun cesedini on beş metre açıkta bulanlar, aynı zamanda beni sahilde sızmış vaziyette buldular. Bir an durakladıktan sonra gergin bir sesle devam etti Sanırım kramp girdi ya da... Bilmiyorum... Sadece sanıyorum... Bana seslenmiş olabilir... Birden durdu, gözlerini kapattı ve gözüne, tikin olduğu yere masaj yaptı. Ardından gözlerini açıp etrafındaki her şeyi yeni fark ediyormuş gibi baktı. Gülümseyerek Burası hoş bir yermiş, dedi.
Onun ölümünün senin üzerinde büyük etkisi olduğunu söylemiştin. Ah, evet, büyük etkisi oldu. Olay olur olmaz mı, daha sonra mı. Olay olur olmaz. Bu çok klasik olabilir ama bunu bir 'uyanış noktası' olarak düşünüyorum. Olaydan önce ve sonra yaşadığım her şeyden daha acı, daha ayıltıcıydı. Hayatımda ilk kez ne kadar yanlış bir yolda ilerlediğimi ve bunun benden neler alabileceğini, bu kadar açık bir şekilde gördüm. Kendimi Şam yolunda atından düşen Paul'e benzetmek istemem ama gerçek şu ki, o andan sonra gitmekte olduğum yolda tek bir adım daha atmak istemiyordum. Bu cümleler ağzından dökülürken çok içten görünüyordu. Gurney, satış teknikleri üzerine Samimiyete İnandırma dersleri verebilir, diye içinden geçirdi. Bir alkolle mücadele merkezine yazıldım çünkü yapılması gereken bu gibi görünüyordu. Zehir giderildikten sonra terapiye başladım. Aklımı kaybetmediğime ve doğruyu bulduğuma emin olmak istiyordum. Terapist çok teşvik ediciydi. Sonunda okula döndüm ve iki bölüm daha bitirdim Biri psikoloji diğeri danışmanlık. Sınıf arkadaşlarımdan birisi Üniteryen kilisesinde papazdı ve bir gün beni çağırıp kendisine 'dönüşümümü' anlatmamı rica etti. Kendisi bu durumu böyle adlandırmıştı, ben değil. Bu görüşme çok başarılı geçti. Anlattıklarımı, bir süre sonra Üniteryen kiliselerinde ders olarak aktarmaya başladım ve sonunda bu konuşmalar kitaplaştırıldı. Ardından bunlar videokaset olarak dağıtıldı. Buna benzer bir sürü şey oldu - bir tesadüfler zinciri beni bir iyi olaydan diğerine götürdü. Aynı zamanda uç derecede zengin olan, uç insanlar için özel seminerler verme teklifi aldım. Bu, Ruhsal Yenilenme için Mellery Enstitüsü'nü açmamı sağladı.
Buraya gelen insanlar yaptığım işleri seviyor. Kulağa ne kadar egosantrik geldiğini biliyorum fakat bu gerçek... Yıllar boyu aynı ruhsal egzersizleri yeniden yapmak, aynı konuşmaları dinlemek için tekrar tekrar gelen insanlar tanıyorum. Bunu söylerken tereddüt ediyorum çünkü kendini beğenmiş bir görüntü çizmek istemem ama Erin'in ölümünden sonra, muhteşem bir hayata yeniden doğdum. Bir resmin odağındaymış gibi rahatsız olduğu, bakışlarından okunuyordu. Madeleine dışarı çıkıp boş bardakları aldı ve yeniden isteyip istemediklerini sordu, ancak ikisi de istemedi. Mellery ne kadar hoş bir yerde kaldıklarını tekrarladı. Gurney Bana endişelerin hakkında daha dürüst olmak istediğini söyledin, diyerek konuya döndü. Evet. Bunlar benim içliğim yıllardı. Tam bir ayyaştım. Gerçekten bilincimi tamamen yitirdiğim zamanlar oldu - bazen bir ya da iki saat, bazen daha uzun... Son yıllarda her içtiğimde bu oluyordu. Bu çok uzun süre anlamına geliyor, yani hiçbir fikrimin olmadığı çok şey yaptım. Sarhoşken kiminle okluğumun ve ne yaptığımın önemi yoktu. Dürüstçe söyleyebilirim ki, üzülmemin asıl sebebi o saçma notlardaki alkolle ilgili yerler. Son birkaç gündür duygularım üzülmekle korkmak arasında gidip geliyor. Gurney, şüpheciliğine rağmen, Mellery'nin ses tonundaki gariplikle sarsılmıştı. Biraz daha anlat, dedi. Yarım saat sonra Mellery'nin anlatmak isteyeceği ya da anlatabileceği daha fazla bir şey kalmamıştı. Fakat kendisini aşırı derecede rahatsız eden bir noktaya yeniden döndü. Tanrı aşkına benim aklımdan tuttuğum sayıyı nasıl oldu da bilebildi. Tanıdığım insanların hepsini, gittiğim adresleri, posta kodlarını, telefon numaralarını, randevularımı, doğum günlerini, plakaları, eşyaların fiyatlarını bile düşündüm - sayılarla ilgili her şeyi - ve altı yüz elli sekizle ilgili hiçbir şey yok. Bu beni delirtiyor. Basit sorulara odaklanırsam sana daha çok faydam dokunacak. Örneğin... Fakat Mellery dinlemiyordu. Altı yüz elli sekizin bir anlamı olduğuna dair hiçbir şey gelmiyor aklıma. Ama bir anlamı olmalı. Her ne anlamı varsa bunu bir başkası biliyor. Başka birisi, benim için altı yüz elli sekizin, aklıma gelecek ilk sayı olacak kadar önemli olduğunu biliyor. Bunu aklımdan atamıyorum. Tam bir kâbus. Gurney sessizce oturdu ve Mellery'nin paniğinin kendi kendine geçmesini bekledi. İçki içmekle ilgili olan cümleler bunun beni eski, kötü günlerimden tanıyan birisi olduğunu gösteriyor. Eğer birisinin bana karşı böyle bir kini varsa - ki varmış gibi görünüyor - bunu uzun zaman içinde saklamış. Benim izimi kaybetmiş, nerede olduğum hakkında hiçbir fikri olmayan, ardından kitabımı gören, fotoğrafımı tanıyan, hakkımda bir şey okuyup, bunu yapmaya karar veren birisi olabilir. Bunu yapmaya... Neyi yapmaya. Bu notların ne anlatmak istediğini bile anlayamıyorum. Gurney hâlâ sessizdi. Hafızanda hiç yeri olmayan belki yüz, belki iki yüz gece geçirmiş olmanın nasıl bir duygu olduğuna dair hiçbir fikrin var mı. Mellery kendi pervasızlığına şaşırıp başını salladı. O geceler hakkında bildiğim tek şey her şeyi yapacak kadar sarhoş - yeterince delirmiş olduğum. İşte bu alkolün bize yaptığı şey — benim içtiğim kadar içtiğin zaman yaptıklarının getireceği sonuçla ilgili hissettiğin tüm korkuları alıp götürüyor. Algılar zayıflıyor, korkular yok oluyor, hafıza kapanıyor ve dürtülerinle hiç çekinmeden içgüdülerinle hareket ediyorsun. Başını sallayarak sustu. Hafızanda yeri olmayan kısımlarda ne yapmış olabileceğini düşünüyorsun. Mellery ona dik dik baktı. Her şey. Tanrım, sorun da burada - her şey.' Parasının her kuruşunu yatırdığı hayallerinin tropik cenneti, akreplerin istilasına uğramış bir adama benziyor, diye düşündü Gurney. Senin için ne yapmamı istiyorsun. Bilmiyorum. Belki de Sherlock Holmes gibi hemen sonuca ulaşmam, gizemi çözmeni, mektubu yazanın kimliğini belirlemeni ve zarar vermeden etkisiz hale getirmeni bekliyordum. Olanlar hakkında tahmin yürütmek için benden daha iyi durumdasın. Mellery başını salladı. Birden yüzüne kibar bir gülümse yayıldı. Bu yalnızca ağır bir şaka olabilir mi. Gurney Eğer öyleyse, gördüğüm en acımasız şaka, diye karşılık verdi. Aklına başka ne geliyor. Şantaj1. Yazar hakkımda çok kötü bir şey biliyor, hatırlayamadığım bir şey. Ve 289.87 dolar yalnızca başlangıç.
Gurney ikna olmamış gibi başını salladı. Başka ihtimal. İntikam. Yaptığım çok kötü bir şey için, ama istedikleri para değil, istedikleri... Sesi korkuyla titredi. Ve bu cevabını hatırlamıyorsun.
doğrulayacak bir şey Hayır, sana söyledim. Hatırlayabildiğim hiçbir şey yok. Tamam, sana inanıyorum. Ancak bu şartlar altında birkaç basit soru üzerinde durmamız iyi olabilir. Benim sana sorduklarımı bir kâğıda yazıp eve götür ve onlarla yirmi dört saat geçirip aklına neler geldiğine bir bak. Mellery şık çantasını açtı ve deri kaplı bir defterle, bir adet Mont Blac marka dolmakalem çıkardı. Senden, elinden geldiğince iyi birkaç liste yapmanı istiyorum, tamam mı. Bir numaralı liste Birlikte çalıştığın ya da aynı mesleği paylaştığın muhtemel düşmanlar - para, sözleşme, anlaşma, konum, ün konusunda ciddi tartışmalara girmiş olduğun tüm insanlar. İki numaralı liste, çözülmemiş kişisel sorunlar Eski arkadaşlar, eski aşklar, kötü bitmiş ilişkilerindeki sevgililer. Üç numaralı liste Doğrudan tehdit unsuru olan kişiler Sana karşı suçlamada ya da tehditte bulunmuş kişiler. Dört numaralı liste Şu ana kadar muhatap olduğun insanlar arasında dengesiz ya da başı bir şekilde belada olanlar. Beş numaralı liste Geçmişte tanıdığın ve bu aralar karşılaştığın birisi karşılaşmanın ne kadar masum ya da tesadüfi göründüğünü hesaba katmadan. Altı numaralı liste X. Arybdis'in posta kutusu orada olduğu, tüm zarfların damgası orada basılmış olduğu için Wycherly ya da civarında yaşayan, seninle ilgisi olan herkes. Soruları ağzından çıkarken, Mellery'nin aklına hiç isim gelmediğini gösterircesine sürekli elini salladığını fark etti. Gurney bir aile büyüğü ciddiyetiyle Bunun ne kadar zor olduğunu biliyorum, dedi. Fakat bunun yapılması gerekiyor. Bu arada notları bende bırak. Daha yakından inceleyeceğim. Fakat unutma, ben artık özel soruşturma işi yapmıyorum ve senin için fazla bir şey yapamayabilirim. Mellery sevimsiz bir ifadeyle ellerine baktı. Bu listeleri yapmak dışında yapmam gereken başka bir şey var mı. Güzel soru. Aklına gelen bir şey var mı. Tamam... Belki senden gelen talimatlar doğrultusunda Wycherly Eyaleti'nin Bay Arybdis'ini araştırmayı deneyip, hakkında bilgi edinmeye çalışabilirim. Eğer 'araştırmak'tan kastın posta kodundan adresini öğrenmekse, postane böyle bir bilgiyi sana vermeyecektir. Bunun için polisi işe dahil etmen gerekir fakat bunu reddediyorsun. İnternette arama yapabilirsin ama sahte bir isimle - ki muhtemelen bu isim sahte ve kendisi de notta bu ismi kullanmadığını söylemiş - hiçbir yere varamazsın. Gurney duraksadı. Fakat sence de şu çek işi biraz garip değil mi. Miktardan mı söz ediyorsun. Hâlâ tahsil edilmemiş olmasından söz ediyorum. Çok anlamsız değil mi - küsuratına kadar miktar, kime gönderileceği, nereye gönderileceğine kadar tüm bilgiler veriliyor - ve bunu tahsil etmemek. Peki, eğer Arybdis sahte bir isimse ve bu isimle bir kimliği yoksa... O halde niçin çek gönderme seçeneğini sundu. Neden nakit istemedi. Mellery'nin gözleri, sanki tüm olasılıklar yerde birer mayın olarak saklanıyormuş gibi zeminde gezindi. Belki de istediği tek şey üzerinde imzam olan bir şeydi. Bunu düşündüm, dedi Gurney, ancak bu durumda iki sorun var. Öncelikle, unutma, nakit de kabul ediyordu. İkincisi, amaç imzalı bir çekse, neden daha az bir miktar istemedi — örneğin yirmi ya da elli dolar. Bu amacına ulaşmasını kolaylaştırmaz mıydı. Belki Arybdis o kadar zeki değildir. Her neyse, ben düşünmüyorum.
sorunun bu olduğunu Mellery'nin tüm hücrelerinde tükenmişlik ve gerginlik arasında kıyasıya bir savaş var gibi görünüyordu. Sence ben gerçekten tehlikede miyim. Gurney omuz silkti. Sapıkça mektupların çoğu yalnızca sapıkça mektuplardır. Tabiri caizse asıl saldırı silahı mesajın kendisidir. Ancak... Bunlar farklı mı. Bunlar farklı olabilir. Mellery'nin gözleri açıldı. Anlıyorum. Onlara yeniden göz atacak mısın.
Evet. Sen de o listeleri yapmaya başlayacak mısın. Bir işe yaramayacak deneyeceğim.
ama evet, Altıncı Bölüm Boyanmış Gül Kadar Kırmızı Kan İçin Mellery, öğlen yemeğine davet edilmediği için, kendisinin o sırada ilgilenmediği harika havada, klasik bir spor araba olan, özenle bakılmış toz mavisi Austin-Healey 'ine binip oradan isteksizce ayrıldı. Gurney sandalyesine döndü ve birbirine düğümlenmiş gerçeklerin kendilerini ardı ardına, mantıklı bir sırayla göstermelerini umarak, bir süre yaklaşık bir saat öylece oturdu. Net olarak bildiği tek şey aç olduğuydu. Kalkıp eve girdi ve kendisine Havarti peynirli, kızarmış biberli bir sandviç hazırlayıp tek başına yedi. Madeleine ortalıkta görünmüyordu. Onun kendisine söylemiş olabileceği ve kendisinin de unuttuğu bir plan olup olmadığını hatırlamaya çalıştı. Ardından pencereden dışarı bakıp, tabağını yıkarken onun meyve bahçesinde elinde elma dolu bez bir çantayla gezindiğini gördü. Gözlerinde, her açık havaya çıktığında olduğu gibi huzur pırıltıları vardı. Mutfağa girdi ve elmaları sesli, mutlu bir şekilde iç çekerek lavabonun yanına bıraktı. Tanrım, ne güzel bir gün. dedi. Böyle bir günde mecbur olduğundan bir dakika fazla içerde durmak hata. Ona katılmıyor değildi, en azından estetik açıdan, belki de her açıdan. Fakat ona göre gerçek şuydu ki doğuştan gelen bir içine kapalı olma eğilimi vardı ve sonuç olarak, kendisine kalırsa eylem üzerinde düşünmeye, eylemin kendisinden daha çok zaman harcıyordu. Kafasında harcadığı zaman, dünyada harcadığı zamandan daha fazlaydı. Bu, iş hayatında hiçbir zaman sorun olmamıştı hatta onu işinde iyi yapan şey tam olarak buydu. Hiçbir zaman aniden dışarı çıkma isteği duymamıştı ve bu konu onun için üzerinde konuşulacak, tartışılacak, ya da suçlu hissetmesine neden olacak bir şey değildi. Başka bir konudan söz açtı. Mark Mellery hakkında izlenimin nedir. Çantasından çıkarıp tezgaha koyduğu meyveden gözünü ayırmadan ve bir saniye bile duraksamadan cevap verdi. Bencil ve bir o kadar da ödlek. Aşağılık kompleksi olan bir egomanyak. Öcüler kendisini alıp kaçıracak diye korkuyor. Dave Amcası'nın kendisini korumasını istiyor. Her neyse, kasten dinlemedim. Sesi gür çıkıyor. Topluluk önünde iyi bir konuşmacı olduğuna bahse girerim. Gerçekdışı görünen fakat inandığı bir şeyden bahseder gibiydi. Sayı olayı hakkında ne düşünüyorsun. Abartı bir yapımcılıkla Ah, dedi. Akıl Okuyan Sapık Vakası. Gurney sinirlenmemeye çalıştı. Bunun nasıl yapıldığı notları yazanın Mellery'nin aklında tuttuğu sayıyı nasıl bulduğu hakkında hiç fikrin var mı. Hayır. Kafanı karıştırmış gibi görünmüyor. Ama şeninkini karıştırmış. Hâlâ elmalarına bakıyordu. Son zamanlarda sıklaşan hafif alaycı gülümsemesi dudağının kenarında belirdi. Bunun gerçek bir bilmece olduğunu kabul etmelisin, diye ısrar etti. Sanırım. Anlaşılmadığına sinirlenen bir insanın gerginliğiyle aynı şeyleri tekrarladı. Bir insan sana kapalı bir zarf veriyor ve aklından bir sayı tutmam istiyor. Altı yüz elli sekizi tutuyorsun. Zarfın içine bakmanı söylüyor. Zarfı açıyorsun. İçindeki notta altı yüz elli sekiz yazıyor. Bu konunun Madeleine'in pek de ilgisini çekmediği ortadaydı. Gurney devam etti Bu olağanüstü bir beceri. İmkânsız gibi görünüyor. Fakat sonuçta yapıldı. Bunun nasıl yapıldığını anlamak istiyorum. Madeleine hafiften iç çekerek Yapacağına eminim, dedi. Gözlerini Fransız tarzı kapılar, biberler ve mevsimin ilk don olayı yüzünden çürümüş domatesler üzerinde sırayla gezdirdi. (Bu ne zaman olmuştu. Hatırlayamadı. Zaman kavramını yitirmiş görünüyordu.) Bakışları bahçenin, çimenlerin diğer tarafındaki kırmızı ambarda sabitlendi. Onun köşesinde, yaprakların arasından görünen meyveleriyle empresyonist bir tabloyu andıran elma ağacı duruyordu. Bu tablonun içerisine, yapması gereken bir şey varmış ve yapmıyormuş gibi bir rahatsızlık hissi girdi. Neydi bu. Tabii ya. Haftalar önce ambardaki merdivenle ağacın üstünde duran, Madeleine'in erişemediği elmaları toplama sözü vermişti. Kolay bir iş. Onun için çocuk oyuncağıydı. En fazla yarım saatini alırdı. Bunu yapmaya niyetlenerek sandalyeden kalkarken telefonun sesi duyuldu. Madeleine telefonu açtı. Görünürde, telefonun üzerinde durduğu masa onun yanında olduğu için telefona o bakmıştı ama asıl sebep bu değildi. Telefona kim yakın olursa olsun, genellikle telefonlara o bakardı. Bu telefonla aralarındaki mesafeden çok ikisinin de diğer insanlarla konuşmaya istekli olma dereceleriyle ilgiliydi. Madeleine için, genellikle insanlar artı, yani bir tür pozitif uyaranlardı (canavar Sonya Reynolds gibi insanlar hariç). Gurney için insanlar eksi, yani onun enerjisini içine çekip tüketen kanallardı (Cesaret veren Sony a Reynolds gibi insanlar hariç). Madeleine tüm arayanları karşılayan, ne anlatırlarsa anlatsınlar, ilgiyle dinleyecekmiş izlenimi veren neşeli ve sabırsız sesiyle Merhaba. dedi. Bir saniye sonra sesindeki neşe gitmişti. Evet, burada. Bir saniye. Ahizeyi Gurney'e doğru sallayıp, masaya bıraktı ve odadan çıktı. Arayan Mark Mellery idi ve gerginliği artmıştı. Davey, Tanrı'ya şükürler olsun oradasın. Eve yeni geldim. O lanet mektuplardan bir tane daha aldım. Bugün mü gelmiş. Cevap Gurney'in beklediği gibi evetti. Ama yine de bu sorunun bir amacı vardı. Yıllar boyunca olay mahallerinde, acil servis odalarında ve her türden karışık durumda, sayısız histerik insanla yaptığı konuşmaların sonunda öğrendiği şey ilk önce, karşıdakini sakinleştirmek için evet cevabı verecekleri basit sorular sorması gerektiğiydi. Aynı el yazısı gibi mi duruyor. Evet. Ve aynı kırmızı mürekkep'/ Evet, kelimeler Okuyayım mı.