text
stringlengths 0
1.02M
|
---|
Kırk Sekizinci Bölüm Geçmişi Olan Ev Defneler'de 'Bay ve Bayan Seylla ' imzasını, katilin yüksek zekâsı ve kendini beğenmişliğini anlattı. Daha sonra yaşanan üç cinayetle ilgili detayları anlatmaya başladı. Fakat Nardo'nun sabrı tükenmek üzereydi. Bu yüzden bilinmesi gereken en önemli husus olarak nitelendirdiği bölüme geçti Katil, iki şeyi kanıtlamak istiyor. Birincisi, sarhoşları kontrol edebilecek ve onları cezalandırabilecek bir güce sahip olduğunu İkincisi de polislerin yetersiz birer ahmak olduğunu. İşlediği suçlar, bilinçli olarak birer oyun haline getirilmiş. Adeta birer bilmeceye dönüştürülmüş. Bu yüzden oldukça zeki, takıntılı ve dikkatli. Şu ana kadar ardında bir tek parmak izi, saç, tükürük zerresi, elbise parçası ya da ayak izi bırakmadı. Bizim fark edebildiğimiz tek bir hatası olmadı. Sorun şu ki bu adam hakkında çok az şey biliyoruz. Kullandığı yöntemler ya da cinayetleri işleme nedeni tam bir muamma. Yalnız tek bir istisna var. Bu noktada Nardo tek kaşını havaya kaldırdı. |
Belli ki konu ilgisini çekmişti. Seri katilin sanatsal çalışmaları adlı eseri yazan Dr. Holdenfield, katilin çok kritik bir aşamaya geldiğine ve cinayetlerde doruk noktasına ulaşacak bir hamle yapmak üzere olduğuna inanıyor. Nardo'nun boğazındaki kaslar gerildi. Öfkesini güçlükle kontrol ettiği apaçık belli olan bir ses tonuyla söze girdi. Bu durumda arka bahçede katlettiği arkadaşım, onun için bir alıştırma mı oluyor. Bu, insanın cevaplayabileceği ya da cevaplamak zorunda olduğu türden bir soru değildi. İki adam bir süre sessizce oturdu. Ta ki üçüncü bir nefes sesini duyana dek. İkisi de başlarını kapıya doğru çevirdi. Gizlice yanlarına kadar gelen bu kişi, daha önce garaj yolunu koruma altında tutan dev adamdı. Yüzünde acı çeken ama yine de gülümsemek zorunda olan bir adam ifadesi vardı. Nardo, kendini duyacaklarına hazırladı ve Ne var, Tommy. diye sordu. Gary'nin karısının nerede olduğunu tespit etmişler. Yüce Tanrım. Pekala. Neredeymiş. Otogardan eve giderken, yolda tespit edilmiş. Okul otobüsünü kullanıyormuş. Tabii ya. Tabii ya. Ah, kahretsin. Oraya kendim gitmem gerek ama buradan ayrılamam. Şef nerede. Nerede olduğunu hâlâ öğrenemediniz mi. Cancun'da. Cancun'da olduğunu biliyorum, lanet olası. Neden hiçbir mesaja yanıt vermiyor. Nardo derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı. Hacker ve Picardo. Büyük ihtimalle aileye en yakın olan onlardır. Picardo, kadının kuzeni gibi bir şey değil miydi. Hacker ve Picardo'yu görevlendirin. Tanrım. Ama Hacker'e söyleyin gitmeden önce beni görsün. |
Devasa polis, geldiği gibi sessizce ayrıldı. Nardo derin bir nefes daha aldı. Başına ağır bir darbe almış da konuşarak kendini toparlayabileceğim düşünen biri gibi söze girdi Yani ölenlerin hepsinin alkolik olduğunu söylüyorsun. Ama Gary Sissek alkolik değildi. Bu ne anlama geliyor o zaman. Ama o bir polisti. Belki de öldürülmesinin tek sebebi buydu. Ya da belki Dermott'u hedef alan planlı bir saldırıya engel oldu. Ya da belki olayla başka bir bağlantısı vardı. Nasıl bir bağlantı. Biliniyorum. Arka kapı hızla kapandı ve kendilerine doğru yaklaşmakta olan ayak sesleri duyuldu. Sonra da kapıda sade giyimli ve iri yapılı bir adam belirdi. Beni mi görmek istediniz. Bunu yaptığım için üzgünüm ama Picardo ve sen. |
Biliyorum, Tamam. Pekâlâ. Mümkün olduğunca kısa kes. Basit cümleler kur. Kurbanı saldırıdan korurken, ölümcül bir darbe aldı. Bir kahraman gibi öldü. Ne bileyim, bu tür cümleler kur işte. Sakın detaylara girme. Kan gölü gibi ifadelerden kaçın. Ne demek istediğimi anlıyorsun değil mi. Detayları daha sonra açıklarız. Tabii mecbur kalırsak. Ama şimdilik… Anlıyorum efendim. Güzel. Bak, bu işi kendim halledemediğim için üzgünüm. Ama gerçekten buradan ayrılmama imkân yok. Lütfen ona bu gece evlerine uğrayacağımı söyle. Tabii efendim. Hacker kapıda bir süre bekledi ve Nardo'nun başka bir emri olmadığına kanaat getirince geldiği yoldan çıktı. Fakat bu kez kapıyı daha yavaş kapattı. Nardo bir kez daha kendini toparladı ve Gurney'le olan görüşmesine geri döndü. Ben mi bir şeyleri kaçırıyorum yoksa senin bu davayla ilgili yaklaşımların fazlasıyla teorik mi. Yani yanılıyorsam lütfen beni düzelt ama şu ana kadar bir şüpheliler listesi ya da herhangi bir somut veriden bahsetmedik. Değil mi. Aşağı yukarı böyle denilebilir. Ve bunca fiziksel kanıt... Zarflar, not kâğıtları, kırmızı mürekkep, botlar, kırık şişeler, ayak izleri, kaydedilen telefon görüşmeleri, telefon hatlarının tespiti, iade edilmiş çekler, hatta bu kaçık herifin parmak uçlarıyla deri yağı kullanılarak yazılmış mesajlar... Hiçbirinden bir çıkış yolu yakalayamadık mı. Öyle de denilebilir. Nardo başını sağa sola yatırdı. Bu hareket gittikçe bir alışkanlık haline geliyordu. Özetle bu adamı nerede arayacağınız ya da nasıl bulacağınız hakkında hiçbir fikriniz yok. Gurney gülümsedi. Belki de bu yüzden buradayımdır. Neden buradasın. Çünkü buradan başka nereye gitmem gerek, bilemiyorum. Çok basit bir gerçeği, çok basit sözlerle itiraf etmişti. Katilin taktik detaylarını çözmek entelektüel bir tatmin kaynağıydı ancak Nardo'nun sözleri karşısında hiçbir ilerleme kaydedemediğini gördü. Gurney, yaşadığı onca 'eureka' anına rağmen Mark Mellery'nin kapısına dayanıp kendisinden yardım istediği güne kıyasla bir arpa boyu yol gidememişti. Nardo'nun yüzündeki ifade birden değişti. Biraz daha rahatlamış görünüyordu. Daha önce Wycherly'de hiçbir cinayet vakası olmamıştı, dedi. En azından böylesine ciddi bir vaka olmadı. Kırsalda yaşanan birkaç kasıtsız adam öldürme olayı, birkaç kazalı ölüm ve bir şüpheli av kazası. İçinde sarhoş biri bulunmayan tek bir olay bile olmadı. En azından son yirmi dört yıldır durum böyleydi. O kadar zamandan beri bu görevi mi yürütüyorsun. Evet. Bu departmanda benden uzun çalışan tek kişi Gary'dir.., Yani Gary'di. Yirmi beşinci yılma girmişti. Karısı, yirminci yılda emekli olmasını istedi ama o bir beş yıl daha kalırsa... Kahretsin. Nardo gözlerindeki yaşları sildi. Görev başında meslektaşlarımızı kaybetmeye alışık değiliz, dedi. Gözyaşları için bir açıklama yapmak zorundaymış gibi. Gurney, mesai arkadaşını kaybetmenin nasıl bir duygu olduğunu iyi bildiğine dair birkaç şey söylemek istedi. O da bir baskında iki arkadaşını birden kaybetmişti. Fakat hiçbir şey söylemedi. Sadece başıyla, Nardo'nun sözlerini onayladı. Bir iki dakika sonra Nardo boğazını temizledi. Dermott'la konuşmak ister misin. Aslında, evet ama sizin işinize karışmak istemem. İşime karışmış olmazsın, dedi Nardo. Sesi gereğinden fazla katıydı. Gurney, az evvel yaşadığı zayıflığı örtbas etmek için bu kadar sert davrandığım düşündü. Zaten Nardo da biraz sonra normal ses tonuna dönerek ekledi Bu adamla telefonda görüştün, değil mi. Evet. Yani senin kim olduğunu biliyor. Evet. Öyleyse benim odada bulunmama gerek, yok. İşin bittiğinde gelir, detayları anlatırsın. Nasıl isterseniz, Yüzbaşı. Üst katta, sağdaki ilk kapı. İyi şanslar. Gurney, ahşap merdivenlerden yukarı çıkarken ikinci katın burada yaşayanlar halikında, birinci kata kıyasla birkaç ipucu verip vermeyeceğini merak etti. Çünkü birinci katta her şey bilgisayar ekipmanları kadar soğuk ve sıradandı. Üst kata çıkan Gurney, aşağıda gördüğü güvenlik tedbirlerinin burada da fazlaca bulunduğunu gördü. Duvarda bir yangın söndürücü, bir duman dedektörü ve tavanda da yangına karşı su serpme tesisatı vardı. Gurney, Gregory Dermott'un kesinlikle pantolon askıları olan ve silahını da kemerine sıkıştıran adamlardan biri olduğunu düşündü. Nardo'nun tarif ettiği kapıyı çaldı. Evet. İçeriden gelen ses acı dolu, öfkeli ve telaşlıydı. Özel dedektif Gurney, Bay Dermott. Bir dakika görüşebilir miyiz. Bir süre sessizlik oldu. Gurney mi. Dave Gurney. Telefonda konuşmuştuk. İçeri gel. Gurney, perdeler kapalı olduğu için bir hayli karanlık görünen bir odaya girdi. İçeride bir yatak, bir komodin, bir çalışma masası, bir koltuk ve yanında katlanabilen bir sandalye ile duvara dayanmış bir masa vardı. Bütün mobilyalar koyu renkliydi. Tarzı çağdaş ve görünümleri de bir hayli kaliteliydi. Yatak örtüsü ve halı gri, taba ve diğer solgun renklerden oluşuyordu. Odadaki kişi, kapıya bakan koltuktaydı. Bir tarafına biraz daha fazla ağırlık verdiği tuhaf bir pozisyonda oturuyordu. Acılarını bir an olsun dindiren bir duruş yakalamış, onu bozmak istemiyormuş gibi görünüyordu. Gurney, dış görünüşünden yola çıkarak adamın bilgisayar dünyasında deneyimli bir teknisyene benzediğini söyleyebilirdi. Işık az olduğu için yaşı hakkında sağlıklı bir tahmin yapmak zordu. Otuzlarında olduğunu söylemek, makul bir talimin olabilirdi. Dermott, bir soruya cevap ararcasına Gurney'in yüzünü inceledikten sonra kısık bir sesle sordu Size anlattılar mı. Neyi. |
Telefon görüşmesini... Çılgın katilden gelen aramayı. Duydum. Telefona kim cevap verdi. Kim mi cevap verdi. Sanırım polis memurlarından biri. Biri beni almaya geldi. Arayan kişi sizden isminizle mi bahsetmiş. Sanırım... Bilmiyorum... Öyle olmuş olmalı. Çünkü polis memuru, telefonun bana olduğunu söyledi. Arayanın sesinde size tanıdık gelen bir şeyler oldu mu. Normal değildi. Ne demek istiyorsunuz. Deli. Bir yüksek, bir alçak. Tıpkı kadın sesi gibi tiz ve yüksek, sonra da kısık. Delirmiş gibi yaptığı aksanlı konuşma. Sanki korkunç bir şaka yapıyor gibi ama bunun yanında fazlasıyla gerçekçi. Parmak uçlarıyla şakaklarına bastırdı. Sıradakinin ben olduğumu söyledi, sonra da sıra size gelecekmiş. Korkmuş birinden çok, yorulmuş bir adama benziyordu. Arkadan gelen sesler var mıydı. Ne var mıydı. Arayanın sesinden başka bir şey duydunuz mu. Müzik, trafik gürültüsü, başka sesler. Hayır. Hiçbir şey duymadım. Gurney başıyla onayladı ve odaya şöyle bir göz gezdirdi. Oturmamın bir sakıncası var mı. Ne. Hayır, oturabilirsiniz. Dermott sanki içeride çok sayıda sandalye varmış gibi eliyle odayı çepeçevre işaret etti. Gurney yatağın kenarına oturdu. Davayla ilgili asıl anahtarın, Gregory Dermott'da saklı olduğuna dair güçlü hisleri vardı. Tek yapması gereken doğru soruları sormaktı. Doğru konuları gündeme getirmekti. Öte yandan bazı zamanlarda söylenecek en doğru şey, hiçbir şey söylememekti. Sessizlik yaratmak, boş bir alan oluşturmak ve diğer adamın bu boşluğu nasıl dolduracağını izlemek. Uzun süre oturdu ve halıya baktı. Bu sabır isteyen bir stratejiydi. Fakat sessizliğin ne kadar zamandan sonra bir strateji olmaktan çıkıp, vakit kaybına dönüştüğünü iyi değerlendirmek gerekiyordu. Sessizliğe son verme noktasına çok yaklaşmıştı ki Dermott konuşmaya başladı. Neden ben. Sesi tedirgin ve sinirliydi. Bu bir sorudan çok, şikâyete benziyordu. Gurney, yanıtsız bırakmayı tercih etti. Birkaç saniye sonra Dermott konuşmaya devam etti. Sanırım bu evle bir ilgisi var. Sonra durdu. Size bir şey sorayım, Dedektif. Wycherly Polis Departmanı'nda şahsen tanıdığınız biri var mı. Hayır. Bu soruyu sormasındaki nedeni merak ediyordu ama sormak yerine beklemeyi tercih etti. Nasıl olsa birazdan öğrenecekti. Bugün çalışan ya da geçmişte çalışmış olan tek bir kişiyi bile tanımıyor musunuz. Hayır. Dermott'un gözlerindeki bakıştan, biraz daha güvenceye ihtiyacı olduğunu anladı ve ekledi Mark Mellery için gelen mektupta yazılanları okumadan önce, Wycherly diye bir yerin varlığından bile haberdar değildim. Ve kimse size bu evde olanlar hakkında bir şey anlatmadı öyle mi. Evde olanlar mı. Bu evde. Uzun zaman önce. Hayır, dedi Gurney. Konunun gidişatı ilgisini çekmeye başlamıştı. Dermott'un rahatsızlığı, baş ağrısından öte bir hal almaya başladı. |
Ne oldu. Bana da üçüncü bir ağız tarafından anlatıldı, dedi Dermott. Bu evi aldıktan hemen sonra, komşularımdan biri dedi ki yirmi küsur yıl önce burada korkunç bir kavga yaşanmış. Bir karı ve koca arasında. Ve kadın bıçaklanmış. Ve siz bu olayla bir bağlantı olduğunu mu düşünüyorsunuz. Tesadüf olabilir ama... Evet, nedir. Aklımdan uçup gitmiş. Ancak bugün hatırladım. Bu sabah bulduğum... Dermott'un dudakları sanki bir spazm geçiriyor gibi büzüldü. Acele etmenize gerek yok, dedi Gurney. . Dermott iki elini şakaklarına dayadı. Silahınız var mı. |
Bir tane var. Üzerinizde var mı. Hayır. New York Polis Teşkilatı'ndan ayrıldığımdan beri üzerimde silah taşımıyorum. Eğer güvenlik yönünden endişeleriniz varsa, içiniz rahat olsun. Evin etrafı polislerle çevrili, dedi Gurney. Dermott pek ikna olmuş gibi görünmüyordu. Bir şey hatırladığınızı söylüyordunuz. Dermott başıyla onayladı. Unutmuştum ama görünce hatırladım. Bütün o kanı görünce hatırladım. Neyi hatırladınız. Bu evde bıçaklanan kadın... Boğazından bıçaklanmıştı. |
Kırk Dokuzuncu Bölüm Hepsini Öldür Dermott'un komşusunun söylediğine göre olay yirmi küsur yıl önce olmuştu ki bu da olayın yirmi beş yıl kadar önce yaşanmış olabileceği anlamına geliyordu. Demek ki John Nardo ve Gary Sissek, bu olay yaşandığında polis memuruydu. Her ne kadar resmin bütününden bir hayli uzak olsa da, Gurney önündeki yap-boza bir parça daha yerleştirmeyi başarmıştı. Dermott'a sormak istediği daha pek çok soru vardı ama bu sorular yüzbaşıyla yapacağı görüşmeden sonra da sorulabilirdi. Odadan ayrıldığında Dermott perdeleri kapalı bir odada, rahatsız bir biçimde koltuğa oturmuş oldukça stresli ve rahatsız görünüyordu. Merdivenlerden aşağı inerken, ellerinde eldivenler ve üzerinde olay yeri inceleme kıyafetleri olan bir bayan memur Nardo'ya dışarıdaki incelemeyi bitirdiklerini söylerken ve bundan sonra ne yapmaları gerektiğini sorarken buldu. Etrafını şeritle çevirin ve kimsenin girmesine izin vermeyin. Tekrar inceleme yapmamız gerekebilir. Sandalyeyi, şişeyi ve bulduğunuz diğer şeyleri merkeze götürün. Arşiv odasının ilerisinde, koridorun sonundaki odayı bu dava için kullanın. Peki ya masanın üzerindeki yığınlar. |
Şimdilik Colbert'ın ofisine tıkın. Bu durum hiç hoşuna gitmeyecektir. Hiç umurumda değil. Bak, sadece dediğimi yap. Tabii efendim. Gitmeden önce Koca Tommy'e söyle, evin önünden ayrılmasın. Pat de telefonun başında beklesin. Diğer herkes dışarı çıkıp, kapıları çalmaya başlasın. Civarda son günlerde sıra dışı bir şeyler gören ya da duyan olmuş mu, araştırsın. Özellikle de dün gece geç saatlerde ya da bu sabahın ilk saatlerinde. Yabancılar, her zamanki yerlerinden farklı bir yere park edilmiş arabalar, civarda dolaşan insanlar, telaşlı insanlar, akıllarına ne gelirse. Ne kadarlık bir alana yayılsınlar. Nardo saatine baktı. Önümüzdeki altı saat boyunca, ne kadar bölgeye erişebilirlerse. Daha sonra ne yapacağımıza karar veririz. |
İlginç bir şey bulursanız, hemen bana haber verin. Bayan polis yanından ayrılınca Nardo, Gurney'e döndü. Gurney, merdivenlerin başında bekliyordu. İşe yarar bir şey bulabildin mi. Emin değilim, dedi Gurney. Kısık sesle konuşuyordu. Nardo'ya daha önce oturdukları odaya geçmesi için bir el hareketi yaptı. Belki sen bana yardımcı olabilirsin. Gurney, kapıya bakan sandalyeye oturdu. Nardo, kare masanın karşı tarafındaki sandalyenin arkasında durdu. Yüzünde merak ve Gurney'in henüz tanımlayamadığı bir ifade vardı. Bu evde muydun. |
birinin bıçaklandığını biliyor Ne saçmalıyorsun sen. Dermott bu evi aldıktan kısa bir süre sonra bir komşusu gelip yıllar önce bu evde yaşayan bir kadının kocası tarafından saldırıya uğradığını anlatmış. Kaç yıl önce. Gurney, Nardo'nun gözlerinde olayı hatırlamaya başladığına dair bir bakış yakaladı. Belki yirmi, belki yirmi beş. O arada bir yerde. Nardo, beklediği cevabı almış gibi görünüyordu. Derin bir iç çekti ve başını iki yana salladı. Bu olayı unutmuş olmalıyım, üzerinden yıllar geçti. Tabii ki burada bir aile içi kavga yaşandı. Yaklaşık yirmi dört yıl önce. Ben polis teşkilatına katıldıktan kısa bir süre sonra. Bu olayla ne alakası var. O cinayete dair herhangi bir detay hatırlıyor musun. Hatıralarıma doğru yolculuk yapmadan önce konumuzla ne alakası olduğunu söyleyebilir misin. |
Saldırıya uğrayan bıçaklanmış. kadın, boğazından Bunun özel bir anlamı mı olmalı. Nardo'nun dudakları seğirmişti. Bu evde iki kişi saldırıya uğradı. Onca saldırı şekli varken, ne tesadüftür ki bu iki insan boğazlarından bıçaklandı. Sanki her iki olay da aynı şekilde gerçekleşmiş gibi konuşuyorsun. Koruma görevinde öldürülen bir polis memuru ile yirmi dört yıl önce aile içi bir kavgada öldürülen kadının ne alakası var. Gurney, omuz silkti. Aile içi kavga hakkında biraz daha bilgi sahibi olabilirsem, alakayı da kurabilirim. Pekâlâ. Sana aklımda kalanları anlatacağım. Ama fazla bir şey bekleme. Nardo bir süre sustu ve masaya baktı. Daha doğrusu geçmişine baktı. O gece görevli değildim. |
Açıkça sorumluluk reddine başvuruyor, diye düşündü Gurney. Hikâyede hiçbir sorumluluğu olmadığını neden vurgulamak istesin ki. O yüzden anlatacaklarım üçüncü ağızdan olacak, dedi Nardo. Pek çok domestik olayda olduğu gibi koca sarhoştu ve karısıyla tartışmaya girdi. Görünüşe göre eline bir şişe aldı, şişeyle karısına vurdu. Şişe kırılınca da karısının boğazı kesildi. Hepsi bu kadar. Gurney, hepsinin bu kadar olmadığını gayet iyi biliyordu. Önemli olan hikâyenin geri kalanını nasıl ortaya çıkaracağıydı. Polislik mesleğinin yazılı olmayan kurallarından biri, mümkün olduğunca az konuşmayı gerektiriyordu ve görünüşe göre Nardo bu kuralı harfiyen uyguluyordu. Gurney, belli belirsiz sorularla 'gerçeği ortaya çıkarabilirdi ama bu zaman kaybından başka bir şey kazandırmazdı. O yüzden doğruca konuya girdi. Yüzbaşı, bu anlattıklarınız işe yaramaz bir dizi saçmalık. dedi. Sanki içinde bulunduğu durum midesini bulandırıyormuşçasına, uzakta bir noktaya bakmayı tercih etti. İşe yaramaz saçmalık mı. Nardo'nun sesi neredeyse fısıltı gibi çıkıyordu. Bana anlattıklarınızın doğru olduğuna eminim. Fakat eksik olan bir şey var ve asıl önemli olan da bu eksik kısım. Belki eksik kısım seni ilgilendirmiyordun Nardo hâlâ kendinden emin bir duruş sergilemeye çalışıyordu fakat öfkesi biraz olsun yatışmıştı. Bakın, burada olan biteni yargılamaya çalışan meraklı bir pislik değilim. Gregory Dermott bu sabah bir telefon aldı ve benim hayatımın tehlikede olduğunu öğrendi. Benim hayatım. Eğer burada olan bitenin, sizin o sözde aile içi kavganızla bir alakası varsa bunu bilmek benim en doğal hakkım. Nardo boğazını temizledi ve tavana baktı. Sanki söylemesi gerekenler ya da buradan çıkmasını sağlayacak bir acil durum çıkışı tavanda beliriverecek gibi davranıyordu. Gurney daha sakin bir ses tonuyla ekledi. Başlangıç olarak, bu olaya karışan insanların adlarını söyleyebilirsiniz. Nardo bu sözleri başıyla onayladı ve arkasında durduğu sandalyeyi çekerek oturdu. Jimmy ve Felicity Spinks. Hiç hoş olmayan bir gerçeği, açığa çıkarmış gibi konuşuyordu. İsimleri söyleyiş şeklinizden, onları gayet iyi tanıdığınızı anlıyorum. Evet. Öyle. Her neyse işte... Evde bir yerlerde bir telefon çalıyordu. Nardo bu sesi duymamış gibiydi. Jimmy alkole biraz düşkündü. Hatta birazdan biraz fazla. Bir gece eve sarhoş geldi. Felicity ile kavgaya tutuştu. Dediğim gibi kırık bir şişeyle kadının boğazını feci şekilde kesti. Felicity çok kan kaybetti. Ben görmedim. O gece çalışmıyordum. Ama olay yerine giden arkadaşlar bir hafta boyunca orada gördükleri kanı anlattı durdu. Nardo yine masaya bakıyordu. |
Peki kadın kurtuldu mu. Ne. Evet, evet kurtuldu ama sadece nefes alıp verebilecek hale gelmişti. Beyin hasarı. Sonra kadına ne oldu. Ne mi oldu. Sanırım bir tür bakım evine kaldırıldı. Kocasına ne oldu. Nardo bir an tereddüt etti. Gurney, adamın hatıralar yüzünden mi yoksa konuşmak istemediği için mi böyle olduğunu anlamaya çalışıyordu. Nefsi müdafaa olduğunu iddia etti, dedi. Bu durumdan hiç hoşlanmadığı oldukça net anlaşılıyordu. Sonunda bir pazarlık yapıldı. Sosyal hizmet karşılığında, cezalandırılacağı yıllar azaltıldı. Kasabayı terk etti. Sosyal Hizmetler çocuğunu aldı. Hikâye bu kadar. Gurney'in yaptığı binlerce sorgulama sonrasında iyice keskinleşen sezgileri, hâlâ eksik bir şeyler olduğunu söylüyordu. Bekledi ve Nardo'nun rahatsız tavırlarını izledi. Arkadan gelen sesleri duyabiliyordu. Muhtemelen telefonu açan kişinin sesiydi ama ne söylediğini tam olarak duyamıyordu. Anlamadığım bir şey var, dedi. Bu hikâyenin sizin için ne gibi bir önemi olabilir ki siz en baştan anlatmak yerine özet geçmeyi seçtiniz. Nardo doğruca Gurney'e baktı. Jimmy Spinks bir polisti. Gurney'in vücudunu saran ürperme hissi, yerini acilen cevaplanması gereken bir düzine soruya bıraktı. Fakat henüz bir soru bile soramamışken, çene yapısı son derece belirgin olan bir kadın kapıda belirdi. Saçları asker saçı gibi kısacıktı. Üzerinde kot pantolon ve koyu renkli bir polo gömlek vardı. Sol kolunun altında ise kolayca erişebileceği şekilde askıya yerleştirilmiş bir Glock tabanca kabzası görünüyordu. |
Efendim, bilmeniz gereken bir telefon aldık. Her ne kadar dile getirmese de gözlerinde acilen bilmesi gerektiğine dair ifade vardı. Birileri ortamı dağıttığı için rahatlamış görünen Nardo, bütün ilgisini kapıda beliren yabancıya yöneltti ve kadının detaylara girmesini istedi. Fakat kadın, şüpheli bir ifadeyle Gurney'e baktı. O bizden, dedi Nardo. Ama sesinden, bu durumun hiç hoşuna gitmediği anlaşılıyordu. Devam et. Kadın, Gurney'e bir kez daha baktı. İlki gibi bu da arkadaşça bir bakış değildi. Sonra masaya yaklaştı ve Nardo'nun önüne minyatür bir dijital telefon kayıt cihazı koydu. Neredeyse bir iPod büyüklüğündeydi. Hepsi burada efendim. Nardo cihazı elinde döndürdü ve bir an tereddüt etti. Sonra da bir tuşa bastı. Konuşmalar hemen duyulmaya başlandı. Ses kalitesi mükemmeldi. Gurney ilk konuşan kişinin sesini hemen tanıdı. Zira kadın hemen yanında duruyordu. GD Güvenlik Sistemleri. Belli ki kadın Dermott'un telefonunu, bir çalışanı olarak cevaplamak üzere görevlendirilmişti. İkinci ses biraz tuhaftı. Fakat Mark Mellery'nin isteğiyle dinlediği telefon görüşmesindeki sese benziyordu. Bu iki görüşme arasında, dört cinayet gerçekleşmişti. Bu ölümler, Gurney'in zaman kavramını derinden etkilemişti. Peony'de Mark, Bronx'ta Albert Rudden, Sotherton'da Richard Kartch (Richard Kartch Bu ismi her duyduğunda içinde tuhaf bir his beliriyordu. Bir tür uyumsuzluk gibi. Neden.) ve Wycherly'de Memur Gary Sissek. Bu vurgulama imkânsızdı. |
ve aksam karıştırması Tanrıyı duyabilseydim, bana ne söylerdi. Telefondaki ses, korku filmlerindeki kötü karakterlerden biriymiş gibi konuşuyordu. Affedersiniz. Telefonu cevaplayan kadın polis, gerçek bir resepsiyonist gibi şaşırdığını gösteren bir tepki vermişti. Telefondaki ses, daha ısrarcı bir tavırla yineledi. Tanrıyı duyabilseydim, bana ne söylerdi. Affedersiniz, tekrar edebilir misiniz. Sanırım hatlarda bir sorun var. Şu anda bir cep telefonuyla mı görüşüyorsunuz. Kadın polis Nardo'ya hızla bir açıklama yaptı. Dediğiniz gibi aramayı uzun tutmaya çalışıyordum. Onu mümkün olduğunca hatta tutmaya çalıştım. Nardo bu sözleri başıyla onayladı. Sonra kayıt cihazını dinlemeye devam ettiler. Tanrıyı duyabilseydim, bana ne söylerdi. Ne demek istediğinizi anlayamadım, efendim. |
Ne demek istediğinizi açıklayabilir misiniz. Ses birden yükseldi ve şu sözleri söyledi Bana hepsini öldür derdi. Efendim. Kafam karıştı. Benden bu mesajı not edip birine iletmemi mi istiyorsunuz. Sonra tiz bir kahkaha duyuldu. Sanki birileri selofan kâğıtları buruşturuyor gibiydi. Mahşer günü geldi, başka söze ne gerek. / Dermott gözünü dört aç, Gurney sen de acele et / Temizlikçi geliyor. Tik-tok-tik. |
Ellinci Bölüm Araştırma İlk konuşan Nardo oldu. Bütün konuşma bu kadar mı. Evet, efendim. Arkasına yaslandı ve şakaklarını ovaladı. Şef Meyer'dan ses yok mu hâlâ. |
Otele mesaj bırakmaya devam ediyoruz, efendim. Ayrıca cep telefonuna da mesaj bıraktık. Henüz yanıt vermedi. Arayanın numarası gizliydi yanılmıyorsam, değil mi. Evet efendim. Hepsini öldür ha. Evet efendim. Tam olarak bu sözleri söyledi. Kaydı tekrar dinlemek ister misiniz. Nardo başını iki yana salladı. Sence kime gönderme yapıyor. Efendim. Hepsini öldür. Hepsi, kim. Kadın polis ne diyeceğini bilemez bir haldeydi. Nardo, Gurney'e baktı. Sadece bir tahmin, Yüzbaşı, ama ya ölüm listesindeki diğer isimler ya da bu evde bulunan herkes. Temizlikçi geliyor da ne demek. dedi Nardo. Neden temizlikçi. Gurney omuzlarını silkti. Hiçbir fikrim yok. Belki bu kelimeyi kullanmayı seviyordun Patolojik olarak yaptığı işle bağlantılı. Nardo'nun yüzünde bu durumdan hiç hoşlanmadığını gösteren bir ifade belirdi ve yüz hatları kırış kırış oldu. Sonra kadın polise döndü ve ilk kez adıyla hitap etti. Pat, Koca Tommy ile birlikte evin dışında bekle. Birbirinize zıt köşelerde durun. Böylece evin bütün kapı ve pencerelerini kontrol altında tutmuş olursunuz. Ayrıca şu sözlerimi herkese ilet Bütün polis memurları tek bir silah sesi duyulduğunda ya da rahatsız edici durum cereyan ettiğinde hemen bu evde toplanacaklar. Sormak istediğin bir şey var mı. Silahlı bir saldırı mı bekliyoruz, efendim. |
Sesinde beklenti dolu bir tını vardı. Bekliyoruz diyemem ama olması mümkün diyebilirim. Sizce o kaçık pislik hâlâ bu civarda mı. Kadının gözlerinden ateş fışkırıyordu. Olabilir. Koca Tommy'e son görüşmesini de aktar. Tetikte olun. |
telefon Kadın polis başıyla selam verdikten sonra odadan ayrıldı. Nardo acı dolu bir bakışla Gurney'e döndü. Ne düşünüyorsun. Sence şövalyeliği bir kenara bırakıp eyalet polisine acil bir durum olduğunu haber versek mi. Yoksa bu telefon görüşmesi sadece saçmalıktan mı ibaret. Şimdiye kadar yaşanan cinayetleri düşününce, bu telefon görüşmesinin saçmalık olduğunu varsaymak düpedüz ahmaklık olur. Ben hiçbir şey varsaymıyorum, dedi Nardo. |
Öfkeden dudaklarım büzdü. İkili arasındaki gerginlik, sessizliğe dönüştü. Sessizliği bozan da üst kattan gelen bir ses oldu. Yüzbaşı Nardo. Gurney. Nardo, sanki karnına kramp girmiş gibi yüzünü buruşturdu. Belki Dermott'un aklına başka bir anı gelmiştir de bizimle paylaşmak istiyordur, dedi ve sandalyesine iyice yerleşti. Ben bakarım, dedi Gurney. Odadan çıkıp koridorda ilerledi. Dermott yatak odasının kapısında duruyordu. Merdivenlerin hemen başında. Sabırsız, öfkeli ve yorgun görünüyordu. Sizinle konuşabilir miyim... lütfen. 'Lütfen' kısmını pek içten söylememişti. |
Dermott ayakta duramayacak kadar titriyordu. Bu yüzden Gurney yukarı çıktı. Yukarı çıkarken de buranın normal bir ev gibi olmadığını düşündü. Burası bir işyeriydi ve konaklamak için bir yer ilave edilmişti. Gurney'in büyüdüğü şehirde böyle düzenlemelere sık rastlanırdı. Dükkân sahipleri, dükkânların üst katında yaşardı. Tıpkı her yeni müşteri ile hayata karşı beslediği nefret biraz daha artan o restoran sahibi ya da mafya bağlantılı cenaze levazımatçısı ve şişman karısıyla şişman dört çocuğu gibi. Onları düşünmek bile kendini kötü hissetmesine neden oldu. Yatak odasının kapısına geldiğinde bu düşünceleri bir kenara bıraktı ve Dermott'un yüzünden okunan rahatsızlığa odaklandı. Adam, Gurney'in arkasından aşağı baktı. Merdivenlerden aşağısını görmeye çalışıyordu. Yüzbaşı Nardo gitti mi. Aşağıda. Sizin için ne yapabilirim. |
Arabaların uzaklaştığını duydum, Sesinde suçlayıcı bir ton vardı. dedi. Uzağa gitmediler. Dermott aldığı yanıttan memnun kalmamıştı ama yine de başıyla onayladı. Belli ki aklında bir şey vardı ama asıl konuya girmek için hiç acelesi yoktu. Gurney bu fırsatı değerlendirdi ve birkaç soru sordu. Bay Dermott, mesleğiniz nedir. Ne. Adam hem şaşırmış hem de kızmıştı. Tam olarak nasıl bir iş yapıyorsunuz. Benim işim mi. Güvenlik. Yanılmıyorsam bu konuşmayı daha önce yapmıştık. Yüzeysel olarak, dedi Gurney. Gülümsüyordu. Belki biraz detaylandırmak istersiniz. Dermott'un iç çekişi, bu isteği gereksiz bir vakit kaybı olarak gördüğünün en güzel kanıtıydı. Bakın, dedi. Oturmam gerek, tamam mı. Sonra koltuğuna döndü ve oturdu. Ne gibi detaylar. Şirketinizin adı GD Güvenlik Sistemleri. Bu 'sistemler' kim için, ne tür 'güvenlik' sağlıyor. Dermott, diğer bir iç çekişin ardından yanıtladı. Şirketlerin gizli bilgilerini koruma altında tutmalarına yardımcı oluyorum. Peki bu yardımlarınız ne şekilde hayata geçiriliyor. Veritabanı koruma uygulamaları, virüs programları, güvenlik kalkanları, protokollere sınırlı erişim, kimlik doğrulama sistemleri, ... Bunlar genel olarak yaptığımız işlerin ana kategorileri diyebilirim. Yaptığımız. Efendim. |
Projelerinizden bahsederken, 'yaptığımız' işler dediniz. O manada demek istemedim, dedi Dermott. Sadece kuramsal bir ifade olarak kullandım. Bu da GD Güvenlik Sistemleri'ni biraz daha büyük gösteriyor, değil mi. Niyetim bu değildi. Sizi temin ederim. Müşterilerim yalnız çalışmamdan fazlasıyla memnun. Gurney etkilenmiş gibi başını öne arkaya sallıyordu. Bunun nasıl bir avantaj sağladığını tahmin edebiliyorum. Peki, bu müşteriler kimler. Gizliliğin kendileri için son derece önemli olduğunu söyleyen müşteriler. Gurney, Dermott'un ters yanıtı karşısında masumca gülümsedi. Sizden, bildiğiniz sırlan açıklamanızı istemedim. Sadece müşterilerinizin hangi iş grubundan geldiğini merak ettim. Veritabanları oldukça endişesi taşıyan işler. |
hassas bir gizlilik Mesela. Kişisel bilgiler. Ne tür kişisel bilgiler. Dermott konuşarak, yaptığı sözleşmeleri ne derece riske attığını değerlendiriyordu. Sigorta şirketleri, finansal hizmet şirketleri, sağlık sektöründeki firmalar tarafından toplanan bilgiler. Tıbbi veriler mi. Büyük bir kısmı, evet. Tedavi verileri. Temel sağlık kodlama sistemine girişi yapılan veriler. Konumuzla ne alakası var ki. |
Sanıyorum siz oldukça geniş bir tıbbi veri tabanına erişim sağlamaya çalışan bir bilgisayar korsanıydınız. Buna ne diyeceksiniz. Bu cevaplanabilir bir soru değil. Neden. Dermott kızgınlığını göstermek istercesine gözlerini kapattı. Çok fazla değişken var. Ne gibi. Ne gibi. Dermott kendisine yöneltilen soruyu sanki aptalca bir soruymuş gibi tekrar etti. Birkaç dakika sonra da gözleri hâlâ kapalı olarak konuşmaya başladı. Bilgisayar korsanının amacı, tecrübe düzeyi, veri formatına aşinalığı, veri formatının yapılanışı, erişim protokolü, bir dizi güvenlik duvarı ve virüs programı ve daha pek çok değişkenden söz ediyoruz ki sizin bunları anlayacak kadar geniş bir teknik altyapınız olduğunu hiç zannetmiyorum. Bu konuda haklısınız, dedi Gurney. Fakat diyelim ki, tamamen örnek olsun diye soruyorum, oldukça yetenekli bir korsan belirli bir hastalık üzerine tedavi gören hastaların yer aldığı bir liste oluşturmaya çalışıyor ... Dermott çaresizce ellerini havaya kaldırdı ama Gurney devam etti. Bunu yapmak ne kadar zordur. Yine söylüyorum, bu cevaplanabilir bir soru değil. Bazı veri tabanları o kadar geçirgen ki doğrudan internette yayın yapsalar daha iyi olur. Ama bazıları da dünya üzerinde şifre kırma ve kodları deşifre etme konusunda en gelişmiş bilgisayarları bile kolaylıkla etkisiz kılabiliyor. Her şey sistem tasarımcısının yeteneğine bağlı. Gurney, Dermott'un son cümlesinde bir gururlanma ifadesi yattığını düşündü ve bu konu üzerine gitmeye karar verdi. Her türlü iddiaya girerim ki bu konuda sizden iyi olabilecek insan sayısı oldukça azdır. Dermott gülümsedi. Kariyerimi, bu gezegendeki en zeki korsanları alt etmek üzerine kurdum. Benim tasarladığım hiçbir veri koruma protokolüne izinsiz erişim sağlanamadı. Bu bilgi yeni bir olasılığı gündeme getirdi. Belki de bu adamın alt edici yetenekleri, katilin ulaşmak istediği veri tabanına giden yolda büyük bir pürüz yarattı. Katil de onu bu davaya sürüklemeye karar verdi. Bu fikir kesinlikle düşünmeye değerdi. Fakat asıl sorun bu olasılığın cevaptan çok soru yaratmasıydı. Keşke yerel polis departmanı kapasiteye sahip olsaydı. |
da aynı Bu cümle, Gurney'i düşüncelerinden sıyırıp yeniden olay yerine döndürdü. Ne demek istiyorsunuz. Ne mi demek istiyorum. Dermott vereceği cevabı uzun uzun düşündü. Bir katil beni takip ediyor ve ben de polisin beni koruyabileceğinden emin olamıyorum. Civarda başıboş dolaşan bir, deli var ve bu deli önce beni, sonra da sizi öldürmek niyetinde. Sizse bu durum karşısında bana farazi bir bilgisayar korsanının farazi bir veri tabanına erişimi hakkında varsayımsal sorular soruyorsunuz. Ne yapmaya çalıştığınızı bilmiyorum. Eğer dikkatimi dağıtarak sinirlerimi yatıştırmaya çalışıyorsanız şimdiden söyleyeyim, hiçbir işe yaramıyor. Neden gerçek tehlike üzerine odaklanmıyorsunuz. Sorunumuz akademik bir yazılım meselesi değil. Sorunumuz eli bıçaklı bir delinin peşimizde olması. Ve bu sabah yaşananlar da polisin hiçbir işe yaramadığının en açık göstergesi. Dermott'un konuşurken kullandığı öfkeli ses tonu, yavaş yavaş kontrolden çıktı. Sesleri duyan Nardo yukarı çıkarak yatak odasına geldi. Önce Dermott'a, sonra Gurney'e ve yine Dermott'a bakarak Neler oluyor burada. diye sordu. Dermott arkasını döndü ve duvara bakmayı tercih etti. |
Gurney ise, Bay Dermott, kendisinin yeterince iyi korunmadığını düşünüyor, dedi. Yeterince korun... Nardo öfkeli bir giriş yaptı ama hemen kendini toparladı ve daha makul bir tonda açıklamaya geçti. Bayım, bu eve yetkisiz birinin girme ihtimali, hatta yanlış duymadıysam eli bıçaklı bir delinin bu eve girme ihtimali, sıfırdan bile az. Dermott duvara bakmaya devam etti. Şöyle izah edeyim, dedi Nardo. Eğer o orospu çocuğu buraya gelmeye cüret ederse, ölür. İçeri girmeye çalışırsa onu kıtır kıtır keser, akşam yemeği niyetine yerim. Bu evde yalnız kalmak istemiyorum. Bir dakika bile. Beni duymuyor musunuz. dedi Nardo. Yalnız değilsiniz. Mahalleniz tamamen polislerle çevrili. Evin dışı da polislerle çevrili. Kimse içeri giremez. |
Dermott, Nardo'ya doğru döndü ve meydan okuyan bir üslupla Ya çoktan girdiyse. diye sordu. Siz neden bahsediyorsunuz. Ya çoktan eve girdiyse. Nasıl olacakmış bu. Bu sabah... Memur Sissek'e bakmak için dışarı çıktığımda... mesela ben bahçede dolanırken... kapı kilitli değildi ve o da içeri girdi. Girmiş olabilir, değil mi. Nardo duyduklarına inanamıyormuş gibi karşısındaki adama bakıyordu. İçeri girdi ve nereye gitti. Ben nereden bileyim. Ne yani... Adamın yatağınızın altında falan mı saklandığını düşünüyorsunuz. Bu sadece bir soru, Yüzbaşı. Fakat görüyorum ki siz bu sorunun yanıtını bilmiyorsunuz, değil mi. Çünkü evi baştan aşağı kontrol etmediniz, değil mi. O halde katil yatağın altında olabilir, değil mi. Nardo, Yüce Tanrım. diyerek isyan etti. Bu kadar saçmalık yeter. İki adımda yatağın yanına gitti ve öfkeli bir tavırla yatağın ayak kısmını tutarak omuz hizasında havaya kaldırdı. Şimdi oldu mu. diye söylendi. Burada birilerini görebiliyor musunuz. Yatağı öylece yere bıraktı ve büyük bir gürültü oldu. Dermott öfkeyle Nardo'ya bakıyordu. Sizden istediğim, Yüzbaşı, yeterli bir çalışma. Çocukça bir gösteri değil. Evde detaylı bir arama yapılmasını istiyorum, çok mu zor. Nardo buz gibi bakışlarıyla Dermott'u süzdü. Siz söyleyin... Herhangi biri bu eve girse nereye saklanabilir. Nereye mi. Bilmiyorum. Bodruma. Tavan arasına. Dolaplara. Nasıl bilebilirim ki. İçiniz rahat etsin diye söylüyorum, Bayım, olay mahaline gelen ilk polis ekibi evi baştan aşağı aradı. Eğer katil burada olsaydı, onu bulurlardı. Tamam mı. Evi iyice aradılar mı. Evet, Bayım. Siz mutfakta sorguya çekilirken. Tavan arası ve bodruma da bakıldı mı. Evet. Dolaplara. Bütün dolaplar kontrol edildi. Temizlik dolabını kontrol etmiş olamazlar. diye bağırdı Dermott. Orası asma kilitle kilitlenmişti ve anahtarı bende. Kimse benden anahtar filan istemedi. Yani oranın kilitli olması içeri kimsenin girmemiş olduğu anlamına gelir. Bu durumda orayı kontrol etmek zaman kaybı olacaktır. Öyle değil mi. dedi Nardo. Hayır... Bu sözler evin her yerini kontrol ettik diyen sizlerin lanet olası birer yalancı olduğunuz anlamına gelir. Nardo'nun tepkisi, kendisini büyük bir patlamaya hazır tutan Gurney'i şaşkınlığa uğrattı. Yüzbaşı oldukça sakin bir üslupla, Anahtarı verin, Bayım. Hemen gidip o dolaba da bakacağım. Dermott bir avukat edasıyla söze girdi. Yani oraya bakılmadığını ve evin olması gerektiği gibi kontrol edilmediğini kabul ediyorsunuz. Gurney, Dermott'un bu ısrarcı tavrının migrenle bir alakası olup olmadığını düşündü. Belki de sinir sistemi tamamen çökmüştü. Ya da korkusu yerini öfkeye bırakmıştı. |
Nardo inanılması güç bir biçimde sakinliğini korumayı başarmıştı. Anahtarı verecek misiniz, Bayım. Dermott bir şeyler mırıldandı. Yüz ifadesine bakılırsa itham edici sözler söylemişti. Sonra koltuğundan kalktı ve komodin çekmecesinden bir anahtar alıp yatağın üzerine fırlattı. Bu anahtar diğerlerine kıyasla daha küçüktü. Nardo hiçbir tepki göstermeden anahtarı aldı ve sessizce odadan ayrıldı. Merdivenlerden inerken, ayak sesleri duyuldu. Dermott diğer anahtarları yeniden çekmeceye koydu ve tam çekmeceyi kapatacakken durdu. Dişlerinin arasından homurdandı. |
Kahretsin. diye Anahtarları eline aldı ve ikinci sıradaki anahtarı, anahtarları bir arada tutan halkadan çıkarmak için uğraşmaya başladı. Anahtarı çıkarınca da kapıya yöneldi. Daha bir adım atamadan, yatağın başucundaki halıya takıldı ve kapının kasasına doğru tökezleyerek başını çarptı. Hâlâ sıktığı dişleri arasından öfke ve acı karışımı bir haykırış duyuldu. Gurney, adama doğru bir adım atarak, İyi misiniz. diye sordu. İyiyim. Mükemmelim. Bu sözler, adamın öfkesinin dışavurumuydu. Yardım edebilir miyim. Dermott sakinleşmeye çalışıyordu. İşte, dedi. Bu anahtarı al ve ona ver. Kapıda iki kilit var. Bunca saçma karmaşanın yanında... Gurney anahtarı aldı. Siz, iyi misiniz. Dermott, durumun ne kadar can sıkıcı olduğunu gösteren bir el işaretiyle Gurney'e yardıma ihtiyacı olmadığı mesajını verdi. Eğer olması gerektiği gibi en baştan bana gelselerdi... Sonra birden sustu. Gurney harabe gibi görünen adama bir kez daha dikkatle baktı ve aşağı indi. |
Şehir dışı mahallelerdeki evlerin pek çoğu gibi bu evde de bodrum kata inen merdivenler ikinci kata çıkan merdivenlerin tam altına gelecek şekilde dizayn edilmişti. Bu merdivenlerin başında bir kapı vardı ve Nardo bu kapıyı açık bırakmıştı. Gurney, aşağıdan bir ışık geldiğini görebiliyordu. Yüzbaşı. Evet. Ses, ahşap merdivenlerin sonunda bir yerlerden geliyordu ve Gurney de elinde anahtarla birlikte aşağı inmeye karar verdi. Beton, metal boru, ahşap ve toz karışımı bir koku vardı ve bu koku Gurney'e çocukluğunda oturdukları apartmanın bodrum katını anımsatmıştı. Çift kilitli bu depoda kiracıların kullanmadıkları bisikletler, bebek arabaları, kutular dolusu ıvır zıvır bulunurdu ve lambaları örümcek ağlarıyla sarılı olurdu. Duvarlarda beliren gölgeler, Gurney'in tüylerini diken diken etmeye yeterdi. |
Nardo, inşaatı henüz tamamlanmamış bir odanın karşı köşesindeki çelikten bir gri kapının önünde duruyordu. İnşaat halindeki bu odada ise kirişler, rutubetli duvarlar, bir su ısıtıcı kazan, iki mazot tankı, bir ocak, iki yangın alarmı, iki yangın söndürücü ve bir dc tavandan püskürtmeli yangın söndürme sistemi vardı. Bu anahtar, asma kilit için, dedi Nardo. Bir de yaysız kilit var. Bu güvenlik çılgınlığının sebebi nedir anlamadım. Ayrıca diğer kahrolası anahtar da nerede. Gurney anahtarı Nardo'ya uzattı. Unuttuğunuzu söyledi. Bunun için de sizi suçladı. Nardo homurdanarak anahtarı aldı ve doğruca kilide yerleştirdi. Nardo kapıyı açmak için uğraşırken Kokuşmuş pislik herif, dedi. Gerçekten burayı kontrol ettiğime inanamıyorum... Bu da nesi.... Nardo, peşinde Gurney'le birlikte kapıdan içeri girdi ve kendini temizlik dolabından bir hayli büyük bir odanın içinde buldu. İlk bakışta, gördükleri manzaraya hiçbir anlam veremediler. |
Elli Birinci Bölüm Açıklama Gurney bir an için yanlış kapıyı açtıklarını düşündü. Fakat bunu yapmış olmalarına da imkân yoktu. Merdivenlere açılan kapı haricinde, bodrum kattaki tek kapı bu odaya aitti ama görünüşe göre bu oda depo olmaktan çok uzaktı. Gurney ve Nardo loş ışıklı, geleneksel mobilyalarla döşenmiş, boydan boya halı kaplı büyük bir yatak odasının köşesinde dikiliyordu. Önlerinde çift kişilik bir yatak vardı ve yatağın üzerinde farbaları yere değen çiçekli bir yatak örtüsü seriliydi. Farbaların fırfırlarına benzer süslemeleri olan, fazlaca kabartılmış birkaç yastık da yatağın başına yaslanmıştı. Yatağın ayakucunda sedirden bir çeyiz sandığı vardı. Sandığın üzerinde de kırkyama usulüyle dikilmiş, tombul bir kuş oturuyordu. Gurney'in solundaki duvarda dikkatini çeken ilginç bir şey vardı. Duvardaki pencere ilk bakışta, dışarıdaki açık alanı gösteriyor gibi görünüyordu. Fakat yakından bakınca arkadan aydınlatılan transparan bir posterle kaplı olduğu anlaşılıyordu. Belli ki odayı klostrofobik görünümünden kurtarmak için başvurulan bir çözümdü. Gurney biraz daha dikkatli bakınca bir tür havalandırma sisteminin uğultuya benzer sesini işitti. Anlamıyorum, dedi Nardo. Gurney, tam Nardo'ya katıldığını söyleyecekti ki sahte pencerenin az ilerisinde yine aynı duvara dayalı küçük bir masa olduğunu fark etti. Masanın üzerinde düşük voltajlı bir lamba vardı ve lambanın yaydığı ışık, eskiden diplomaların konduğu ve sergilemek amacıyla duvara asıldığı türden üç siyah çerçeveyi aydınlatıyordu. Gurney, daha iyi görebilmek için çerçevelerin yakınma gitti. Her çerçevede kişisel birer çekin fotokopisi yer alıyordu. Çeklerin hepsinde alıcı X. Arybdis olarak görünüyordu ve hepsinin üzerindeki tutar 289.87 dolardı. Çekler soldan sağa Mark Mellery, Albert Rudden ve R. Kartch tarafından imzalanmıştı. Bu çekler, Gregory Dermott'un eline ulaşan ve nakde çevrilmeden göndericilerine iade edilen çeklerdi. Gregory Dermott bu durumu hemen rapor etmişti. Peki, neden iade etmeden önce birer fotokopisini almıştı. Daha da ilginci hangi akla hizmet bu fotokopileri çerçeveletmişti. Gurney, çerçeveleri tek tek eline aldı. Sanki yakından incelese, aradığı yanıtlara ulaşabilecekti. Üçüncü çekin üzerindeki imzayı incelerken, R. Kartch isminin kendisinde uyandırdığı o huzursuzluk hissi yeniden su yüzüne çıktı. Fakat bu kez yalnızca huzursuzluk duymakla kalmadı, bu hislerin nedenini de buldu. Kahretsin. dedi kendi kendine. Bunu nasıl oldu da daha önceden görememişti. Aynı anda Nardo'dan da ani bir tepki geldi. Gurney hemen Nardo'ya döndü ve adamın bakışlarının odaklandığı noktaya baktı. Nardo, öylece odanın karşı köşesine bakıyordu. Gölgelerin arasında hayal meyal görünen, çerçeveli çeklerin yanındaki lambanın aydınlatma alanının dışında kalan o köşede Kraliçe Anne sandalyesi olarak bilinen sandalyenin kolçakları arasında neredeyse kaybolup gitmiş zayıf ve halsiz bir kadın oturuyordu. Kadının üzerindeki gecelik de sandalyenin kumaşı gibi tozlu bir pembe renge bürünmüştü ve ikisini birbirinden ayırt etmek imkânsızlaşıyordu. Kadın sandalyede oturmuş, başını da göğsüne doğru eğmişti. Nardo, kemerinden bir el feneri çıkardı ve ışığını kadına doğru tuttu. |
Gurney, kadının yaşının elli ile yetmiş arasında olabileceğini düşündü. Cildi ölü gibi solgundu. Sarı saçları, dağınık dalgalardan ibaretti ve peruk gibi görünüyordu. Kadın başını yavaş yavaş kaldırdı ve ışığa doğru baktı. Nardo önce Gurney'e, sonra da sandalyede oturan kadına baktı. Tuvalete gitmem lazım, dedi kadın. Ses tonu yüksek, rahatsız edici ve buyurgandı. Kendini beğenmiş bir tavırla havaya kaldırdığı çenesi, boynundaki yara izinin görünmesine yol açtı. Bu da kim böyle. dedi Nardo. Fısıldayarak ve sanki Gurney bu sorunun cevabını biliyormuş gibi konuşuyordu. Esasında Gurney, bu kadının kim olduğunu gayet iyi biliyordu. Ayrıca bu anahtarı alıp Nardo'ya getirmenin büyük bir hata olduğunun da farkındaydı. Hemen kapıya döndü. Ama Gregory Dermott çoktan kapıya gelmişti. Bir elinde Four Roses marka viski şişesini, diğer elinde de .38 kalibre özel yapım bir revolver tutuyordu. Migren ağrısı çeken öfkeli ve istikrarsız adamdan eser kalmamıştı. Gözlerindeki acı ve suçlama dolu bakışlar gitmiş, yerini Gurney'e göre oldukça keskin ve kararlı bakışlara bırakmıştı. Koyu ve hissiz bakışlar, kendini hemen belli ediyordu. Nardo da kapıya döndü. Nası.... diyerek söze girecekti ki sözcükler boğazında düğümlendi. Olduğu yerde kalakaldı ve sırayla bir Dermott'un yüzüne bir de silaha bakmaya başladı. Dermott büyük bir adım atarak odaya girdi. Ayağını geri iterek kanca misali kapıyı kavradı ve hızlıca kapattı. Kapı kapanınca ağır ve metalik bir klik sesi duyuldu. Bu sesin ardından Dermott'un yüzünde de dudak çizgisini daha çok uzatan bir gülümseme belirdi. Sonunda yalnız kalabildik, dedi. Karşısındaki adamlarla sohbet etmek ister gibi alaycı bir tavır takınmıştı. Yapılacak çok işimiz var, dedi. Ama vaktimiz az. Görünüşe göre bu durumdan fazlasıyla eğleniyordu. Yüzündeki o soğuk gülümseme, bir an o kadar çok genişledi ki kımıldanan bir solucana benzemeye başladı. Öncelikle bu küçük projeme dahil olduğunuz için size ne kadar minnettar olduğumu belirtmek isterim. Sizin işbirliğiniz, her şeyi çok daha iyi kılabilir. Fakat önce ufak bir detayı aradan çıkaralım. Yüzbaşı, sizden rica etsem yere yüzüstü uzanabilir misiniz. Aslında bu tam olarak bir soru sayılmazdı. Gurney, Nardo'nun gözlerine bakınca adamın aklından hesaplar yaptığını anladı. Fakat anlayamadığı şey, böyle bir durumda hangi alternatifleri değerlendirmeye almış olabileceğiydi. Ya da en azından konu hakkında bir fikri olup olmadığım bilmek istiyordu. Dermott'un gözlerinde ise kaçacak hiçbir yeri olmayan bir fareyi sabırla izlemeye koyulmuş bir kedinin bakışları vardı. Bayım, dedi Nardo. Sesinde nazik ama karşısındaki için endişeli bir ton vardı. Silahı yere bırakmanız, şu anda yapılabilecek en iyi hareket olur. Dermott başını iki yana salladı. Sandığınız kadar iyi olmayabilir. Nardo şaşırmış gibi görünüyordu. Silahı yere bırakın, Bayım . Bu da bir seçenek tabii. Ama ortada bir sorun var. Hayatta hiçbir şey bu kadar basit gerçekleşmez, değil mi. Sorun mu. Nardo, Dermott'la konuşuyordu ve ona ilacını almayı unutmuş zararsız bir vatandaş muamelesi yapıyordu. Silahı bırakacağım ama seni vurduktan sonra. Eğer silahı hemen bırakmamı istersen, seni de hemen vurmam gerekir. Oysa ben böyle olsun istemiyorum. Senin de bunu istemediğini biliyorum. Şimdi sorunun ne olduğunu anladın mı. Dermott konuşurken silahın burnunu yavaş yavaş havaya kaldırarak, Nardo'nun boğazıyla aynı hizaya getirdi. Silahı tutan elinin bir parça bile titrememesinden mi yoksa sesindeki alaycı tavırdan mı bilinmez Nardo farklı bir strateji denemeye karar verdi. O silahı ateşledin diyelim, sonrasında ne olacak. Dermott omzunu silkti ve ağız çizgisi yeniden genişledi. Öleceksin. Nardo, aynı fikirde olduğunu gösterircesine başını salladı. Sanki karşısındaki öğrencisiydi ve doğru ama eksik bir cevap vermiş gibi davranıyordu. Ya. Sonra ne olacak. Ne fark eder ki. Dermott yeniden omuz silkti. Bu kez gözlerini kısmış, Nardo'nun boğazını hedef alıyor gibi duruyordu. Yüzbaşı öfkesine ya da korkusuna kapılmadan kontrolünü korumak için büyük bir çaba sarf ediyordu. |
Benim için fark etmez ama senin için eder. O tetiği çektikten yaklaşık bir dakika sonra birkaç düzine polis ensene yapışacak. Sonra da seni parçalara ayıracaklar. Dermott eğleniyor gibi görünüyordu. Kargalar hakkında ne kadar bilgi sahibisin, Yüzbaşı. Nardo, konuyla ilgisi olmayan bu sora karşısında gözlerini kısarak Dermott'a baktı. Kargalar aptal hayvanlardır, dedi Dermott. Birini vurunca, diğeri gelir. Onu da vurunca, başka biri gelir, sonra biri daha ve biri daha. Siz vurmaya devam ettikçe onlar da gelmeye devam eder. Gurney bunu daha önce de duymuştu. Kargalar, içlerinden birinin yalnız ölmesine asla müsaade etmezdi. Bir karga ölüyorsa, diğerleri gelip onun yanında durur ve onu yalnız bırakmazdı. Bu hikâyeyi ilk kez on ya da on bir yaşındayken büyükannesinden duymuştu. Hikâyeyi dinler dinlemez odadan ayrılmıştı çünkü ağlamak üzereydi ve bunu büyükannesinin önünde yapmak istemiyordu. Kendisini banyoya kapattı ve yüreğinde derin bir acı hissetti. Bir keresinde Nebraska'da bir çiftlikte vurulan kargaların fotoğrafını görmüştüm, dedi Dermott. Çiftçinin biri elinde tüfeğiyle omuzlarına dek yükselen bir ölü karga yığınının yanında poz veriyordu. Bir süre bekledi. Sanki Nardo'nun bu sözleri sindirmesini bekliyordu. Çünkü içinde bulunduğu durum, kargalarınkine bir hayli benziyordu. Nardo başını iki yana salladı. Burada oturup polisleri teker teker vuracağını ve bu esnada içlerinden birinin çıkıp senin beynini dağlamayacağını mı düşünüyorsun. İşler senin düşündüğün gibi yürümez. Tabii ki böyle bir düşüncem yok. Sana hayal gücünden yoksun bir akim, nohut kadar küçük olduğunu söyleyen olmadı mı hiç. Ben karga hikâyesini çok severim, Yüzbaşı, ama bu hayvanları peş peşe öldürmenin haricinde oldukça etkili birkaç yöntem daha var. Gaz kaçağı mesela. Eğer evinde bu iş için uygun bir yayılım sistemi varsa, gaz kaçağıyla istenilen sonuca ulaşabilirsin. Bilmem fark ettin mi ama bu evin bütün odalarında havadan püskürtme sistemi döşelidir. Bu oda hariç, bütün odalarda demek istedim. Yeniden sustu. Gözlerinde kendisiyle gurur duyduğunu gösteren capcanlı ve parlak bir bakış belirdi. Yani seni vurursam ve kargalar tepeme üşüşürse iki küçük borunun iki küçük vanasını açarım ve tam yirmi iki saniye sonra... Yüzündeki gülümseme, melek gibi bir ifadeye dönüştü. Sıkılaştırılmış klor gazının insan ciğerinde nasıl bir tahribata yol açtığını bilir misin. Peki bu tahribatı ne kadar hızlı gerçekleştirdiğim bilir misin. Gurney, Nardo'nun bu korkunç adamı ve gaz kaçağı tehdidini değerlendirirken çektiği sıkıntıyı gözlemledi. Bir an için karşısında duran bu polisin gurur ve öfkesine yenik düşerek ölüme doğru gideri bir adım atacağım düşündü fakat Nardo onu yanıltırcasına birkaç derin nefes aldı. Kendisini sakinleştirmeye çalışıyordu. Sonra da ciddi ve biraz da endişeli bir tavırla konuşmaya başladı. Klor bileşenleri oldukça hüner gerektirir. Ben de terörle mücadele timindeyken o bileşenlerden kullanmıştım. Adamlardan biri başka bir deneyin yan ürünü olarak nitrojen triklorit üretmişti. Üstelik bunun farkında bile değildi. Birden başparmağı havaya uçtu. Yani kimyasalları püskürtme sistemiyle yaymak, sandığın kadar kolay olmayabilir. Bunu yapabileceğinden pek emin değilim. Vaktini beni kandırmaya çalışarak harcama, Yüzbaşı. Polislerin el kitaplarında yazan tekniklerden birini kullanıyor gibisin. Ne yazıyordu orada ha. Suçlunun planını eleştirerek kaygılarını dile getir onun kendine olan güvenini sars ve detaylı bilgiler elde etmeye çalış. Daha fazla bilgi almak istiyorsan, hileye başvurmana gerek yok. Doğrudan sor gitsin. Benim gizlim saklım yok. Bilgin olsun diye söylüyorum şu anda benim elimde iki adet elli galonluk yüksek basınç tankı var. İçleri klor ve amonyak dolu. İçlerindeki sanayi tipi kompresörlerle ana püskürtme borusuna bağlanıyorlar ve evi saran sisteme doluyorlar. Bu odada iki gizli vana var. Onları açtığım anda, yüz galonluk gaz oldukça sıkılaştırılmış bir halde havaya karışacak. Nitrojen triklorit ve sonucunda oluşan patlamaya gelince... Benim için artı bir deneyim olur. Fakat ben Wycherly Polis Departmanı'nın havasızlıktan boğulması fikriyle de yetinebilirim. Sizin havaya uçtuğunuzu ve her bir parçanızın ayrı yönlere dağıldığını görmek tarif edilmez bir mutluluk olurdu ama insan elindekiyle yetinmeyi bilmeli. Sonuçta iyinin düşmanı, en iyi olmamalı değil mi. Bay Dermott, bütün bunlar da ne demek oluyor. Dermott kendisine sorulan soruyu büyük bir ciddiyetle düşünüyormuş gibi kaşlarını çattı ama aslında tamamen işi parodiye dökmeye çalışıyordu. Bu sabah postadan bir not aldım. Güneşten kaç / kardan kaç ancak / Gece, gündüz kaçacak bir yer kalmayacak. Gurney'in şiirindeki sözleri imalı bir teatral gösteri ile yineledi. Sonra da Gurney'e sorgulayan bir bakış attı. Boş tehditler. Fakat kim gönderdiyse teşekkür etmem gerekir. Bana hayatın ne kadar kısa olabileceğini re bugünün işini yarma ertelememem gerektiğini hatırlattı. Ne demek istediğini anlamıyorum, Nardo. Hâlâ ciddi tavrını sürdürüyordu. |
dedi Dediklerimi yap. Sonunda her şeyi anlarsın. Peki, sorun yok. Ben kimsenin gereksiz yere zarar görmesini istemiyorum. Hayır, tabii ki hayır. Solucan benzeri gülümseme bir belirdi, bir kayboldu. Bunu kimse istemez. Esasında tam da bu gereksiz zarar görme riskini azaltmak için şimdi yere yüzüstü uzanman gerekiyor. Artık tam bir döngüyü tamamlamışlardı. Şu anda sorulacak tek soru, Şimdi ne olacak. |
olabilirdi. Gurney, bir işaret yakalarım umuduyla Nardo'nun yüzünü inceledi. Bu adam yapbozun ne kadarını birleştirebilmişti. Sandalyede oturan kadının ya da elinde viski şişesi ve silahla karşılarında duran bu güler yüzlü psikopatın kim olduğunu anlamış mıydı. Hiçbir şey anlamasa bile en azından Dermott'un Memur Sissek'i öldürdüğü sonucuna ulaşmış olması gerekirdi. Çünkü gözlerindeki öfkenin başka bir sebebi olamazdı. Ortam birden gerildi. Nardo'nun adrenalin seviyesi yükselmişti. Mantığın yerini çok daha güçlü olan ilkel ve 'sonuçları ne olursa olsun' türünden bir duygusallık aldı. Dermott da bunun farkındaydı. Fakat bu durumda korkmak yerine, daha da coşmuş ve enerjik bir hal almıştı. Revolverin kabzasını daha sıkı tuttu ve yüzündeki o solucan benzeri gülümsemesinde ilk kez dişleri görünür bir hal aldı. Gurney .38 kalibrelik silahtan çıkacak bir kurşunun Nardo'nun hayatını sona erdirmesinden bir saniye önce ve hatta kendi hayatını sona erdirmesinden iki saniye önce öfkeli ve gırtlaktan gelen bir sesle bağırarak odadaki döngüyü kırdı. Adamın dediğini yap. Şu lanet yere yat. Bu bağırışın yarattığı etki inanılmazdı. İki adam da oldukları yerde donakalmıştı. Gurney'in bu haykırışı, yüzleşmelerin en sinsi anlarından birine son vermişti. Henüz kimsenin ölmemiş olduğu gerçeği Gurney'i doğru yolda olduğuna inandırmak için yeterliydi. Gerçi kendisi de bu yolun ne olduğu hakkında net bir fikre sahip değildi. Nardo'nun yüzünden anladığı kadarıyla, adam kendisini aldatılmış hissediyordu. Dermott ise donuk görüntüsüne rağmen içten içe telaşlanmıştı ve bunu belli etmemek için büyük çaba sarf ediyordu. Gurney'in kontrolü ele geçirmesini istemiyordu. Dermott, Nardo'ya dönerek Arkadaşın ne güzel söyledi. dedi. Yerinde olsaydım, dediğini yapardım. Dedektif Gurney, zeki biri. İlginç bir adam. Hem de ünlü. İnternette yaptığınız kısacık bir araştırma sonucunda, aradığın kişi hakkında pek çok şey öğrenebiliyorsun. Bir isim ve posta numarası girdikten sonra karşına çıkan bilgileri görsen hayrete düşersin. Artık gizlilik diye bir şey kalmadı. Dermott'un imalı sözleri, Gurney'in midesini bulandırmıştı. Kendisine sürekli olarak Dermott'un karşısındaki insan hakkında sandığından daha fazla şey bildiğini düşündürmek gibi hilelere başvurabileceğini hatırlatıp durdu. Bu onun uzmanlık akını sayılırdı. Fakat kendisinin ileri görüşlü davranmayarak yol açtığı bu hatanın, Madeleine'nin hayatını tehlikeye düşürmüş olmasını da bir türlü kabullenemiyordu. Nardo gönülsüzce yere eğildi ve sonunda yüzüstü uzandı. Her an şnav çekmeye hazırmış gibi duruyordu. Dermott, ellerini başının arkasında birleştirmesini söyledi. Tabii zahmet olmazsa, diye de ekledi. Gurney bir an için bunun bir infaz sahnesi olduğunu düşündü. |
Fakat Dermott yerde yatan yüzbaşıya memnuniyet dolu bir ifadeyle baktıktan sonra, elindeki viski şişesini sandığın üzerindeki kumaştan kuşun yanına koydu. Gurney, o kuşun aslında bir kaz olduğunu daha yeni fark ediyordu. Birden tüyleri diken diken oldu. Laboratuar sonuçlarından gelen bir detayı hatırladı. Kaz tüyü. Dermott, Nardo'nun sağ ayak bileğini kavradı ve orada duran küçük bir otomatik silahı askılığından çekip aldı. Sonra da kendi cebine koydu. Yüzündeki o sevimsiz gülümseme yeniden belirdi ve kayboldu. Silahların nerede olduklarını bilmek, dedi kendi kendine trajediyi engellemenin en iyi yoludur. O kadar çok silah var ki... Haklılık payı yok değil. İnsanlar, insanları öldürür. Bunu sizin mesleğinizdeki adamlardan daha iyi kim bilebilir ki. Gurney, Dermott hakkında bildiği gerçekler listesine yeni bir madde daha ekledi Nezaketli, tehditkar, asalet dolu ve biraz da kibirli bir tavır takınarak dinleyicilerine anlamlı konuşmalar yapmak. Bunu yapmasının tek bir nedeni olabilir. O da her şeye gücünün yettiğine dair fantezilerini beslemeyecek yeni unsurlar bulmak. Dermott, Gurney'in çıkarımlarını doğrularcasına kendisine döndü ve tıpkı yalaka bir uşak gibi, Şuradaki duvara yaslanarak oturmak ister misin. diye sordu. Bir yandan da yatağın sol tarafında, çeklerin ve lambanın olduğu masanın yanında duran sandalyeyi işaret ediyordu. Sandalyenin sırt yaslanan kısmı, basamak misali çıtalardan oluşuyordu. Gurney sandalyenin yanına gitti ve hiç tereddüt etmeden oturdu. Dermott buz gibi bakışlarıyla Nardo'ya baktı. Seni hiç geciktirmeden huzura kavuşturacağım. Fakat bir katılımcı daha olmasını bekliyorum. Sabırla beklediğin için minnettarım. Gurney, Nardo'nun yüzünü görebildiği kadarıyla adamın çene kasları gerilmişti ve boynundan yanaklarına kadar kıpkırmızı olmuştu. Dermott hızla odanın diğer köşesine geçti ve kolçaklı sandalyenin bir tarafına yaslanarak sandalyede oturan kadına bir şeyler fısıldadı. Tuvalete gitmem lazım, dedi kadın. Yine başını kaldırmıştı. Aslında böyle bir ihtiyacı yok, biliyor musunuz. dedi Dermott. Gurney ve Nardo'ya bakıyordu. Sonda yüzünden oluşan bir rahatsızlık. Uzun, hem de çok uzun yıllardan beri sondaya bağlı olarak yaşıyor. Sondalar da bir yandan rahat ama bir yandan da epey can sıkıcı. Derdi veren Tanrı, dermanını da verirmiş. Yazı ve tura gibi. Biri olmadan, diğerini alamıyorsunuz. Böyle bir şarkı yok muydu. Durdu ve bir melodi mırıldanmaya başladı. Aklındaki şarkıyı bulmaya çalışıyor gibiydi. Sonra sağ elinde silahını tutmaya devam ederken sol eliyle kadını kaldırdı. Hadi canım, yatma zamanı. |
Kadın küçük adımlarla yatağa doğru ilerlerken, ona destek oldu. Sonra da kadının sırtını yatağın başına yaslanan yastıklara dayadı ve yarı oturur, yarı yatar bir pozisyona gelmesini sağladı. Bir yandan da küçük bir çocuk gibi konuşarak, aynı sözleri tekrar ediyordu. Uyku vakti, uyku vakti, uyku vakti, uyku vakti. Silahın burnu yerde yatan Nardo ve sandalyede oturan Gurney'in tam ortasını işaret ediyordu. Dermott odaya hızla bir göz gezdirdi. Fakat özellikle baktığı bir şey olmadı. Odada bir şeyler görüp görmediğini söylemek oldukça güçtü. Sanki başka bir yer ve zamanda gerçekleşen bir olayı hatırlıyor gibiydi. Aniden yatakta yatan kadına baktı. Yüzünde kaçık bir Peter Pan ifadesi vardı. Her şey güzel olacak. Her şey olması gerektiği gibi olacak, dedi. Birbirinden farklı ve uyumsuz notaları mırıldanmaya başladı. Adam mırıldandıkça, Gurney melodinin ne olduğunu hatırladı. Bu bir çocuk şarkisiydi. Dut Ağacının Etrafında Döndük. Belki çocuk şarkılarına karşı bilinçaltında geliştirdiği bir olumsuz tavır belki kötü anılar belki şarkının içinde bulunduğu duruma hiç uygun olmaması... Sebebi ne olursa olsun, bu şarkıyı duymak Gurney'de kusma isteği uyandırıyordu. Dermott melodiye sözleri de ekledi ama bunlar şarkının doğru sözleri değildi. Tıpkı bir çocuk gibi şarkı söylüyordu. İşte yine yatıyoruz, yatıyoruz, yatıyoruz. İşte yine yatıyoruz, sabahları erkenden. Tuvalete gitmem lazım, dedi kadın. Dermott bu tuhaf şarkıyı, bir ninni gibi söylemeye devam etti. Gurney, adamın dikkatinin ne derece dağılmış olabileceğini düşündü. Yatağa doğru bir hamle yapabilir miydi. Hayır, yapamazdı. İleride daha iyi bir zaman yakalayabilir miydi. Dermott'un gaz zehirlen nesi hikâyesi kötü bir fantezi değil de gerçek bir eylem planıysa, ne kadar zamanlan kalmıştı. Pek fazla olmadığı sonucuna vardı. Evden çıt çıkmıyordu. Belli ki Wycherly polislerinden hiçbiri Yüzbaşının yokluğunu fark etmemiş ya da fark ettiyse de bunun ne kadar önemli olduğunun farkına varamamıştı. Ne yükselen sesler, ne koşuşturan ayaklar... Dışarıda bir hayat olduğunu kanıtlayan tek bir hareketlilik belirtisi yoktu. Bu da Nardo'nun hayatını ve kendi hayatını kurtarmanın yalnızca beş ya da on dakika içinde geliştireceği plana bağlı olduğu anlamına geliyordu. Bir plan geliştirip, yatağın üzerindeki yastıkları kabartan bu psikopatı etkisiz hale getirmeliydi. Dermott şarkı söylemeyi kesti. Yatağın köşesinden yana doğru birkaç adım attı ve hem Nardo'ya hem de Gurney'e rahatlıkla ateş edebileceği bir noktaya geldi. Elindeki silahı bir Nardo'ya, bir Gurney'e çeviriyordu. Gurney o an aradığı planı bulmuştu. Adamın dudak hareketlerine bakılırsa, içinden sayıyordu Ooo piti piti, karamela sepeti. Bu tekerlemenin sonunda kim çıkarsa öleceği kesindi. En azından Gurney öyle olduğunu düşündü ve bu tekerlemeyi bir yerde durdurması gerekiyordu. O an için mümkün olan en sakin ses tonuyla sordu Şarap kırmızısı terlikleri hiç giyiyor mu. Dermott'un dudakları artık kıpırdamıyordu. Yüz ifadesi bomboştu ama tehlikeli bir boşluktu. Elindeki silah da ritmini kaybetmişti. Silahın burnunu Gurney'e doğru çevirdi. Sanki kumar masasında rulet tekerleği kaybeden numaraya yavaş yavaş yaklaşıyordu. Gurney, ilk kez silahın yanlış tarafında kalmıyordu. Fakat kırk yedi yıllık yaşantısında kendisini ölüme hiç bu kadar yakın hissetmemişti. Kam, sanki daha güvenli bir yer bulmak istercesine, çekildi. Sonra birden sakinleşti. Bilincini kaybetmeden hemen önce yaşadığı o buz üzerinde yürüme hayaline kapıldı. Sonra Dermott'a baktı. Adamın gözlerindeki bakışlar asimetrik bir hal almıştı. Birinde ruhunu yıllar önce bir savaş alanında bırakan ölü birinin bakışı varken diğer gözünde nefretle beslenen bir canlılık vardı. Öfke dolu gözünden, kafasında birtakım planlar kurduğu anlaşılabiliyordu. Belki de Gurney'in, Defneler'den aşırılan terliklerle ilgili iması amacına ulaşmıştı. Çözüm bekleyen sorulan gün ışığına çıkarmış olabilirdi. Belki de Dermott, Gurney'in olan bitenler hakkında ne kadar bilgi sahibi olduğunu düşünüyor ve bu durumun final oyununu nasıl etkileyebileceğini hesaplıyordu. Durum ne olursa olsun, Dermott kafasındaki bütün sorunları kısa sürede ve kendisini memnun eden bir biçimde çözüme kavuşturdu. Yüzündeki gülümseme, birden sırıtmaya döndü. İnci gibi beyaz dişleri ikinci kez gülümseyen dudakları arasından kendini gösteriyordu. Mesajlarımı aldın mı. diye sordu. Gurney'i etkisi altına alan huzurlu anlar yavaş yavaş geride kalıyordu. Bu soruyu yanlış bir biçimde yanıtlarsa son derece önemli bir sorun yaratacağını biliyordu. Dermott'un, Defneler'de gördüğü o iki mesaj benzeri şeye gönderme yaptığını umdu. Cinnet filminden yapılan alıntıları mı kastediyorsun. Bir tanesi bu, dedi Dermott. Bay ve Bayan Seylla adına kayıt yaptırmak, dedi Gurney. Sesinden, bu durumu oldukça sıkıcı bulduğu anlaşılıyordu. Bu da İkincisi. Ama en iyisi üçüncüsüydü, siz ne dersiniz. Ben üçüncünün tam bir saçmalık olduğunu düşünmüştüm, dedi Gurney. Çaresizce konuyu uzatmaya çalışıyor o eksantrik otel ve otelin yarı sahibi Bruce Wellstone hakkında hatırladıklarını tekrar tekrar gözden geçiriyordu. Gurney'in yaptığı yorum, Dermott'u kızdırmıştı. Öfkesi yerini ketum bir yaklaşıma bıraktı. Benim neden söz ettiğimi bilip bilmediğinden emin değilim, Dedektif, dedi. Gurney, itiraz etme isteğini güçlükle bastırarak en iyi blöfün sessiz kalmak olduğu prensibini hatırladı. Üstelik konuşmadığı zamanlarda daha rahat düşünebiliyordu. Hatırladığı tek tuhaf şey, Wellstone'un kuşlar ya da kuş gözlemciliği gibi bir şeylerden bahsettiğiydi. O zaman için adamın bu sözlerini hiç de anlamlı bulmamıştı. Ne tür kuşlardı bunlar. Kuşların rakamla ne alakası vardı. Kuşların sayısıyla ilgili bir şey... Dermott huzursuzlanıyordu. Gurney'in konuyla ilgili genel bir şeyler söylemesi gerekiyordu. Kuşlar, dedi kurnazca. Ses tonunda aptal bir ifade yerine kurnazlık belirtileri olması için dua etti. Dermott'un gözlerine bakınca, ortaya attığı bu konunun birtakım gerçeklerle bağlantısı olabileceğini gördü. Ama nasıl. Kuşlar neden bu kadar önemliydi. Buradaki mesaj neydi. Ne yapmak için yılın kötü bir zamanıydı. Kırmızı göğüslü şakrakkuşu. İşte kuşun cinsi buydu. Peki ama bu ne işine yarayacaktı. Kırmızı göğüslü şakrakkuşunun nasıl bir işlevi olabilirdi. |
Blöfünü gittiği yere kadar sürdürmeye karar verdi. Kırmızı göğüslü şakrakkuşları, dedi ve esrarengiz bir edayla göz kırptı. Dermott yüzünde beliren o zoraki gülümsemenin ardında büyük bir şaşkınlık gizliyordu. Gurney, Tanrıdan kuşlar konusunun neyle bağlantılı olduğunu bilebilmeyi diledi. Keşke biliyormuş gibi yaptığı konuyu gerçekten bilebilseydi. Wellstone'un söylediği sayı kaçtı. Artık ne söyleyeceğini ya da doğrudan bir soru sorulursa ne yanıt vereceğini bilmiyordu. Ama öyle bir soru da gelmedi. Hakkında yanılmamışım, dedi Dermott. Kendini beğenmiş bir hali vardı. Telefonla yaptığımız ilk görüşmede, senin kabiledeki diğer maymunlardan daha zeki olduğunu anlamıştım. Sustu ve kendi kendini onaylarcasına başını öne arkaya sallamaya başladı. Halinden memnun gibiydi. Bu iyi işte, dedi. Zeki bir maymun. En azından birazdan göreceklerini takdir edebilecek kapasitedesin. Aslına bakarsan senin tavsiyeni uygulamaya karar verdim. Ne de olsa bu özel bir gece... sihirli terlikler için kusursuz bir gece. Konuşurken bir yandan da geri geri çekiliyor ve odanın diğer tarafındaki etajerin yanına gidiyordu. Gözlerini Gurney'den ayırmadan, en üst çekmeceyi açtı. Sonra da dikkatle çekmecedeki ayakkabıları aldı. Ayakkabılar Gurney'e, annesinin kiliseye giderken giydiği burnu açık ve hafif topuklu ayakkabıları hatırlattı. Fakat bu ayakkabılar yakut rengi bir camdan yapılmıştı. Cam öyle parlıyordu ki loş ışıkta yarı saydam bir kan kütlesi gibi duruyordu. . Dermott dirseğiyle çekmeceyi kapattı. Sonra da bir elinde ayakkabıları, diğer elinde hâlâ Gurney'e yöneltilmiş silahıyla yatağa doğru geldi. Hatırlatma için çok teşekkür ederim, Dedektif. Eğer konuyu açmasaydın, hatırlamayacaktım. Senin konumunda başka biri olsa bu kadar yardımcı olmazdı. Gurney, adamın bu imalı yorumunun kontrolün hâlâ kendi elinde olduğu ve Gurney ne söylerse söylesin her şeyi kendi lehine çevirebileceği mesajını taşıdığını düşündü. Dermott yatağa doğru eğildi ve kadının yatak odasında giydiği yıpranmış kadife terliklerini çıkardı. Sonra da parlak kırmızı olanları giydirdi. Kadının ayaklan küçüktü ve ayakkabılar ayağına kolayca giriverdi. Ördek Dickie de yatacak mı. diye sordu yaşlı kadın. En sevdiği masaldan ezbere replikler okuyan bir çocuk gibiydi. Dermott şarkı söyler gibi bir melodi tutturdu ve Yılanı öldürüp, kafasını kesecek / Sonra Ördek Dickie hemen yatağa girecek, dedi. Benim Ördek Dickie'm nerede. Kümesi korumak için horozu öldürüyor. Ördek Dickie bunu neden yapıyor. Boyanmış bir gül kadar / Kırmızı kan için / Her insan bilir ki / Ne ekerse onu biçecektir. Dermott, aralarındaki bu ritüelin henüz bitmediğini gösterircesine yaşlı kadına bakıyordu. Kadına doğru eğildi ve kısık sesle, Ördek Dickie bu gece ne yapacak. diye sordu. Kadın da kısık sesle, Ördek Dickie bu gece ne yapacak. diye yineledi. Kargaların hepsi ölene dek, kargaları bekleyecek / Sonra Ördek Dickie hemen yatağa girecek. Kadın sanki bir hayal dünyasındaymış gibi parmak uçlarıyla başındaki sarı bukleli peruğa dokundu. Gurney, kadının yüzündeki gülümsemeyi bir eroinmanın kendinden geçtiği anlarda yüzünde beliren ifadeye benzetti. Dermott da kadını izliyordu. Bakışları, bir evladın annesine baktığı gibi sevgi doluydu. Dudakları arasında bir sağa bir sola kaydırdığı dili, yılan gibi süzülüyordu. Dermott birden gözlerini kırpıştırdı ve odaya şöyle bir göz gezdirdi. Sanırım artık başlamaya hazırız, dedi. Yatağın üzerine çıktı ve kadının bacakları üzerinden geçerek diğer tarafa ulaştı. Bu esnada çeyiz sandığının üzerindeki kazı eline aldı. Kadının yanına gidip, yarı uzanır bir halde sırtını yastıklara dayadı. Kazı da kucağına koydu. Neredeyse hazır sayılırım. Sesindeki neşe, doğum günü pastasının üzerine mum yerleştirme işini bitirmek üzere olan biri kadar canlıydı. Oysa şu anda parmağını hâlâ tetiğinden çekmediği revolverini, kazın arkasındaki cep benzeri boşluğa yerleştiriyordu. Yüce Tanrım, dedi Gurney kendi kendine. Mark Mellery'i de mi bu şekilde öldürmüştü. Bu yüzden mi adamın boynundaki yarada ve yerdeki kanda kazın içini dolduran malzemenin kalıntıları vardı. Mellery'nin ölümle buluştuğu anda, bir hızla göz göze gelmiş olması mümkün olabilir miydi. Gözünde canlandırdığı sahne o kadar komikti ki gülmemek için kendini zor tuttu. Yoksa bu gülme isteğinin nedeni içini saran o müthiş korku muydu. Hissettiği duygu her neyse, birdenbire geldiğinin ve oldukça güçlü olduğunun farkındaydı. Bugüne dek yeterince delilikle karşılaşmıştı. Sadistler, her türlü seks katilleri, buz kıracakları olan sosyopatlar, hatta öldürdüğü insanların etini yiyen yamyamlar. Fakat hiçbirinin karşısında şu an içinde bulunduğu kâbus kadar çözümsüz kalmamıştı. Hele hele beynine saplanmak üzere olan kurşundan bir parmak hareketi kadar uzaktayken. Yüzbaşı Nardo, lütfen ayağa kalk. Sahneye çıkma zamanın geldi. Dermott'un sesi kötülüğü çağrıştıran, teatral ve ironik bir tona bürünmüştü. Yaşlı kadın kendi kendine, Ördek Dickie, Dickie, Dickie. Ördek Dickie, Dickie, Dickie. Ördek Dickie, Dickie, Dickie diye mırıldanıyordu. O kadar kısık sesle mırıldanıyordu ki Gurney bu sesi gerçekten mi duyuyor, yoksa hayal mi ediyor emin olamıyordu. İnsan sesinden çok tik tak öten bir saate benziyordu. Gurney, Nardo'nun ellerini bırakıp yeniden hissetmeye çalışırcasına açıp kapamasını izledi. Nardo sonra yerden kalkıp yatağın başına dikildi. Kondisyonunu yüksek tutan bir adam misali oldukça çevik davranmıştı. Bakışları yatakta duran tuhaf İkiliden Gurney'e, sonra yeniden yataktakilere çevrildi. Karşılaştığı manzaraya şaşırmış olsa bile, bunu yüzünden anlamaya imkân yoktu. Yine de gözlerine bakınca kolaylıkla anlaşılan bir gerçek vardı. O da Nardo'nun, kaza ve Dermott'un eline bakarak silahın nerede olduğunu anlamış olmasıydı. Dermott, boşta kalan eliyle kazın sırtını okşamaya başladı. Asıl planımızı uygulamaya koymadan önce son bir soru, Yüzbaşı. Dediklerimi yapmaya hazır mısın. Tabii. |
Bu cevabı yeterli bulmasam da kabul ediyorum. Şimdi sana bir dizi direktif vereceğim. Her birini harfi harfine yerine getireceksin. Anlaşıldı mı. Hı hı. Sana bu kadar güvenmesem, ciddiyetinden kuşku duyabilirdim. Durumu iyice kavradığını sanıyorum. Herhangi bir yanlış anlaşılma olmaması için elimdeki tüm kartları açıyorum. Seni öldürmeye karar verdim. Bu konu tartışmaya açık bir konu değildir. Burada sorutabilecek tek soru seni ne zaman öldüreceğim sorusudur. Bu sorunun yanıtı sana bağlı. Buraya kadar anlaşılmayan bir yer var mı. Sen beni öldüreceksin. Ben bunun ne zaman olacağına karar vereceğim. Nardo, içinde bulunduğu durumdan bıkmış bir adam edasıyla konuşuyor Dermott da bunu epey eğlenceli buluyordu. Bildin, Yüzbaşı. Ne zaman olacağına sen karar vereceksin. Tabii belli bir dereceye kadar. Çünkü eninde sonunda bu işin nihayete ermesi gerekir. O zamana kadar hayatta kalıp, benim dediklerimi yapacaksın. Buraya kadar anlaşılmayan bir şey var mı peki. Yok. Lütfen dediklerimi yapmadığın anda ani bir ölümle tanışma ayrıcalığın olduğunu unutma. Uysal davranışlar sergilemek ömrünü birkaç dakika daha uzatacaktır. Karşı çıkmaksa ömrünün sonu demektir. Daha basit nasıl anlatabilirim bilemiyorum. Nardo gözlerini kırpmadan adama bakıyordu. Gurney ayağını sandalyesinin ayaklarından kurtarmak için biraz geri çekti böylece kendini yatağa doğru atabilmek için en uygun pozisyonu yakalamış olacaktı. İki adam arasında yaşanan bu duygusal dinamik her an büyük bir patlamaya dönüşebilirdi. Dermott kazın sırtını ovalama işine bir son verdi. Lütfen ayaklarım eski konumlarına getir, dedi. Fakat gözlerini Nardo'dan bir saniyeliğine bile ayırmamıştı. Gurney kendisine söyleneni yaptı. Artık, Dermott'un çevresel görüşünün ne kadar gelişmiş olduğunun farkındaydı. Tekrar kıpırdarsan, ikinizi de tek kelime etmeden öldürürüm. Şimdi, Yüzbaşı, diye devam etti. Görevini dikkatle dinle. Sen bir oyunun aktörüsün. Adın Jim. Oyun Jim, Jim'in karısı ve oğluyla ilgili bir oyun. Kısa ve basit ama sonu oldukça etkileyici. Tuvalete gitmem lazım, dedi kadın. Konuşması bir sarhoşun konuşması gibi hafif kayıyordu. Parmakları ise sarı peruğu arasında dolaşıyordu. Sorun yok canım, dedi Dermott. Ama kadının yüzüne bakmadan konuşuyordu. Her şey yoluna girecek. Her şey olması gerektiği gibi olacak. Dermott kucağındaki kazın duruşunu düzeltti. Gurney, kazın içinde silahın doğrudan Nardo'yu hedef aldığını düşündü. Her şey hazır mı. |
Nardo'nun sabit bakışlarından zehir saçılsaydı, Dermott şimdiye dek üç kez ölmüştü. Oysa adamın dudaklarında gülümseme mi, yoksa bir heyecan belirtisi mi olduğu anlaşılamayan tuhaf bir kıvrım vardı. Bu kez' sessiz kalarak, evet demek istediğini farz ediyorum. Ama dostça bir uyarı. Cevaplarından doğacak ufacık bir belirsizlik, oyunun ve hayatının sona ermesi anlamına gelir. Beni anlıyor musun. Evet. Güzel. Ve perde açılır. Oyun başlar. Sonbaharın sonlarına gelinmiştir. Saat gece yarısına yaklaşmaktadır. Gökyüzü kapkaranlıktır. Hava biraz rüzgârlıdır. Dışarıda biraz kar ve biraz da buz vardır. Esasında oyunun geçtiği gece, bu geceye fazlasıyla benzemektedir. İzin günündesindir. Bütün günü bir barda, sarhoş arkadaşlarınla birlikte içerek geçirmişsindir. Senin eve gelmenle oyun başlar. Yalpalaya yalpalaya karının odasına girersin. Yüzün kıpkırmızı olmuştur ve öfkeli sindir. Gözlerin boş ve aptal aptal bakar. Elinde bir şişe viski vardır. Dermott çeyiz sandığının üzerindeki Four Roses şişesini işaret eder. O şişeyi kullanabilirsin. Şimdi şişeyi eline al bakalım. Nardo bir adım öne çıkar ve şişeyi alır. Dermott bu hareketi başıyla tasvip eder. Şişeyi eline alır almaz içgüdüsel olarak ona bir silah muamelesi yaptın. Çok güzel, oyundaki rolüne çok uygun. Karakterin kafa yapısıyla doğal bir uyum sağladın. Şimdi karının yatağının ayak ucunda durup elinizdeki şişeyi sağa sola sallarsın. Gereksiz bir öfkeyle karma, oğluna ve oğlunun yatakta duran doldurulmuş oyuncak kazma bakarsın. Kuduz bir köpek gibi dişlerini gösterirsin. Dermott durdu ve Nardo'nun yüzüne dikkatle baktı. Dişlerini görelim. Nardo dudaklarını gerdirdi ve sonra da araladı. Gurney, adamın ifadesindeki öfkenin oyunculuk kabiliyetinden gelmediğinin farkındaydı. |
İşte böyle. dedi Dermott. Heyecanlanmıştı. Mükemmel. Gerçekten çok yeteneklisin. Şimdi kan çanağı gözlerin ve salyalı dudaklarınla öylece durup yatakta yatan karma, bağırırsın. 'Onun burada ne işi var.' Bu esnada beni işaret edersin. Annem, 'Sakin ol Jim, oğlumuz bana ve Ördek Dickie'ye hikaye kitabını gösteriyor,' der. Sen de 'İçine ettiğimin kitabını filan görmüyorum ben, dersin. Annem de, Bak işte komodinin üzerinde,' der. Ama senin akim da yüzün kadar iğrençtir. O iğrenç düşüncelerin pis kokan teninin üzerinden ter olarak akar gider. Annem sana sarhoş olduğunu ve diğer odada uyuman gerektiğini söyler. Ama sen soyunmaya başlarsın. Ben dışarı çıkman için sana bağırırım. Ama sen bütün kıyafetlerini çıkarırsın ve orada çırılçıplak durup bize bakarsın. Seni bu halde görmek bende kusma isteği uyandırır. Annem sana kızar. Sana bağırır ve iğrençleşmeden odayı terk etmeni söyler. Sen de, 'Sen kime iğrenç diyorsun, kaltak.' dersin ve viski şişesini yatağın ayakucuna çarparsın. Sonra da elindeki kırık şişeyle, çıplak bir maymun gibi yatağa atlarsın. Viskinin mide bulandırıcı kokusu bütün odaya yayılır. Anneme kaltak dersin. Sen... Nardo, Annenin adı ne. diyerek Dermott'un sözünü kesti. Dermott iki kez gözlerini kırptı. Bunun hiçbir önemi yok. Evet, var. Önemi yok. Neden olmasın. Dermott bu soru karşısında az da olsa afallamıştı. Adının ne olduğunun hiçbir önemi yok çünkü sen o adı asla kullanmazsın. Ona aşağılayıcı, çirkin kelimelerle hitap eder asla adını kullanmazsın. Ona asla saygı göstermezsin. Adını kullanmayalı öyle uzun zaman olmuştur ki... Belki de adının ne olduğunu artık hatırlamıyorsundur. |
Ama sen annenin biliyorsun, değil mi. adının ne olduğunu Tabii ki biliyorum. O benim annem. Tabii ki annemin adım biliyorum. Öyleyse adı nedir. Seni ilgilendirmez. Annemin adının senin için hiçbir önemi yok. Yine de ne olduğunu bilmek isterim. Adının, senin o iğrenç hafızanda yer almasını istemiyorum. Eğer onun kocası gibi davranacaksam, onun adını bilmek zorundayım. Sen sadece benim bilmeni istediğim kadarını bileceksin. Kadının adını bilmeden, bunu yapamam. Senin ne söylediğin umurumda bile değil... Kendi karımın adım bilmiyor olmak, lanet olası bir saçmalık. Gurney, Nardo'nun böyle davranarak yapmaya çalıştığını çözememişti. |
ne Yirmi dört yıl önce bu evde sarhoş Jimmy Spinks'in karısı Felicity Spinks'e yaptığı saldırıyı canlandırdığının farkına varabilmiş miydi. Bir yıl önce bu evi satın alan Gregory Dermott'un Jimmy ve Felicity'nin oğlu olduğunu ya da başka bir deyişle aile faciasının ardından sosyal hizmetler tarafından koruma altına alman Spinkslerin sekiz yaşındaki oğlu olduğunu nihayet çözebilmiş miydi. Boğazındaki yara iziyle yatakta duran bu kadının Felicity Spinks olduğunu ve kadının geçirdiği travma yüzünden uzun yıllar kaldığı bakımevinden, yetişkin oğlu tarafından çıkarıldığını görebilmiş miydi. Nardo, Dermott'un bu küçük 'oyunu'nun ne anlama geldiğini dillendirip ortamdaki bu cinayete meyilli dinamiği değiştirmeyi mi düşünüyordu. Psikolojik bir dikkat dağıtma yöntemi kullanarak bir kaçış yolu yaratmaya mı çalışıyordu. Yoksa sadece karanlıkta debelenip, Dermott'un aklından geçen planı mümkün olduğunca ertelemeyi mi hedefliyordu. Tabii başka bir seçenek daha vardı. Nardo'nun yapmaya çalıştığı şey ve Dermott'un bu çabaya karşılık verdiği tepki hiçbir mantıklı açıklama içermiyor da olabilirdi. Küçük çocuklardan ' parklarda plastik kum kovalarıyla birbirlerini dövdüğü ve öfkeli adamların barlarda ölümüne kavga ettiği gibi son derece önemsiz bir mesele üzerinden yepyeni bir tartışma ortamı yaratıyor olabilirlerdi. Gurney, son ihtimalin diğerlerine göre biraz daha iyi olduğunu düşündü ama içinde bir yerlerde umudunu yitirmeye çok yaklaşmıştı. Senin mantıklı bulduğun şeylerin, benim gözümde hiçbir önemi yok, dedi Dermott. Elindeki kazın açısını yeniden ayarladı ve doğrudan Nardo'nun boğazını hedef aldı. Düşündüklerinin hiçbir önemi yok. Altık kıyafetlerini çıkarma zamanı geldi. |
Önce annenin adını söyle. Kıyafetlerini çıkar ve elindeki şişeyi parçala. Sonra da çıplak bir maymun gibi yatağa atla. Tıpkı aptal, salyalı ve iğrenç bir canavar gibi. Adı ne. Hadi artık. Gurney, Dermott'un kolundaki kasların gerildiğini gördü. Bu, tetikte parmağını biraz daha sıkılaştırdığı anlamına geliyordu. Adını söyle bana. Gurney'in olan bitenler halikında barındırdığı şüpheler tamamen ortadan kalktı. Nardo bütün erkekliğini ve hatta hayatını tek bir taktik üzerine kumdan bir kale gibi inşa etmişti. Amacı, karşısındaki adama sorusunu cevaplatabilmekti. Dermott ise bütün varlığıyla kontrolünü elden bırakmamak için çabalıyordu. Gurney, Nardo'nun rakibi için kontrolün ne kadar önemli olduğunu bilip bilmediğini merak etti. Rebecca Holdenfield'a göre, aslında seri katiller hakkında az çok bilgi sahibi olan herkesin bildiği üzere, kontrol, uğruna her türlü riskin alınabileceği ve her türlü bedelin ödenebileceği bir hedeftir. Mutlak kontrol, en büyük ve nihai mutluluktur. Elinde silah olmadan, rakibin kontrol üzerine, kurduğu hayalleri yıkmaya çalışmaksa intihara teşebbüstür. Bu gerçeği görmemek, Nardo'yu bir kez daha ölümün kıyısına getirmiştir ve bu kez Gurney sadece bağırarak onun hayatını kurt aram ay ab i lir. Aynı taktiğin ikinci kez başarılı olma ihtimali epey düşüktür. Cinayet, hızla yaklaşan bir fırtına bulutu gibi Dermott'un gözlerine yerleşmekteydi. Gurney kendini hiç bu kadar çaresiz hissetmemişti. Tetikteki parmağı durdurmak için bir çözüm bulamıyordu. Sonra saf bir gümüş gibi temiz ve soğuk bir ses duydu. Bu ses hiç şüphesiz Madeleine'e aitti. Madeleine, Gurney'e yıllar önce umutsuz bir vaka üzerinde çalışırken tıkanıp kaldığı noktada söylediği bir şeyi yeniden tekrarlıyordu. Çıkmaz sokaktan çıkmanın tek bir yolu vardır. Tabii ya, dedi Gurney kendi kendine. Her şey ne kadar da netleşmişti. Sadece aksi yöne gitmesi gerekiyordu. Mutlak kontrolü elinde bulundurma ve bu uğurda cinayet işleme ihtiyacı duyan bir adamı durdurmanın tek yolu, içgüdülerinizin söylediği her şeyin aksini hayata geçirmektir. Madeleine'in sözleri kaynağından çıkan berrak bir su gibi zihnini temizlemiş, yapması gereken şeyi görmesini sağlamıştı. Eğer bir planı işe yaramazsa korkunç, tamamen sorumsuz ve yasal açıdan da savunulamaz bir eylem gerçekleştirmiş olacaktı. Ama işe yaracağım biliyordu. Şimdi. Şimdi, Gregory. diye çıkıştı. Vur onu. |
İki adam da duydukları bu sözlere bir an için hiçbir anlam veremedi. Çünkü bu sözler, bulutsuz bir günde çıkan fırtına gibiydi. Dermott'un Nardo'ya odaklanma hali birden dağıldı ve kazın içindeki silahın burnu karşı duvara yaslanmış bir şekilde sandalyede oturan Gurney'e döndü. Dermott'un ağzı, zoraki bir gülümseme gibi yanlara doğru gerildi. Anlamadım. Gurney, adamın her türlü çabasına rağmen, sesindeki huzursuzluğu yakalamıştı. Beni duydun, Gregory, dedi. Sana onu vurmanı söyledim. Sen... bana... ne dedin.' Gurney, sabırsızlanıyormuş Vaktimi boşa harcıyorsun. |
gibi ofladı. Boşa mı harcıyorum. Sen ne yaptığım sanıyorsun. Kazın içindeki silah artık tamamen Gurney'i hedef alıyordu. Soğukkanlılığını kaybetmişti. |
Nardo'nun gözleri yuvalarından fırlayacak gibi oldu. Gurney adamın bu şaşkınlığının ardında gizlenen duyguları anlamakta güçlük çekiyordu. Sanki Nardo neler olup bittiğini öğrenmek istediğini söylemiş gibi Gurney ona dönüp, Gregory ona babasını hatırlatan insanları öldürmekten hoşlanıyor, dedi. Bu sözlerin ardından Dermott'tan boğazına takılan bir kelimeyi ya da bir haykırışı dile getirmek istercesine çıkardığı, homurtuya benzer bir ses duyuldu. Gurney bütün dikkatini Nardo'ya yöneltmişti ve aynı ağırbaşlı üslupla konuşmaya devam etti. Sorun şu ki arada bir birilerinin onu hafifçe dürtmesi gerekiyor. Çünkü bu süreçte bir yerde takılıp kalıyor. Ve maalesef hata yapıyor. Sandığı kadar zeki biri değil. Ah, aman Tanrım. Birden sustu ve kışkırtıcı bir gülümsemeyle Dermott'a baktı. Dermott'un çenesindeki kasları neredeyse tek tek görmek mümkündü. Bunun gerçek olma ihtimali oldukça yüksek, değil mi. Küçük Gregory Spinks sandığı kadar zeki değil. Buna ne dersin, Gregory. Sence böyle bir şiir yazılabilir mi. Karşısındaki katile göz kırpacaktı ki birden bunun biraz abartılı bir hamle olabileceğini düşünerek vazgeçti. Dermott nefret, karmaşa ve henüz adlandırmadığı bir ifadeyle Gurney'e bakıyordu. Gurney adlandıramadığı o ifadenin, kontrol düşkünü birinin aradığı cevapları bilen tek adamı öldürmeden önce sormak istediği bir dizi soru olması için dua etti. Dermott'un ağzından çıkan kelimeler, onu umutlandırmıştı. Hatalar mı. Gurney kederli bir şekilde başını öne arkaya sallayıp, Dermott'un şüphelerini arttıran bir tavır takındı. Korkarım birkaç hata yaptın. Yalan söylüyorsun, yapmam. |
Dedektif. Ben hata Yapmaz mısın. O halde onlara hata demek yerine ne demeyi tercih ediyorsun. Küçük Ördek Dickie'nin beceriksizlikleri mi. Bu sözler ağzından çıkar çıkmaz ölümcül bir hamle yapmış olabileceğinin farkına vardı. Kurşunun saplandığı yeri görmeden, hatanın ölümcül olup olmadığını anlamasına imkân yoktu. Fakat ne olursa olsun, güvenli bir geri çekilme ihtimalini ortadan kaldırmıştı. Dermott'un ağzında titremeye benzer bir kıpırdanma gördü. Tuhaf bir şekilde yatakta arkasına yaslanmıştı ve bu haliyle cehennemden Gurney'i izliyormuş gibi görünüyordu. Gurney aslında tek bir hatanın farkına varmıştı. O da Kartch çekiydi. Bu hatayı da lambanın yanındaki çerçevede çekin fotokopisini görünce fark etmişti. Yine de hatayı uzun zamandır biliyormuş gibi davranabilirdi. Böyle bir şey, mutlak kontrolü elinde tuttuğunu düşünen bir adam üzerinde nasıl bir etki yaratabilirdi. Yine Madeleine'nin özlü bir sözünü hatırladı. Eğer geri çekilemiyorsan, tam gaz ileri git. Nardo'ya doğru döndü. Sanki odadaki seri katili görmezden gelmek, onu koruma altına alabilecekti. |
Yaptığı en aptal hatalardan biri kendisine çekleri gönderen adamların isimlerini bana söylemek oldu. Söylediği isimlerden biri Richard Kartch'dı. Kartch çeki üzerinde hiçbir not olmadan, öylece bir zarfa koyup göndermişti. Kimden geldiğini gösteren tek kanıt çekin üzerinde yazan isimdi. Bu isim R. Kartch'dı ve imza da bu isim üzerinden atılmıştı. Orada geçen 'R' harfi Robert, Ralph, Randolph, Rupert ve daha bir düzine ismi temsil ediyor olabilirdi. Ama Gregory onun Richard olduğunu biliyordu. Çekin üzerinde yazan isim ve adres dışında hiçbir şey bilmediğini iddia etti. Oysa ben Kartch'ın Sotherton'daki evine gitmiştim. Yani en başından beri yalan söylediğini biliyordum. Bunun sebebi de gün gibi ortada. Bu kadarı Nardo için çok fazlaydı. Biliyor muydun. Öyleyse neden bize söylemedin ve biz bu adamı içeri tıkmadık. Çünkü ne yaptığını ve neden yaptığını biliyordum ve onu durdurmak gibi bir niyetim yoktu. Nardo, sineklerin insanları bambaşka bir gezegene hissediyordu. |
tokatlayabildiği gelmiş gibi Keskin bir klik sesi, Gurney'in dikkatini yeniden yatağa çevirdi. Yaşlı kadın kırmızı ayakkabılarım, öz diyarından ayrılıp Kansas'taki evine geri dönmeye çalışan Dorothy gibi birbirine vuruyordu. Kazın içindeki silah, Gurney'i hedef alıyordu. Dermott, Karteli gerçeğinden etkilenmemiş gibi görünmek için çaba sarf ediyordu. En azından Gurney, çaba sarf ettiğini umuyordu. Dermott, tuhaf bir tavırla konuştu. Nasıl bir oyun oynuyorsunuz bilmiyorum, Dedektif, ama ben bu oyuna bir son vereceğim. Gurney, gizli görevlerde edindiği tecrübelerine dayanarak, düşmanın göğsüne dayadığı gizli bir Uzi taşıyan adam edasıyla konuşmaya başladı. Tehdit etmeden önce, dedi sakince durumu iyice anladığından emin ol. Durum mu. Ben ateş ederim ve sen ölürsün. Ben yeniden ateş ederim ve o ölür. Maymunlar kapıdan içeri girer ve onlar da ölür. İşte durum bundan ibaret. Gurney gözlerini kapadı ve başını arkaya iterek duvara dayadı. Sonra da derin bir iç çekti. Hiçbir fikrin yok... Hiçbir fikrin yok değil mi. dedi, başını iki yana sallayarak. Hayır. Hayır, tabii ki yok. Nasıl olsun ki. Ne hakkında fikrim yok, Dedektif. Dermott, adamın unvanını abartılı bir kinayeyle söyledi. Gurney kahkaha attı. Kesik bir kahkahaydı ve Dermott'un zihninde yeni sorulara yol açacaktı. Ama kendisini de tamamen duygusal bir karmaşanın içine sürükleyecekti. Vahşi bir ifadeyle Dermott'a bakarak, Kaç adam öldürdüğümü tahmin bile edemezsin, dedi. Bu tür laf kalabalıklarıyla, kendisini oyalamaya çalıştığını anlamasın diye dua ediyor ve Wycherly polislerinin Nardo'nun yokluğunu fark etmesini umuyordu. Neden şimdiye dek fark etmemişlerdi ki. Yoksa etmişler miydi. Kadının ayakkabıları tıkırdamaya devam ediyordu. Aptal polisler, her zaman adam öldürür, dedi Dermott. O yüzden senin kaç tane öldürdüğün umurumda değil. Ben sıradan adamları kastetmiyorum. Jimmy Spinks gibi adamlardan söz ediyorum. Onun gibi kaçını öldürdüğümü tahmin et bakalım. Dermott gözlerini bahsediyorsun. |
kapıştırdı Sen neden Sarhoşları öldürmekten bahsediyorum. Dünyayı alkolik hayvanlardan temizlemek ve pislikleri ortadan kaldırmaktan söz ediyorum. Dermott'un ağzında bir kez daha titremeye benzer bir kıpırdanma belirdi. Gurney adamın dikkatini çekmişti. Buna hiç şüphe yoktu. Şimdi ne yapacaktı. Bu dikkati dağıtmadan ne yapabilirdi. Görünürde işe yarar bir çıkış noktası da yoktu. Konuşmaya başladı ve spontane olarak bir hikaye uydurmaya karar verdi. Bir gece geç saatlerde Port Authority otobüs terminalindeydim. Henüz çaylak olduğum yıllar. Bana giriş kapısı civarında dolaşan kimsesiz serserileri dağıtma görevi verilmişti. İçlerinden biri oradan ayrılmadı. On metre öteden adamın iğrenç viski kokusunu duyabiliyordum. Binayı terk etmesini söyledim ama o gitmek yerine benim üzerime doğru gelmeye başladı. Cebinden bir mutfak bıçağı çıkardı. Portakal soymak için kullanılan o küçük bıçaklardan. Bıçağı tehdit edercesine sağa sola savurdu ve onu yere bırakması için verdiğim emri hiçe saydı. İkimizin bu karşılaşmasını gören iki kişi, adamı nefsi müdafaa olarak vurduğuma dair şahitlik etti. Durdu ve gülümsedi. Ama bu doğru değildi. İsteseydim onu kolayca etkisiz hale getirebilirdim. Oysa ben onu vurmayı tercih ettim. Tam suratından. Beyni kafasının arkasından çıktı gitti. Bunu neden yaptığımı biliyor musun, Gregory. Ördek Dickie Dickie Dickie, dedi yaşlı kadın. Ayakkabılarını birbirine vurdukça, ritmini de hızlandırıyordu. Dermott dudaklarını araladı ama bir şey söylemedi. Yaptım çünkü adam babama benziyordu, dedi Gurney. Sesini öfkeli bir tonla biraz yükseltti. Babamın, annemin kafasına çaydanlıkla vurduğu gece baktığı gibi bakıyordu. Lanet olası çaydanlık ve üzerindeki lanet olası palyaço resmi. Baban da pek baba gibi değilmiş, dedi Dermott soğuk bir üslupla. Ama Dedektif, sen de ondan farksızsın. Dermott'un bu suçlayıcı yorumları, Gurney'in şüphelerini haklı çıkardı. Adam, kendisinin geçmişi hakkında araştırma yapmıştı. O an, kurşun yemek pahasına da olsa Dermott'un boğazına yapışmak istedi. Aralarındaki imalı bakışma sürüyordu. Belki de Dermott, Gurney'in rahatsızlığım fark etmişti. İyi bir baba dört yaşındaki oğlunu korurdu. Onun bir arabanın altında kalmasına ve üstelik de arabanın şoförünün kaçıp gitmesine müsaade etmezdi. Seni piç herif, dedi Gurney. Dermott kıkırdayarak güldü. Keyiften delirmiş gibiydi. Kaba, kaba, kaba... Ben de seni şair sanmıştım. Karşılıklı birkaç dize okuruz diye düşünmüştüm. Bir sonraki karşılaşmamızda okuyacağımız şiiri seçmiştim bile. Dinle de fikrini söyle. 'İz bırakmadan vurdu kaçtı / Gözde dedektif feleğini şaştı. / Küçük çocuğun annesi ne dese / Eve yalnız döndüğünü görünce.' Gurney'in göğsünden vahşi bir hayvan gibi hırıltı sesleri yükseldi. Öfke patlaması yaşıyordu. Dermott olduğu yerde donup kalmıştı. Nardo, dikkat dağılımının en üst noktaya çıkacağı anı kollu-yordu. Kasları bir hayli gelişmiş olan sağ kolunu kaldırdı, elindeki Four Roses şişesini havada tam tur döndürdükten sonra kaptı ve var gücüyle Dermott'un kafasına doğru savurdu. Kendisine yönelen hareketi sezen Dermott, kazın içindeki silahı Nardo'ya yöneltmeye çalıştı ama Gurney kendini yatağa attı ve göğsünü kazın üzerine bastırdı. Tam o anda viski şişesinin kaim cam tabanı, Dermott'un şakağıyla buluştu. Gurney'in altında tetiği çekilen revolver, kazın içini dolduran malzemenin etrafa yayılmasına neden oldu. Kurşun Gurney'in altından geçerek az evvel oturmakta olduğu yönde ilerledi ve odanın tek aydınlatma kaynağı olan lambayı parçaladı. Karanlıkta Nardo'nun dişlerinin arasından nefes alıp verdiğini duyabiliyordu. Yaşlı kadın zayıf bir inleme sesi çıkardı ve sonra sesini yükselterek yarım yamalak hatırladığı ninni benzeri bir melodi mırıldanmaya başladı. Sonra korkunç bir temas sesi geldi ve odanın ağır metal kapısı açıldı. O kadar hızla açıldı ki arkasındaki duvara çarptı. Ardından devasa bir adam ve onun peşinden gelen daha ufak bir siluet belirdi. |
Kıpırdamayın. diye bağırdı dev adam. |
Elli İkinci Bölüm Şafak Sökmeden Ölüm Beklenen yardım nihayet geldi. Biraz geç oldu ama geldi. Bu kadarı yeter de artardı bile. Dermott'un kusursuz nişancılığı ve kargaları üst üste yığma hevesi düşünüldüğünde sadece onları kurtarmaya gelen polisin değil, Nardo ve Gurney'in de boğazlarına birer kurşun saplanma olasılığı bir hayli yüksekti. Sonra silah seslerini duyan polis departmanı hızla aşağı inecek, Dermott vanaları açacak ve püskürtme sistemiyle evin içine sıkıştırılmış klor ve amonyak yayılacak... Bütün bu olasılıklara rağmen, bu olaydan yaralanan bir lamba, bir de Dermott olmuştu. Nardo'nun öfkeli çıkışının ardından fırlattığı şişe Dermott'u komaya sokmaya yetmişti. Kırılan şişelerin parçaları da etrafa saçılmış, bir kısmı Gurney'in saçları arasındaki yerini almıştı. Silah sesi duyduk. Burada ne haltlar dönüyor. dedi dev adam. Bir yandan da bir hayli karanlık sayılabilecek odada etrafı incelemeye çalışıyordu. Her şey kontrol altında, Tommy, dedi Nardo. Sesi çatallı çıkıyordu ama olaylardan yara almadan kurtulduğunu gösterecek kadar dirençliydi. Gurney, bodrumun diğer tarafından gelen loş ışıkta dev adamın hemen arkasından gelen kısa boylu ve asetilen mavisi gözleri olan polis memuru Pat'i fark etti. Elinde küçük bir dokuz milimetrelik silah vardı ve yataktaki bu korkunç sahneyi inceliyordu. Odanın diğer tarafına geçti ve yaşlı kadının oturduğu kolçaklı sandalyenin yanındaki düğmeye basarak ışığı yaktı. Ayağa kalkmamın sakıncası var mı. diye sordu Gurney. Hâlâ Dermott'un kucağındaki kazın üzerinde yatıyordu. Koca Tommy, Nardo'ya baktı. Tabii, dedi Nardo dişlerini sıkarak. Bırakın, kalksın. Gurney yavaşça doğrulurken, hızla yüzünden aşağı akan kanı fark etti. Nardo birkaç dakika önce bir seri katili kendisini vurması için teşvik eden bu adama saldırmak üzereydi ki kanı görünce kendini tuttu. Yüce Tanrım, dedi Koca Tommy. Gurney'in yüzünden akan kandan gözlerini alamıyordu. |
Yüksek adrenalinin etkisi altında olan Gurney, yaranın farkına varamamıştı. Yüzüne dokundu ve sırılsıklam olduğunu hissetti. Sonra ellerine baktı ve kıpkırmızı olduğunu gördü. Asetilen Pat, hiçbir duygu kırıntısı barındırmayan bir ifadeyle Gurney'e bakıyordu. Nardo'ya dönüp, Ambulans ister misin. diye sordu. Evet, tabii. Arayın da gelsinler, dedi Nardo. Onlar için de çağırayım mı. dedi Pat. Başıyla yatağın üzerinde tuhaf İkiliyi işaret ediyordu. Kırmızı cam ayakkabılar dikkatini çekti. Sonra gözlerini kırpıştırdı. Gördüklerinin bir göz aldanması olmadığından emin olmak için gözlerini kırpıştırdı. Uzun bir beklemenin ardından Nardo, Tamam, dedi. Sesinden bunu iğrenerek söylediği anlaşılıyordu. Ekipler gelsin mi. diye sordu Pat. Bu kez gerçek olduklarından emin olduğu ayakkabılara kaşlarını çatmış, dikkatle bakıyordu. Ne. dedi Nardo uzun bir bekleyişten sonra. Parçalanan lambanın kalıntılarına ve kurşunun duvarda açtığı deliğe bakıyordu. Devriye gezen ve kapı kapı dolaşıp sorgulama yapan ekipleri diyorum. Geri gelsinler mi. Nardo'nun karar vermesi beklenenden uzun sürdü. Sonunda Tabii, gelsinler, dedi. Pat, Tamam, dedi ve odadan ayrıldı. Koca Tommy yüzünü ekşitmiş, Dermott'un şakağındaki hasara bakıyordu. Four Roses şişesi Dermott ve yaşlı kadının arasındaki yastığın üzerinde tepetaklak duruyordu. Yaşlı kadının başındaki peruk yana kaymıştı ve kafasının üzeri görünür hale gelmişti. Gurney, şişenin üzerindeki çiçekli etikete baktı. O an, daha önce gözden kaçırdığı bir gerçeği fark etti. Bruce Wellstone'un söylemiş olduğu bir şeyi hatırladı. Bruce, Dermott'un (başka bir deyişle Bay Seylla'nın) dört adet kırmızı göğüslü şakrakkuşu gördüğünü ve dört rakamını özellikle vurguladığını anlatmıştı. Yani dört kırmızı göğüslü şakrakkuşu, kırmızı güllere gönderme yapan ve Four Roses markasını temsil eden bir ifadeydi. Ayrıca 'Bay ve Bayan Seylla' olarak imza atması da zekâsını gözler önüne sermek için yaptığı ufak bir reklam sayılırdı. Gregory Dermott aptal polislerle nasıl bir oyuncak gibi oynadığını gösteriyordu. Sıkıysa yakalayın. Pat bir dakika içinde geri döndü. Ambulans yolda. Ekipler geri çağırıldı. Arabalar toplandı. Kapı kapı sorgulama görevi sonlandırıldı. Buz gibi gözlerle yatağa baktı. Yaşlı kadın ağıt ve mırıldanma karışımı sesler çıkarıyordu. Dermott kıpırdamadan yatıyordu ve yüzünün rengi çekilmişti. Yaşadığından emin misiniz. diye sordu Pat. Hiçbir fikrim yok, dedi Nardo. Belki de gidip bir baksan iyi olur. |
Pat dudaklarını büzdü ve gidip Dermott'un boğazından hayatta olup olmadığını kontrol etti. Hı hı, yaşıyor. Peki kadının sorunu ne. Bu kadın Jimmy Spinks'in karısı. Jimmy Spinks ismini daha önce duymuş muydun. Kadın başını iki yana salladı. Jimmy Spinks kim. Nardo bir an durdu ve sonra Unut gitsin, dedi. Kadın omzunu silkti. Unutmanın işinin bir parçası olduğunu ve bunda hiç zorlanmadığını gösterir gibiydi. Nardo yavaş yavaş ve derinden birkaç nefes aldı. Tommy ile birlikte yukarı çıkıp evin güvenli olduğundan emin olun. Katilin bu pislik herif olduğunu öğrendiğimize göre adli tıp ekibi gelip her yeri didik didik inceleyecektir. Pat ve Tommy birbirine baktı. İkisinin de yüzünden bunun iyi bir fikir olmadığını düşündükleri anlaşılıyordu. Yine de itiraz etmeden ayrıldılar. Tommy, Gurney'in yanından geçerken sanki sıradan bir kepekten bahseder gibi, Kafanda cam parçaları var, dedi. Nardo konuşmaya başlamadan önce ikilinin yukarı çıkıp merdivenlerin başındaki kapıyı kapatmalarını bekledi. Yataktan uzaklaş, dedi. Sesinden, bu olayın onu epey sarstığı anlaşılıyordu. Gurney, aslında silahlardan uzaklaşması için uyarıldığını biliyordu. Dermott'un silahı, kazın içinde Nardo'nun silahı, Dermott'un cebinde ve viski şişesi de yastığın üzerindeydi. Gurney, itiraz etmeden kendisine denileni yaptı. Pekâlâ, dedi Nardo. Kendisini kontrol altında tutmak için büyük çaba harcıyor gibiydi. Sana açıklama yapman için bir şans tanıyacağım. Oturmamın bir sakıncası var mı. |
Amuda kalksan da umurumda değil. Konuş. Hemen. Gurney, parçalanan lambanın yanındaki sandalyeye oturdu. Seni vurmak üzereydi. Boğazına, kafana ya da kalbine bir kurşun saplanmasına ramak kalmıştı. Onu durdurmanın tek bir yolu vardı. Ona dur demedin ki. Ona beni vurmasını söyledin. Nardo yumruk haline getirdiği ellerini öyle bir sıkıyordu ki eklemleri bembeyaz olmuştu. Ama vurmadı, değil mi. Ama sen ona vurmasını söyledin. Çünkü onun durdurmanın tek yolu buydu. Durdurmanın tek yolu... Sen aklım mı kaçırdın. Nardo tasmasının çözülmesini bekleyen vahşi bir köpek gibi bakıyordu. Hayır. Bunun en güzel ispatı da senin hayatta olman. Yani benim hâlâ hayatta olma nedenim, senin ona beni vurmasını söylemen öyle mi. Nasıl bir saçmalık bu böyle. Seri katilin en büyük sorunu kontroldür. Mutlak kontrol. Gregory için bugünü, geleceği ve hatta geçmişi bile kontrol edebilmek her şeyden önemliydi. Onun senden canlandırmanı istediği sahne, yirmi dört yıl önce bu evde yaşanan trajedinin aynısıydı. Tek bir farkla. O zamanlar küçük Gregory'nin babasını durduracak ve annesinin boğazının kesilmesine engel olacak gücü yoktu. Kadın asla iyileşemedi ama Gregory de ondan farksızdı. O da bu olaydan sonra iyileşemedi. Artık bir yetişkin olan Gregory teybi başa sarmak ve olayları değiştirmek niyetindeydi. Senden babasının yaptığı her şeyi yapmanı istedi. Tam şişeyi kaldırdığın ana kadar. Sonra seni öldürecekti. Annesini kurtarmak için o korkunç sarhoşu ortadan kaldıracaktı. Diğer cinayetlerinin de sebebi buydu. Kontrolü ele geçirme ve Jimmy Spinks gibi sarhoşları öldürerek ortadan kaldırma. Gary Sissek sarhoş değildi. Belki sarhoş değildi ama Gary Sissek Jimmy Spinks'le aynı zamanlarda çalışmıştı. Eminim Gregory, onun babasının arkadaşı olduğunu hatırlamıştır. Belki de babasının içki içtiği arkadaşlarından biriydi. Senin de aynı dönemde çalışmış olman, Gregory'nin aklına geçmişi geri getirebileceği fikrini sokmuş olmalı. Ama sen ona, beni vurmasını söyledin. Nardo hâlâ tartışmacı tavrını koruyordu ama eski kararlılığı az da olsa kırılmıştı. Gurney de bunun farkına varmış, biraz rahatlamıştı. Ona seni vurmasını söyledim çünkü elimde konuşmaktan başka hiçbir silahım olmadığı için kontrol manyağı bir seri katili durdurmanın en iyi yolunun, kontrolün tamamen onda olmadığını göstermek olacağını biliyordum. Kontrolün onda olduğundan şüpheye düşmeliydi. Kontrol manyağına göre bütün kararları o alıyordu. En güçlü oydu. Kimse ondan daha güçlü olamazdı. Böyle birinin aklını karıştırmanın tek yolu, onun tam da senin istediğin gibi hareket ettiğini söylemek olacaktı. Karşı koyduğun anda ölürsün. Seni bağışlaması için yalvardığın anda ölürsün. Ama ona kafasındaki şeyi yapmasını söylediğin anda bütün dengeleri altüst edersin. Nardo, hikâyede bir açık yakalamak için uğraşıyordu. Çok gerçekçi konuştun. Sesinde nefret vardı. Sanki benim ölmemi gerçekten istiyor gibiydin. Eğer ikna edici olmasaydım, şu an seninle oturmuş bu konuşmayı yapıyor olamazdık. Nardo hemen farklı bir konuya atladı. Peki ya Port Authority'deki ateşleme olayı. Ne olmuş ona. Sana sarhoş babanı hatırlattığı için vurduğun o serseri. |
Gurney gülümsedi. Komik olan ne. İki şey var. Birincisi Ben Port Authority'nin yakınında bile çalışmadım. İkincisi Yirmi beş yıllık meslek hayatımda silahımı bir kez bile ateşlemedim. Silahımı hiç ama hiç kullanmadım. Yani hepsi uydurma mıydı. Babam çok içerdi. Bu... zor bir durumdu. Yanımızdayken bile bizden uzaktı. Ama bir yabancıyı vurmak, bu gerçeği değiştirmeyecektir. Öyleyse bu saçmalıkları anlatmanın ne amacı vardı. Amaç mı. Amacı ortada işte. Bu ne demek şimdi. Yüce Tanrım. Yüzbaşı, Dermott'un dikkatini mümkün olduğunca üzerime çekip, senin elindeki şişeyle bir hamle yapman için fırsat yaratıyordum. Nardo boş gözlerle Gurney'e baktı. Duydukları, kafasında oluşturduğu senaryoya hiç uymuyordu. Araba çarpan çocuk... O da mı uydurmaydı. Hayır. O gerçekti. Çocuğun adı Danny. Gurney'in sesi boğuk çıkmaya başladı. Şoförü yakalayamadılar mı. Gurney başını iki yana salladı. Hiç iz yok muydu. Bütün öğleden sonra bir barın önünde park halindeymiş. Belli ki kullanan kişi tamamen sarhoştu. |
Nardo bir süre düşündü. Bardan birileri adamın kimliğini tespit edemedi mi. Onu daha önce hiç görmediklerini iddia ettiler. Bu olay olalı ne kadar zaman oldu. On dört yıl, sekiz ay. Bir süre sessiz kaldılar. Sonra Gurney kısık ve çekingen bir sesle konuşmaya devam etti. Onu parka götürüyordum. Önünde bir güvercin yürüyordu ve Danny güvercini takip ediyordu. Benim de kafam dalgındı. Bir cinayet davasını düşünüyordum. Güvercin kaldırımdan indi ve caddeye gitti. Danny de onu takip etti. Neler olduğunu anladığımda çok geç kalmıştım. Her şey olup bitmişti. Başka çocuğun var mı. Gurney bir an annesinden yok. |
tereddüt etti. Danny'nin Sonra gözlerini kapattı. İkisi de bir süre hiçbir şey söylemedi. Bu kez sessizliği bozan Nardo oldu. Dermott'un arkadaşını öldüren adam olduğuna emin misin. Hiç şüphem yok, dedi Gurney. İkisinin de sesinden son derece yorgun oldukları anlaşılıyordu. Peki ya diğerleri. Onların katili de Dermott gibi görünüyor. Neden şimdi. Efendim. Neden bu kadar bekledi. İmkân. İlham. Şans eseri bir şeyleri fark etmiş olması. Bence kendisini büyük bir sağlık sigorta veritabanına güvenlik sistemi tasarlarken buldu. Bu esnada alkolizm tedavisi görenlerin isimlerini alabileceği bir program tasarlama fikri gelişti. İşe buradan başlamış olmalı. Sonra da olabilecekleri düşünüp, durumu takıntı haline getirmiştir. Nihayetinde ulaştığı listeden kendisine bu çekleri gönderebilecek kadar korkak ve zayıf adamları seçmiştir. Yazdığı o saçma şiirlerle işkence edebileceği adamlar. Bu esnada annesini saldırının ardından devletin yerleştirdiği bakımevinden çıkartmış olmalı. Buraya gelmeden önce geçen onca yıl neredeydi peki. Çocukken ya bir devlet kurumunda ya da bir koruyucu ailenin yanında kalmış olmalı. Oldukça zor bir dönem geçirdiğini tahmin edebiliyorum. Geçen yıllar süresince bilgisayar yazılımıyla ilgilenmeye başlamıştır. Belki de bilgisayar oyunlarından yola çıkmış, zamanla kendini geliştirmiştir. MIT'den derece alacak kadar iyi bir konuma gelmiştir. Ve yine bu süreçte adını da mı değiştirmiştir. Muhtemelen on sekiz yaşına geldiğinde değiştirmiştir. Bahse girerim babasının adım taşımaya dayanamamıştır. Hatta Dermott isminin de annesinin kızlık soyadı olduğunu öğrenirsem, hiç şaşırmam. Nardo gülümsedi. Bunca karmaşa yaşanmadan evvel, devletin isim değiştirenler hakkında oluşturduğu veritabanı incelemeyi akıl etseydin, daha iyi olurdu. Aslında bunu yapmak için ortada hiçbir neden yoktu. Yapsak bile Spinks soyadı, Mellery davasında çalışanlara hiçbir şey ifade etmezdi. Nardo bütün bu bilgileri, kendisini daha iyi hissettiği bir günde yeniden değerlendirebilmek için hafızasına kaydediyordu. Peki bu deli herif ne bok yemeye Wycherly'e geri dönmüş ki. Yirmi dört yıl önce annesine burada saldırılmış olması olabilir. Belki de geçmişi yeniden yazma düşüncesi, onu buralara kadar sürüklemiştir. Buraya gelerek sadece sarhoşları değil, Wycherly Polis Departmanı'nı da ortadan kaldırma imkânı yakalayabileceğini düşünmüş olabilir. Hikâyeyi ondan dinlemedikçe, aklından neler geçirdiğini öğrenmemize imkân yok. Felicity'nin bu konuda yardımcı olabileceğini sanmıyorum. Ben de, dedi Nardo. Aklına takılan bir şey daha vardı. Endişeli görünüyordu. Sorun nedir. diye sordu Gurney. Ne. Yok bir şey. Sorun yok, gerçekten. Sadece merak ediyorum da... Sarhoşları öldüren bir adamın yer aldığı bu davaya neden bu kadar ilgi gösterdin. Gurney, ne söyleyeceğini bilemiyordu. Bu soruya verilecek en doğru cevap, kurbanları yargılayacak kişinin kendisi olmadığım vurgulamak olurdu. Alaycı bir yanıt vermek isterse, davanın mücadeleci yanının ahlaki yanından daha baskın olduğunu söyleyebilirdi. Yanıt ne olursa olsun, bu meseleyi Nardo'yla tartışmak istemiyordu. Yine de bir şey söylemek zorundaydı. |
Eğer kurbanları gördükçe oğlumu öldüren sarhoş sürücünün intikamım alıyor gibi bir hisse kapılıp kapılmadığımı soruyorsan, cevabım hayır. Emin misin. Eminim. Nardo, sorgulayıcı bakışlarla karşısındaki adamı süzdü. Sonra da omuz silkti. Gurney'in yanıtı onu tatmin etmiş gibi görünmüyordu. Ama konuyu uzatmak niyetinde değildi. Öfkeden delirmek üzere olan yüzbaşı, nihayet sakinleşmişti. Günün geri kalanı önemli bir cinayet davasının sonlandırılmasında hangi unsurlara öncelik verileceğini belirlemekle geçti. Gurney, (kızlık soyadı Dermott olan) Felicity Spinks ve (eski soyadı Spinks olan) Gregory Dermott'la birlikte Wycherly Hastanesi'ne kaldırıldı. Dermott'un annesi, ayağında kırmızı ayakkabılarıyla getirildiği hastanede bir asistan doktor tarafından incelemeye alındı. Hâlâ bilinci kapalı olan Dermott da hızla radyolojiye götürüldü. Bu esnada Gurney'in başındaki kesik temizlenmiş, dikiş atılmış ve bandajlanmıştı. Fakat bu işlemi gerçekleştiren hemşire alışılmışın dışında bir hayli yakın davranışlar sergiliyordu. Hülyalı bir ses tonuyla konuşuyor, adamın yarası üzerinde çalışırken gereğinden fazla yakın duruyordu. Gurney koşulların ne kadar uygunsuz olduğunu bilse de bu durum karşısında heyecanlanmaktan kendini alamadı. İzlediği yol ne kadar vahim, çılgınca ve patetik görünse de kızın bu arkadaş canlısı tavırlarından başka bir amaçla faydalanmak üzere bir girişimde bulunmaya karar verdi. Kıza cep telefonu numarasını verdi ve Dermott'un durumunda en ufak bir değişiklik olması halinde kendisini aramasını rica etti. Olayın gidişatından bihaber olmak istemiyordu ve bu konuda Nardo'ya kesinlikle güvenmiyordu. Kızın yüzünde bir gülümseme belirdi. Bunu seve seve yapacağını söyledi. Gurney, tedavisinin ardından son derece sessiz bir polis tarafından Dermott'un evine götürüldü. Yolculuk esnasında Sheridan Kline'ın acil hattını arayarak telesekretere olayın önemli kısımlarını anlatan bir mesaj bıraktı. Daha sonra evini aradı ve kendi telesekreterine Madeleine için bir mesaj bıraktı. Olayın kurşun, şişe, kan ve dikişler dışında kalan kısımlarını anlattı. Gerçekten dışarıda mı yoksa evde olduğu halde kendisiyle konuşmak istemediği için mesajı mı dinliyor diye düşündü. Onun böyle durumlarda aklından neler geçirdiğini bilmediği için doğru yanıtın ne olduğunu tahmin edemiyordu. Dermott'un evine geri döndüklerinde, olayın üzerinden bir saati aşkın bir zaman geçmişti. Caddede Wycherly, bölge ve eyalet polis departmanlarına ait arabalar vardı. Koca Tommy ve Pat nöbetçi oldukları için verandada dikiliyorlardı. Gurney, Nardo'yla konuşma yaptığı o küçük odaya yönlendirildi. Nardo yine o odadaydı ve yine masa başında oturuyordu. İki olay yeri inceme polisi üzerinde beyaz önlükleri, galoşları ve lateks eldivenleri ile odadan ayrılıyor bordum kata doğru gidiyorlardı. Nardo sarı bir not defteri ve ucuz bir kalemi masanın diğer ucundaki Gurney'e doğru uzattı. Adam hâlâ tehlikeli duygular içinde olsa da bunu dışarıya yansıtmıyor bürokratik bir tavır sergiliyordu. Otursana. İfadeni almamız lazım. Bu öğleden sonra buraya geldiğin andan başla ve neden buraya geldiğini de belirt. Kendi hareketlerini ve diğerlerinin yaptığı hareketlerden neleri gözlemlediğini yaz. Bir zaman çizelgesi kullan. Hangilerinden tam olarak emin olduğunu ve hangilerinin tahmini bir zaman dilimi içinde gerçekleştiğini açıkça belirt. İfadeni hastaneye götürülmenle tamamlayabilirsin. Tabii, hastanede gün ışığına çıkan birtakım bilgiler olduysa onları da yazabilirsin. Sormak istediğin bir şey var mı. Gurney kırk beş dakika boyunca kendisine verilen talimatlar doğrultusunda ifadesini yazdı. |
Nardo çoğu zaman odanın dışında kalmayı tercih etti. Gurney küçük el yazısıyla dört sayfayı doldurmuştu. Masanın diğer tarafında bir fotokopi makinesi vardı. .Gurney kendisinin imzalı ve üzerinde tarih bulunan ifadesinden iki kopya aldı ve sonra da orijinalini Nardo'ya verdi. Nardo sadece İrtibat halinde olalım, dedi. Sesi mesleki bir ciddiyet içeriyordu. Gurney'le el sıkışmamayı tercih etti. |
Elli Üçüncü Bölüm Son ve Başlangıç Gurney, Tapan Zee Köprüsü'nü geçip Route 17 boyunca yolculuğuna devam ederken kar hızla yağıyor ve görüşünü daraltıyordu. Adam her birkaç dakikada bir penceresini açıyor ve dışarıdan gelen temiz hava ile kendine gelmeye çalışıyordu. |
Goshen'den birkaç kilometre ileride neredeyse yoldan çıkıyordu. Tekerlerin ana yolun yanındaki toprak yolda çıkardığı ses ve arabanın sarsılması yol kenarındaki banklara çarpmasına engel oldu. Araba, direksiyon ve yoldan başka bir şey düşünmemeye çalışıyordu, fakat bunu başarması imkansızdı. Sürekli olarak basının konuyla ilgili neler söyleyeceğini düşünüyordu. Sheridan Kline bir basın toplantısı düzenleyerek kendisini tebrik edecek kanlı bir seri katili yakalayarak Amerika'yı daha güvenli bir ülke yaptığı için kendisine ne kadar minnettar olduğunu söyleyecekti. Gurney, basından hiç hazzetmiyordu. İşlenen suçlarla ilgili olarak attıkları o saçma sapan manşetler, başlı başına birer suç sayılırdı. Onlar bu işi bir oyun sanıyordu. Aslında Gurney de davaları kendince bir oyun gibi görüyordu. Cinayetleri bir yapboz gibi düşünüyor, katili de alt edilmesi gereken rakip olarak değerlendiriyordu. Eldeki verileri inceliyor, uygun köşeleri belirledikten sonra bir tuzak kurarak adalet makinesini kullanmak kaydıyla araştırmasına başlıyordu. Bir sonraki cinayet, karşısındaki rakibi alt etmek için zekice davranması gerektiğinin sinyallerini veriyordu. Fakat bazen olayları farklı bir gözle görüyordu. Özellikle de kovalamacadan yorulduğu, yapboz parçalarının karanlıkta birbirlerine fazlaca benzediği ya da yapboz parçasından başka pek çok şeye benzediği zamanlarda. Böyle zamanlarda zihni geometrik rotasından çıkıp ilkel yollara sapıyor içinde bulduğu vakanın gerçekten korkunç olan yanlarını tüm çıplaklığıyla görmesini sağlıyordu. Bir tarafta yasaların ve kriminoloji biliminin kendine özgü mantığı yer alıyordu. Diğer tarafta da Jason Stunk, Peter Possum Piggert, Gregory Dermott, acı, öfke ve ölüm vardı. Bu iki dünya arasında da keskin ve çözülmek bilmeyen bir soru yer alıyordu Bu iki dünyanın birbirleriyle olan bağlantısı nedir. Penceresini yeniden açtı ve karın yüzünü serinletmesini sağladı. |
Anlamsız sorular ve aklından geçen sessiz diyaloglar hiçbir işe yaramıyordu. Kendi içinde geliştirdiği düşüncelerin ve kazandığını düşündüğü şeylerin aslında başka birine ait olduğu hissine kapıyordu. Bu oldukça kötü bir alışkanlıktı ve kendisine zarar veriyordu. Bazen bu düşüncelerini Madeleine üzerinde denemek istiyordu ama genelde ya sıkıntı ya da sabırsızlıkla karşılaşıyordu. Madeleine bazen, Aklında ne var. diye sorardı. Elindeki örgüyü bırakır ve Gurney'in gözlerinin içine bakardı. Gurney de karşılık olarak, Ne demek istiyorsun. diye sorardı. Aslında kadının ne demek istediğini gayet iyi bilirdi. Bu saçmalıklara canını sıkıyor olamazsın. Seni gerçekten sıkıntıya sokan şeyin ne olduğunu bulmalısın. Seni gerçekten bulmalısın. |
sıkıntıya sokan şeyi Söylemesi kolay. Onu sıkan şey neydi. Öldürücü tutkuları açıklamak için yeterli neden bulamaması mı. Adalet sisteminin vahşi hayvanı içeride tutmaktan aciz bir kafes olması mı. Tek bildiği bir şeylerin canını sıktığıydı. Aklında bir yerlerde, bir düşünce beynini fare gibi kemiriyordu. Günün kaosu içinde en sıkıntılı problemi tanımlamaya çalıştığı anlarda, kendisini bir türlü kelimelere dökemediği görüntüler arasında kaybolmuş bir halde buluyordu. Kafasını dağıtmak ve hiçbir şey düşünmeden dinlenmek istediğinde bile iki görüntü bir türlü aklından çıkmıyordu. Biri Dermott'un, Danny'nin ölümüyle ilgili o iğrenç tekerlemeyi söylediği anda gözlerinde oluşan acımasız hazdı. Diğeri de babasına, annesine saldırdığına dair iftira atarken yankılanan o suçlayıcı öfkeydi. Bütün bunların altında korkunç bir öfke yatıyordu. Babasından gerçekten nefret ediyor muydu. O çirkin hikayenin altında yatan neden bilinçaltında bastırdığı terk edilmişlik duygusu mu bir çocuğun çalışmak, uyumak ve içmekten başka bir şey yapmayan babasına karşı duyduğu gücenmişlik mi yoksa babasının her zaman uzaklarda ve ulaşılmaz olması mıydı. Gurney aslında Dermott'la ne kadar çok ortak yanı olduğunu görünce sarsıldı. Yoksa her şey sandığının tam aksi gibi miydi. O soğuk, yalnız ve yaşlı adamı terk etmiş olduğu için hissettiği suçluluk tamamen yersiz miydi. Bir baba olarak iki önemli başarısızlık yaşaması - bir oğlunun ölümüyle sonuçlanan dikkatsizliği ve diğerinden bilinçli olarak uzak durması - kendisinden nefret etmesinin temel nedeni miydi. Madeleine muhtemelen yukarıdakilerden herhangi birinin ya da hiçbirinin aradığı soruya yanıt olabileceğini söylerdi. Ona göre yanıt ne olursa olsun, hiç önemli değildi. Önemli olan insanın kalbinde doğru olduğuna inandığı şeyleri yapması hemen şimdi hayata geçirmesiydi. Gurney bu düşünceyi biraz olsun mantıklı bulursa, Kyle'ın telefonlarına geri dönmesi gerektiğini söylerdi. Madeleine, Kyle'a pek düşkün sayılmazdı - hatta ondan hiç hoşlanmaz, Porsche kullanmasını aptallık olarak görür ve karısını da yapmacık bulurdu ama Madeleine için kişisel düşünceler doğru şeyi yapmaya engel değildi. Gurney bu kadar spontane olan bir insanın nasıl böylesine prensiplerle dolu bir hayat sürdüğüne bir türlü anlam veremezdi. Yine de onu Madeleine yapan bu özellikleriydi. O, Gurney'in karanlığını aydınlatan bir ışıktı. Doğru olan şey, hemen şimdi... Birden ilham gelen Gurney, arabasını eski bir çiftliğin girişi olan geniş bir alana çekti. Cüzdanından Kyle'ın numarasını çıkardı (Kyle'ın adını ve numarasını telefonuna kaydetme zahmetine bile girmemişti ve bu davranışı içinde hep bir sızı olarak kalmıştı). Sabahın beşinde - Seattle saatine göre gece yarısında - onu aramak biraz çılgıncaydı ama alternatifi çok daha kötüydü. Aramayı erteleyebilir, sonra yine erteleyebilir ve sonra onu aramamak için mantıklı bir sebep uydurabilirdi. Baba. Uyandırdım mı. Hayır. Uyanıktım. İyi misin. İyiyim. Ben, şey... Seni aramak ve çağrılarına geri dönmek istedim. Bu konuda sana karşı kabalık ettim. Oysa sen uzun zamandır bana ulaşmaya çalışıyordun. İyi olduğuna emin misin. Aramak için tuhaf bir saat biliyorum ama endişelenme. Ben iyiyim. . İyi. Zor bir gün geçirdim ama sonuçları iyi oldu. |
Çağrılarına daha erken yanıt veremememin sebebi... Oldukça karmaşık bir olayın içinde olmamdı. Ama tabii bu bana engel olmamalıydı. Bir şeye mi ihtiyacın vardı. Nasıl bir karmaşık olaydan bahsediyorsun. Ne. Ah, her soruşturması. |
zamanki gibi bir cinayet Emekli olduğunu sanıyordum. Olmuştum. Yani, oldum ama bu olayın içine bir şekilde sürüklendim. Kurbanlardan birini tanıyordum. Uzun hikâye. Seninle görüştüğümüzde, hepsini anlatırım. Vay be. Yine yaptın. Neyi. Yine bir seri katili yakaladın, değil mi. Sen nereden biliyorsun. |
Kurbanlar. Az tanelerdi. |
evvel kurbanlar dedin. Kaç Bildiğimiz kadarıyla beş. Ama planlanan yirmi kişi daha vardı. Ve sen katili yakaladın. Müthiş. Seri katillerin senin karşında hiç şansı yok. Batman gibisin. Gurney güldü. Gülmeydi epey uzun zaman olmuştu. Ve uzun zamandır Kyle'la böyle sohbet etmemişti. Aslında bu sohbet, pek çok açıdan alışılmışın dışındaydı. En azından iki dakikadır Kyle'ın aldığı ya da almak üzere olduğu bir şeyden söz etmemişlerdi. Fakat bu davada Batman'e yardımcı olan pek çok insan vardı, dedi Gurney. Ama seni aramamın nedeni bu değil. Çağrılarına geri dönmek ve hayatında neler olup bittiğini öğrenmek istedim. Yeni bir şeyler var mı. Pek sayılmaz, dedi Kyle. İşimi kaybettim. Kate ve ben ayrıldık. Kariyerimi değiştirip, hukuk fakültesine gidebilirim. Ne dersin. |
Gurney birkaç saniye şaşkınlığın etkisiyle sessiz kaldı ve sonra kahkahalarla gülmeye başladı. Yüce Tanrım. dedi. Neler olmuş böyle. Finansal hizmetler endüstrisi çöktü. Duymuşsundur. Bununla birlikte işim, evliliğim, iki dairem ve üç arabam da uçtu gitti. Hayal bile edemeyeceğin kadar büyük bir felaketin içine bu kadar kolay düşebilmek çok komik doğrusu. Her neyse, şu anda gerçekten hukuk fakültesine gitmeli miyim onu bilmek istiyorum. Sana bunu sormak istemiştim. Sence bunu yapabilecek yapıda bir insan mıyım. Gurney, Kyle'a hafta sonu uğramasını ve bu konuda istediği kadar konuşabileceklerini söyledi. Kyle da bu teklifi kabul etti. Hatta çok sevindi. Konuşmaları sona erdiğinde Gurney on dakika öylece oturdu. Hayrete düşmüştü. Yapması gereken başka aramalar da vardı. Sabah olunca Mark Mellery'nin dul eşini araması ve her şeyin bittiğini söylemesi gerekiyordu. Dermott Spinks'in tutuklandığını ve suçluluğunun kanıtlandığını söyleyecekti. Kadın muhtemelen Sheridan Kline'dan ya da Rodriguez'den bir telefon almıştı. Ama Gurney, Mark'la olan arkadaşlığının hatırına bu aramayı yapmalıydı. Sonra da Sonya Reynolds'ı aramalıydı. Anlaşmalarına göre ona özel vesikalık portrelerinden en az bir tane daha vermesi gerekiyordu. Şu anda bunun ne kadar önemsiz bir konu olduğunu ve hatta zaman kaybı olduğunu düşünüyordu. Yine de onu arayacak, en azından bu konuda konuşup anlaşmayla yapmayı kabullendiği şeyi yapmalıydı. Bunun dışında bir şey yaşamaya niyeti yoktu. Sonya'nın ilgisi onu memnun etmişti. Egosunu yükseltti ve az da olsa heyecanlanmasını sağladı. Fakat bedeli çok yüksekti. Gurney için çok daha fazla değeri olan şeyleri tehlikeye atmak anlamına geliyordu. Wycherly ve Walnut Crossing arasındaki 250 kilometrelik yol, kar yüzünden üç saat yerine beş saatte tamamlanmıştı. Gurney otobandan çıkıp çiftlik evine giden dağ yoluna saptığında bir tür otopilot uygulamasına geçti. Son bir saattir aralık olan pencereden yüzünün serinlemesini ve ciğerlerine araba kullanmasına yetecek kadar oksijen girmesini sağlamıştı. Büyük ambarla evi birbirinden ayıran eğimli düzlüğe geldiğinde önceden rüzgârla sağa sola savrulan kar tanelerinin artık doğruca yere düştüğünü fark etti. Düzlükte ilerledikten sonra evin doğusuna yöneldi. Arabayı buraya park edecek, böylece fırtına sona erdiğinde gün ortalarına doğru iyice yükselen güneş sileceklerin buz tutmasına engel olacaktı. Arabayı park etti ve arkasına yaslandı. Kıpırdamaya hali yoktu. O kadar yorulmuştu ki telefonu çalmaya başladığında sesin nereden geldiğini anlaması birkaç saniye sürdü. Evet. Sesi sanki hırlıyormuş gibi çıkıyordu. David orada mı. Kadının sesi çok tanıdık geliyordu. David, benim. |
Ah, sesin... çok farklı geldi. Ben Laura. Hastaneden. Bir şey olursa... aramamı istemiştin. Kadının konuşmasında aramasını istemesinin tek sebebinin gelişmelerden haberdar olma isteği ile sınırlı olmadığını öğrenmek isteyen bir tonlama vardı. Evet. Hatırladığın için teşekkür ederim. Önemli değil. Benim için bir zevk. Bir şey mi oldu. Bay Dermott öldü. Affedersin. Tekrar söyleyebilir misin. Gregory Dermott, hakkında bilgi istediğin adam on dakika önce öldü. |
almak Ölüm sebebi nedir. Henüz resmi bir açıklama olmadı ama MR sonuçlarına göre kafatasında çatlak oluşmuş ve aşırı kanama gerçekleşmiş. |
Doğru. Öyle bir hasar sonrası ölmesi hiç de sürpriz olmadı. Gurney, bir şeyler hissediyordu ama bu hisler uzak ve tanımlanamaz hislerdi. Haklısın. Büyük bir hasar görmüş. İçinde oluşan bu tuhaf hisler onu rahatsız etmeye başladı. Sanki gürültülü bir fırtınanın ortasında, cılız bir çığlık duyar gibiydi. Teşekkürler, Laura. Aramana sevindim. Sorun değil. Senin için yapabileceğim başka bir şey var mı. Sanmıyorum, dedi Gurney. Uyusan iyi olur. Evet. İyi uykular. Ve tekrar teşekkürler. Önce telefonu kapattı, sonra da arabanın içindeki ışığı kapatarak yeniden koltuğa gömüldü. Kıpırdayamayacak kadar yorgundu. |
Işığı kapatınca, etrafı tamamen karanlığa büründü. Yavaş yavaş gözleri buna alıştı. Gökyüzünün ve ormanların karanlığı önce koyu griye sonra da kar taneleri arasında daha açık bir griye dönüştü. Bir saat içinde güneş doğacak ve o da doğudaki tepeleri görebilecekti. Gökyüzünde belli belirsiz bir halenin oluştuğunu görebiliyordu. Kar yağışı durdu. Arabanın arkasındaki ev büyük, soğuk ve hareketsizdi. Olup biteni en basit haliyle gözünde canlandırmaya çalıştı. Yatak odasında yalnız annesi ve çıldırmış sarhoş babasıyla birlikte küçük bir çocuk... Çığlıklar, kan ve çaresizlik... Hayat boyu süren fiziksel ve zihinsel hasar... İntikam ve günahlarından arınmak için cinayet hayalleri kurmak. Böylece küçük Spinks büyüdü. En az beş adam öldüren ve yirmi tane daha öldürmeyi planlayan çılgın Dermott'a dönüştü. Babası tarafından annesinin boğazı kesilen Gregory Spinks. Her şeyin başladığı evde kafatası ölümcül bir darbe ile parçalanan Gregory Dermott. Gurney, tepelerin siluetine bakıyordu. Düşünmesi gereken ikinci bir hikâye olduğunu biliyordu. Üstelik bu hikâyeyi anlamaya ihtiyacı vardı. Kendi hayatının hikâyesi. Babası onu ihmal etmişti o da büyüyünce babasını ihmal etti. Kariyerine düşkünlüğü ona büyük övgüler getirdi ama hiç huzur vermedi. Dikkat etmediği bir anda küçük oğlu öldü. Ve Madeleine bunların hepsini anlıyordu. Madeleine, neredeyse kaybettiği bir ışıktı. Tehlikeye attığı bir ışık. Şimdi parmağını bile kıpırdatamayacak kadar yorgundu. Hiçbir şey hissedemiyor, uykuya teslim oluyor gibiydi. Birden kafasındaki bütün düşünceler dağıldı. Ne kadar sürdüğünü bilmiyordu ama bir süreliğine hayatta olmadığım düşündü. Sanki içindeki her şey bilincini ve anlayışını kaybettirmiş gibiydi. Birdenbire gözlerini açtı ve tepelerin ardında yükselen güneş doğruca gözlerini yaktı. Güneş ışığıyla karşılaşmasının ardından her yeri bembeyaz görmeye başladı ve gözleri ışığa alışınca başka birinin varlığını fark etti. Madeleine, turuncu parkasıyla - Gurney'in onu takip ettiği gün giydiği parkasıyla - arabanın yanında duruyor Gurney'i izliyordu. Gurney, kadının ne kadar zamandır orada olduğunu merak etti. Şapkasının kenarlarında buz kristalleri oluşmuştu ve ışıl ışıl parlıyordu. Pencereyi açtı. Kadın önce hiçbir şey söylemedi. Ama Gurney kadının yüzündeki kabullenme ve sevgi karışımını gördü - gördü, sezdi, hissetti kadının duygularının kendisine hangi kanalla geçtiğinden emin değildi. Kabullenme, sevgi ve bir kez daha sağ salim eve döndüğü için hissettiği o büyük ferahlık. Madeleine, son derece içten bir tavırla kahvaltı yapmak isteyip istemediğini sordu. Üzerindeki turuncu parka, güneş ışığını emiyor gibiydi. Gurney arabadan indi ve kadını kollarının arasına aldı. Sanki Madeleine hayatın ta kendisiymiş gibi sıkı sıkı sarıldı. Teşekkür Sürekli harika fikirler bulan, coşkulu ve ilham kaynağı rehberliği her şeyi iyileştiren, harika başlığı bulan ve günümüzün yayıncılık dünyasında hiç kitabı yayınlanmamış bir yazarın ilk kitabına bir şans verme cesaretini gösteren muhteşem editörüm, Rick Horgan'a verimli çalışmaları, heyecanları ve destekleri için Lucy Carson ve Paul Cirone'a kitabın yazım aşamasından önce verdiği tavsiyeler ve cesaret için Bernard Whalen'a dikkatli eleştirileri ve harika önerileri için Josh Kendall'a son olarak da gerçekten dünyadaki en iyi ve en zeki temsilci olan Molly Friedrich'e teşekkürlerimi sunarım. Yazar Hakkında John Verdon Manhattan'daki birçok reklam şirketinde yöneticilik pozisyonunda çalıştı ancak kısa bir süre önce, hikâyesindeki kahraman gibi eşiyle birlikte New York'un şehirden uzak, kırsal bir kesimine taşındı. Aklından Bir Sayı Tut ilk romanı. |
Celâl Üster Ailesiyle birlikte İngiltere'ye döndükten sonra, öğrenimini Eton College'de tamamladı. Ancak, imparatorluk yönetiminin içyüzünü görünce istifa etti. 1950'de yayımladığı Bir Fili Vurmak adlı kitabı, sömürge memurlarının davranışlarını eleştiren makalelerin derlemesidir. İkinci Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru yazdığı Hayvan Çiftliği, Stalin rejimine karşı sert bir taşlamadır. Burma Günleri ise, Orwell'ın Burma'daki (bugünkü Myanmar) İngiliz sömürgeciliğini dile getirdiği ilk kitabıdır. Orwell, 1950'de Londra'da öldü. |
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü'nde öğrenim gördü. Cumhuriyet gazetesi kültür servisini yönetti. Cumhuriyet Kitap'ın yayın yönetmenliğini üstlendi. 1983'te George Thomson'ın Tarihöncesi Ege adlı yapıtının çevirisiyle Yazko Çeviri dergisinin Azra Erhat Odülü'ne değer görüldü. |
George Orwell'in Can Yayınları'ndaki diğer kitapları Hayvan Çiftliği, 2001 Burma Günleri, 2004 Aspidistra, 2005 Bin Dokuz Yüz Seksen Dört Bir İnsanlık Karabasanı George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı romanı, bende, yaşamımın farklı dönemlerinde değişik etkiler, farklı izlenimler uyandırmış kitaplardandır. İlkgençlik çağımda ilk kez okuduğumda neler düşünüp neler duyumsadığımı şimdi açık seçik anımsamıyorum. O güne kadar okuduklarıma hiç benzemeyen, yabansı, gizemli bir kitap mı. Ama Winston'ın başından geçenleri ya da başına gelenleri okurken, kendimi, yaşadığımız, en azından benim yaşadığım dünyadan çok başka bir dünyada bulduğumu belli belirsiz de olsa anımsıyorum. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü ikinci okuyuşumda yirmili yaşlarımı sürüyordum ve yaşam beni böylesi bir kitabı okumanın çok elverişli bir ortamına çekmiş bulunuyordu Mamak Askeri Cezaevi'ndeydim. Bu kez, Orwell'in betimlediği o karanlık görünümün tam içindeymişim gibi gelmişti bana. Hücresinde yatan Winston'ın, dışarıdan kulağına çalınan tekdüze postal seslerini her gün ben de duyuyordum. Yoruma gerek kalmamıştı. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, benim yaşadığım hücreler ya da koğuşlardan başka bir şey değildi. Romanı, son olarak, çevirmeye başlamadan önce geçen yıl okudum. Romanda değişen bir şey yoktu, 1948'de yayımlandığı gibiydi sözcükler, tümceler, satırlar, paragraflar aynıydı. Neyse ki, aradan geçen onca yıl beni değiştirmişti. Ama kitaplar da okumaya göre değişimlere uğramaz mı biraz da. Burada, Orwell'in bu başyapıtını yıllar sonra yeniden okuduğumda düşündüklerimi, anladıklarımı anlatmaya çalışacağım. |
Neden 1984. Orwell'ın romanı, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adını taşıdığı için, 1984 yılı, yıllar öncesinden bir söylence olup çıkmıştı. Oysa Orwell, başlangıçta, öykünün geçtiği yıl olarak 1980'i seçmiş, kitabın tamamlanması biraz da hastalığı yüzünden uzadıkça ilkin 1980'i 1982 olarak değiştirmiş, daha sonra da 1984'te karar kılmıştı.1 Sonradan, romanına 1984 yılını tarih biçmesinin nedenini yakın dostu, yazar Julian Symons'a açıklarken, Kitabın yazımını 1948 yılında tamamladığım için, 1948'in son iki rakamının yerlerini değiştirmeye karar verdim, diyecekti. Michael Radford'ın kitabın filmini 1984 yılında çekmeyi seçmesi nasıl bir rastlantı değilse, belli ki Erdal Öz'ün romanın Türkçesini Can Yayınları'ndan ilk kez 1984'te yayımlaması da yalnızca bir rastlantı değildi. Şimdi düşünüyorum da, yazarlığının yanı sıra çok iyi bir yayımcı olan Erdal Öz, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü, öykünün geçtiği yıl gelip çattığında basmaktan derin bir haz duymuştu herhalde. Nasıl yayımlandı. George Orwell, Hayvan Çiftliği'nin de, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün de hem pek çoklarınca yanlış anlaşılabileceği hem de İkinci Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında sosyalizmi açık düşürmek isteyen tutucu çevrelerce saptırılıp kullanılacağı konusunda yakınları ve dostlarınca az uyarılmamıştı. Ama bu öngörürün de ötesinde, 1984 yılını bile çoktan geride bıraktığımız günümüzde, Orwell'in güncel kaygıları umursamayan gözüpek seçimini daha da haklı ve değerli kılan bir durum söz konusuydu. Orwell, 1943 Kasımı'nda yazmaya başladığı Hayvan Çiftliği'ni üç ayda bitirmişti. Eliot'ın yayın yönetmenliğindeki Faber&Faber, dahası Jonathan Cape tarafından da geri çevrilecekti. 1. Nineteen Eighty-Four, George Orwell. |
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün, Alfred A. Knopf'a bağlı Everyman's Library'den çıkan 1992 basımına kapsamlı bir önsöz yazan Julian Symons'ın verdiği bilgiye göre, Gollancz, Hayvan Çifiliği'ni okuduktan sonra, bu nitelikte bir genel saldırı yı yayımlamasının olanaksız olduğunu söylemişti. Jonathan Cape, kitabı Haberalma Bakanlığı'ndaki bir dostuna göstermiş, o da Sovyetler Birliği'yle ilişkilere zarar verebilecek bir kitabı yayımlamamasını rica etmişti Cape'ten. Eliot ise, kitabı övmekle birlikte, Orwell'in dönemin siyasal konumunu eleştirmek için doğru bir bakış açısı seçmediğini ileri sürmüştü. Sonunda, kitabı yayımlamayı, daha önce Orwell'in Katalonya'ya Selam adlı yapıtını yayımlamış ve pek çoklarından Troçkici damgası yemiş olan Secker&Warburg üstlenecek, ama o da çekindiği için kitabın basımını savaşın bitiminden üç ay sonraya erteleyecek, 1945 Ağustosu'na kadar geciktirecekti. Ama çok geçmeden, Soğuk Savaş'ın boy atıp gelişmesiyle birlikte, Batı dünyası, özellikle de ABD'nin en tutucu çevreleri, Hayvan Çiftliği'ni, Sovyetler Birliği'ne karşı kullanabilecekleri düşünsel bir araç olarak görmekte gecikmedi. Onların gözünde, Orwell, nedamet getirmiş bir komünist Hayvan Çiftliği de, Ekim Devrimi'nin nereye vardığını tüm açıklığıyla gözler önüne seren bir kitaptı. Gel gör ki, Sovyetler Birliği'nin yöneticileri ve onlara bağlı komünistler de, Orwell'ı dönek ya da ajan olmakla suçluyorlar Hayvan Çiftliği'ni de karşıdevrimci , komünizm karşıtı bir yapıt olarak yerden yere vuruyorlardı. |
İki arada bir derede Burada ilginç olan, Hayvan Çiftliği'ni iki tarafın da, kendi politikalarına yarar sağlayacak biçimde değerlendirmesi Orwell'a da, kendi propagandalarının kara gözlüğüyle bakmasıydı. Başka bir deyişle, iki taraf da, edebiyat tarihinin en ustalıklı yergilerinden birini, kendi gündelik çıkarları açısından, ama birbirine benzemenin de ötesinde hemen hemen aynı yöntemle yorumluyordu. Diyeceğim, bir çiftlikte yaşayan hayvanların kendilerini acımasızca ezip sömüren insanların yönetimini alaşağı ederek eşitlikçi bir toplum oluşturmaya yöneldikleri, ama iktidar düşkünü domuzların zamanla devrimi yolundan çıkararak en az insanların yönetimi kadar baskıcı bir yönetim kurdukları Hayvan Çiftliği'nin iki uçlu yergi mızrağı, Soğuk Savaş'ın iki büyük devletince yürütülen iki uçlu bir saldırının hedefi olup çıkmıştı. Oysa bugün, Orwell'in Hayvan Çiftliği'nde ne yapmış olduğunu görmek, yayımlandığı yılların sıcak ortamına oranla daha kolay. Her şeyden önce, kitabın, Koca Reis Marx mıydı, Napoléon Stalin miydi, Snowball Troçki miydi gibi sorularla gelen güncel ve dolaysız bağlantıların çok ötesinde derinlikler taşıdığı açıktır. Gözüpek bir uyarı Bir kere, domuzların çiftliğin yönetimini ele geçirerek kurdukları baskı düzenine yöneltilen keskin yergi, Orwell'in yıllarca savunduğu sosyalizmin kendisini değil, Stalin'in devrime ihanet edişini, devrimin yolundan saptırılmasını hedef alan bir taşlamadır. Diyeceğim, Hayvan Çiftliği, bir dönemin bağnazlık, körü körüne bağlılık ve aymazlıklarından arınmış bir gözle okunduğunda, dönemin Sovyetler Birliği'ne yöneltilen eleştirinin temelinde, 1990'ların başında zeval bulan sosyalist uygulamanın bağrında taşıdığı düşkünlükleri hedefleyen yürekli bir yerginin, gözüpek bir uyarının yattığı görülecektir. Sonra, Hayvan Çiftliği, daha insanca, daha eşitlikçi, daha ileri bir toplum düzenini amaçlayan sosyalizmin yolundan saptırılmasının yerilmesiyle sınırlı bir kitap da değildir. Yapıt, belirli bir siyasal öğretinin inanç gözlüğü yle değil de, serinkanlı, dingin bir bağımsızlığın nesnel gözlüğü yle okunmaya çalışıldığında, Orwell'ın, domuzların yönettiği çiftliği ortadan kaldırmak isteyen dış dünya ya, yani çevre çiftlikleri yöneten insanlara yönelttiği taşlamanın daha hafif ve etkisiz olmadığı görülecektir. Orwell'ın, iki başyapıtından biri olan Hayvan Çiftliği'ni, hayvanların eski efendileri insanlar ile yeni efendileri domuzların Çiftlik Evi'nde bir şölen sofrasının başında toplandıkları o unutulmaz sahneyle bitirmesi, hiç kuşkusuz boşuna değildir. Dışarıdaki hayvanlar, yüzlerini cama dayayıp şölen sofrasında olup biteni izlerken, domuzların yüzlerinde bir tuhaflık sezerler İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor, ama birbirlerinden ayırt edemiyorlardı. Bir Peri Masalı Hayvan Çiftliği'nin Türkçe çevirisi için yazdığım önsözde, kitabın Bir Peri Masalı altbaşlığına, kimi basımlar ve çevirilerde yer verilmediğini vurgulamıştım. Evet, kimi yayımcılar, Bir Peri Masalı altbaşlığını kitabın kapağında kullanırlarsa, Hayvan Çiftliği'nin bir çocuk kitabı olarak algılanabileceğinden, yetişkinler tarafından alınmayabileceğinden çekinmişlerdi büyük olasılıkla. Hayvan Çiftliği'nin 2001'de yaptığım yeni çevirisi Can Yayınları'nda yayımlanırken, kitabın bu altbaşlıkla basılmasını istemiş, önsözü de Evet, Hayvan Çiftliği, korkunç sonla biten bir 'peri masalı'dır diye bitirmiştim. Bu altbaşlık, kuşkusuz, Hayvan Çiftliği'nin, İngiliz edebiyatının Jonathan Swift'ten Aldous Huxley'ye uzanan sağlam yergi geleneğinin bir parçası olduğunu gösteriyordu. Bugün yarım yüzyıldan fazla bir zaman öncenin anıştırmalarını bir an için bir yana bıraktığımızda, Marx'ı, Stalin'i, Troçki'yi, İkinci Dünya Savaşı'nın bağlaşmalarını hiç bilmeyen bir okur bile, Orwell'ın klasik bir çocuk öyküsü anlatımıyla kaleme aldığı bu yapıttan insanlık dersleri çıkarabilir, diye düşünüyorum. |
Bir karşı-ütopya Gelelim Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'e... Orwell, Hayvan Çiftliği' nden kazandığı parayla, İskoçya' nın batı kıyısı açıklarında, Hebridler'deki Jura adasında bir ev almıştı. 1946 yazında Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü bu evde yazmaya başladığında, bir yandan da verem tedavisi görüyor, sık sık hastaneye yatıyordu. Romanın ilk taslağını 1947 güzünün başlarında tamamlamış, sağlığının adamakıllı kötülediği ve acı çektiği 1948'in yaz ve güzü boyunca kitabın tümünü gözden geçirerek yeniden daktiloya çekmişti. O sıralar, Julian Symons'a yazdığı bir mektupta, Yeni kitabım, roman biçiminde bir ütopya, diyordu. Evet, her şeyin tümüyle devletin denetiminde olduğu, bellekten yoksun bırakılmış, her türlü muhalefetin yok edildiği bir toplum tehlikesine karşı bir uyarı niteliğindeki Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, en genel anlamıyla bir ütopya dır, ama Orwell'in bu yapıtını karşı-ütopyacı bir roman olarak nitelemek sanırım daha doğru olacaktır. Bilindiği gibi, Platon'un Devlet'inde, Thomas More'un Ütopyasında, Tommaso Campanella'nın Güneş Ülkesi'nde, Francis Bacon'ın Yeni Atlantis'inde toplumsal, ekonomik, felsefi ya da dinsel açıdan kusursuz bir düzen betimlenir. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ise, tıpkı Jack London'ın Demir Ökçesi, Yevgeni Zamyatin'in Biz'i, Aldous Huxley'nin Cesur Yeni Dünya'sı gibi bir karşı-ütopyadır. Ütopyalarda insanlığa sunulan bir düş tür, karşı-ütopyalarda ise bir karabasan . Öte yandan, kimilerince ileri sürüldüğü gibi bir bilimkurgu romanı da, sosyalizme karşı doğrudan bir saldırı da değildi Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Daha çok, dönemin toplumunun bağrında yatan olası tehlikelerin bir izdüşümüydü. Nitekim, Orwell, ABD'deki bir sendikacıya yazdığı mektupta, [Kitapta] anlattığım toplumun bir gün mutlaka gerçek olacağına inandığımı söyleyemesem de, ona benzer bir toplumun gerçek olabileceğine inandığımı söyleyebilirim, diyordu. Büyük gözaltı Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te anlatılan toplum düzeni, bir büyük gözaltı dır. Güç ve iktidarın sınırsızca uygulandığı, bel- lek, düşünce, dil ve aşkın iğdiş edilerek özgürlüklerin tümden ortadan kaldırıldığı bu büyük gözaltı nı en sağlıklı yorumlayanlardan biri de, kanımca, Erich Fromm'dur George Orwell'in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü, bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır. Dile getirilen ruh hali, insanoğlunun geleceğine ilişkin handiyse bir umarsızlık, uyarı ise, tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri, ruhsuz otomatlara dönüşecekleri, üstelik bunun farkına bile varmayacaklarıdır. (...) Orwell, öteki olumsuz ütopyaların yazarları gibi, bir felaket kâhini değildir. Bizi uyarmak ve uyandırmak ister. Hâla umudu vardır ama Bacı toplumunun daha önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine, umarsız bir umuttur bu. Orwell'in bu yapıtı gibi kitaplar güçlü birer uyarıdır okuyucu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü, yüzeysel bir biçimde Stalinci barbarlığın bir başka tanımlaması olarak yorumlamakla yetinir ve bizi de [Batı] kastettiğini görmezse çok yazık olur... 1 Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'le ilgili temel sorulardan birinin yanıtı, belki de Fromm'un bu sözlerinde saklıdır. Kitabı çevirirken de hep sordum kendi kendime Orwell, bu yapıtını, salt Stalin'in sosyalist uygulamaları na, 1930'lar ve 1940'ların Sovyetler Birliği'nde oluşturulan baskı yönetimine karşıt düşüncelerin ürünü olarak kaleme almış olsaydı, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yazılışından altmış yılı aşkın bir süre sonra, başka bir deyişle sosyalizmin en azından Sovyetler Birliği ve Doğu Avrupa ülkelerinde uygulandığı biçimiyle ortadan kalktığı günümüzde, bir modern klasik niteliği kazanarak okurları derinden etkilemeyi sürdürebilir miydi. |
1. 1984, George Orwell, Signet Classics. 1977, Afterword ( Sonsöz ), Erich Fromm, s. 313, 325-26 Kitabın satırları arasında ilerledikçe, bu sorunun ardından bir başka soru daha takıldı kafama Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, yalnızca, gelecekte oluşabilecek totaliter bir otomatlar toplumuna yönelik duyarlı, bilgece bir uyarı mıydı, yoksa bu romanın betimlediği karabasanlarda, içinde yaşadığımız günümüz toplumlarının, gerçek dünyanın görünen/görünmeyen, belli/ belirsiz, açık/örtük izleri ile gizlerine mi tanık oluyorduk. Karanlıkta bir sis çanı Bana kalırsa, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, kuşkusuz insanlığı bekleyen bir total totalitarizm tehlikesine karşı edebiyatın bağrından yükselen bir uyarı çığlığıdır. Ama aynı zamanda, günümüz toplumlarında gücü elinde tutmak iktidarı sürdürmek uğruna uygulanan yönetsel, dinsel, dilsel, ulusal, budunsal, ahlaksal, eğitsel baskılar, zorbalıklar, dayatmaların karanlığı içinden kulağımıza çalınan bir sis çanıdır. Orwell'ın romanı, geniş zaman lı ve evrensel olmasının yanı sıra, şimdiki zaman lı ve günceldir de. Miladi 1984 yılı çoktan gelip geçmiş olmasına karşın, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört 'ün geçtiği 1984 yılı, hem içinde yaşadığımız bir karabasan hem de her an yaşayabileceğimiz olası bir korkulu düş olarak önümüzde durmaktadır. Orwell'ın yapıtını, yayımlandığı günden bu yana elimizden bırakamamamızın nedeni de bu olsa gerektir. Çiftdüşün işlemi OrwelI'ın betimlediği dünyada, gerçekliğin denetim altında tutulabilmesi için, bellekten ve geçmişten yoksun bir toplumun yaratılması büyük önem taşır. İktidarı ellerinde tutanlar, kitlelere sürekli hükmedebilmek için, Eskisöylem'de gerçeklik denetimi , Yeni söylem'de çiftdüşün denen bir işlem geliştirmişlerdir ... Hem bilmek hem de bilmemek, bir yandan ustaca uydurulmuş yalanlar söylerken bir yandan da tüm gerçeğin ayırdında olmak, çeliştiklerini bilerek ve her ikisine de inanarak birbirini çürüten iki görüşü aynı anda savunmak, mantığa karşı mantığı kullanmak, ahlaka sahip çıktığını söylerken ahlakı yadsımak, hem demokrasinin olanaksızlığına hem de Parti'nin demokrasinin koruyucusu olduğuna inanmak unutulması gerekeni unutmak, gerekli olur olmaz yeniden anımsamak, sonra birden yeniden unutuvermek en önemlisi de, aynı işlemi işlemin kendisine de uygulamak... Bellek deliği Winston'ın Gerçek Bakanlığı ndaki küçük odasında bulunan basınçlı boruların birinden eski gazetelerin düzeltilmesi gereken sayıları, birinden de yazılı mesajlar gelir. Mesajlarda, nelerin nasıl düzeltileceği yazılıdır. Örneğin, Times gazetesinin belirli bir sayısında gerekli görülen tüm düzeltmeler bir araya getirilir getirilmez o sayı yeniden basılır, asıl sayı yok edilir ve arşivde asıl sayının yerini düzeltilmiş sayı alır. Üstelik bu değiştirme işlemi yalnızca gazeteler için değil, kitaplar, süreli yayınlar, broşürler, posterler, filmler, ses bantları, karikatürler, fotoğraflar, siyasal ya da ideolojik bakımdan önem taşıyabilecek her türlü kitap ve belge için de geçerlidir. Giderek geçmiş, günü gününe, dakikası dakikasına güncellenir . Böylece, hem Parti'nin tüm öngörülerinin ne kadar doğru olduğu belgeleriyle kanıtlanmış olur hem de günün gereksinimleriyle çelişen tüm haber ve görüşler kayıtlardan silinir. Artık tüm tarih, gerektikçe sık sık kazınan ve yeniden yazılan bir palimpsest1 e dönüşmüştür. Yok edilmesi gereken belgeler ise, bellek deliği denen bir yarıktan içeri atılır ve binanın gizli bir köşesindeki dev fırınları boylar. İnsan, kendi belleği dışında hiçbir kayıt kalmayınca, en belirgin gerçeği bile nasıl kanıtlayabilir ki. Kaldı ki, belleğinizde kalanlar ve bildikleriniz de 101 Numaralı Oda'daki işlemler le tertemiz edilecek, tüm bunların sonucunda toplumun ve bireyin belleğinden geriye hiçbir şey kalmayacak, tekmil tarih ve geçmiş Parti'nin istemine uygun bir biçime bürünecektir. |
1 Eski çağlarda, üstündeki yazılı metnin bütünüyle ya da kısmen silinmesinden sonra yeni bir metnin yazıldığı rulo ya da kitap sayfası biçiminde parşömen. Kimileri, eldeki parşömeni kullanmak yeni bir parşömen edinmekten daha ucuz olduğu için bu yola gidildiğini ileri sürerler. Kimileri de, bu uygulamanın nedenini, pagan Yunan metinlerinin yazılı olduğu parşömenlere Hıristiyan metinlerini geçirerek dinsel bir amacı gerçekleştirme olarak açıklarlar. ( Ç . N . ) Aykırı düşünen buharlaşır. Kuşkusuz, bir de düşüncesuçu vardır. Sözgelimi, günce tutmak bile tehlikeli bir suçtur. Düşünce Polisi sürekli ensenizdedir. Tutuklamalar her zaman geceleyin yapılır. Ansızın irkilerek uyanırsınız, hoyrat bir el omzunuzu sarsar, gözlerinize ışıklar tutulur, yatağınızı acımasız yüzler çevreler. Çoğu zaman ne yargılama olur ne de bir tutuklama raporu tutulur. Ortadan kayboluverirsiniz. Adınız kayıtlardan silinir, yaptığınız her şeyin kaydı yok edilir, bir zamanlar var olduğunuz bile yadsınır, sonra da tümden unutulur. Kökünüz kazınır, külünüz havaya savrulur onların deyişiyle buharlaşırsınız ... Duvarlara asılı posterlerdeki Büyük Birader'in gözü hep üstünüzdedir. Ama yalnızca posterlerden bakan o yüz değil. Her eve yerleştirilmiş olan tele-ekranlar, aynı anda hem yayın yapabilir hem de görüntü ve sesleri kayda alır. Tele-ekranın görüş alanı içinde bulunduğunuz sürece hem işitilebilir hem de görülebilirsiniz. Gel gör ki, ne zaman izlenip ne zaman izlenmediğinizi anlamanız olanaksızdır. Düşünce Polisi'nin, kimi ne kadar sıklıkla izlediği bilinemez alıcıyı istedikleri zaman çalıştırabilirler. Daha da ürküncü, söylediklerinizin her an işitilebileceği, karanlıkta olmadığınız sürece her hareketinizin görülebileceği varsayımı içgüdüsel bir alışkanlık olup çıkar, artık hep bu varsayımla yaşamak zorundasınızdır ve yaşarsınız da... Çoğunluk ne der. Burada ilginç olan, Orweli'ın, Büyük Birader'in gözünün hep insanların üstünde olduğu bir toplum düzenini anlatırken, bize, bugün yaşadığımız toplumda hep duyduğumuz bir kaygıyı da anımsatmasıdır İktidarı ellerinde tutanların uyguladıkları baskıların da ötesinde, Başkaları ne der. kaygısı... Düşünmenin, yerleşik anlayışa karşı düşüncelerimizi dile getirmenin, alışılmış davranışlara aykırı davranışlarda bulunmanın, dahası egemen ahlaka ters düşen aşklara kapılmanın eşiğine geldiğimizde, Çoğunluk ne der. sorusunu aklımıza düşüren kaygı... Okyanusya'da simgeleşen egemen toplum düzeni, bir anlamda, mahalle baskısı nın siyasal iktidarı ele geçirmiş bir yansıması, sistemleştirilmiş bir biçimidir belki de... |
İnsanların Okyanusya'daki yaşamlarına bir karabasan gibi çöken korku, kaygı ve tedirginlik, benim aklıma hep Franz Kafka'nın Dava adlı romanını getirmiştir. Banka memuru Joseph K.'nın bir sabah tanımadığı kişilerce uyandırılarak bilmediği bir suçtan tutuklanmasıyla başlayan, gizlerle dolu bir yargı düzeneğinin içinde yitip gitmesiyle süren Dava'nın satırlarında dile getirilen elle tutulmaz, gözle görülmez korkulu düş, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün sayfalarında tüm bir topumun yaşamak zorunda kaldığı somut bir düzene dönüşmüştür sanki. Egemen öğretiye Yenisöylem Okyanusya'da, düşünmek bile suçtur, ama düşüncesuçu işlemeye bile olanak bırakmayacak bir yöntem daha vardır. Okyanusya'nın resmî dili olan Yenisöylem, yönetimin ideolojik gereksinimlerini karşılama amacıyla oluşturulmuştur. Yenisöylem'in amacı, yalnızca egemen ideoloji İngsos'un (İngiliz Sosyalizmi) sadık izleyicilerinin dünya görüşü ve düşünsel alışkanlıklarına uygun düşecek bir anlatım ortamı sağlamak değil, aynı zamanda bütün öteki düşünce biçimlerini olanaksız kılmaktır. İnsanlar sözcüklerle düşündüklerine gere, Yenisöylem tümden benimsendiği ve Eskisöylem tümden unutulduğunda, her türlü sapkın düşünce olanaksız kılınmış olacaktır. Yenisöylem'in sözdağarcığı, bir Parti üyesinin dile getirmek isteyebileceği her anlamı tümüyle doğru ve çoğu zaman da çok ustaca karşılayacak, buna karşılık tüm öteki anlamları ve onlara dolaylı yöntemlerle ulaşma olasılığını oradan kaldıracak biçimde oluşturulmuş bu da, bir ölçüde yeni sözcükler icat ederek, ama daha çok, istenmeyen sözcükleri ayıklayarak ya da bu tür sözcükleri sapkın anlamlarından ve her türlü ikincil anlamlarından elden geldiğince arındırarak gerçekleştirilmiştir. Örnek vermek gerekirse Özgür sözcüğü Yenisöylem'den çıkarılmış değildir, ama yalnızca Sokağa çıkmakta özgürsün ya da Ormanda özgürce gezebilirsin gibi deyişlerde kullanılabilmektedir. Eskiden olduğu gibi siyasal özgürlük ya da düşünsel özgürlük anlamında kullanılamamaktadır, çünkü siyasal ve düşünsel özgürlükler artık birer kavram olarak bile kayıplara karışmış, o yüzden de adlandırılmalarına gerek kalmamıştır. |
Ama bu kadarla da yetinilmemiş, egemen öğretiden sapan sözcüklerin kaldırılması dışında, sözcük sayısını azaltmak başlı başına bir amaç olarak görülmüş, vazgeçilebilecek hiçbir sözcük yaşatılmamıştır. Yenisöylem, insanların düşünce ufkunu genişletecek biçimde değil, daraltacak biçimde düzenlenmiştir. Erotizm tehlikesi. Okyanusya'da, insanlara getirilen en ağır baskılardan biri de cinsellik alanındadır. Parti'nin amacı, yalnızca kadınlarla erkekler arasında sonradan denetleyemeyeceği bağlılıkların oluşmasını önlemek değildir. Asıl amaç, sevişmekten zevk almayı tümden yok etmektir. Erotizm düşman olarak görülür. Parti üyeleri arasındaki evliliklerin bir kurul tarafından onaylanması gerekir. Gerçi bu kural hiçbir zaman açıkça dile getirilmez, ama birbirlerini fiziksel olarak çekici buldukları izlenimi uyandıran çiftlerin evlenmesine de izin verilmez. Evliliğin kabul gören tek bir amacı vardır, o da Parti'ye hizmet edecek çocuklar dünyaya getirmektir. O yüzden, cinsel ilişkiye, lavman yapmaktan farksız, hiç de iç açıcı olmayan sıradan bir işlem olarak bakılır. Üstelik bu da açıkça dile getirilmez, çocukluklarından başlayarak dolaylı bir biçimde Parti üyelerinin beyinlerine işlenir. Şimdi ve gelecek Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, okuyucuyu, geçmişin, belleğin, düşünmenin, dilin, başkaldırının, aşk ve erotizmin yok edildiği bir toplumda yaşanan insanlık karabasanıyla yüz yüze getirdiği içindir ki, yazıldığı ve yayımlandığı dönemin güncelliklerinin çok ötesinde bir yapıttır. Bu karabasanın ürkünç labirentinde yolumuzu ararken, içinde yaşadığımız gerçek dünyanın önyargıları, hoşgörüsüzlükleri, bağnazlıkları, baskı ve zorbalıkları, kayıtsızlık ve horgörüleri çıkar karşımıza. Evet, Orwell'ın bu kitabı yalnızca geleceğe ilişkin değil, günümüze ilişkin de bir uyarıdır. Belki de, gelecek şimdi olduğunda artık çok geç olacağına ilişkin bir uyarı. Elinizdeki çeviriye ilişkin bir açıklama Pek çok yazar, yapıtına son biçimini verinceye kadar birçok değişiklik yapar. Hemen her yapıt, son biçimini alıncaya kadar, birçok değişikliğe uğrar. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört de, hiç kuşkusuz, yalnızca yazımı boyunca değil, basımı sırasında da birtakım değişimlerden geçmiştir. Ama Secker&Warburg'un 1951 basımında bir baskı hatası var ki, burada değinmeden geçemeyeceğim. Bu can alıcı baskı yanlışına değinmeden edemeyişimin bir nedeni de, Can Yayınları'ndaki eski çeviride, o yanlış basımlar1. |
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü onca yıl sonra neden yeniden çevirdiğime gelince... Kimi çeviriler zamanla eskiyor. Pek çok çeviri zamana dayanamıyor, geçerliliğini yitiriyor. Sözünü ettiğim eskime, ille de çeviride kullanılan dilin eskimiş olmasından kaynaklanmıyor. Bazen dili eskimiş bir çevirinin dilini yerleştirdiğimiz zaman da pek o kadar yenilenmediğini görebildiğimiz gibi, dili eskimiş gibi görünen nitelikli bir çevirinin olanca canlılığını, okunabilirliğini koruduğunu da görebiliyoruz. Kanımca, asıl önemlisi, çevirmenin bir kitabı çevirirken ortaya koyduğu çeviri duyarlılığının eskimesi bir de, zamanla, o kitaba ya da yazara ilişkin kavrayışımızın değişmesi, derinleşmesi. Aradan geçen zaman, birçok çevirinin eksiklerini, yanlışlarını, yetersizliğini ortaya çıkarıyor. O yüzden, on yıl kadar önce çevirmiş olduğum Hayvan Çiftliği'nin ardından Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ü de çevirmeye karar verdim. Ama bu kararımda, Orwell'ın bu iki başyapıtının tek bir çevirmenin elinden çıkmasının sağlayacağı tutarlılığın da payı olduğunu söylemeliyim. Bir Peri Masalı altbaşlığını taşıyan Hayvan Çiftliği'nin yalın, süssüz dilinden sonra, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'ün, Winston ile Julia'nın yakınlaştıkları birkaç yerde insancıl, sokulgan, sevecen, duygulu bir niteliğe bürünmekle birlikte, baştan sona ürkünç, tüyler ürpertici içeriğine uygun düşen mesafeli, soğuk anlatımını dilimize ne ölçüde yansıtabildiğime, kuşkusuz, siz karar vereceksiniz. 1. Aralık 2010, s. 288. |
Birinci bölüm I Pırıl pırıl, soğuk bir nisan günüydü saatler on üçü vuruyordu. Dondurucu rüzgârdan korunmak için çenesini göğsüne gömmüş olan Winston Smith, bir toz burgacının da kendisiyle birlikte içeri dalmasını önleyecek kadar hızlı olmasa da, Zafer Konutları'nın cam kapılarından çabucak içeri süzüldü. Binanın girişi, kaynatılmış lahana ve eskimiş keçe kokuyordu. Hemen karşıki duvara, içerisi için epeyce büyük sayılabilecek, renkli bir poster asılmıştı. Posterde, bir metreden geniş, kocaman bir yüz görülüyordu kırk beş yaşlarında, kalın siyah bıyıklı, sert bakışlı, yakışıklı bir adamın yüzü. Winston merdivene yöneldi. Asansörü denemeye gerek yoktu. En iyi dönemlerde bile pek ender çalışırdı kaldı ki, son günlerde gündüz saatlerinde elektrik kesintisi uygulanıyordu. Nefret Haftası'nın hazırlıkları kapsamında alınan tutumluluk önlemlerinin bir parçasıydı bu. Her katta, asansörün tam karşısına asılmış olan posterdeki kocaman yüz duvardan ona bakıyordu. Resim öyle yapılmıştı ki, gözler her davranışınızı izliyordu sanki. İçeride, inceden bir ses, pik demir üretimiyle ilgili olduğu anlaşılan birtakım rakamlar okuyordu. Ses, sağdaki duvarın bir bölümünü kaplayan ve donuk bir aynayı andıran dikdörtgen bir madeni levhadan geliyordu. Winston düğmelerden birini çevirince ses kısılır gibi oldu, ama sözcükler hâlâ seçilebiliyordu. Aygıt (teleekran deniyordu) hafifçe karartılabiliyorsa da, tümüyle kapatılamıyordu. Winston pencereye ilerledi ufak tefek, kavruk bir adamdı, ama Parti üniforması mavi tulumun içinde çelimsizliği pek o kadar belli olmuyordu. Saçının rengi çok açık, yüzü pespembeydi, teni kötü sabun kullanmaktan, kör jiletlerle tıraş olmaktan ve kısa bir süre önce sona eren kışın soğuğundan hışır hışır olmuştu. Dışarının soğuğu, kapalı pencereden bakıldığında bile belli oluyordu. Aşağıda, sokakta rüzgâr, tozları ve yırtık kâğıt parçalarını burgaç gibi döndürüyordu güneşin parlaklığına ve göğün koyu mavisine karşın, dört bir yana asılmış posterler dışında her şey renksiz gibiydi. Nereye baksanız, siyah bıyıklı surat karşınızdaydı. Biri de hemen karşıki evin ön cephesindeydi. Uzaklarda bir helikopter damların arasından alçaldı, kocaman masmavi bir sinek gibi bir an havada asılı kaldı, sonra bir eğri çizerek ok gibi ileri atıldı. Pencerelerden insanların evlerini gözetleyen polis devriyesiydi bu. Ne ki, devriyeler önemli sayılmazdı. Bir tek Düşünce Polisi önemliydi. Winston'ın arkasındaki tele-ekrandan gelen ses hâlâ pik demir üretimi ve Dokuzuncu Üç Yıllık Plan hedeflerinin aşılmasıyla ilgili bir şeyler zırvalayıp duruyordu. |
Tele-ekran aynı anda hem alıcı hem de verici işlevi görüyordu. Fısıltıyla konuşmadığı sürece Winston'ın çıkardığı her ses tele-ekran tarafından alınıyordu dahası, madeni levhanın görüş alanında kaldığı sürece Winston işitilmekle kalmıyor, görülebiliyordu da. Hiç kuşkusuz, ne zaman izlendiğinizi anlamanız olanaksızdı. Herkesi her an izliyor da olabilirlerdi. Ama size istedikleri zaman bağlanabildikleri açıktı. Winston sırtını tele-ekrana verdi. Winston'ın çalıştığı Gerçek Bakanlığı, bir kilometre ötede, kirli manzaranın üzerinde koskocaman ve bembeyaz yükseliyordu. Burası, diye düşündü belli belirsiz bir hoşnutsuzlukla, burası Londra'ydı, Okyanusya'nın üçüncü en kalabalık eyaleti Havaşeridi Bir'in ana kenti. Bu kent eskiden de az çok böyle miydi. Çocukluğunun Londra'sını anımsayabilmek için belleğini zorladı. Yanları ahşap çatkılarla desteklenmiş, pencereleri mukavvalarla yamanmış, damlarına oluklu demir levhalar döşenmiş, eğri büğrü bahçe duvarları sağa sola bel vermiş, çürüyeduran on dokuzuncu yüzyıl evlerinin bu görünümü eskiden beri hep var mıydı. Ya sıva tozlarının havada dolandığı ve moloz yığınlarının üstünü söğüt otlarının sardığı bombalanmış yöreler bombaların daha geniş bir alan açtığı ve kümesten farksız çirkin ahşap kulübelerin belirdiği yerler. Ama boşuna, anımsayamıyordu Çocukluğundan geriye, belli belirsiz, silik, bir görünüp bir kaybolan bir dizi resimden başka bir şey kalmamıştı. |
Gerçek Bakanlığı −Yenisöylem'de 1 Gerbak− görünürdeki bütün öteki nesnelerden ilk bakışta ayrılıyordu. Piramit biçimindeki koskocaman parlak beyaz beton yapının yüksekliği üç yüz metreydi. Söylenenlere bakılırsa, Gerçek Bakanlığı'nın yerüstündeki üç bin odasının yeraltında da uzantıları bulunuyordu. Londra'nın çeşitli yerlerinde benzer görünüş ve büyüklükte yalnızca üç yapı daha vardı. Çevrelerindeki yapılar bunların yanında o denli küçük kalıyordu ki, bu dört yapı Zafer Konutları'nın çatısından aynı anda görülebiliyordu. Tüm bir yönetim aygıtının bölüştürüldüğü dört Bakanlık bu yapılardaydı Haberler, eğlence, eğitim ve güzel sanatlara bakan Gerçek Bakanlığı savaşlarla ilgilenen Barış Bakanlığı yasa ve düzeni sağlayan Sevgi Bakanlığı ve ekonomi işlerinden sorumlu Varlık Bakanlığı. Bunların Yenisöylem'deki adları Gerbak, Barbak, Sevbak ve Varbak'tı. En korkunçları, Sevgi Bakanlığı'ydı. Tek bir penceresi bile yoktu. Winston, Sevgi Bakanlığı'na girmek şöyle dursun, yarım kilometreden fazla yaklaşmamıştı. Resmî bir göreviniz olmadığı sürece içeriye girmek olanaksızdı resmî görevliler de içeriye ancak tel örgülerin arasından dolanarak, çelik kapılardan ve gizli makineli tüfek yuvalarının arasından geçerek girebiliyorlardı. Bakanlığın dıl.Yenisöylem, Okyanusya'nın resmî diliydi. Yapısı ve kökenine ilişkin açıklamalar için Ek'e bakınız. (Yazarın notu.) şındaki bu barikatlara açılan sokaklarda bile siyah üniformalı, goril suratlı muhafızlar ellerinde coplarıyla kol geziyorlardı. Winston birden geri döndü. Yüzüne dingin, iyimser bir ifade oturtmuştu tele-ekrana bakarken böylesi daha uygundu. Odayı geçip küçük mutfağa girdi. Bakanlıktan günün bu saatinde ayrılmakla kantindeki öğle yemeğini feda etmişti, üstelik mutfakta ertesi günün kahvaltısına saklanması gereken bir parça esmer ekmekten başka bir şey olmadığını biliyordu. Kapağını açınca, Çinlilerin pirinç ruhunu andıran, ağır, tiksinç bir koku çarptı burnuna. Bir çay kaşığı kadar doldurdu, geçireceği sarsıntıya kendini hazırladı ve ilaç içer gibi içiverdi. Ansızın yüzü kıpkırmızı oldu, gözlerinden yaş boşandı. Kezzap gibi bir şeydi içtiği dahası, yuttuğunda kafasının arkasına lastik bir copla vurulmuş gibi oluyordu insan. Ne ki, midesindeki yanma uzun sürmedi, dünya gözüne daha hoş görünmeye başladı. İkinci sigarayı yakmayı başardı. Yeniden oturma odasına geçti, tele-ekranın solunda duran küçük bir masanın başına oturdu. Masanın çekmecesinden bir kalem sapı, bir mürekkep şişesi, bir de sırtı kırmızı, kapağı ebrulu, orta boy boş bir defter çıkardı. Oturma odasındaki tele-ekran, nedense, alışılmadık bir konumdaydı. Tele-ekranın bir yanında, Winston'ın oturmakta olduğu küçük bir girinti vardı daireler yapılırken, belli ki, buraya kitap raflarının konulması tasarlanmıştı. Winston, girintide iyice arkasına yaslanarak oturduğunda, tele-ekranın görüş alanı dışında kalabiliyordu. Hiç kuşkusuz, sesi duyulabiliyordu ama böyle kaldığı sürece görülmesi olanaksızdı. Birazdan yapacağı işi aklına getiren de, bir ölçüde, odanın bu alışılmadık yapısı olmuştu. Ama bu işin aklına gelmesinde, az önce çekmeceden çıkardığı defterin de payı yok değildi. Garip bir güzelliği vardı defterin. Yıllar içinde biraz sararmış, pürüzsüz, kaymak gibi kâğıdı, en azından kırk yıldır yapılmayan türdendi. Ama Winston defterin daha da eski olduğunu tahmin ediyordu. Onu kentin kenar mahallelerinden birindeki (hangi mahalle olduğunu artık anımsamıyordu) tıklım tıkış bir eskici dükkânının vitrininde görmüş, görür görmez de almak için karşı konulmaz bir isteğe kapılmıştı. Gerçi Parti üyelerinin sıradan dükkânlara girmemeleri gerekiyordu (buna serbest piyasada alışveriş yapmak deniyordu), ama bu kurala sıkı sıkıya uyulduğu söylenemezdi, çünkü ayakkabı bağı ve jilet gibi şeyleri başka bir yoldan edinmek olanaksızdı. Winston, sokağı çabucak kolaçan ettikten sonra dükkânın kapısından içeri süzülmüş, defteri iki buçuk dolara satın almıştı. O sırada defteri edinmek istemesinin belirli bir nedeni yoktu. Defteri suçluluk duyarak çantasına atıp eve götürmüştü. İçinde hiçbir yazı bulunmamasına karşın, tehlikeyi göze almaya değecek bir nesneydi. Winston, birazdan bir günce tutmaya başlayacaktı. Günce tutmak yasadışı değildi (aslında hiçbir şey yasadışı değildi, çünkü artık yasa diye bir şey yoktu), ama fark edilecek olursa Winston'ın ölüm cezasına çarptırılacağı ya da en az yirmi beş yıl zorunlu çalışma kampına gönderileceği kesin sayılırdı. Kalem sapına bir uç taktı, emerek yağını aldı. Mürekkepli kalem artık müzelik olmuştu, imza atarken bile pek ender kullanılıyordu Winston, Aslında elle yazmaya alışkın değildi. Çok kısa notlar dışında her şey söyleyaz'a dikte ediliyordu, ama bu kuşkusuz şimdiki amacına hiç de uygun değildi. Kalemi mürekkebe batırdıktan sonra bir an duraksadı. İçinde bir ürperti dolaştı. Bir başlasa, gerisi gelecekti. Küçük, eğri büğrü harflerle şöyle yazdı 4 Nisan 1984 Arkasına yaslandı. Tam anlamıyla umarsızlığa kapılmıştı. Bir kere, 1984 yılında olduklarından hiç de emin değildi. Ansızın aklına bir soru düştü Bu günceyi kimin için tutuyordu. Gelecek için, daha doğmamış olanlar için. Aklı bir an sayfadaki kuşkulu tarihin çevresinde dolandı, sonra Yenisöylem'deki çiftdüşün sözcüğüne tosladı. İlk kez, üstlendiği işin büyüklüğünün ayırdına vardı. Gelecekle nasıl iletişim kurulabilirdi ki. Doğası gereği olanaksızdı. Gelecek ya şimdiye benzeyecekti, ki o zaman ondan haberi bile olmayacaktı ya da şimdiden farklı olacaktı, ki o zaman da içinde bulunduğu durumun hiçbir anlamı kalmayacaktı. Bir süre, oturduğu yerden önündeki kâğıda aptal aptal baktı. Tele-ekranda tiz perdeden bir askeri marş çalmaya başlamıştı. Winston, ne tuhaftır ki, yalnızca kendini dile getirme gücünü yitirmekle kalmamış, ne söylemek istediğini de unutmuş gibiydi. Haftalardır kendini bu ana hazırlıyordu, ama cesaretten başka şeylere de gereksinim duyabileceği hiç aklına gelmemişti. Tek yapması gereken, yıllardır kafasının içinde akıp giden o bitmez tükenmez, tedirgin monologu kâğıda dökmekti. Ne ki, şimdi o monolog bile silinip gitmişti. Dahası, varis çıbanı dayanılmaz bir biçimde kaşınmaya başlamıştı. Kaşımaya cesaret edemiyordu, çünkü ne zaman kaşısa iltihap kapıyordu. Zaman akıp gidiyordu. Önündeki bomboş sayfadan, ayak bileğinin üstündeki kaşıntıdan, müziğin cayırtısından ve cinin yol açtığı hafif esriklikten başka hiçbir şeyin ayırdında değildi. Ansızın ürküye kapılarak, ne yazdığının pek farkında olmadan kaleme sarıldı. Küçük ama çocuksu elyazısı, önce büyük harfleri, ardından noktaları bile bir yana bırakarak sayfada oradan oraya dolanıyordu 4 Nisan 1984. Dün gece sinema. Hepsi de savaş filmi. Kocaman iriyarı şişman bir adamın peşinde bir helikopter yüzerek kaçmaya çalıştığı sahneler seyirciyi ne eğlendirdi ne eğlendirdi, önce suda domuzbalığı gibi debelenirken görülüyordu, sonra helikopterin bakıncak açısından göründü, sonra delik deşik oldu ve çevresindeki sular pespembe kesildi ve adam sanki gövdesindeki deliklerden içeri su dolmuş gibi birden battı, o batarken seyirciler kahkahalar atıyorlardı, sonra içi çocuk dolu bir cankurtaran sandalı göründü tepesinde bir helikopter dolanıyor, önde orta yaşlı bir kadın oturuyordu Yahudi olabilir kucağında üç yaşlarında küçük bir erkek çocuk, küçük çocuk korku içinde haykırıyor ve içinde kaybolmaya çalışırcasına başını kadının göğüslerinin arasına sokuyordu ve kadın çocuğu kollarının arasına alıyor ve kendisi de tir tir titremesine karşın kollarıyla onu mermilerden koruyabilecekmişçesine kendini çocuğa siper etmeye çabalıyordu, sonra helikopter üstlerine 20 kiloluk bir bomba bıraktı korkunç bir alev çaktı ve sandaldan geriye tahta parçalan kaldı. sonra müthiş bir çekim vardı bir çocuğun kolu havaya uçuyordu helikopterin önündeki bir kamerayla çekilmiş olmalıydı ve partililerin oturduğu koltuklardan büyük bir alkış koptu ama salonun proleter bölümündeki bir kadın birden ter ter tepinmeye bunları çocukların önünde gösteremezsiniz bunları çocukların önünde göstermeye hakkınız yok diye bağırmaya başladı sonunda polisler onu dışarı attılar kadının başına bir şey geldiğini sanmam proleterlerin dediklerine hiç kimse aldırmaz tipik proleter tepkisi der geçer onlar hiçbir zaman... Winston, biraz da eline kramp girdiği için, yazmayı bıraktı. Bütün bu saçmalıkları birbiri ardı sıra neden döküp saçtığını bilmiyordu. Bugün birden eve dönüp günce tutmaya bu öteki olaydan ötürü karar verdiğini şimdi fark ediyordu. Olay o sabah Bakanlık'ta olmuştu, bu kadar belli belirsiz bir şeye olay denebilirse kuşkusuz. Saat on bire geliyordu, Winston'ın çalıştığı Arşiv Dairesi'nde İki Dakika Nefret için hazırlık yapılıyor, iskemleler odacıklardan salonun ortasına getiriliyor, büyük tele-ekranın karşısına yerleştiriliyordu. Winston tam orta sıralardan birindeki yerini alıyordu ki, göz aşinalığı olduğu, ama o güne kadar hiç konuşmadığı iki kişi ansızın salona girdi. Biri, koridorlarda sık sık karşılaştığı bir kızdı. Adını bilmiyordu, ama Kurmaca Dairesi'nde çalıştığını biliyordu. Herhalde roman yazma aygıtlarından birinde mekanik bir iş yapıyordu, çünkü Winston onu birkaç kez elleri yağ içinde, bir ingilizanahtarıyla görmüştü. Yirmi yedi yaşlarında, gür siyah saçlı, yüzü çilli, fişek gibi, atletik ve sert bakışlı bir kızdı. Seks Karşıtı Gençlik Birliği'nin simgesi olan dar bir kızıl kuşak, kalçalarının biçimliliğini ortaya çıkaracak sıkılıkta, birkaç kez tulumunun beline dolanmıştı. Winston gördüğü ilk andan beri bu kızdan hoşlanmamıştı. Nedenini biliyordu. Hokey sahalarının, soğuk duşların, topluca çıkılan doğa yürüyüşlerinin havası baştan aşağı bir doğruculuk sinmişti kızın üzerine. Winston hemen hiçbir kadından, özellikle de genç ve güzel kadınlardan hoşlanmazdı. Parti'nin en koyu yandaşları, sloganları körü körüne ezberleyenler, gönüllü ispiyoncular, bağnaz olmayanları ele verenler hep kadınlardı, özellikle de genç kadınlar. Ama bu kız çoğundan daha tehlikeli olduğu izlenimini uyandırıyordu Winston'da. Bir keresinde koridorda karşılaştıklarında, yanından geçerken ansızın fırlattığı bakış Winston'ın içine işlemiş, yüreğine dehşet salmıştı. Kızın, Düşünce Polisi'nin bir ajanı olabileceği bile geçmişti aklından. Aslında bu pek olası olmasa da, kız ne zaman yakınında bir yerlerde dolansa, Winston korku ve düşmanlıkla karışık tuhaf bir tedirginliğe kapılıyordu. Öbürü ise, Winston'ın pek bilemeyeceği kadar önemli ve gözden uzak bir görevin başında bulunan, O'Brien adında bir İç Parti üyesiydi. Siyah tulumlu bir İç Parti üyesinin yaklaştığı görüldüğünde, iskemlelerin çevresinde kümelenmiş olanlar susuverdiler. O'Brien iriyarı, sağlam yapılı bir adamdı, boynu kalın, yüzü ablak, gülünç ve yabanıldı. Korkunç görünüşüne karşın, insana çekici gelen bir havası vardı. Eğer hâlâ böyle düşünebilenler kaldıysa, karşısındakine enfiye kutusunu sunan bir on sekizinci yüzyıl soylusunu çağrıştırabilecek bir davranıştı bu. Winston, O'Brien'ı onca yıl içinde on on iki kez ya görmüş ya görmemişti. |
Bunun çok ötesinde, O'Brien'ın siyasal bakımdan tam anlamıyla bir bağnaz olmadığına ilişkin gizliden gizliye bir inanç duyduğu için belki bir inanç da değildi bu, yalnızca bir umuttu. Yüzünde öyle bir şey vardı ki, karşı konulmaz bir biçimde bunu telkin ediyordu. Kaldı ki, yüzünden okunan, bağnaz olmadığı da değildi belki, yalnızca zekâydı. Öyle ya da böyle, tele-ekranı atlatabilir ve onu tek başına yakalayabilirseniz, konuşabileceğiniz birine benziyordu. Winston bu izlenimini doğrulamak için şimdiye kadar en küçük bir girişimde bulunmamıştı aslına bakılırsa, böyle bir girişimde bulunmanın olanağı da yoktu. Tam o sırada O'Brien kolundaki saate baktı, on bire geldiğini görünce, anlaşılan İki Dakika Nefret sona erinceye kadar Arşiv Dairesi'nde kalmaya karar verdi. Winston'ın birkaç iskemle ötesine oturdu. Çok geçmeden, odanın bitimindeki büyük teleekrandan insanın içini kıyan, ürkünç bir cazırtı yükseldi, sanki yağı tükenmiş korkunç bir aygıt çalıştırılıyordu. İnsanın dişlerini kamaştıran, tüylerini diken diken eden bir gürültüydü bu. Nefret başlamıştı. Her zaman olduğu gibi, ekranda Halk Düşmanı Emmanuel Goldstein'ın yüzü belirivermişti. İzleyiciler arasında yer yer fısıldaşmalar oluyordu. Saçları kum sarısı, ufak tefek kadın korku ve nefretle ciyakladı. Goldstein bir dönek ve sapkındı çok eskiden (ne kadar eskiden olduğunu anımsayan yoktu) Parti'nin önde gelenlerinden biri, dahası Büyük Birader'le nerdeyse aynı aşamada olmasına karşın, sonradan karşıdevrimci etkinliklere kalkışmış, idam cezasına çarptırılmış, ama her nasılsa kaçıp kurtularak ortadan kaybolmuştu. İki Dakika Nefret izlenceleri her seferinde değişirdi, ama Goldstein'ın başrolde olmadığı bir tek izlence yoktu. Goldstein baş haindi, Parti'nin saflığını bozan ilk kişiydi. Daha sonra Parti'ye karşı işlenen tüm suçlar, tüm ihanetler, baltalama eylemleri, sapkınlıklar, sapmalar doğrudan doğruya onun öğretisinden kaynaklanmıştı. Goldstein, her neredeyse, hâlâ hayattaydı ve fesat karıştırmayı sürdürüyordu belki denizaşırı bir ülkede yabancı ağababalarının koruması altındaydı, kim bilir, belki Okyanusya'da bir yerde gizleniyor bile olabilirdi ara sıra böyle bir söylenti dolaşıyordu. Winston'ın göğsü sıkıştı. Ne zaman Goldstein'ın yüzünü görse, karmakarışık duygular yüreğini burkardı. Zayıf bir Yahudi yüzü, tepesinde beyaz kabarık saçlar, çenesinde küçük bir keçi sakalı zeki bir yüzdü bu, ama yine de üstüne bir gözlük kondurulmuş ince uzun burun yüzüne bunakça bir sersemlik veriyor, bu da sonuçta hafifsenmesine yol açıyordu. Yüzü koyun yüzüne benziyordu, sesi de koyun sesi gibiydi. Parti öğretilerine karşı her zamanki kötücül saldırılarından birine girişmişti o denli abartılı ve sapkın bir saldırıydı ki, gerçek olmadığını bir çocuk bile anlayabilirdi ama tümden ipe sapa gelmez de sayılmazdı, insan pek o kadar sağgörülü olmayanların bütün bunları yutabileceğini düşünerek telaşa kapılabilirdi. Büyük Birader'e sövüp sayıyor, Parti diktatörlüğünü yerden yere vuruyor, Avrasya'yla hemen barış anlaşması yapılmasını istiyor, ifade özgürlüğünü, basın özgürlüğünü, toplantı yapma özgürlüğünü, düşünce özgürlüğünü savunuyor, gözü dönmüşçesine devrime ihanet edildiğini haykırıyordu üstelik, birbiri ardına hızla sıralanan uzun sözcüklerden oluşan bu konuşma, Parti hatiplerinin alışılmış üslubunun alaycı bir taklidi gibiydi dahası, Yenisöylem sözcüklerini bile içeriyordu Konuşmada, bir Parti üyesinin gerçek yaşamda kullanacağın- Bu arada, Goldstein'ın içtenlikten yoksun, aldatıcı sözlerinin ardındaki gerçek konusunda en küçük bir kuşku kalmasın diye, tele-ekranda başının arkasından boyuna Avrasya ordusu birlikleri geçiyordu Asyalı yüzleriyle sert ve donuk bakışlı askerler saflar halinde ekranda belirip kayboluyor, hemen ardından yerlerini aynıları alıyordu. Asker postallarının tekdüze rap rapları, Goldstein'ın melemeye benzeyen sesine karışıyordu. İki Dakika Nefret başlayalı daha otuz saniye olmamıştı ki, salondakilerin yarısından dizginlenmesi olanaksız öfke çığlıkları yükselmeye başladı. Ekrandaki gamsız koyunsu surat ve arkasındaki Avrasya ordusunun ürkütücü gücü dayanılır gibi değildi kaldı ki, Goldstein'ın görüntüsü, hatta düşüncesi bile kendiliğinden korku ve öfke uyandırıyordu. Goldstein'a duyulan nefret, Avrasya ya da Doğuasya'ya duyulan nefretten daha sürekliydi, çünkü Okyanusya bu devletlerden biriyle savaştayken öbürüyle genellikle barışta oluyordu. Ama ne tuhaftır ki, herkes tarafından nefret edilmesine ve aşağılanmasına, görüşlerinin her gün kürsülerde, tele-ekranda, gazetelerde, kitaplarda yüzlerce kez çürütülmesine, yerle bir edilmesine, gülünç düşürülmesine, aşağılık süprüntüler olarak sergilenmesine karşın, evet, bütün bunlara karşın, Goldstein'ın etkisi hiç azalmıyor gibiydi. Her gün onun oyununa gelmeye hazır yeni yeni salaklar çıkıyordu. Gün geçmiyordu ki, onun buyruklarıyla eyleme geçen casuslar ve kundakçılar Düşünce Polisi tarafından ele geçirilmesin. Goldstein, gözle görülmeyen koca bir ordunun komutanı, kendilerini Devlet'i yıkmaya adamış bozgunculardan oluşan bir yeraltı örgütünün başıydı. Örgütün adının Kardeşlik olduğu söyleniyordu. Ayrıca, Goldstein'ın kaleme aldığı ve tüm sapkın düşünceleri özetleyen korkunç bir kitabın gizlice dağıtıldığı söylenti- si ağızdan ağıza dolaşıyordu. Kitabın adı yoktu. Yalnızca kitap demekle yetiniliyordu. Kardeşlik de kitap da, sıradan Parti üyelerinin mecbur kalmadıkça ağızlarına bile almadıkları konulardı. Nefret, ikinci dakikasında tam bir cinnete dönüştü. Saçları kum sarısı , ufak tefek kadın kıpkırmızı kesilmişti ağzı, karaya vurmuş bir balığın ağzı gibi açılıp kapanıyordu. O'Brien'ın ablak yüzü bile kıpkırmızı olmuştu. İskemlesinde dimdik oturuyor, güçlü göğsü karşıdan gelen bir dalgaya direniyormuşçasına bir kabarıp bir iniyordu. Winston'ın arkasında oturan siyah saçlı kız, Domuz. Domuz. Domuz. diye bağırmaya başlamıştı birden kalın bir Yenisöylem sözlüğünü kaptığı gibi ekrana fırlattı. Sözlük Goldstein'ın burnuna çarpıp yere düştü Ses hiç kesilmeden sürüyordu. Winston bir an kendine geldi ve ötekilerle birlikte bağırdığını, topuklarını var gücüyle iskemlenin basamağına vurduğunu fark etti. İki Dakika Nefret'in en korkunç yanı, insanın katılmak zorunda olması değil, katılmaktan kendini alamamasıydı. Tüm topluluk, elektrik akımına kapılmışçasına, ürkünç bir kin ve nefretle azgınlaşıyor, öldürme, işkence yapma, yüzleri bir balyozla yamyassı etme isteğine kapılıyor, insanlar ellerinde olmadan yüzleri kaskatı kesilerek çılgınlar gibi bağırıp çağırıyorlardı. Ama yine de, duyulan öfke, bir pürmüzün alevi gibi bir nesneden öbürüne yöneltilebilen, soyut, kimseyi hedef almayan bir duyguydu. O yüzden, Winston'ın nefreti bazen Goldstein'a değil, tam tersine Büyük Birader'e, Parti'ye ve Düşünce Polisi'ne yöneliyor böyle anlarda gönlü, ekrandaki yalnız, aşağılanan sapkına, bu yalanlar dünyasında gerçeğin ve sağduyunun biricik koruyucusuna kayıyordu. Gel gör ki, çok geçmeden, çevresindeki insanlarla bir oluyor, Goldstein için söylenenlerin hepsinin doğru olduğunu düşünüyordu. Böyle anlarda da, Büyük Birader'e duyduğu gizli nefret hayranlığa dönüşüyor, onu yüceltiyor, Asyalı sürülerin karşısına bir kaya gibi dikilen, yenilmez, korkusuz bir koruyucu olarak görüyordu Goldstein ise, tüm yalnızlığı ve umarsızlığına, var olup olmadığı bile kuşkulu olmasına karşın, salt sesinin gücüyle uygarlığı ortadan kaldırabilecek, kötücül bir büyücü olup çıkıyordu gözünde. Kimi zaman, insanın birine duyduğu nefreti bile isteye bir başkasına yöneltmesi de olasıydı. Winston da, karabasan gören bir insanın ansızın yatağında doğrulması gibi, ekrandaki yüze duyduğu nefreti arkasında oturan siyah saçlı kıza yöneltiverdi. Çılgınca, müthiş sanrılar düştü aklına. Kızı lastik bir copla döve döve öldürüyordu. Çırılçıplak soyduktan sonra bir kazığa bağlıyor, Aziz Sebastian'a yaptıkları gibi oklarla delik deşik ediyordu. Irzına geçiyor, orgazm anında boğazını kesiyordu. Üstelik, ondan niçin nefret ettiğini şimdi çok daha iyi anlıyordu. Ondan nefret ediyordu, çünkü genç ve güzel olmasına karşın cinsiyetsizdi, çünkü onunla sevişmek istemesine karşın bunu hiçbir zaman yapamayacağını biliyordu, çünkü sanki sarıl bana diyen o güzelim, yumuşacık beline iffetin saldırgan simgesi o iğrenç kızıl kuşağı dolamıştı. İki Dakika Nefret artık doruğuna varmıştı. Goldstein'ın sesi artık gerçek bir koyun melemesine dönüşmüştü, yüzü de bir an koyun suratına dönüştü. Az sonra, koyun suratı da değişime uğrayarak, ilerliyormuş gibi görünen, kocaman ve korkunç bir Avrasya askeri olup çıktı elindeki hafif makineli tüfek cayırdıyordu, sanki ekrandan dışarı fırlayacak gibiydi, o kadar ki ön sırada oturanlardan bazıları ürkerek arkalarına yaslandılar. Ama tam o Büyük Birader'in söylediklerini duyan yoktu. Savaşın bağrış çağrışı arasında söylenen, açık seçik anlaşılmamakla birlikte sırf söylenmiş olduğu için güven veren, yüreklere cesaret salan sözlerdi bunlar. Ama Büyük Birader'in yüzü, insanların gözyuvarlarında bıraktığı etki çabucak silinip gidemeyecek kadar güçlüymüşçesine, birkaç saniye daha ekranda kaldı sanki. Saçları kum sarısı, ufak tefek kadın öne atılarak önündeki iskemlenin arkalığına tutunmuştu. Titrek bir sesle, Kurtarıcım benim. gibisinden bir şeyler mırıldanarak, kollarını ekrana uzattı. Sonra yüzünü ellerinin arasına aldı. Besbelli, bir dua okuyordu. O sırada, hepsi birden, B-B. ... B-B. ... B-B. Otuz saniye kadar bu böyle sürdü. Bir bakıma Büyük Birader'in bilgeliği ve yüceliğine bir övgüydü, ama daha çok kendi kendini hipnotize etme, bilincin ritmik bir gürültüyle bile isteye bastırılması eylemiydi. |
Winston'ın içi üşümüştü sanki. İki Dakika Nefret sırasında toplu çılgınlığa katılmadan edemezdi, ama bu ilkel B-B.... B-B. ezgisi öteden beri yüreğine korku salardı. Hiç kuşkusuz, her seferinde herkesle birlikte o da söylerdi söylememek söz konusu bile değildi. Duygularını gizlemek, aklından geçenlerin yüzüne yansımasını önlemek, herkes ne yapıyorsa onu yapmak, içgüdüsel bir tepkiydi. Ama gözlerinin birkaç saniyeliğine de olsa duygularını dışavurması onu ele verebilirdi. İşte ne olduysa o anda oldu oldu denebilirse kuşkusuz. Winston bir an O'Brien'la göz göze geldi. O'Brien, hep yaptığı gibi, gözlüğünü çıkarmış, yeniden burnunun üstüne yerleştiriyordu. Saniyenin onda biri kadar göz göze geldiler, ama bu kadarcık bir süre bile Winston'ın, O'Brien'ın kendisi gibi düşündüğünü anlamasına yetti evet, anlamıştı. En küçük bir yanılgıya yer yoktu. Sanki kafalarının içindekiler gözlerinden geçerek birbirine akıyordu. O'Brien, Senin yanındayım, der gibiydi. Ne düşündüğünü, ne hissettiğini çok iyi biliyorum. Ne kadar aşağıladığını, ne kadar nefret ettiğini, ne kadar tiksindiğini biliyorum. Ama merak etme, yanındayım. Sonra gözlerindeki o parıltı söndü ve O'Brien'ın yüzü de öbürlerinin yüzlerindeki o donuk anlatıma büründü. Olan biten buydu, üstelik olup olmadığından da emin değildi Winston. Böylesi olaylardan hiçbir zaman bir sonuç çıkmazdı. Kim bilir, gizlice yürütülen bozgunculuk eylemlerine ilişkin söylentiler doğruydu belki de Kardeşlik örgütü belki de gerçekten vardı. Ardı arası kesilmeyen tutuklamalara, itiraflara ve idamlara karşın, Kardeşlik örgütünün yalnızca bir söylence olmadığından kuşku duymamak olanaksızdı. Winston, böyle bir örgütün varlığına bazen inanıyor, bazen de inanmıyordu. Elle tutulur bir kanıt yoktu, yalnızca her anlama gelebilecek ya da hiçbir anlama gelmeyecek kaçamak bakışlar, kulağa çalınan bölük pörçük konuşmalar, tuvaletlerin duvarlarındaki belli belirsiz çiziktirmeler söz konusuydu bazen, birbirini tanımayan iki insan karşılaştığında, küçücük bir el hareketi bile tanıştıklarını gösteren bir işaret olarak algılanabiliyordu. Bunların hepsi bir sanıydı Belki de her şeyi kendisi uydurmuştu. O'Brien.a bir daha bakmadan odacığına dönmüştü. Aralarında oluşan o anlık bağlantıyı sürdürmek aklının ucundan bile geçmedi. Sürdürmeyi becerebilse bile, çok tehlikeli olabilirdi. Birkaç saniye kadar belli belirsiz bakışmışlardı, o kadar. Ne ki, yaşamak zorunda bırakıldıkları yapayalnızlıkta bu kadarı bile unutulmaz bir olaydı. Winston doğrulup arkasına yaslandı. Geğirdi. İçtiği cin ağzına geliyordu. Gözleri yeniden önündeki sayfaya odaklandı. Umarsız düşünceler içinde öylece otururken istençsizce bir şeyler yazmış olduğunu fark etti. Üstelik elyazısı artık eskisi gibi kargacık burgacık değildi. Ansızın bir ürküye kapıldı. Saçmaydı aslında, çünkü bu sözcükleri yazmak günce tutmaya kalkışmaktan daha tehlikeli değildi ama bir an, karaladığı sayfaları yırtıp atmak, günce tutmayı tümden bırakmak geçti aklından. Ama aklından geçeni yapmadı, çünkü bunun bir işe yaramayacağını biliyordu. İster günceyi sürdürsün, ister sürdürmesin, hiçbir şey fark etmeyecekti. Düşünce Polisi onu nasıl olsa yakalayacaktı. Hiçbir şey yazmamış olsaydı bile, tüm öteki suçları da içeren temel suçu işlemişti. Buna düşüncesuçu diyorlardı. Düşüncesuçu sonsuza dek gizlenebilecek bir şey değildi. Onları bir süre, hatta yıllarca atlatabilirdiniz, ama eninde sonunda ensenize yapışırlardı. Ansızın irkilerek uyanmak, hoyrat bir elin omzunuzu sarsması, gözlerinize tutulan ışıklar, yatağı çevreleyen acımasız yüzler. Çoğu zaman ne yargılama olurdu ne de bir tutuklama raporu tutulurdu. İnsanlar ortadan kayboluverirdi, o kadar ve bu hep geceleri olurdu. Adınız kayıtlardan silinir, yaptığınız her şeyin kaydı yok edilir, bir zamanlar var olduğunuz bile yadsınır, sonra da tümden unutulurdu. Kökünüz kazınır, külünüz göğe savrulurdu Alışılmış deyimle, buharlaşırdınız. Winston bir an sanki cezbeye tutuldu. Sonra birden irkilerek dehşete kapıldı. Kapı vuruluyordu. Ne çabuk. Kapıyı vuran belki fazla diretmeden çekip gider umuduyla çıt çıkarmadan oturdu. Ama boşuna, kapı yeniden vuruldu. Kapıyı açmayı geciktirmek daha da kötü olacaktı. Yüreği yerinden oynamıştı, ama nicenin alışkanlığıyla yüzünde en küçük bir ifade yoktu. Yerinden kalkıp ağır ağır kapıya ilerledi. |
II Winston, tam kapının tokmağına uzanmışken, günceyi masanın üstünde açık bırakmış olduğunu gördü. Günceyi açık bırakmakla büyük bir salaklık yapmıştı. Ama, o panik içinde bile, mürekkep daha kurumamışken defteri kapatarak kaymak kâğıdı kirletmek istememiş olduğunu fark etti. Nefesini tutup kapıyı açtı. O anda gönlüne su serpildi. Kapının önünde solgun, seyrek saçlı, yüzü kırış kırış, ezik bir kadın duruyordu. Ah, yoldaş, dedi kadın ezgin, ağlak bir sesle. Acaba bize kadar gelip mutfağımızdaki lavaboya bir bakar mısınız. Tıkanmış galiba... Aynı kattaki komşunun karısı Bayan Parsons'tı. ( Bayan , Parti'nin pek doğru bulmadığı bir sözcüktü −herkese yoldaş demeniz gerekiyordu− ama insan yine de bazı kadınlara Bayan demekten alamıyordu kendini.) Bayan Parsons otuz yaşlarında olmasına karşın daha yaşlı gösteriyordu. Yüzündeki kırışıklara toz dolmuştu sanki. Winston koridorda kadının ardı sıra ilerledi. Bu amatörce onarım işleri gündelik bir sorun olup çıkmıştı. Zafer Konutları 1930'lu yıllarda yapılmıştı, daireler bakımsızlıktan dökülüyordu. Tavan ve duvarların sıvaları sürekli dökülür, dışarısı buz tuttuğunda su boruları patlar, ne zaman kar yağsa dam akar, ısıtma sistemi genellik- le yarım yamalak çalışırdı, savurganlık olmasın diye tümden kapatılmamışsa tabii. Bayan Parsons, duyulur duyulmaz bir sesle, Tom evde yok da, dedi. Parsonsların dairesi Winston'ınkinden daha büyük ve karmakarışıktı. Sanki az önce evin içinden iri, yabanıl bir hayvan geçmiş, her şeyi ezip darmadağın etmişti. Spor malzemeleri −hokey sopaları, boks eldivenleri, patlak bir futbol topu, içi dışına çevrilmiş, terden sırılsıklam bir şort− yerlerdeydi masanın üstüde bir yığın kirli tabak ve sayfalarının köşeleri kıvrılmış müsvedde defterleri vardı. Duvarlara, Gençlik Birliği ile Casusların kızıl bayrakları ve Büyük Birader'in kocaman bir posteri asılmıştı. Tüm binada duyulan o kaynatılmış lahana kokusu içeriyi de sarmıştı, ama lahana kokusuna daha da keskin bir ter kokusu karışmıştı o sırada orada olmayan birinin kokusuydu bu, nedendir bilinmez, insan bunu hemen anlıyordu. Çocuklar, dedi Bayan Parsons tedirgince kapıya bakarak. Bugün sokağa çıkmadılar da. O yüzden... Cümlelerini yarım bırakmak gibi bir alışkanlığı vardı. Mutfaktaki lavabo, lahanadan da berbat kokan, yeşilimtırak, pis bir suyla nerdeyse ağzına kadar doluydu. Winston diz çökerek borunun eklem yerini inceledi. Bayan Parsons umarsızca seyrediyordu. Tom evde olsaydı anında hallederdi, dedi. Böyle işleri çok sever. Eli her işe yatkındır Tom'un. |
Parsons, Winston'ın Gerçek Bakanlığı'ndan iş arkadaşıydı. Şişmanlığına karşın herkesi serseme çevirecek kadar cevval, ahmak denecek kadar gayretkeş bir adamdı Parti'nin varlığını sürdürmesi, Düşünce Polisi'nden bile çok, sorgusuz sualsiz inanan, körü körüne bağlanan böylelerine bağlıydı. Otuz beşine geldiğinden, kısa bir süre önce istemeye istemeye Gençlik Birliği'nden ayrılmış, Gençlik Birliği'nden ayrılmadan önce de yaş sınırını bir yıl aşana kadar Casuslar'da kalmayı başarabilmişti. O dayanılmaz ter kokusu, yorucu yaşamına bilinçsizce tanıklık edercesine, nereye gitse ardından gelir, dahası, o gittikten sonra da orada kalırdı. Winston, borunun dirseğindeki kelepçeyle oynarken, İngilizanahtarınız var mı. diye sordu. Bayan Parsons, birden telaşa kapılarak, İngilizanahtarı mı. dedi. Bilmem. Mutlaka vardır. Belki çocuklar... Çizme sesleri arasında tarağa tutulan tuvalet kâğıdına üfleyerek çıkarılan son bir sesten sonra çocuklar oturma odasına daldılar. Bayan Parsons ingilizanahtarını getirdi. Winston, suyu boşalttıktan sonra, boruyu tıkamış olan saç topağını tiksinerek çıkarttı. Musluktan akan soğuk suyla ellerini bir güzel yıkayıp öteki odaya döndü. Eller yukarı. diye haykırdı yabanıl bir ses. Güzel yüzlü, sert bakışlı, dokuz yaşlarında bir oğlan masanın arkasından oyuncak bir otomatik tabancayla Winston'ı korkutmaya çalışıyor, ondan iki yaş kadar küçük kız kardeşi de elindeki bir tahta parçasıyla ona öykü- nüyordu. İkisi de Casuslar'ın üniforması olan mavi şort, gri gömlek giymiş, kırmızı boyunbağı takmıştı. Winston ellerini başının üzerine kaldırdı, ama tedirgindi oğlan o kadar haince bakıyordu ki, hiç de oyun oynar gibi bir hali yoktu. Sen bir hainsin. diye ciyakladı oğlan. Sen bir düşünce-suçlususun. Sen bir Avrasya casususun. Seni vururum, seni buharlaştırırım, seni tuz madenlerine yollarım. Birden ikisi de Winston'ın çevresinde hoplayıp zıplayarak, Hain. , Düşünce-suçlusu. diye bağırmaya başladılar küçük kız, ağabeyi ne yaparsa onu yapıyordu. Ürkütücü bir görünümdü, çok geçmeden büyüyüp insanları yiyecek olan kaplan yavrularının oyun oynamalarına benziyordu. Oğlanın bakışlarında temkinli bir yabanıllık vardı, belli ki Winston'ı yumruklamak ya da tekmelemek için can atıyordu, pek yakında bunu yapabilecek kadar büyüyeceğinin ayırdındaydı. Winston, neyse ki elindeki tabanca gerçek değil, diye geçirdi içinden. Bayan Parsons, ürkek gözlerle bir Winston'a, bir çocuklara bakıp duruyordu. Winston, oturma odasının daha aydınlık ışığında, kadının yüzündeki kırışıklara gerçekten toz dolmuş olduğunu hayretle fark etti. Çok gürültü yapıyorlar, dedi kadın. İdamları seyretmeye gidemedikleri için çok üzüldüler de ondan. Hiç vaktim yoktu, götüremedim Tom da geç dönecek işten. Oğlan, korkunç bir sesle, Neden gidemiyormuşuz idamları görmeye. diye haykırdı. Küçük kız da, hoplaya zıplaya, Ben idamları görmek istiyorum. Ben idamları görmek istiyorum. diye çığırıyordu. Winston, savaş suçu işledikleri gerekçesiyle ölüm cezasına çarptırılan bazı Avrasyalı mahkûmların o akşam Park'ta asılacaklarını anımsadı. Nerdeyse her ay düzen- lenen bu gösteri çok tutuluyordu. Çocuklar gitmek için yanıp tutuşurlardı. Winston, Bayan Parsons'tan izin isteyerek kapıya yöneldi. Ensesine kızgın bir tel saplanmıştı sanki. Oğlan, kapı üzerine kapanırken, Goldstein. diye böğürdü. Dairesine dönünce, tele-ekranın önünden hızla geçti, hâlâ ensesini ovuşturarak yeniden masanın başına oturdu. Tele-ekrandan gelen marşlar kesilmişti. Şimdi keskin bir askeri ses, vahşice bir zevk alıyormuşçasına, İzlanda ile Faroe Adaları arasında bir yerde demirlemiş olan yeni Yüzen Kale'nin silahlarını sayıp sıralıyordu. Zavallı kadın o çocuklarla cehennem hayatı yaşıyor olsa gerek, diye düşündü Winston. Bir iki yıla kalmaz, annelerinin küçücük bir sadakatsizliğini yakalamak için kadıncağızı gece gündüz izlemeye başlardı bunlar. En kötüsü de, Casuslar gibi örgütler aracılığıyla sistemli bir biçimde, başına buyruk küçük vahşilere dönüştürülmüş olmalarına karşın, Parti disiplinine en ufak bir baş kaldırma eğilimi göstermemeleriydi. Tam tersine, Partiye ve Parti'yle bağıntılı her şeye tapıyorlardı. Tüm vahşilikleri dışa vurmuş, Devlet düşmanlarına, yabancılara, hainlere, kundakçılara, düşünce suçlularına yönelmişti. Haksız da sayılmazlardı, çünkü gün geçmiyordu ki, Times gazetesin- de, konuşmaları gizlice dinleyen alçak bir veledin −genellikle çocuk kahraman deniyordu bunlara− kulağına çalınan uzlaşmacı bir söz üzerine anasıyla babasını Düşünce Polisi'ne ihbar ettiğine ilişkin bir haber çıkmasın. Oğlanın sapanla attığı taşın acısı hafiflemişti. Winston gönülsüzce kalemi aldı, günceye yazacak daha başka ne bulabilirim, diye düşünüyordu. Birden aklına yine O'Brien geldi. Yedi yıl olmalıydırüyasında kapkaranlık bir odada yürüdüğünü görmüştü. O geçerken, yanda oturan biri, Bir gün karanlığın olmadığı bir yerde buluşacağız, demişti. Bu söz, duyulur duyulmaz bir sesle, öylesine söylenmişti bir buyruk gibi değil, bir açıklama gibi. Winston duraklamadan, yürüyüp gitmişti. İşin tuhafı, o sırada, rüyada söylenen bu sözler Winston'ı pek etkilememiş, ama sonradan yavaş yavaş anlam kazanmaya başlamıştı. O'Brien'ı ilk kez rüyadan önce mi, sonra mı gördüğünü şimdi anımsayamadığı gibi, sesin O'Brien'ın sesi olduğunu ilk kez ne zaman anladığını da anımsayamıyordu. Karanlıkta onunla konuşan, O'Brien'dı. Winston, O'Brien'ın dost mu, düşman mı olduğunu hiçbir zaman çıkaramamıştı sabahleyin gözlerinde yanıp sönen parıltıdan sonra bile emin olamamıştı bundan. Kaldı ki, o kadar önemli de değildi. Karanlığın hiç olmadığı yerde buluşacağız, demişti. Winston bunun ne anlama geldiğini bilmiyordu, yalnızca bir gün bir biçimde gerçek olacağını biliyordu. Tele-ekrandan gelen ses bir an kesildi. lukta dupduru ve çok güzel bir borazan Sonra o çatlak ses yeniden duyuldu Dikkat. Dikkat. Suskun boşsesi dolandı. az önce aldıbirliklerimiz şanlı bir zafer kazanmıştır. Şu anda haberini verdiğimiz harekâtın, savaşı sonuna yaklaştırabileceğini söyleyebilirim. Haber şöyle... Winston, kötü haber geliyor, diye geçirdi aklından. Ve düşündüğü gibi de çıktı öldürülenler ve tutsak alınanların ürkütücü bir listesi eşliğinde, bir Avrasya ordusunun yok edilişinin olanca vahşetiyle anlatılmasını, çikolata tayınının gelecek haftadan başlayarak otuz gramdan yirmi grama düşürüleceği açıklaması izledi. Winston bir kez daha geğirdi. Cinin etkisi hafifledikçe, içi boşalıyormuş gibi bir duyguya kapılıyordu. Tele-ekranda -belki zaferi kutlamak, belki de elden giden çikolataları belleklerden silmek için- birden gümbür gümbür Okyanusya, sana canımız feda çalmaya başladı. Aslında hazır olda dinlemek gerekiyordu. Ama Winston oturduğu yerden görünmüyordu nasıl olsa. Okyanusya, sana canımız feda , yerini daha hafif bir müziğe bıraktı. Winston, sırtını tele-ekrana vererek, pencerenin önüne geldi. Hava hâlâ pırıl pırıl ve soğuktu. Uzaklarda bir yerde patlayan bir bombanın boğuk gümbürtüsü yankılandı. O sıralar Londra'ya haftada yirmiotuz kadar bomba yağıyordu. İngsos. İngsos'un kutsal ilkeleri. Yenisöylem, çiftdüşün, geçmişin değişebilirliği. Winston sanki deniz dibi ormanlarında öylesine dolaşıyordu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi, ama canavar kendisiydi sanki. Bir başınaydı. Geçmiş yok olup gitmişti, geleceği düşlemek olanaksızdı. Ondan yana olduğuna güvenebileceği tek bir insan kalmış mıydı acaba. Sonra, Parti'nin egemenliğinin sonsuza kadar sürmeyeceğini nasıl bilebilirdi. Gerçek Bakanlığı'nın beyaz cephesindeki üç slogan, bir yanıt gibi karşısında duruyordu Winston cebinden bir yirmi beş sent çıkardı. Büyük Birader'in gözleri paranın üstünden bile sizi izliyordu. Paraların, pulların, kitap kapaklarının, bayrakların, posterlerin, sigara paketlerinin üstünden... her yerden. Hep sizi izleyen o gözler ve sizi sarıp kuşatan o ses. Uykuda ya da uyanık, çalışırken ya da yemek yerken, içeride ya da dışarıda, banyoda ya da yatakta... kaçış yoktu. Kafatasınızın içindeki birkaç santimetreküp dışında, hiçbir şey sizin değildi. Güneş yer değiştirmişti Gerçek Bakanlığı'nın artık ışık almayan sayısız penceresi, bir kalenin mazgalları kadar korkunç görünüyordu. Piramit biçimindeki bu dev yapı, Winston'ın yüreğine yılgı saldı. Kaya gibiydi, ele geçirmek olanaksızdı. Winston bir kez daha, günceyi kimin için tuttuğunu sordu kendi kendine. Gelecek için, geçmiş için... düşsel bir çağ için belki de. Üstelik kendisini bekleyen, ölüm değil, yok edilmeydi. Güncesi kül edilecek, kendisi de buhar olacaktı. Yazdıklarını, yakılıp yok edilmeden önce yalnızca Düşünce Polisi okuyacaktı. İnsan, ardında tek bir iz bile, bir kâğıt parçasına karalanmış tek bir adsız sözcük bile bırakamadıktan sonra, geleceğe nasıl seslenebilirdi. Tele-ekranda saat on dördü vurdu. Winston'ın on dakika içinde evden çıkması gerekiyordu. On dört otuzda işte olmak zorundaydı. Nedendir bilinmez, saatin vurması onu yeniden yüreklendirmişti sanki. Winston, kimsenin duymayacağı bir gerçeği dile getiren, kimi kimsesi olmayan biriydi. |
Ama bu gerçeği dile getirdiği sürece, belli belirsiz de olsa süreklilik kesintiye uğramayacaktı. İnsanlık kalıtı, sesini duyurarak değil, akıl sağlığını koruyarak sürdürülüyordu. Yeniden masanın başına oturdu, kalemini mürekkebe batırıp yazmaya başladı Geleceğe ya da geçmişe, düşüncenin özgür olduğu, insanların birbirlerinden farklı oldukları ve yapayalnız yaşamadıkları bir zamana gerçeğin var olduğu ve yapılanın yok edilemeyeceği bir zamana Tekdüzen çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader çağından, çiftdüşün çağından selamlar. Artık ölmüş olduğunu düşündü. İşte şimdi, düşüncelerini dile getirebilmeyi başardığında, can alıcı adımı attığını geçirdi aklından. Her davranışın sonuçlarını, o davranışın kendisi doğurur. |
gerektirmez Düşüncesuçunun Kendini ölü bir adam olarak kabul etmişti ya, elden geldiğince uzun süre hayatta kalmak önem kazanmıştı. Sağ elinin iki parmağına mürekkep bulaşmıştı. İşte tam da böyle bir ayrıntı insanı ele verebilirdi. Bakanlık'taki bağnaz bir gayretkeş (olasılıkla bir kadın saçları kum sarısı, ufak tefek kadın ya da Kurmaca Dairesi'nde çalışan siyah saçlı kız gibi biri) öğle arasında neden yazdığını, neden eski moda bir kalem kullandığını, dahası ne yazdığını merak etmeye başlayabilir, sonra da bir ilgilinin kulağına kar suyu kaçırabilirdi. Banyoya gitti, insanın derisini zımpara kâğıdı gibi kazıyan, o yüzden de bu iş için çok uygun olan pürtüklü koyu kahverengi sabunla ellerini uzun uzun yıkayarak mürekkebi çıkardı. |
Günceyi çekmeceye koydu. Gizlemeye kalkışmak gereksizdi, ama hiç değilse farkına varıp varmadıklarını anlayabilirdi. Sayfa arasına bir saç teli koysa çok belli olacaktı. Gözle görülür bir tutam beyazımsı tozu parmağının ucuyla aldı, güncenin kapağının bir köşesine sürdü, günce kımıldatılacak olursa toz dökülecekti. |